HZ. KUR’ÂN’DA TESETTÜR HİCAP VE EDEP

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

  

İyi bilesin ki! 

Dışta ve içteki, benî âdemin din kardeşliğine dün muhtaç idik, bugün daha muhtacız!.. 

Hakîkat noksanlığının getirdiği yanlış anlamlar, gerçekle bağdaşmayan katı kurallardan doğan cehâlet, çok milletlerin birini birine

düşman kılmıştır.

Din adına içte ve dışta kardeşliğe giden yolları

kısmen değil, geleceği düşünmeden,

tamamı ile tıkamışız.

Zaman geçiyor. Geç kaldık…

Daha geç kalmayalım!...

Şu günlerde ve gelecekte, daha çok Ehl-i Kitab’ın kardeşliğine muhtaç olduğumuz gibi, güvenilir dinsizlerin de yakınlıklarına muhtacız…

   H. Galip Hasan Kuşçuoğlu

  

RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN
ADI İLE BAŞLARIM

HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.










Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

KİTABA GİRİŞ

  30 Ağustos 2005, Antalya’dayım. Bugün daha nice böyle mübârek günlere erişmek, Allâh’ına olan inancından vatanına olan sevgisinden, vatanın kurtulmasına sebep ve vesile olanların kadrini ve kıymetini bilenlerin bayramı!..
  “Hubbu’l-vatan mine’l-îman” (Hadis-i Şerîf) “Vatanı olmayanın îmanından hayır gelmez” bildirisini hafife alan, yaşadığı asrın icaplarından habersiz olan bugünün bazı toplumları!...
  İçlerinde istisnailer bulunsa da, bazılarının insanlık dışı tutumları yüzünden umumiyetle toplumların ne hâle geldiğinin göstergesi değil mi? “Daha iyi yapıyorum, daha faideli oluyorum” zannı ile yersiz, nefsanî hislerine kapılarak…
  Emr-i ilâhîyi tahrif etmeden, her devirde Hazret-i Allâh’ın buyurduğu gibi, Ehl-i Kitab’ın din adamları dahi yersiz duygularının esiri olmadan, gerçekleri bildirildiği gibi anlatabilselerdi!..
  Daha evveller tarih boyu az da olsa, yaşanılan insanlığın iç acısı…
  İnsanca yaşamayı az çok bilenlerin, maddesini ve mânâsını karartan; insanlığa her devirde reva görülen iğrenç olaylar!.
  21’inci asırda daha feci müdahaleler.
  Devletlerarası olduğu gibi, ferdiyete dökülen anarşist ve terör olaylar…
  Aradığı ortamı bulmuşçasına zalîmane, masum insanları, kadın, erkek, çoluk çocuk demeden ve insâni merhamet duygusundan uzak, hunharca işlenen suçlar!..
  Acımasızca söndürülen ocaklar; Allah bildirisini dahi önemsemeden!...
  İcraatçısına ve teşvikçisine yaptırdığı zaman zafer kazanmış kumandan edası ile tabir caiz ise, yaşayan, şımarık, emr-i ilâhîye de uyumlu icraat yaptığının zevkini alan, yersiz ve anlamsız, ilim yoksunu halk kahramanları!...
  Hazret-i Allah böylelerine Kur’ân-ı Kerîm’de tefsire ihtiyaç duyulmadan her sınıf âdemin anlayacağı açıklıkla:
  Bana din mi öğretiyorsunuz?! azarına muhatap olunanlar!.
  Bayramın verdiği neşe, huzur ve sürurun zevki ile bu kitabı Rabbımın ihsanına sığınarak yazmaya başladım.
  Daha fazlasını bilenlerden öğrenmeyi öğrene bile bilse idik, emr-i ilâhîyi tanımakta, emr-i ilâhîye uyumlu yaşamayı bile bilse idik, asra yabancı, muâsır millet yaşantısına yabancı, emr-i ilâhîye yabancı olur mu idik?!...
  Zamanı; mirasyedi, hayırsız, iş bilmez evladın harcadığı gibi harcadık!
  Geç kaldık, fakat geleceğin kıymetini bilebilir isek, o zaman geleceğe geç kalmış olmayız inşallah!
  Hazret-i Allâh’ın emri olan, Resül-ü ile tebliğ eylediği ahkâma samimi olabilmenin samîmiyetini ibadet ve taatında, beşere olan muamelâtında, görünen samîmiyetinin, îmanının gerçek şahidi sayılmaz mı?!.
  Hazret-i Allâh’a başka şahid göstermeye gerek var mı? Gafil olma!..

Lâfza-i Celâl Muhafazası

  2005 yılı Berat Gecesinden bir gece evvel mânâmda, Rabbımın ihsanı, bu abd-i âcize iki bin Lâfza-i Celâl verildi.
  Teheccütde hayli düşündüm: Ne yapacaktım? İhvanın derslerine mi ilâve edecektim? Şahsıma mı verilmişti? Hayli düşündüm; amma düşüncem neticesizdi! Sabah namazını kıldım, yatağa uzandım: Yaradanıma hamd-ü senalar olsun; hemen cevap verildi!..
  Meğer “iki bin” Lâfza-i Celâl’in mânâ muhafazası imiş!
  Muhafazayı beşeri zaafıma uygun, unutamayacağım şekilde gösterdiler.
  Maddî görünümü yuvarlak topa benziyordu Lâfza-i Celâl… Verilen ihsan-ı ilâhî ise oturaklı. Lâfza-i Celâl için özenle yapılmış bir muhafaza…
  Lâfza-i Celâl bu muhafazaya konulmaz ise yuvarlanıp, yükseklerde iken aşağılara düşme tehlikesi kaçınılmazmış!..
  Muhafazayı köşeli kutu gibi gösterdiler. Lâfza-i Celâl’i içine koydular; “şimdiden sonra yuvarlanıp düşmez” denildi, elhamdülillah!..
  O olaydan sonra gördüm ki, iç âlemime, mânâ yönüme öyle yerleşti ki Lâfza-i Celâl, onun yanına makam-ı kurbiyette başka bir şeye yer yoktu.
  Rabbım cümle muhib kullarını mahrum etmesin. Âmin ve selâmün ale’l-murselin.
  O’ndan gayrı başka bir güç düşünemiyorum. Ona benzer isteklere yer kalmadığını daha iyi anlıyorum, elhamdülillah!..
  Bu rahmet-i ilâhîye Yaratanına ibadet ve taatında samimi olan ehl-i zikir, mü’min kullarına, muhib dervişlere verildi Allâhu âlem, zevki ile Rabbıma tazarru ve niyaz eylerim ki, Lâfza-i Celâl muhafazası cümle kullarına ihsan edilsin. Âmin!..
  İnd-i ilâhîden ehline malûm, ihsan edilen bu mânâ abd-i âcize verdiği mânâsını motamot yazmaya gücüm yetersiz. İlm-i Kelâm yetersiz. Yalnız zevkimi anlatmaya çalıştım. Başka gücüm yok; anla işte!...
  Her gördüğün sakallıyı deden sanma!
  Yaratanının şahsına ihsan eylediği îmanın bozulmasın istiyor isen; O’na eş, ortak tanıma! Çünkü gayrısı yarattığı beşerdir; Hazret-i Allâh’ın ne ortağı vardır, ne de şeriki!..
  Hazret-i Allah zatî ismi ile “ahad”dir; eşi, benzeri yoktur, olamaz da!..
  Muhalefetün li’l-havadis’tir, zatî sıfatı: Yarattığı hiç bir şeye benzemez.
  Sakın “ilmim var!” diye benzetmeye kalkışma! Yaratıklara ilâh süsü verme!.
  Bu dünyada hesabı sorulmaz ise, âlem-i mânâda mutlaka sorulur; gafil olma!..

‘Allah Vardır’ Diyen ‘Müslüman’dır

  Tek din vardır: İslâmiyet…
  İzah mı istiyorsun? Hazret-i Allâh’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirisi, “Allah vardır” diyen kula îman ve bilgi ölçüsüne girmeden, bedevî dahi olsa, emr-i ilâhîye uyarak “müslümandır” diyebilecek misin?!
  Bu emr-i ilâhîyi evvelâ katı telkinlerle doldurulmuş nefsine anlata biliyor musun?
  Şimdiden sonra bari emr-i ilâhîye uygun bilgi edin de, “Allah vardır” diyen hemcinsine “müslümansın” demenin cesaretini göster; bilmeden hemcinsine zulmetme!.
  Hz. Allâh’ın ve resüllerinin bildirisine uy!..
  Hele Ehl-i Kitab’a “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” dedin, demeye de hâlâ devam ediyorsun; bu bilginin kaynağı nefsin idi, onun zevkine kapılmış idin; hatanı anladınsa, bu günâhına tövbe-istiğfar edebiliyor musun?
  Gafil olma!
  Kur’ân-ı Hâkim’de Hucurat Sûresi, 14: Hazret-i Allah, Peygamberimiz Efendimiz’e ne öğretiyor? Anlayarak oku; nefsinin hazzına uyarak değil. Mânâya dönük oku! Eğer anlayamadınsa gene oku!.
  Bu gerçekleri nefsimize anlatabildik ise, dünyadaki “Allah var” diyen cümle kullarına bildirme zamanı geldi, geçiyor!.
  Bu bildiri sana yakışıyor ey Muhammed Ümmeti!
  Bu uyarı başka toplumdan gelmeden ey Muhammedî kardeşim! Hz. Allâh’ın bildirisini sen ilân et!.
  Ehl-i Kitab’ın kardeşliğini anlatmak sana yaraşıyor!
  En son gelen Şerîat-i Muhammediyye’ye bu hitab-ı ilâhîyi fer’î düşüncene hâlâ uygun göremiyorsan, bari gerçeklere engel olma, sus ve bekle!..
   Çünkü şerîatın adabına riayet etmeyen kimseyi Cenab-ı Hak katiyen esrarına mahrem etmez!..
  Esrar-ı aşkı ehl-i zâhire söyleme!
  İşin kışrında kalana bu zevkten bahsetme.
  Ehl-i zâhire zâhirler yeter!.
  Hele ehl-i batılın yanında Haktan hiç bahsetme; yutmasını istediğin lokma onun lokması değildir!.
  Îman-ı zevkîye çıkmayan ruhun safasını tatmayan mahruma derd-i aşktan bahsedilir mi?!
  Bu, aşkın mânâsına tecavüz etmek olur!..
Âlem-i lâhûta pervâz eyleyen ehl-i safâ
Değil İskender tâcı, taht-ı Süleymân istemez!.
  Yaratanının varlığını akl-ı seliminle, yaratılan maddî ve mânevî zuhuratlarda hissediyor, idrak ediyor isen!.
  Anlamakta, onun zevkini naçiz şahsında yıpıltı dahi olsa, hiss-i kablelvuku güncel hayatında umumiyetle ve düşünce ve icraatlarında yer edinebiliyor ise!..
  Hz. Allâh’ı âciz kulun nasıl bilmesi gerekli ise, o açıdan bilgi edindin; edindiğin bilginde samimi isen, bu hâlini koruman için beşerî âczini hiç kaybetme!..
  Şunu unutma ki:
  “Nefsini bilen Allâh’ı bilir” buyuruldu.
  Dikkat! Hz. Allâh’a şirk koşmayasın!..
  Çünkü Hazret-i Allâh’ın eşi, şeriki, benzeri, yoktur…
  Yarattığı beşerle şirket kurduğu da görülmemiştir!... Görülmeyecek de; güç, kuvvet ancak ve ancak zatına mahsustur!.
  Hazret-i Allâh’ı alışageldiğin, beşeri gördüğün görgülerinle görmeye çaba gösterme; buna gücün yetmeyecektir, yetemeyecektir de!..
  Elbette olmayacak; yaratılan Yaratana benzemez ki!.
  Hz. Allâh’ın zatî sıfatı
  “Muhalefetün li’l-havadis”tir:
  Yarattığı hiç bir şeye benzemez!..
  Bu imtihan âleminde zuhuru görülen olaylar nefislerin arzu ettiği gibi olamazlar!.
  Nasıl bilinmesi gerektiğini Hz. Allâh’ın bilinmesini murat ettiği kadardır!..
  Âciz kulun ne kadar bilmesi, neleri bilmesi gerektiğini kitapların bazılarına yazmıştım.
  Lüzumuna binâen tekrar yazmakta sakınca olmaması gerekir:
  Hz. Allâh’ın varlığını kabul eden kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği, Cenab-ı Hakk’ın var olduğuna îman eden kullarının mutlaka bilinmesi gerektiği sıfatlarını ve Türkçede mânâsını: İmam Maturudî Hazretleri’nin bildirisini sizlere aktarmaya çalışıyorum..
  Bu teraziyi her zaman kullan. İlmin ve bilgin bu bildirinin dışında kalmasın!..
  Hz. Allâh’ın zatî sıfatına hiç bir şeyi ortak etme. Zira o sıfat ancak ve ancak zatına mahsustur!.
  Bu sıfatları beşere maledemeyeceğin gibi, peygamber efendilerimize de maletmeyesin. Zira zatî sıfatları yarattığı hiç bir şeye benzemez.
  Çünkü o sıfat ancak ve ancak yaratıcının zatına mahsustur!...
   

Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Kerim’de Bildirilen Sıfatları


Hz. Allâh’ın Zatî Sıfatları

  Vücut: Var olması
  Kıdem: Evveli olmamak
  Baka: Sonu olmamasıdır
  Vahdaniyet: Tek olması
  Muhalefetün li’l-havadis: Yarattıklarından hiç bir şeye benzemez
  Kıyam bi-nefsihî: Mekâna ihtiyacı yoktur.

Hz. Allâh’ın Sübutî Sıfatları

  Sübutî sıfatlarından efdal-i mahlûk, şerefli mahlûk olan, bilcümle benî âdeme bir nebze cüz’î ihsan edilmiştir.
  Cenab-ı Hakk’ın görüşünde hudut yoktur!.
  Benî âdemde ise, ihsan edilen sübut sıfatlarından bir nebze ihsan edilmiş olup, küllî değil cüz’îdir, hudutlu ve ufukludur!...
  Hayat: Diri olması. Diriliği ebedi ve ezelidir; hiçbir kaynağa muhtaç değildir.
  İlim: Her şeyi bilmesidir. Yegâne âlim odur, ilmin her dalı onun yedindedir.
  Semî: Her şeyi işitmesidir. İşitmesinde sınır yoktur.
  Basar: Her şeyi görmesidir. Cümle yaratılmışların görgü ufku vardır; Allâh’ın görgüsünde ufuk yoktur.
  İrade: İstediğini dilemesidir. Hiçbir yarattığına sorumlu değildir.
  Kudret: Her şeye gücü yetendir. Âlemde görülen güç Allâh’ın takdiri kadardır.
  Kelâm: Söylemesidir. Her zerrenin anlayacağı lisânla konuşur.
  Tekvin: Her şeyi yaratan O’dur; başka yaratıcı aramak şirktir.

Hz. Allâh’ın Fiilî Sıfatları

  Hazret-i Allâh’ın fiilî sıfatları ise beşer gözünün gördüğü, göremediği, Hazret-i Allâh’ın fiiliyatı olup, mecâzîdir, izâfidir, bi-zatihi değildir.
  Her hangi görünen eşyaya “Allah” diyemezsin; çok dikkat et!..
  Bu gerçeğin hilâfına nice ilim sahipleri perişan olmuştur; dikkat et! Yaratılana yaratan süsü vermeyesin!..
  Dikkat: Yaratmak, cevheri ve arazı olmadan bir şeyi meydana getirmektir!..
  İhya: Diriltmek
  İmate: Öldürmek
  Tahlik: Yaratması, cevheri ve arazı olmadan bir şeyi vücuda getirmesi
  Terzîk: Rızıklandırmak
  Özet olarak; Allâh’ın isimleri bu şekilde izah edilse de, Hazret-i Allâh’ın isimlerini anlatmaya beşer muktedir değildir.
  Yarattığı yaratıkların adedinde de çoktur, denilir.

Peygamber Efendilerimizin Sıfatları

  Sıddık: Doğruluk
  Emanet: Emin olmalarıdır
  Tebliğ: Allâh’ın emirlerini kullarına duyurmasıdır
  Fetanet: İnsanların en zekisi olmalarıdır
  İsmet: Kusursuz, günâhsız olmalarıdır
  Peygamber efendilerimize bu sıfatlarların Hazret-i Allâh’ın ihsan ettiğini, günâh işlemeyecek hâlde yaratıldıklarını unutma!.

Merhamet

  Merhamet, Hakk’a vuslat için en büyük vesiledir.
  Merhamet, îman ağacının en mühim meyvesidir.
  Merhametsiz âdemde îman var gibi görünse de, fer’îdir; inanma!..
  Oğlum! Gelin alırken ilk bakacağın husus:
  Merhamet var mı, yok mu?
  Hazret-i insanın iki cephesi vardır: Bir cephesi Hakk’a nazır, diğer cephesi halka dönüktür!..
  Âdemlikten kâmil sıfata bürünmüş insanın bütün mahlûkatın en mümtazı olup, “aşk” denilen nurun onun mânâsına konmuş olduğunun farkında olmayanlar, ne enbiyâ mucizesinden, ne de evliyânın kerâmetinden bir şey anlayamazlar!..
  Enbiyânın mucizesi, evliyâullahın kerâmeti, iyi bilesin ki, Hakk’ın bu âlemde bi-zatihi tasarrufatıdır!.
  Şerîat; hakîkatın zâhire yansıdığı zaman aldığı isimdir!.
  Şerîat denilince; Hazret-i Allâh’ın kullarına bahşettiği rahmeti ve mağfiret sıfatlarının Allâh’ın varlığına inanan beşerde peygamber efendilerimiz vasıtası ile kula ihsan edilen dünyadaki yaşantı düsturu, emr-i ilâhîdir. Bazı çarpık düşüncelerin ve fikirlerin mecrasından saptırdıkları… Hz. Allâh’ın emri dışında gazab-ı ilâhî gibi veya servet ve medeniyeti emr-i ilâhînin yasaklamadığı yaşantıları, benî âdeme yasakmış gibi göstermeleri, men edilen çirkinlikleri de emr-i ilâhîye uyumlu imiş gibi göstermeye cüret etmek, cehlin görünümü değil mi?
  Hele Şerîat-i Muhammediyye’yi Hz. Allâh’ın emrini Peygamber Efendimiz’in şahsî emri imiş gibi gösterme gafletine düşüyorsun, dikkat et!...
  Mutlaka hesabı sorulur. İnan, hesabını veremezsin!..
  Yirmibirinci asrın ilim ve irfanına uyum sağlayıp sağlayamadığını, gene yaşadığın asrı mihenk kabul ederek bu pencereden öz yaşantına baktığında, bu gerçeğe uyum sağladığını veya sağlayamadığını görebiliyor musun? Veya yaşadığın zamanın garibi olduğunu görebiliyor musun?
  İcraatındaki görünen manzarayı akl-ı selim, îmanlı toplumlara emr-i ilâhîyi, Şerîat-i Muhammediyye’yi aslından saptırmadan anlata biliyor musun?
  Laf aramızda; anlatamadın!...
  Ne yazık ki bu hâlinle anlatamayacaksın!..
  Kehanet değil; görünen köy kılavuz istemez!.
  Şerîatı ve tanıyamadığın evliyâyı da tanımak istemediğin gibi.
  Allâh’ın zikrinden, Allâh’a îman eden zikrullahın, ibadet ve taatların, aşk-ı ilâhînin giriş kapısı olduğunu ne zaman anlayacaksın?!..
  Ne yazık ki hakîkatlere yan baktığın şu hâlinle, gerçeği anlayamadığın için, Allâh’ın kullarını, ehl-i zikri, zikrullahtan uzak tutmayı ilim ve medeniyete hizmet sandın.!
  Dîn-i İslâm’ı, medeniyet, teknoloji ve zamanın güzelliklerine karşı imiş gibi tavır takındın!.
  Şerîat, ismi altında bildirdiklerin değil; hakîkatın zâhire yansıdığı zaman açığa çıkan isim “şerîat-i ilâhîye”dir.
  Peygamber efendilerimizle gönderilen şerîat-i garrâyı ki, gerçek rahmet-i ilâhîyeyi arıyoruz!..
  “Biz peygamberlere bir şerîat bir de tarik verdik” hitab-ı ilâhînin zâhire yansıdığı görünümünü yaşamanın zevkini biliyoruz ve âczimizi itiraf ederek havf u reca üzere Rabbım kabul buyursun yaşamaya çalışıyoruz!..
  Lütfen, bu mânevî zevke engel olmanın nihâyeti gelmeyecek mi? Göremeyecek miyiz?!..
  Şöyle ki şerîatın adabı ve peygamberinin ahlâkı ile ilgilenmeyen gafile aşk şarabı nasip olmadı, olmayacak da… olur, diyen gafillere inanma!..
  Rahmet-i ilâhîyeyi beşere yansıtan Hz. Allâh’ın elçileri ile ihsan eylediği emr-i ilâhîleri asra uyumlu, dertlerimize deva olacak mânâ reçetesini istiyoruz!.
  Dünyada yaşayan, Allâh’ın cümle kullarının dile getiremediği mânâ ihtiyaçlarını ki, “Hikmet mü’minin kayıp malıdır; nerede bulur ise alsın” rahmetini nerede bulacak? nereden alacak? onu göster!..
  Her türlü maddî ışıklar insanın iç âlemini aydınlatamıyorsa, iç âleminde yer eden din ve îman belirtileri, inkâr nefesi ile söndürülebiliyor ise, tatmin olunmayan bu hayat huzur ve saadeti nereden bulacak?!
  Bu hikmet-i ilâhîyeyi, duymadığı ve bildirilmediği için anlatmayı bilmese de, buna rağmen gayr-i ihtiyârî arıyor beşer…
  Aranan mü’minin gaip (kayıp) malını biliyor isen, Allah rızâsı için yardımcı ol, bilmiyor isen gölge etme!.
Demişsin ‘görmedi beni kimse bu âlem içre,
Nedir bunca yüzden seyran olduğun cana!..
Mekânlardan münezzehsin, senin zat-ı şerîfin çün,
Nedir kalbi viranımda mihman olduğun cana!..
  Hangi kalp marifetullah karargâhını kuramamıştır; o kalp, şeytanın istilâsına maruz bırakılmıştır…

Tesettür Ve Hicap Âyetleri

  Devlet ve hükümetçe, millet ve hatta ümmetçe bir hükme varamadığımız, ne yapacağımızı bilemediğimiz için keşmekeş, iç açıcı olmayan bir manzara olduğundan öte, bu hususta kadınlarımızda görüldüğü gibi, tahsile müsait kızlarımızın, asrın icabı nimetlerden nasıl mahrum etmeden bu masum yavrularımızı Hz. Allâh’a inançlarından dolayı mükâfatlandıracağımız şöyle dursun; lütfen bari cezalandırmayalım!..
  Katı kurallara da kaçan cehalete de fırsat vermeden, emr-i ilâhînin de dışına çıkmadan, emr-i ilâhîye yaraşır bir çare bulunamayacak mı?..
  Kasdimiz herhangi bir şahsı, toplumu suçlamaya dönük değil; iyi biline. Nereden nereye geldik? Bunu da hesaptan çıkarmayalım; özlenen bu değil!..
  Şu günlerde keşmekeş, içinden çıkılamaz hâle gelen ve medeniyete uyumlu zannedilerek, eşitlik teraneleri ile toplumlara emr-i ilâhî dışında, daha cazip geldiği zannedilen eşitlik kelime oyunları…
  Muâsır milletlerde aleni görülen, yanlış eşitlik kandırmacası menfi meyvelerini bu sahada vermeye çoktan başladı, lütfen görelim!.
  Bilinemiyor; kurulması imkânsız hâle gelen aile düzenleri, doğan çocukların nesep karışımı!..
  Ve evlenmek ihtiyacı duymayan gençler… Gençleri tükenen o yönlü medeni toplumlar… Gençleri azalan, yaşlı toplumlar; şahide gerek yok!..
  Dikkat! Yaşama hürriyetini kadının elinden almak gibi düşünce ve icraata; katı kurallara kaçmadan tertîb-i ilâhîye göre sakıncaların kalktığı nisbette, tanzimine uygun yaşantı yaşansa idi!...
  Asra uyumlu olduğu kadar emr-i ilâhîye de uyumlu yaşamak isteyen yetişkin kız çocuklarımızı ‘Hz. Allâh’ın buyruğuna özen gösterdi’ diye alkışlamasak da, bari suçlamayalım!.
  Bu umumi yaraya çözüm bulunamaz mı?
  Ararsa devletim, hükûmetim, iktidarı, muhalefeti ile zamanı geçmiş de olsa, üzerinde durup zamana göre inceleyerek, bu davayı düzeltmelerini… Belirtilen hicap ve tesettür emrinin ışığında hiç bir tarafı rencide etmeden bir çare bulunamaz mı?!.
  Bu hususta Allah ne buyuruyor? Okuyalım veya okutalım veya dinleyelim.
  Emr-i ilâhîye uyulmaz ise uymayanlar için, gazab-ı ilâhîden ve azab-ı ilâhîden de bahis yok, amma tanzim edilen hayat ve yaşantının tertîb-i ilâhîye göre olmadığında, yetişkin kızlarımıza ve kadınlara eza olunacağından, incitileceğinden, bildirisi ile inanan kullarını bu yönlü uyarıyor, koruyor, Hz. Allah!..
  Başını kapattı diye, velev ki açtı diye, masum kızlarımızı zamanın ilmî tedrisinden mahrum etmeyelim!.
  Çareler tükenmez; lütfen çare bulalım ki emr-i ilâhîye samimi veya değil, biz ölçemeyiz, o ölçüyü Hz. Allâh’a bırakalım!.
  Bilerek ve düşünerek elimi vicdanıma koyarak derim ki:
  Cennet-mekân Atatürk hayatta olsa idi, bu yasaklar bu kadar uzamazdı, eminim!
  Yazdığım tesettür ve hicab âyeti meâl olarak Suudi Arabistan 1987 Medine-i Münevvere’de yazılmıştır. Türkçeye çevirimi Ali Özek başkanlığında, Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş. Medine-i Münevvere’de yeniden gözden geçirilip neşre hazırlayan Abdullah Mübeşşir al-Terazi, Kral Abdülaziz Ünüversitesi, Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi. Suudi Arabistan, Cidde.
  Meâl olarak aynen alıyorum:
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunan erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış hizmetçiler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.
  Ey mü’minler hep birden Allâh’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!.. (Nur Sûresi, 31)

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’min­lerin kadınlarına, örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve (incitilmemesi) için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir!.. (Azhab Sûresi, 59)

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Evlerinizde vakarınızla oturun. İlk cahiliye devrinin açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek, yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Resülüne itaat edin. Ey ehl-i beyt!. Allah sizden şek ve şüpheyi gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. (Ahzab Sûresi, 33)

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetlerini, göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Gene de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir. (Nur Sûresi, 60)

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Namuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır! (Nur Sûresi, 24)
  Prof. Dr. Süleyman Ateş Hocaefendi’nin Çağdaş Tefsir’i 3’üncü ciltten alındı.
  Prof. Dr. Süleyman Ateş Hocaefendi Suudi Arabistan Riyad Merkez Üniversitesi’nde yedi sene tefsir öğreten, Türkiye Cumhuriyetinde bir buçuk yıl Diyanet İşleri Başkanlığı yapan, çağdaş âlim, medar-ı iftiharımız. Birbirimizi iyi tanırız. Dua ederiz; Allah ilmini âli kılsın.

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  İnanan erkeklere söyle: Bakışlarından bazılarını yumsunlar, ırzlarını korusunlar; bu onlar için daha temizdir!. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır. (Nur Sûresi, 30)

>
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarından bazılarını yumsunlar, ırzlarını korusunlar, süslerini göstermesinler, ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yırtmaçlarının üzerine koysunlar. Süslerini, kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına yahut babalarına yahut kocalarının babalarına yahut oğullarına yahut kocalarının oğullarına yahut kardeşlerine yahut kardeşlerinin oğullarına yahut kız kardeşlerinin oğullarına yahut kadınlarına yahut ellerinin altında bulunanlarına yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tabilerine (yani hizmetçilerine yardıma muhtaç ihtiyârlara, bunaklara ve dilencilere), henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.
  Ey mü’minler! Topluca Allâh’a tövbe edin ki felâha eresiniz!.. (Nur Sûresi, 31)

  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Evlenme çağını geçmiş kadınlar, fazla ziynet göstermeden, dış elbisesiz dışarı çıkabilirler, amma sakınmaları, ağır başlı davranmaları, daha uygundur!.. (Nur Sûresi, âyet 60)

  Peygamber hanımlarına, kendilerinin herhangi bir kadın gibi olmadıkları, kuşku uyandıracak davranışlardan sakınmaları, hatta yürekli kimselerin içlerinde herhangi bir şehvet arzusu uyandırmamak için söze dalmamaları, kırıtarak değil, ağır başlı konuşmaları ve güzel söz söylemeleri, Allâh’a ve elçisine itâat etmeleri, Allâh’ın âyet ve hikmetlerinin kendi evlerinde okunması nimetinin değerini bilmeleri ve ona göre davranmaları emrediliyor!...
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Ey peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: Cilbablarını üstlerine salsınlar; onların tanınmaları ve (incitilmemeleri) için en uygun olan budur. Allah çok esirgeyendir. (Ahzab Sûresi, 59)

Gönül
Kur’an baştan aşağı sevgiyi anlatır.
İnsan seviyorsa insandır.
İnsanı tanımadan, Allah tanınmaz.
“İrfan mektebi yüce insanların
hakîkatleri tahsil üniversitesidir.”
Kalp ne zaman sevgi ile donanırsa
o zaman ismi Gönül olur.
Sevgi olmazsa, gönül ne işe yarar?
Gönül olmazsa, sevgi nereye konur?
Gönül, sevginin durağıdır.


Tesettür Ve Hicap

  Her devirde üzerinde durulması için pek önemsenmeyen, gereğinin çözümü de pek araştırılamayan, yirminci ve yirmi birinci asra kadar üzerinde durulmaya ihtiyaç duyulmayan, tesettür ve hicap olayı…
  Hanım kızlarımızda tedirginlik getirdiği gibi, emr-i ilâhîye dönük erkeklerin de ilâhî mesûliyetlerini hissedenleri de müşkül durumda bıraktığı bariz görülen vakıadır!..
  Başı açık veya kapalı kızlarımızı sınıflandırmayalım. Hiç olmazsa tedrisattan mahrum etmeyelim!..
  Elimizi vicdanımıza koyup, emr-i ilâhîye îmanımız nisbetinde önemseyerek hareket edersek, umumu rencide eden bu yaranın kangren olmadan çözüleceğine inancım sonsuz. Yeter ki çözülmek istensin!
  Devlet ve hükümetimizden ve mesûl büyüklerimizden rica etsek:
  Müşkülatla elde ettiğimiz cumhuriyet ve demokrasiye ve insan haklarına halel getirmeden, kanayan bu yaraya neşter vurmanın bir yönü bulunamaz mı?
  İnanıyorum, buna da çare bulacak idarecilerimiz elbet vardır.
  Hürriyet Gazetesi Ankara Baskısı 28 Aralık 2005’de baş sahife, “Ata’yı arıyorum; kurdu koyunla yürütürdük” dediğimi yazmışlardı, makamı cennet olsun.
  Yemin ediyorum; bu milletin hayrına olan olayları, kimseden çekinmeden hallederdi, bu müşkülâtımızı da hallederdi, şüphen olmasın, inan!.
  Hoca-yı rahmetullahın şu sözünü hatırladım:
  “Allah at verir, meydan vermez! Meydan verir, at vermez! İkiside olur, bu sefer de ben olmam!” demişti.
  Muâsır milletler seviyesine çıkmaya çaba sarfeden, Hz. Allâh’ın emrine muhib, gerek muvafık, gerekse karşıtı muhalif, bu milleti idare eden büyüklerim!
  Neşter vurun bu iltihaplanmış, yaraya!..
  Tesettür ve hicap hakkında emr-i ilâhîyi, nefsanî duygularının esiri erkekler, ifrat denecek derecede, kadınlara, imkânlarının gerektirdiği gibi, emr-i ilâhîyi iyi anlamak istemediklerinden midir, nedir, ilimde müsait olmadıklarından mı?!... Olamaz, Çünkü emr-i ilâhî açık ve sarih, anlamak isteyenlerin anlayacağı gibi ihsan edilmiş!...
  İlim ve görgüleri müsait olamayan, aile terbiyesinden başka bilgi alma imkânı bulunmayan, yalnız örf ve aile terbiyesinden öteye gidemeyen bazı kızlarımızın tesettür anlayışı emr-i ilâhîye uymasa da, bilgileri, tesettürleri elbet taklididir amma emr-i ilâhîye uyduğu için yerindedir!..
  Yalnız görünümüne önem sağlamaktan öteye geçemeyen, saf, temiz toplumlarda görünümündeki tedirginlik her an görülebilen bir vakıadır!..
  Emr-i ilâhîye uyum sağlaması istenendir. Mânevî kazancı ise Allâh’a kalmıştır!.
  Emr-i ilâhînin anlamını bildirmeye, ilimleri kifâyetsiz kalmış. Bazıları da inandıkları gerçekleri yaşadıkları topluma dahi anlatmak cesaretini gösterememişler. Ya da emr-i ilâhînin dışında kalmış, bu yönlü katılaşmak işlerine gelmiş, nefislerinin hakîkat dışı isteklerinin ağır basmasından gerçeğe dönüş zor olmuş!..
  Zaman geçtikçe nâ-ehlin elinde mecrasından daha da saptırılan emr-i ilâhî... Toplumlarda daha zorlaşan, tesettür ve hicap âyetleri emredildiği anlamda anlaşılamamış, veya anlatılamamış veya anlamak istenmemiştir, denebilir mi bilmem?!
  Olay bu!. Din uleması bu emr-i ilâhînin izahına ve ikazında yeterli olamamış.
  İnanan toplumların anlamasına yeterli olmayan uygulanmanın uygulanması yeterli yapılamadığından!..
  Tekrar ediyorum: Kıskanç, bencil erkeklerin işine geldiği için, kadına Allâh’ın verdiği hakkını vermedikleri gibi, hiç fütur etmeden emr-i ilâhîyi ezaya dönüştürmüşlerdir!
  Âyet-i kerimelere dikkat edilirse, kadının korunması ve (incitilmemesi) ve neslin normal devamı böyle ihsan edilmiştir!
  Başka tefsirlerde “ziynet mahallini gizlemezseniz, erkekler tarafından eza olunursunuz” diye tefsir edilmiştir!..
  Nefsi ve hayvani zevkinin esiri olduğu gibi yeteri kadar ilâhî varlığa inanamayan, veya hiç îman denen cevherle ilgisi dahi olmayan erkeğin veya kadının, hayvani zevkini her şeyin önünde tutmayı zevk edinmiş, malûm insan olmaya namzet ve müsait yaratılışından habersiz, mesûliyetsiz benî âdem!..
  Tesettür emrini emr-i ilâhî dışında görenek ve gelenekten öteye götüremedikleri için daha fazla kapanmayı takvâ zannedenler!...
  Tekrar ediyorum: Emr-i ilâhînin de fevkinde, daha katı kurallara özenmeyi, takvâ, ibadet ve taat imiş gibi uygulama yolunu nefsine daha cazip görmüş!.
  Tesettür âyetini yeteri kadar anlayamayan, insan olmaya namzet benî âdem!.
  Bu hâli ile yaratanına samimi olabiliyor, ömrünün nihâyetine kadar bu hâlini devam ettirebiliyor, bu yönü ile taraf-ı etrafına eza çektirmiyor ise, bu yaşantı az da olsa samîmiyetine binâen mübârek olsun derim, amma toplum nasıl karşılar bilinmez ki!..
  Temiz hissi duygularla kadınların aşırı tesettürleri, inanmış, amma aşırı kıskanç erkekleri memnun edemediği de söylenemez!..
  Neslin idamesi için Hazret-i Allâh’ın benî âdeme bahşeylediği nefsanî duygular, başka hayvanlara zaman tahdidi konulduğu gibi olmayıp, müstesna ve istisnai yaratılan, insan olmaya namzet benî âdemin îman ve hayat projesi, yaşam şekli ve örneği ile Allâh’a îman eden elçisi ile tebliğ eylediği şer’î şerîfe uyumlu, zamanı da idrak ederek amel etmeye özen gösteren erkek ve kadınlara Hz. Allâh’ın bildirilerinin anlayarak anlatalım ki, zamanla değişmeyen erkeğe ve kadına emrolunan tesettür ve hicap âyetlerini, sayın bilge, evvelâ iyi anla ve anladığını anlat ki; bu yönlü gerçeği özenle arayanları tatmin edebilesin. Olur ya, anlatamıyor isen yersiz yere kimseyi suçlamayasın!..
  Bilesin ki, mutlaka hesabı sorulur. Geçici dünya hayatına ebedi âlemi değişmeyesin!..
  Kadın-erkek eşitliğinin de garibiyiz. Lütfen, anlaşılır gibi anlatalım. Çünkü dünya hayatında biri diğerinin vazifesini kesinlikle yapamayacağı, doğum ve ötesi olaylara dikkat et! Haddini bil!..
  Yaşayacağın zamana uygun töreler ve adetleri rızâ-yı Bârî’ye dönük cinsine, hemcinsine uyumlu ve dünya ve âhirette geçerli icraatın bu minval üzere olsun; yemin ederim, iki yönün de misal-i cennet olur!..
  Benî âdeme mahsus, her devirde erkek ve dişilerde kıskançlık duygusu mevcuttur; ifratından Rabbıma sığınırız!.
  Nefsi duygu ve arzu ekseri hayvanların, dişi ve erkeklerinde de kıskançlık olarak görünse de, bu görünüm hem cinsine göre değişir.
  Hayvanlarda benî âdemdeki devamlılık olmayıp, hayvanlarda belirli ve muayyen zamanlarda görülegelmiştir. O bakımdan hayvanlara emr-i ilâhî yoktur. Bunun haricinde malûm duyguları olmadığı, kıskanma hislerinin de ekserisinde görülmediği gibi, pek azında devam ettiği görülür!..
  Yalnız domuzlarda kıskanma duygusunun hiç olmadığı söylenir!.
  İnsan olma şerefinden mahrum âdemlerinde de bu yönlü duygunun zâfiyetinden bahsedilir!..
  Bu virüsü taşıyan, erkekler ve kadınlar ilâ-nihaye gizli kalamazlar!..
  Çünkü “Settârü’l-uyûb” (günâhları örtücü) olan Hz. Allâh’ın bu sıfatından nasiplerini alamazlar. İlâ-nihaye gizli kalamazlar!..
  Emr-i ilâhînin hilâfına yaşantılarını düzene koyup, bu hâllerinden nedamet duymadıkları gibi, şımarıklıkları her hâllerinde görülebilenlerin, emr-i ilâhîye uyum sağlayamamaları bir an gizleniyormuş gibi görülse de, er-geç açıkta kalmaya mahkûmdur!..
  İsteseler de gizleyemezler!.
  Deve kuşunun başını kuma gömmekle avcıdan gizlendiğini zannettiği gibi; gülünçtür, Çünkü başı kuma gömülmüş gövde meydanda!.
  Nefsanî duygulardan öteye geçemeyen duygu ve düşünceler, ceviz misali bahsedilir: Kabuktan içeri geçemeyen bilgi, yalnız nefsin hazzı olan yaşantısı ile özleminden soyutlanamadığı cevizin kıynağına nasıl erişecek?!..
  Tasavvufi izahı, şöyle denir:
  Cevizin yeşil kabuğu şerîattir; sert kabuğu tarikattır; kıynağın üzerindeki kışrı ince zar marifettir; kıynak dedikleri beyaz kısmı ise hakîkattir!.
  Normal kıskançlık duygusu bulunmayan benî âdem için Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
  Cennet haramdır, kokusunu da alamazlar.
  Bunları anlatmaktaki kasdim; her hangi bir toplumu veyahut bir şahsı, küçük görmek, benim gibi niçin inanmamış diye, o hemcinsimi yermek değil. Benim inancım ve yaşantımla bağdaşmıyor diye, herhangi bir şahsı aşağılamak hakkı kimseye verilmemiştir.
  Hazret-i Allâh’ın af ve mağfiretinin tecellileri her olayda görülürken, rahmet-i ilâhîyeler, yaratılışın sırrı olan insan olmaya namzet benî âdemi, bu rahmetin dışında görmek mümkün değil!..
  Asra uyumlu, gelişmiş inancımla emr-i ilâhîye ters düşürmemeye özen gösterdiğim, Yaratanımdan nâ-ehlin şerlerinden korunmamı istediğim yaşam zevkimle, buna rağmen hemcinsimi hâkir görüp horlamak, hiç mi hiç yaşantımda bariz gördüğüm ilâhî zevkimle bağdaştırmam mümkün değildir!..
  Hele bazı emr-i ilâhîleri mânâsından saptırıp nefsanî duygularının hazzına kapılıp, ilâhî emre uyumlu, zamanı, medeniyeti, teknolojiyi geçmiş zamana göre yaşamaya kıvrananlar âlim sıfatı taşısalar dahi hakîkatın cahilleridirler!
  Mânevî vazifem ve emr-i ilâhîyeye yönü dönük, her hâliyle itminan-i kalp olan rahmet-i ilâhîyeden ümitli yaşantım… Âciz ibadet ve taatım...
  Dünü, illâ bu günü tanımadan, hâlâ geçmiş zamanın özleminden kurtulamayanlar, ‘Hz. Allah dünyayı gazab-ı ilâhîden yarattı görünümünün müdafiini, gerçek îmanımla bağdaştıramadığım, şaşkın bilge ve bu düstur üzere yetişmiş veya yetiştirilmiş dünyanın niçin yaratıldığından habersiz, benî âdemin yaratılışındaki rahmet sırr-ı ilâhîsinden habersiz!...
  Yaratılışın sırrı ehline malûm… İlm-i Kelâm’ı öğrenmiş, amma aşk-ı ilâhîden habersiz!...
  Bariz emr-i ilâhî olduğu aşikâr olan zikr-i ilâhîden habersiz!..
  Özetleyecek olur isek:
  Emr-i ilâhîye uyumlu olmayan, çarpık, kulluğundan da habersiz olduğu gibi, yaratılan değerlerden de habersiz, bu sıfatları yaşayan kişi ve toplumları tasvip ettiğim zannedilmesin!.
  Hazret-i Allah o kardeşlerime de, Hazret-i Allâh’ın buyruğu, af ve mağfiretinin hudutsuz olduğunun idrakinin dışına çıkmadan, beş şartı olmayan İslâm’ı anlamak ve anlatmak nasip eylesin!
  Şerefli mahlûk, efdal-i mahlûk olan benî âdem Ehl-i Kitab’a ‘kâfir, gâvur, gayr-i müslim’ demek gafletinden kurtulsun!.
  Bu yanlış düşüncelerin kazazedesi olan, Allâh’a inanan toplumları da Hz. Allâh’ın bildirisi olan bildiriye uyum sağlayarak ‘Allah vardır’ diyen kula Hz. Allâh’ın cemî kullara ihsan eylediği ‘müslümansın’ sıfatını bildirme zamanı hâlâ gelmedi mi?!..
  Allâh’ı bir bilip hangi şerîata bağlı olduğunu çekinmeden söylemesi cesaretini gösteremeyecek mi Allâh’ın kulları?!..
  Muhammed Ümmeti de hiç olmaz ise, bundan sonra ‘Allah vardır’ diyene emr-i ilâhîye uyumlu yapacağı hitabı bilsin de, ‘Allah vardır’ diyen Allâh’ın kulu kardeşine ‘sen de müslümansın’ desin!...
  Ehl-i Kitab’a Hazret-i Kur’ân’da beyan edildiği gibi ‘müslümansın’ diye hitap ettiği gibi, o Ehl-i Kitab’a şerîatını öğretmek gibi edep dışına çıkmasın ki, emr-i ilâhîye uyumlu amellerle lâyık olduğu makama çıkış kapısının açıldığını hissetsin, inşallah!..
  Abd-i âciz, Ehl-i Kitab’ı Allâh’ın buyruğuna uyumlu anlatmaya özen gösteriyorum.
  Ehl-i Kitâb ismi altında ehl-i îmana, ehl-i islâma, ehl-i insana yaraşmayan melanet ve zulmü irtikâp eden, yaptığı hunharca zulümlerden haz duyan zalim ve ne olduğu belirsizi tasvip ettiğimin duygusuna kapılmayasın!...
  Hangi ırkdan, hangi kavimden, hangi milletten olur ise olsun, Hz. Allah bu gibi zalimlerin cezasını versin de, cemî masum kullar ezadan, zulmün getirdiği yersiz isyandan kurtulsun; cümle kullar felâha ve refaha ersin âmin!..
  Yalnız Türkiye Cumhuriyetini ilgilendiren değil, bütün dünyadaki cemî Allâh’ın kullarını ilgilendiren, ayrıcalık gözetmeden, Allâh’ın varlığına îman eden ve emr-i ilâhîye uyum sağlamaya özen gösteren, kullarına Cenab-ı Hakk’ın mesajı, düsturu!...
  Sebep; kulun huzurlu yaşaması aile toplumunun yaratılışın nedenine uygun olmasının temini ind-i ilâhîden ihsan edilen düstur!...
  Cemî kullarına mesaj olan âyet-i kerimeler!..
  Kulun yaşama tarzımızı, yaratılışın sırrına uyumlu yaşamanın reçetesini Hazret-i Allah bi-zatihi ihsan ediyor, îman eden kadın ve erkeğin nasıl örtünmesi gerektiğini bildiren âyeti kerimeleri…
  Tefsir ve meâlden aynen, nokta ve virgülüne kadar değiştirmeden yazmaya çalıştım; tesettür ve hicap hakkındaki kulun menfaati, nizam-ı âlemin bu yönlü normal seyrinde, yaratılışın nedeni, neslin idamesi için gerekli!..
  Erkeğin hayvani arzularından emr-i ilâhî dışında kadına eza edilmemesinin nedeni, ziynet mahallerinin nâ-ehle gösterilmemesi hususunda Cenab-ı Hakk’ın nisa kullarını koruması, muhafazası anlamında uyarısı!.
  Kullarının maddî ve mânevî menfaatleri gereği emr-i ilâhî tesettür ve hicab bildirisi...
  Îman eden kullarına ilâhî emir…
  Kullarının îmanlarına ve dünya ve âhiret menfaatlerine uygun, kulun dünya icraatının tertîb-i ilâhîye uyumlu ve kulun dünya yaşantısı için elzem ve lüzumlu olduğunun bildirisi ile gazab-ı ilâhî ile korkutulmayan emr-i ilâhî!...
  Allâh’ın varlığına îman eden, yeryüzünde yaşayan, insan olmaya namzet benî âdem!..
  Ruhlar âlemindeki hitab-ı ilâhîye ‘evet diyen, cesetlenip, yeryüzünde icraatı ile ahde vefa sadakatine yaşantı hâli ile hâl cevabı veren kulların ruhaniyeti, cemî kulların ilgileneceği ezel-i ervâhdaki ahitnamenin gereği ‘beli diyenlerin ödül töreni!...
  Tesettür ve hicap âyetlerinin dökümanı yukarıya hiç bir yorumda bulunmadan, âyetlerin yerlerini belirterek, olduğu gibi, uzun uzadıya yorum yapmadan yazmaya çalıştım; meâl olsun, tefsir olsun mânâ açık; icraat sizin, hüküm Allâh’ındır!.
  Âmentü’ye îman eden kullarını ilgilendiriyor… Âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa’ya (s.t.a.v.) olan hitab-ı ilâhîyi iyi oku!
  Îmanları zayıf da olsa, toplumların medeniyette, teknolojide ilerlemiş olanlarına hayranım!
  Hiç bir toplumda daha henüz tamamı ile yapılamamış ve dedikleri gibi yapılması mümkün olmayan kadın ve erkek eşitliği; tesettür ve hicabı anlayış yönlerine değil… bu yönlü toplumlarda geç de olsa, hatalarını anladılar veya anlayamadılar, anlasalar da gerçeğe dönüşleri mümkün değil!...
  Anlamı her beldede hayli yaygın, görmek için gözlüğe ihtiyaç yok!..
  Yaydan ok çıktıktan sonra geriye çekmek mümkün mü?!..
  Zürriyetleri tükeniyor; evliliğin külfeti ve mesûliyetine niçin tahammül göstersin?!
  Çocuk yapma ve büyütme külfetine niçin katlansın?!
  Daha ferah bir yaşam için imkânlar ferahlatılmış ve genişletilmiş olduğu hâlde, bu tür emr-i ilâhî dışında toplumlarda gençlerin mevcudu azalıyor! Toplum yaşlanıyor; bu gidişle başka ülkelerden gençlerin ithâl edildiğini görmek kehanet olmayacak!...
  Yaşantılarının getirdiği, emr-i ilâhî dışında nefislere verilen ferahlık dururken, yirminci asrın gençlerinden sorumluluk altında kıvranmalarını istemek reva mı? İstesen de kabul ettiremezsin; “Geçti Bor’un pazarı, sür eşşeğini Niğde’ye!”
  Yanlış anlamayasın; kesinlikle din kabul eden lâikliğe karşı değilim!.
  Nasıl olurum ki, Hz. Allâh’ın Âdem aleyhis-selâma verdiği üç emr-i ilâhînin hiç unutulması mümkün mü?
  Tertîb-i ilâhî Âdem aleyhis-selâmı cennet-i âlâdan yeryüzüne indirince Hz. Allah buyurmadı mı: “Ekiniz, biçiniz, yiyiniz.”
  Günâh ve ayıp olmuyor mu, şerefli mahlûk, efdal-i mahlûk, “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” şerefini taşıyan, insan olmaya namzet benî âdem?!...
  Allâh’ın indinde yerini bilesin ki, ebedi hayatında senin için hazırlanan makamını boş bırakmayasın!..
  Lâiklik dinsizlik değil; devlet yönetimini dîni kurallara bağımlı kılmamak olduğu gibi. İnanan fert olsun, cemiyet olsun toplumların zararına kullanılmayan emr-i ilâhîye ters düşmeyen… Yaşadığı asrın ilmine, lüzumlu tekniğine, gerekli medeniyetine uyumlu olan inançlarına, ibadet ve taatlarına karışmamak da lâiklik değil mi?
  Bilgiden yoksun kalmış inançlı toplumlara lüzumlu eğitimi vermek ve inançlarına saygılı olmak da lâiklik değil mi?
  Bu yönlü lâikliğe hayranlığımı söylerken çok samimiyim, yemin ederim!.
  Lâikliği inançsızlığına kalkan yaparak, kimseye zararı dokunmayan îmanlı kimselerin, nâ-ehli rahatsız etmeyen inançlarını suç işlemiş gibi teşhir edilerek horlanmalarını da tasvip edemiyorum!.
  Yanlış anlamadımsa, lâiklik demek, yapılan kânun ve icraatlar Hz. Allâh’ın emrine hiç uymayacak demek değil. Nasıl denir? Bütün güzellikler Allâh’ın emr-i ilâhîsinin zuhuru değil mi?
  “Hikmet, mü’minin kayıp malıdır; nerede bulursa alsın” hitabı davaya ışık tutmuyor mu?
  Asrın güzelliklerine uyumludur. Emr-i ilâhîleri aşkla yaşarsan o güzelliğin kaynaştığı yerin menbaını görürsün!.
  O bakımdan, Allâh’ın ihsan eylediği emr-i ilâhîye uyuyor diye, yaptığı icraat âyetle sabit ise bu mevzuda içtihata yer yoktur!..
  Kesin hüküm Allâh’ındır.
  Tefsire ihtiyaç duyulmayan Allah kelâmıdır!.
   Bir yerde nass varsa, orada içtihat gereksizdir.
  Dikkat edelim; gayretullaha dokunmayalım. Yaratanımızı gücendirmeyelim!.
  Kimseyi yersiz itham etmeyelim. Veya ‘benim düşünceme uymuyor diye hiç kimseyi suçlayıp cezalandırmayalım.
  Hazret-i Allah inanan kadınlara emir verdiği gibi, dikkat, inanan erkeklerin inanmayan kadınlarına da söyle buyuruyor: Tesettür emrine riayet etmeleri için!
  Bu bildiride açık nass var, içtihat yapılamaz, yapılsa da anlamsız kalır!...
  Yukarıda belirttim, tekrar ediyorum: Hazret-i Allah buyruğunun açık anlamı!
  Benim emrim dışında başka bir düsturla yaşarsanız, emrimle bağladığım erkeklerin nefsanî bağlarını koparırsınız, onlar da sizi incitirler!....
  Yazmağa gücüm nisbetinde özen gösterdiğim bu kitaba Kur’ân-ı Kerîm’den, beyan edilen emr-i ilâhîyi beşerin hayrına olan, Yaratanımızın uyarılarını, aktarılan belirli ve itimada şayan şahısların tesettür ve hicap hakkında meâl ve tefsirlerindeki yazıldığı gibi aynen yazdım!..
   Ehlinin ve mesûliyetini müdrik, ilgi duyan ilgilinin bu mevzuda görüş ve anlayışına hürmetkârız.
  Asrın topluma lüzumlu olan değerlerinden taviz verme­yelim!..
  Vereceğim kıssadan hisse alalım; dikkat, kabağın sahibini bilelim!.
  Yalnız bilmek yeterli görülmeyebilir, gücendirmeyelim, kabağın sahibini!.

***

  Gençler birbirleri ile şakalaşarak gidiyorlardı. İçlerinden mukallit biri arkadaşlarını güldürüp memnun etmek kasdi ile saçı dökülmüş, kafası açık, yerde oturan bir garip ve masumun başına:
  -Kabağa bak! diye şiddetle öyle vurdu ki!...
  Canı acıyan garibanın gözleri yaşardı, gençlerin gülme çığlıklarından şımarıklıklarından korktu, sesini çıkaramadı. Nasıl çıkarsın gariban!..
  Mânevî hak hukukdan habersiz o mukallidin, mazlumun kafasına vurduğu koluna şiddetli sancı girince, ister istemez bu mevzuda günâhı olmayan, yegâne günâhı güçsüzlüğü ve âczinden idi zavallının, özür dilemek için adama, masum bir eda ile:
  -Ben sana şaka yaptım; bana gücendin mi? demez mi!
  Başının sersemliği henüz geçmemiş zavallının:
  -Haddim mi sana gücenmek? Ben zayıfım. Sen taraf-ı etrafınla çok güçlüsün. Bu kabak benim imiş gibi görünse de, emanettir; kabağın gerçek sahibi var, o gücenmiştir!

***

  Makamı cennet olsun, Mustafa Kemal Atatürk’ün vaktinde yapılan devrim ve icraatlarına hayranım!.
  Bazı yeniliklerin devamını o müstesna insan da istemiyordu. Merhum İsmet İnönü’nün bu yönlü bildirisini Sayın Bülent Ecevit gazetelerde neşrettirdi...
  Bin iki yüz kusur senedir ‘fitne oluyor diye içtihatsız bırakılan cümle şer’î muamelâta tâbi olan ve olmayan hükümler, zamana göre şerîat-i garrâyı ölçü ve hesabını, idarecilerin işlerine geldiği gibi, topluma maledilmeyi emr-i ilâhîye uygunmuş gibi toplumların yaşantılarına malettirmeleri, gerçek ulemayı, mesûliyetini müdrik toplumların idarecilerini de müşkül durumda bıraktığı gerçek!,
  Hulasa edersek; Şerîat-i Muhammediyye’de dahi, evvelki şerîatler de içtihatsız bırakıldığı gibi, zamanın uyumsuzluğuna itilmiş.
  Zamanın değişimini, hesaba katmadan, bu mevzuda, cümle şer’î hükümler içtihatsız bırakılmışlar, maalesef!...
  Bu arada emr-i ilâhîlerde akıl ve mantık ölçüsü ile ölçülmeye başlanmış!..
  Lütfen dikkat edilsin; zamana ve emr-i ilâhîye ters düşmeyen tesettür ve hicab âyetleri hakkında âyet-i kerimeler mevcut olduğundan, içtihata tâbi değillerdir!.
  İyi dikkat edilirse, fert olarak îman eden hanımlara olduğu kadar, îman etmeyenlere değil hitab-ı ilâhî.
  Yalnızca kulunu uyarıyor Hz. Allah!..
  Tekrarında faide görüyorum: Ekseri âyetler gibi âhirette çekeceği azabı değil, dünya hayatının eza ve meşakkatli geçeceğinin uyarısı var!..
  Îman eden erkeklerin, îman etmemiş hanımlarına da ziynet mahallerini nâ-ehle göstermemelerini emrediyor Hz. Allah!..
  Bu emre riayet etmelerini Peygamberimiz Efendimiz’e bildirmesini emrediyor Hz. Allah!..
  Hanımların şahsına olduğu kadar, mesûllerinin ilgilerine bırakılmış!..
  Âyetle sabit olup ictihâdî hüküme tâbi değildir!.
  Bu durumda katılıklardan kaçman gerektiği gibi, ‘bu bildiriden tamamı ile feragat edin’ demek kimsenin haddi değil!..
  Emr-i ilâhî de bu türlü iddiaya yer vermez!
  Tesettür ve hicabı benimsemeyen toplumların, zamanın medeniyet ve teknolojisine yaraşanının lüzumlu olduğunu iyi anlamış olduğu hâlde, emr-i ilâhîye ve nizam-ı âlemi tanzimine yaşantıları ile ters düşenlerin tamamı ile dünya hayatında mesut ve bahtiyar olduklarını kimse söyleyemez!.
  Dünya hayatının ebedi hayat için tanzim edildiğini idrak edip, bu türlü emr-i ilâhîlere dikkat etmekliğimizin bilincine muttali isek, emr-i ilâhîyi umursamayan toplumların hâllerini fazla incelemek gereksiz!..
  Zamana uyumlu, medeniyeti, teknolojiyi kabul edip, geri emr-i ilâhîyi nizam-ı âlemi dışlayacak olur isek, kalan görünüm elbette iç açıcı olmayacaktır!.
  Yaşadığın asrın penceresinden seyreyle: Ellerinde ne kaldı? Görünen manzara aşikâr değil mi? İzahına ihtiyaç gerekli mi?...
  Çünkü örneği taklit de olsa, bizim, toplumlarda bariz görülmese de o yönlü noksanımız olmakla beraber, bizde de gayr-i meşru görünen yaşantılarına, hemen uyum sağlamamıza söz söyletmeyiz!..
  Amma yaşadığı asırda benî âdemin hayrına, uygun olan dünya yaşantısını onlar kadar maalesef tanıyamadık ve anlayamadık!..
  Teknoloji kültür ve medeniyetleri de, her hâllerini de devamlı küfürle itham ettiğimiz toplumların, âhir zaman ümmetine en son zamana uyumlu Şerîat-i Muhammedî ihsan edildiği hâlde, daima küfürle itham ettiğimiz Ehl-i Kitab’ın teknoloji ve asra uyumlu, lüzumlu medeniyetine her nedense ters baktık, gerçeklere garip kaldık!..
  Bu yanlış tutumumuzla beğenmediğimiz toplumların gerilerinde kaldık!..
  Hâlâ çarpık düşünce ve hâlimizin bilincinde değiliz neden?!
  Asrın gerektirdiği olmaz ise, olmaz yönünü taklidi de olsa onlar gibi yaşamaya mecburuz!.
  İşte bunu fer’den anlayamadığımız gibi, anlatamadığımız kitleler bizde sayamayacağın kadar çok maalesef!..
  Hz. Allâh’ın haram kıldığı belirli yaşantılardan kaçınalım; Allah, haram kıldığı için!...
  Bu minval üzere yaşandıkça bariz ve açık göreceğiz ki, cümle kulların beşer olarak bu yasaklardan kaçınmamız, iki cihanda da kul için tanzim edilmiş olup, rahmet-i ilâhîyeye nâil ve malik olmamız elzemdir; iyi anla!..
  Prof. Dr. Süleyman Ateş Hocaefendi, Tefsir, Enam Sûresi üçüncü cilt 253’ncü sahifede şöyle belirtiyor:
  Aslını bozmadan bazı yerlerini özetlemeye özen göstereceğim:
  Hz. Allâh’ın yasak kıldığı şeyler:
  Allâh’a hiç bir şeyi ortak koşmayınız.
  Anneye babaya iyilik ediniz.
  Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyiniz.
  Fuhuşların açığına da, kapalısına da yaklaşmayınız.
  Allâh’ın yasakladığı cana kıymayınız.
  Surenin bu âyetinde bütün şirk türlerinin haram olduğu belirtilmekte.
  Allâh’a hiç bir şeyin: ne putların, ne yıldızların, ne cinlerin, ne meleklerin, ne de Allâh’ın oğlu, kızı sanılan şeylerin Allâh’a ortak koşulmaması emrediliyor.
  Hazret-i Allâh’ın sonsuz afv ve mağfiretinden bahsederek, kulun Hz. Allâh’a karşı yapacağı kulluğun özetini veriyor.
  Ebuzer Gifâri (r.a.), Allâh’ın elçisi (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu anlatır:
  Cebrail bana geldi,
  “Allâh’a ortak koşmayarak ölen kimsenin cennete gireceğini müjdeledi.”
  Ebuzer diyor ki:
  -Zina etse, hırsızlık etse de mi?
  -Zina etse, hırsızlık etse de! dedi.
  -Zina etse, hırsızlık etsede mi? Dedim.
  -Zina etse, hırsızlık etse de! dedi.
  Merakımdan gene sorunca Peygamber (s.a.v):
  -Ebuzer’in burnu yere sürtülse de! demiştir.
  Sakın Ebuzer Gifâri (r.a) Efendiyi suçlamayasın.
  Bilâ-istisna cümlemiz ayni hissi nefsimizde taşımıyor muyuz?
  Bilmediğini ‘biliyorum’ zannederek, Cenab-ı Hakk’a karşı, olaylara itirazsız geçen gününü hatırlayabiliyor musun?!...
  Mübârek kardeşim! Hz. Allâh’ın rızâsını kazanıp, kulluk vecibesini emr-i ilâhîye uyumlu yerine getirmek ne kadar kolay görülüyor değil mi?
  İbadet ve taatın her şeyin özü olduğunu zannederiz! İyi dinle:
  Her yapılan emr-i ilâhîye uygun ibadetler ve taatlar araçtır ve gereçtir! Amma Yaratanına şirk koşmadan, kasdi ilâhîye nâil olman ve sırat-ı müstakîm üzere yaşaman için… istenilen budur, amaçtır!
  Şirksiz sırat-ı müstakîm üzre geçirilen hayat amaca nâil olmuş hayattır!..
  Geçici dünya hayatının son anına kadar, Yaratanına şirk koşmadan verilen ömrü devam ettirebildinse…
  Kuldan istenilen îmanın özü, dünyanın yaratılış sırrı, hulâsa-yı îman, yaratılışındaki amaç sende tahakkuk etmiştir!... Mübârek olsun!..
  Hemcinsine örnek olacak dünya ve âhiret hayatına Hâlık-ı Zülcelâl ‘sırat-ı müstakîm’ buyurdu. Mübârek, örnek insan!..
  Örneğin:
  Beyazid-i Bitami (k.s.) vefatında Hazret-i Allah “bana ne getirdin?” diye sordu.
  Beyazid-i Bistami:
  -Ya Rabbi! Elim boş, yüzüm kara; huzuruna kulluğumla geldim. Dünya hayatımda Zatına şirk koşmamaya dikkat ettim ve şirk koşmadım, bununla övünürüm!.
  Hz. Allah:
  -Şirk de koştun, ya Beyazid! Falanca zaman demiştin ‘süt içtim de, karnım ağrıdı’ diye!.. Sütte ne güç gördün? Sana yaşadığın geçici hayatında gücün ve kuvvetin ancak bana mahsus olup, beşerde görünen her şeyin fer’î olduğunu hakka’l-yakîn göstermedim mi?!.. Sütte ne güç gördün?!.. Yarattığım sebeplerdeki fer’î zuhuratı Zatî gücümle eşdeğer mi gördün?!.. Sütte güç gösterdin, bu noksan görüşün Zatıma şirk değil mi?!..

***

  Cebrail (a.s.)’ın Peygamberimiz Efendimiz’e sırat-ı müstakîmin özet olarak, Allâh’a şirk koşmamak olduğunu beyanı, beşere yansıyan yönünü anlatmaya çalışıyorum.
  Beyazid-i Bistami (k.s.)’ye yapılan hitabının muhatabı sen değilsin. Çünkü Beyazid’e açılan rahmet-i ilâhîye sana açılmadı, o yönlü rahmet-i ilâhîyenin garibisin. Hem de o gibi hatalardan mazursun. Buna rağmen gene dikkat et!..
  Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) buyurdular ki:
  Zorlaştırmayın, kolaylaştırın; genişletin, daraltmayın; ikrah ettirmeyin, sevdirin.
  Peygamber Efendimiz bir kısım ashabı ile pazar yerinden geçiyorlardı. Bir kadın çocuğunu kaybetmiş, perişan gözyaşları ile çocuğunu arıyordu. Nihâyet buldu çocuğunu. Öyle bağrına bastırdı ki ‘yavrum!’ diye!..
  Bu olay karşısında, gözleri yaşaran Peygamberimiz Efendimiz ashabına hitaben:
  -Bu kadın çocuğunu ateşe atar mı?!..
  -Hiç atar mı ya, Resûlullah?!.. Evlâdına olan şu muhabbete bak! Deyince, Efendimiz buyurdular ki:
  -Bu kadının çocuğuna olan sevgi ve muhabbeti, Hazret-i Allâh’ın kullarına olan sevgi ve muhabbetinin bir zerre zuhurunun görünümü!..
  Yalnız ve yalnız insan olmanın zevkini taşıyan benî âdeme ihsan eylediği rahmet-i ilâhîye, yarattığı hiç bir mahlûkuna verilmedi; ihsan edilen rahmetin insandaki zuhuru, görülen tecelliyat-ı ilâhîyenin mevcudiyetinin zuhuru kadarı başka yaratıkta görülmemiştir!.. Görülmeyecektir de; Çünkü yaratılışın nedenidir insan olmuş benî âdem!...
  Hazret-i Allah kullarını rahmetinden yarattı!..
  Yaratılışın nedeninin bariz görülen zuhuratın rahmet-i ilâhîye olduğunu göremeyen, yalnız ve yalnız gazab-ı ilâhîye her haliyle dönük olanlar…
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâhları bağışlar. Şüphesiz ki o çok bağışlayan, çok esirgeyendir!... (Zümer Sûresi, 53)

  Hazret-i Allâh’ın sonsuz afv u mağfiretini iyi anla!
  Bu rahmet-i ilâhîyeden habersiz, nehy-i ilâhî ile ömrü geçen insanlar verilen ömrün aydınlığından habersiz, yalnız karanlık yönünün hayranıdırlar!
  Rahmet-i ilâhîyenin bu görünümünden başka bir hâl tanımadıkları hâlde, âlim geçinenler hakîkatın cahilleridirler!
  Bu kişilerin umumiyetle anlatışlarından, sanırsın ki ‘Hazret-i Allah cemî kullarını cehenneme koymak için yarattı! anlamı çıkar izahlarından ve yaşantılarından.
  Zannedersin ki rahmet alternatifi küfre yönelik! Öyle şeyler halketmiş ki Yaratan ‘kullarından hınç almak için!’ Yaratılmış gibi görünüm sahneleri!...
  Kulu, Allâh’tan uzaklaştırmalarına, cehlinden ‘yaklaştırdım’ zevki ile dört köşe olunduklarını da bu tür kişileri her sahnede aşikâr görmek mümkündür!.
  Bilmezler ki başka mahlûkata verilmeyen rahmet-i ilâhîye insan olmaya namzet benî âdeme bahşettiğini!.
  Dünya hayatının her zuhuratında tecelliyat-ı ilâhîyenin zuhuru görüldüğü gibi değil mi?!..
  İlme’l-yakîninle, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn zuhurunu, ilminde yeri görülmeyen mânâyı hakîkatı hocam, zâhiri ilminle nasıl anlayacaksın, neyi anlatacaksın?!..
  Hurafeye ve katılığa da kaçmadan, Hz. Allâh’ın tefsire ihtiyaç duyulmayan, her yönlü ilme açık buyruğunu görmekten ve anlatmaktan niye çekiniyorsun?!..
  Tesettür ve hicap âyetlerinin tefsire ihtiyacı olmayan emr-i ilâhîyi gazab-ı ilâhîye girmeden, olduğu gibi anlat ki, cümle Allâh’ın kulları tarafından bilinsin de, her kul Hz. Allâh’a inancı nisbetinde, bildirilen emr-i ilâhîyi yaşama zevkine ersin!...
  Bu hususta hitab-ı ilâhîler o kadar açık beyan edilmiş ki!
  İzaha ve tefsire muhtaç değil! Yalnız Arapçası Türkçeye iyi tercüme edilsin. Tesettür, hicap âyetleri kulun yaşantısını felç etmek değil, hâşâ!
  Hz. Allâh’ın yaratmış olduğu, insan olmaya namzet benî âdemin dünya hayatında nasıl yaşaması gerekir? Bu düstur ve nizamı bi-zatihi ihsan ediyor!
  Bu emr-i ilâhîye kimlerin uyup uymayacağını açık, sarih bildiriyor.
  Maalesef gerçekleri anlatırken her şeyin ifratına kaçıldı; asrın icaplarını emr-i ilâhînin katı kurallarla dejenere edilmesi gibi!..
  Emr-i ilâhîye olsun, zamana uyumlu yaşam tarzı olsun, bunlardan uzak kalmış toplumların yaşantısına özlem duymanın nedenini de anlamak mümkün değil!...
  Geçici kurallarla, amma tekrar ediyorum, geçici bir zaman için inanç, hürriyetini tamamı ile tahrip değil de zedelenerek devrimler elzemdi ve öyle oldu.
  Çünkü Şerîat-i Muhammediyye’de bin iki yüz senedir içtihat kapısını kapattılar, ‘Fitne oluyor’ diye!.
  O zamanın uleması dört imamdan başka imam tanımadılar, Ümmet-i Muhammed’i de asra uyumsuz, zamana göre de içtihatsız, bu yönlü bilgisiz bıraktılar!..

Kulun yaratılışının nedeni aşktır!
Aşk-ı İlâhînin öğrenim dalı ve kökü
Tasavvuftur!..
Yol ismi ise Tariktir.
Cemî Tarikattır!..
Talebesinin yani sâlikinin ismi ise Derviştir.
Günlük dersi, o kuluna Hz. Allâh’ın bahşettiği
ihsan eylediği
Aşk Rahmetidir!
H. Galip Hasan Kuşçuoğlu


Atatürk Ve Din

  Makamı cennet olsun, büyük insan Mustafa Kemal Atatürk bu noksanlığı düzeltmeyi üstlendi ve başardı sayılır. Çünkü bu icraat her şahsın yapacağı basit bir icraat değildi!..
  Bu icraatı yapabilmek için evvelâ Allâh’ı bilmesi, tâbi olup kabullendiği peygamberini, peygamberinin getirdiği şerîatını bilmesi ve kul olarak şahsının yaratılışındaki sırr-ı ilâhîyi bilmesi gerekli idi. Tedrisatı ve îmanı müsaitti. Bu ilme yabancı değildi, biliyordu!..
  Atatürk’ün, yaşadığı zamanın ulemasına kulak ver:
  Ataya, ittifaken ‘mehdi, resûl demişlerdi!..
  Nutuk’larını da iyi oku, anlarsın!..
  Zamana uyum sağlamaya çaba gösteren, vatanın gerçek evlatlarını minnet ve rahmetle anıyorum.
  Çünkü o büyük insandı. Aklı ermeyenlerin dinsiz zannettikleri; çıkarlarına kullananların zannettiği gibi dinsiz hiç değildi!.
  Edindiğim intibaya göre ‘dindardı’ dersem mübalâğa etmiş sayılmam.
  Tekrar ediyorum; ‘zamanının mehdi resülü’ diyorlardı, dindar büyüklerim.
  Tevatüren hakkında söylenen menkıbelerin canlı şahidiyim.
  Muhafız erlerinden bir tânesi şöyle anlatıyordu:
  Sabaha kadar masa başından kalkamadılar. Alaca karanlıkta dışarı çıktı. Bataklık gibi olan Yenişehir tarafına doğru gidiyordu. Ben arkasını takip ettim, vazifem icabı. Geriye dönmeden, bana gelmememi söyledi. Ben görünmeden takibe devam ettim. Durdu bir yerde, yönünü dönmeden ‘yaklaş!’ dedi. Biraz daha yaklaştım.
  Gür bir sesle:
  -Uhud Savaşında Hazret-i Resûlullah düşmana yalnız gitti; neyine güveniyordu? Neye sığınıyordu? Hazret-i Allâh’a değil mi? Ben de Allâh’a sığınıyorum, rahat bırak beni!...
  Muhafız öyle diyordu: “Vücudum sarsıldı, ister istemez geri çekildim.”
  Medyada Fatih Çekirge’nin programında bu gerçeği anlatmak bana nasip olmuştu:
  (Prof. Dr. Hanif Faruk, Atatürk Urduca Yayınlarında, An. Ün. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1979, s. 102’de mevcuttur.)
  Atatürk vefatından on beş gün evvel Dolmabahçe Sarayında hasta yatarken, zamanın hariciye vekili ve başbakanına:
  “İslâm âlemine mesaj veriyorum, bildirin” demişti. Ne yazık ki bildirmediler!..
  Dünyaya bildirilmesini istediği gerçeği o büyük insan şöyle yazdırıyordu:

***

  Bütün dünya müslümanları!
  Allâh’ın son peygamberi Hazret-i Muhammed (s.t.a.v.)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli!
  Tüm müslümanlar Hazret-i Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli!
  İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli.
  Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.

***

  Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, Atatürk ve Din Eğitimi (Ahmet Gürtaş) kitabında bütün şahitleri ile görebilirsiniz: Aynı kitapta üçüncü hatıra.
  Geçtiğimiz yıllarda yüz yaşını geçgin olarak İstanbul Merkez Efendi imam hatibi iken vefat eden, Cumhuriyetin ilânından önce İstanbul’da şeyhülmeşayıh ünvanı ile anılan Nurullah Efendi, özel doktoru Prof. Dr. Naci Bor Efendiye şu olayı bizzat kendisi anlatıyor:
  Nurullah Efendi, Atatürk’ün sekreteri olan amcazadesinden kendisini Atatürk’le görüştürmesini ister. O da Nurullah Efendiyi Ankara’ya davet eder.
  O günlerde Atatürk bir vesile ile resepsiyon vermektedir.
  Sekreter, Nurullah Efendiyi Atatürk ile resepsiyonda karşılaştırarak görüştürmeyi planlar ve bu maksatla resepsiyona Nurullah Efendiyi davet eder. Arzu edilen bu görüşme gerçekleşir.
  Ve Atatürk, Nurullah Efendi ile bir köşede hayli sohbet eder.
  O günlerde türbe, tekke ve zaviyeler kapatılmış bulunmaktadır!
  Söz buna intikal edince Atatürk, Nurullah Efendiye der ki:
  -Efendi Hazretleri’! Tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım! Allah bana ömür verecek mi? Bilmiyorum; ama şâyet ömrüm olursa, günü gelince bunları yine ben açacağım!
  Atatürk bu hakîkati gerçek şeyh efendiye ifşa etti.
  Bir benzeri olay:
  Atatürk, Mevlâna Celâleddin-i Rumi Hazretleri’ni ziyaret ettiğinde:
  -Sen rahat uyu, ey koca şeyh! Bu icraatım sizlere değil.
  Dediğinin gerçek yüzünü bilesin!...
  Zira tertîb ve tanzim-i ilâhî olan zuhuratların salikleri, haddi aşmadıkça kul ferden ve cemi, Allâh’ın muhafazasındadır!.
  Allâh’ın tertibini bozma ve kaldırma gibi, duygu ve hislerde o gerçek insanlardan uzak düşünülür!
  Toplumlar emr-i ilâhîye muti, zamana uyumlu yaşadıkları müddetçe, hiç düşünülmesin ki rahmet-i ilâhîye gene ihsan edilmez mi? diye, yaptığın beşerî zaafın mahsülü hatalarından dolayı Hazret-i Allâh’ı itham etmeyi bırak!...
  Yolunu şaşırmış nefsini emr-i ilâhîye uyumlu kılmaya çalış. Sırat-ı müstakîm üzere gitmeye alış!
  Atatürk’ün hayatında îman yönünde metafizik olaylardan internette de mevcut, mânevî zevkini aldığım, yabancısı olmadığımız bildirilerin bir kaçını yazmadan geçemeyeceğim:
  Memleketin her tarafında çetin bir mücadele ve mukavemet başlamıştı. Ankara bir kurtuluş burcu ve Mustafa Kemal’in adı bir bayrak olmuştu… Antep mücadele günlerinin acı bir devresiydi. Memlekette istiklâl şuurlaşmış, topyekün bir vuzuh kazanmıştı.
  O zaman ilkokulun ihtiyat sınıfında idim. Bir sabah okula geldiğim zaman çocukların bahçede toplanmış olduğunu gördüm.
  Din dersleri muallimi Hafız Halil Efendi’nin konuşacağını söylediler.
  Halk da okulun bahçesinde toplanmıştı. Az sonra Hafız Halil Efendi kürsüye çıktı, titrek fakat heyecanlı bir sesle:
  -Din kardeşlerim! Sizi Şeyh Sünusi Hazretleri’nin bir tebşiri için buraya topladım, Dedi ve şu vakayı anlattı:
  Şeyh Sünusi Hazretleri bir gece Peygamberimiz’i rüyasında görmüş ve koşup elini öpmek istemiş. Peygamber kendisine sol elini uzatmış!
  Buna şaşıran ve mahzun olan şeyh, Peygamber’e hitaben:
  -Ya Resûlullah! Niçin sağ elinizi vermediniz?!.
  Diye sual edince, şu cevabı almış:
  -Sağ elimi Ankara’da Mustafa Kemal’e uzattım!
  Bu rüyayı anlatan Hafız Halil Efendi’nin elleri, çenesi ve dili titriyordu! Gözleri dolu dolu oluyordu. Hitabeti kalabalığı etkilemişti. Birden gür ve îmanlı bir sesle:
  -Ey ahali! Mustafa Kemal muzaffer olacak! Peygamber Efendimiz’in sağ eli onun elindedir! Buna îman edin! Diye haykırdı ve kürsüden indi.
  Sonradan öğrendiğime göre merhum Hafız Halil Efendi bu rüyayı camide vaaz etmiş ve onu îmanlı tefsirlerle tamamlamıştır.
  Gene İstiklâl Harbi günlerinde.
  Atatürk, günlük çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü ve bugün müze olarak değerlendirilen Ankara tren istasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir sırada, Çavuş Ali Metin’e “acele olarak Fevzi Paşa’yı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle!” diyor.
  Ali Metin, Fevzi Paşa’yı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk’ün yanına gelmek üzere hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor.
  Fevzi Paşa, Atatürk’ün yanına gelince, Atatürk ona bir kâğıt kalem uzatıp:
  -Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver! diyor.
  Kendisi de bir kalem kâğıt alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı Fevzi Paşa’ya vermek üzere yazmaya başlıyor.
  Yazma işi bittikden sonra birbirine bakıp sevinçle gülümsüyorlar!
  Her ikisinin de yazdığını kendi kâğıtlarından okuyan Ali Metin her iki kâğıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor:
  Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hacı Bayrâm-ı Veli’ye diyor ki:
  -Mustafa’ya söyle, korkmasın; sonunda zafer onların olacak!
  Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hacı Bayram-ı Veli’ye bu sözleri söylerken gören bu iki muzaffer kumandanın o günkü isimleri “Mustafa Kemal” ve “Mustafa Fevzi”dir!
  (Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s. 160-161.)

  Cennet-mekân Atatürk’ün yaşantısında açık görülen mânevî, dindar kesim, kültürlü halk arasında tevatüren anlatılan dîni duyguların ve yaşantıların aleyhinde hiç bir zaman bulunmadığının kanıtları sayılamayacak kadar çoktur.
  Buraya ancak bir kaçını yazdım. Kanıtlamak istediğim şudur ki; Kemal Atatürk bazı çıkarcıların kendi düşünce menfaatlerine ortak gibi göstermeye çalıştıkları gibi hâşâ ‘dinsiz’ olmadığı gibi, asra uyumlu Muhammedi Şerîatına hayranlığının ifadesi değil mi?!.. Yaptığı icraatlar buna dönük değil mi?!...
  Elini vicdanına koy, öyle konuş:
  Atatürk dîni kuralların esasına dokundu mu?!..
  Teknolojiye, asra uyumlu, medeniyetin hayranı, Allâh’a îman etmiş bir ferde veya topluma, bu saydığım meziyetler dışında bir şey kabul ettirebilir misin?!..
  Hatta onu tatmin edecek şekilde, küfre dönük bir olayı, rahmetmiş gibi anlatarak kabul ettirmen mümkün mü?! Bu gücü naçiz şahsında görebiliyor musun?!...
  Ne kadar iyi niyetle yapılır ise yapılsın, halk nazarında devrimler hiç bir zaman yüzde yüz tasvip görülmediği gibi, devrimlerin her zaman halka ters düştüğü vakıadır!
  Şöyle de söylenir: Devrimler kırk seneyi geçip, hâlâ çoğu halkın beğenisinde tasvip görmedi ise devrim geçerliliğini kaybeder!
  Milletin hayrına iken, halkın kırk senede benimseyemediği devrimlerin devam etmesinin ekseri halk indinde zulme dönüştüğü kabul edilegelmiştir!
  Hazret-i Allâh’ın tertibi olan, sonra gelen elçilerine ve ümmetlerine her asırda takınılan, hakîkat dışı cehlin görünümü, çirkin tavır ve gayrıya tarih boyu reva görülen muamele, malûm tarihe maledilen acı sahifeleri her zaman görmek mümkün!..
  Medeniyete doğru yürüdüğünü zanneden, yalnız teknoloji ve bazı ilerlemelerinde muvaffak oldukları inkâr edilemez, emr-i ilâhîye yeteri kadar uyum sağladığı da söylenemez. Zaman zaman gerçeklerden habersiz, şerîatlarından habersiz, ‘Hz. Allâh’a vardır’ diyenlerin, Allâh’ın bildirisi ‘müslüman’ olduklarından habersiz!...
  ‘Elçilerimi birbirinden ayrı görmeyin’
  Hitab-ı ilâhîsinden habersiz!...
  Hiçbir peygamberin ilâh olmadığından habersiz!...
  Allah elçileri birbirinden farklı değil, hitabından habersiz!..
  ‘Dinde diyalog’ kelâmını çok duyuyoruz, amma ondan da habersiz!...
  Amma âhir zaman peygamberi ümmetine ‘haçlı seferi’ düzenlemekte mâhir!..
  ‘O günler geride kaldı, bugün şerîatlar arası diyalog’ avutmaları devam ederken!...
  Bu sefer başka taktikle âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa Efendimiz’i (s.a.v.) karikatürize eden ‘haçlı seferi kalıntıları’na sorula bilse:
  Ne demek istiyorsun?! Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun?!..
  Ya Rabbi! Kullarına şuur ver.
  Emr-i ilâhîne ters düşmeyen görüş ver de, bitsin artık vahşi ve zalîmane düşünce ve icraatlara dönük fitne!...
  Bunlar beynelmilel fitneli nabız yoklaması.
  Dikkat et, ya Ümmet-i Muhammed!..
  Dikkat et, ya ehl-i îman, ya ehl-i islâm, Ehl-i Kitâb!
  Peygamber efendilerimizin kimliğinden habersiz, fitne üreten zalimlerin oyununa gelmeyiniz!..
  Anlaşılsın ve bilinsin artık: Ehl-i Kitâb’ın, ‘Allah vardır’ diyenin “müslüman” olduğu, müslümanlarınsa kardeş olduğu…
  Âhir zaman peygamberi Muhammed Ümmeti! Bu gerçeği ilân edip, ‘İslâm’ın beş şartı var! demekten vazgeç!..
  Emr-i ilâhîyi ilân et!
  Duyurmak sana düşüyor, vazifeni yap, zaman geçiyor!.
  Birbirinizin ocağını söndürmekle emr-i ilâhîye uyduğunu sakın söylemek gafletinde bulunmayasın. Bu zihniyetler tarihin karanlıklarına gömülmeye mahkûmdur; bitsin artık!...
  Bu karanlığa iltifat etme, yeter!..
  Bu icraatın gerçeği senden duyulsun, ey Muhammedî, dünyaya. Normali bu değil mi?...
  O günleri yaşadım ve bu hâllere şahidim.
  1930 senesi 11 yaşıma yeni girmiştim.
  Atatürk, Samsun’a geldiğinde babam Belediye’nin karşısındaki büyük hamamı işletiyordu.
  Ben Bozkurt İlkokulu üçüncü sınıfında idim. Okulumuz Gazievi’ne yakındı. Arkadaşlarla Gazievi’ne olayları yerinde görmek için gittik. Çok geçmeden üstü açık arabası yanımızda durdu. Halk yetişene kadar bir hayli konuştu bizimle.
  Ben hep şahsını temaşa eyledim; Ata’yı o tarihte yaşlanmış ve bitkin gördüm!..
  Çok partili demokrasiye geçiş yapmıştı, Harbiye’den okul arkadaşı Fethi Okyar’a parti kurdurmuştu!.
  Parti dört ay devam etti. Samsun belediye seçiminde kadınları ıssız odaya koyarak oy kullanmasını kabul edemeyen Karadenizliler isyan ettiler!.
  Atatürk gece Samsun’a geldi, olayı bastırdı ve partiyi kurucusu Fethi Okyar’a kapattırdı!
  Atatürk’ü iyi anlasınlar diye, yanlış düşünen dindar insanları uyarmak kasdi ile şahsıma bahşedilen mânevî vazifem icabı zuhuratlarla az da olsa gerçekleri yazmaya çalıştım, inşallah anlaşılır da, Allâh’ın rızâsına uyumlu amellere nâil olunur!..
  Hocam, İslâm’ı Hz. Allâh’ın bildirdiği gibi anlat da, yalnız Ümmet-i Muhammed’e değil, bütün dünya Dîn-i İslâm’ın hiçbir kavmin tekelinde olmadığını, umuma bahşedilen tek dînin İslâm olduğunu bilsin cümle Allâh’ın kulları, insan olmaya namzet yaratılan benî âdeme her Allâh’ın kuluna ‘kâfir, gâvur, gayr-i müslim’ deme günâhından kurtulsun!..
  Hele, olmadığı hâlde, Dîn-i İslâm’a malettiğin, İslâm’ın mânâsı ile ilgisi olmayıp, Hazret-i Allâh’ın muhib, müttaki, ittika sahibi, mü’min kullarına bahşeylediği ihsanını...
  ‘İslâm’da beş şart var’ diye, İslâm’a malettin ve dünyaya kabul ettirdin, güya! Netice nasıl tahrifat oldu?! Cesaretin var mı, şimdi Hazret-i Allâh’ın bu yönlü bildirisini, gerçeği bilen toplumlara anlatabilecek misin?!...
  Hâlâ İslâm’ı bir zümreye maledip, kıyamete kadar tekelinde tutabilecek misin?!..

İslâm’ın Beş Şartı Yoktur!

İSLÂM’IN BEŞ ŞARTI YOKTUR

‘ALLAH VARDIR’ DİYEN MÜSLÜMANDIR

  ‘Allah vardır’ diyene, isterse bunu söyleyen kimsede daha îmanın eseri görülmese, bedevî dahi olsa!..
  Söyle ona ‘İslâm’a girdim desin, ‘müslüman oldum’ desin! Daha îman kalbine yerleşmedi. Amma ‘Allah var’ dedi, ona ‘müslümansın’ demen gerekli; emr-i ilâhî bu vecihledir.
  Emr-i ilâhî bu minval üzere iken, kula ‘müslüman’ denilmemesi için, beş şartı Hazret-i Allâh’ın bu bildirisinin neresine uygun gördün de, cümle kulların yolunu içinden çıkılmaz hâle getirdin?!..
  Bu yanlış düşüncen ve bildirinle, Ümmet-i Muhammed’i bütün şerîatlara düşman kıldığın gibi, cümle şerîatları da Ümmet-i Muhammed’in şerîatına düşman eyledin!..
  Emr-i ilâhîyi kullarına tebliğ vazifeli son gelen Peygamber Efendimiz’e dünyayı düşman kıldın. Çünkü sen de onların peygamberlerini hafife aldın; Hazret-i Allah “Peygamberleri birini birinden ayırt etmeyin!” buyurduğu hâlde!..
  Bütün şerîat sahiblerine, Ehl-i Kitab’a ‘müslümansın’ diyeceğin yerde, gerçekten uzak ölçünden uzak inancına hakaret ettinde, bilâ-istisna Ehl-i Kitab’a ‘kâfir, gâvur, gayr-i müslim’ dedin.
  Güçlü idin, ses çıkaramadılar!
  Şimdi hatanı anlıyor musun?!
  Deme sakın: Daha anlayamadım!..
  Hiçbir şerîata tâbi olmayıp ‘Allah vardır’ diyen cümle Allâh’ın kullarına ‘müslümansın’ diyeceksin, emr-i ilâhî bu değil mi?!.
  Olmadığı hâlde, “İslâm’da beş şart var!” dedin, Ümmet-i Muhammed’e İslâm’ın ölçüsünü böyle verdin, dünyada İslâm’ın anlamını böyle ters tanıttın!.
  Benî âdemi bu ölçüden görmeyi ‘İslâm’a hizmet ediyorum zevki ile insanları birini diğerine düşman kıldın!..
  Kur’ân-ı Kerîm’de açık olan bu emr-i ilâhîleri gördüğün hâlde, hâlâ sen-ben davasının zevki ile yaşayan nefsanî duygularının mahsulü, elbette çarpık bilgin ve yaşantının zevki ile tatmin olabiliyor isen, bu hâlinden nedamet duyduğun zaman, ulema bildirisine göre gerekli sana tecdid-i îman, tecdid-i nikâh gerekli!..
  Zamanın verdiği ilmî ölçüye uyamadığın için İslâm’ın anlamını Hz. Allâh’ın bildirisine göre değil de, nefsinin sesine uydurdun Ehl-i Kitab’a dahi ‘müslüman değilsin’ dedin ve dedirttin, ibadet şekillerin bizimkine benzemiyor, diye!..
  Bu yanlış ölçün yirmi birinci asırda hâlâ devam ediyor, bilinmiyor ki, daha ne kadar devam edecek?!..
  Lütfen, emr-i ilâhîyi anlayarak oku!..
  Bu yanlış edindiğin bilgi hakîkatın değil, nefsanî duygularının ürünü!
  Ama! Gerçek dışı bu bilgiler bizi ‘Allah vardır’ diyen Allah kullarına nefsanî duygular ürünü düşman eylediği gerçek!..
  Mesûliyetini müdrik, ulema efendiler, bu yönlü gerçeklerin hissini taşıyan mesûller! Allâh’ın bildirdiği gibi, Allah rızâsı için düzeltin!..
  Bir ölçüye isnad etmeden, Ehl-i Kitab’a dahi ‘kâfir, gâvur, gayr-i müslim’ demenin mesûliyetini, Ümmet-i Muhammed’in de zararına yapılan tahribatı anlada, bu günâhın telâfi yönünü araştır ve imkânlar tükenmeden, fırsat varken, aman ha geç kalmayalım!.
  Dîn-i İslâm’ı Hz. Allâh’ın bildirdiği gibi anlatmak istemediğin için, tahrifatın çok büyük! Cümle kullarına bencillikten öteye yol bırakmayan, dünyayı sarsan, îman yollarını tıkayan bu yanlışlığı düzeltin lütfen, huzur-ı ilâhîye gitmeden evvel!..
  Abd-i âciz, daha evvel yazdığım kitaplarda da bir nebze bahsetmiştim; daha henüz bir düzeltim için kıpırtı dahi göremedim!
  Bu kitapta daha geniş yer vermeğe çalışıyorum; mazur görünüz, aynı mevzuyu birkaç kere tekrar edişimi. İnşallah anlayış gösterilir!.
  Amerika ve Avrupa başkanlarının ve büyük devlet idarecilerinin, Muhammedi olarak Dîn-i İslâm’ı CD ile dillerine göre yazdığımız mektuplarla bildirilerimizi taltifle ve teşekkürle cevaplandırdılar; gerçeği idrak edip anlayan ferdlere ve toplumlara müteşekkirim. Allah cümlesinden razı olsun!.
  Teşekkürleri ve övgü taşıyan mektupları ile asra uyumlu yaşama gayretimi ve cümle şerîatlara hürmetkarlığımı, ‘Allah vardır’ diyen her kula ‘müslüman’ demenin zevkini alıp, bu gerçekleri yol edindiğim için!..
  İlim ve irfanı müsait kişilere ben de hayranım; Allah ilimlerini âli kılsın!..
  Dîn-i İslâm’ı asrın yaşantısını müdrik ilmini de yaşadığı asra uyumlu kılmış, gelecek için az da olsa tedbirini almasa da düşünebilen, tedrisatında hiç olmazsa yerini belirten Ümmet-i Muhammed’iden, idareciler ve yetkili din adamları yukarıda belirttiğim gerçeklere itiraz etmiyorlar...
  Amma tasdik ve kabul ettiklerine dair hiç bir tatmin edici bir şey alamadık şimdiye kadar, sabırla bekliyoruz, olur inşallah!.

Karma Namaz Uyduruları!

CAMİLERDE KADIN-ERKEK KARIŞIK

KARMA NAMAZ UYDURULARI!

  Hiç bir ilme istinat etmeden, zaman zaman şahsını ilgilendiren bir mevzu ve dava olmadığı hâlde, Hz. Allâh’a inanan toplumların, emr-i ilâhîye uyumlu yaşamak isteyen toplumların bu yönlü yaşantılarının ne olduğunu bilmeden, bir ilmî gerekçeye isnat etmeden, yaşadığı nefsanî duygulardan öteye yolunu bulamadığı ruhu, gıda ve zevkinden habersiz bir yaşantılarının ürettiği üzücü şerîat parazitleri…
  Çıktığı yerler malûm olduğu kadar, görünümü gizli…
  Maksat aşikâr ehline, gizli değil amma umuma tahrifat niyetler gizli…
  Bunları üreten kasdi malûm toplumlar var amma yerleri gizli…
  Her fabrika ürettiği cihazın kullanım izahını kullanıcıya yanlışlık yapmasın, cihaz normal vazifesini yapsın diye izahını normal gördüğün hâlde, niçin insan olmaya namzet benî âdemi, maddesi mânâsı ile yoktan var eden Hazret-i Allâh’ın efdal-i mahlûk, şerefli mahlûk sıfatına nâil olabilmesi için Yaratanının kullarına lütuf ve ihsan eylediği plan ve projesi, gerçeği ilminden habersiz, ilme’l yakîn bilgileri ile yaratılışın gerçek yönünden habersiz?!...
  Aynel-yakin ve Hakkal-yakînden habersiz olduğu hâlde!..
  Ehli olmadığı bir davaya ‘sahip çıktım edası ile bu ucuz kahramanlıkların ayıp olduğundan belki habersiz!..
  Yersiz iddiasında gülünç duruma düştüğünüde mi bilemiyor?!.
  Zamanın farkında, Yaratanının tertîb ve tanziminin nefsinde mesûliyetini idrak ederek yaşayan şahıslara karşı tutumlarında gerçekleri uygulamaya çaba gösteren sadık kullar nâ-ehil tarafından neden garipsenir? Neden horlanır?!..
  Yaratanına yönleri dönük, ibadet ve taatta ve icraatta sadık ve muhib kullar niçin küçümsenir?!.
  Na-ehlin yersiz müdahalesi ile gerçeğin ne hâle geldiğini gör!
  Olmaz ise olmaz emr-i ilâhîyi yazıyorum, iyi oku veya dinle!
  Fetva şu vecihledir:
  Cemaatle namaz veya münferit tek başına olsun, yanına veya önüne durdu ise kadın, kadının kadın olduğu biliniyor ise, kadının sağındaki, solundaki, arkasındaki erkeğin rükulu, secdeli namazı olmaz!
  Çarpık düşüncende ısrar ediyor isen, gerçekleri veciz kelâm ve esprileri ile anlatan Bektaşinin şu fıkrasını hatırlatırım:
  Subaşı emir verdi:
  -Vurun kıçına iki yüz deynek! diye
  Bektaşi gülerek, subaşıya:
  -Sen ya sayıyı bilmiyorsun, yahut kıçın yok!..
  Bu mevzuda emr-i ilâhîye kendini yükümlü görmeyen, namazın emr-i ilâhî olduğunun, lütfu ilâhî olduğunun bilincine eren îman ehlinin miracı olduğundan habersiz kişilerin, ileri sürdüklerini, bu mevzudaki görüşlerini, subaşının ölçüsüz atmasyon atışlarına benzetirim ve derim ki:
  Seksen yedi yaşıma girdim, namaz borcum yok zannediyorum. Rabbımın lütfu ihsanı, zamana uyumlu yaşantımla yarım asırlık irşâd vazifesi ile verâset-i nebî ile de yükümlüyüm, Rabbım lâyik kılsın iyi dinle!
  Kastim şahsına hakaret değil. Münakaşa ettiğiniz bu mevzuların belliki ehl-i değilsiniz!
  Bırakın bu mevzuları, bu yönlü mesûliyet taşıyan ehl-i düşünsün!
  Safımda ve yanımda veya önümde ruku ve secde eden bir kadın, velev ki tesettürlü olsun, kadın olduğunu bildimse; “Hz. Allâh’ın ihsan eylediği, âhir zaman Peygamberimizin tarif buyurduğu namazı kılmam imkânsızdır” diyorum, nefsi duygularım galebe çalar, mânâmı rahatsız eder, kılamam!...
  Aklının ermediği, vazifen olmadığı emr-i ilâhîlere, bilgin dışı olaylara karşı çıkmaktan vazgeç, çünkü bu bilgiler akıl ve mantık ölçüsü dışındadır!.
  Hele bu hâlin cahili, sen “ben kılarım!” diyorsan, bu masalı benim külâhıma oku!..
  Emr-i ilâhîye uyumlu namazın gerçek ölçümü ilme’l yakîn değil, aynel-yakîn ötesi Hakkal-yakîndır. Zira mü’minin miracıdır!..
  Protokol icabı kıldığın namazları mirac gibi göstermeye kalkışma, ayıp oluyor!..
  Yunus’a kulak ver:
Eğer bir kalp yıktın ise bu kıldığın namaz değil;
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil!..
 
Yetmiş iki milleti bir gözle görmeyen,
Halka müderris olsa da hakîkatte asidir!.
  Esas bu davayı yürütmeye çalış!
 

Sırat-ı Müstakim

Cümle Peygamber efendilerimizin yaşantısı ve mekârim-i âhlakın aslıdır.
Dışında düşünmeyesin!
Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz
buyurdular ki:
“Peygamber kardeşlerim cümlesi
mekârim-i âhlak üzere geldiler.
Ben tamamlayıcısıyım.”
Biz abd-i âcizlerin anlayacağı
Allah elçilerinin yaşantıları emr-i ilâhîyeye uygun, Hz. Allah tarafından ihsan edilen semâvî
kitapların mânâsı ve anlamı zamanlarına göre
tanzim-i ilâhî, emr-i ilâhînin mutlak tefsiri değil mi?


Edeb

  Tesettür ve hicab mânâ itibarı ile edebdir.
  Yakın benzerlik olduğundan edebden de bahsetmek istiyorum.
  Mutasavvıfîn edebin üzerinde titizlikle durmuşlar ve ibadethanelerini edeb levhaları ile süslemişler.
  Edep (Arapça) üç harfden oluştuğundan mutasavvıfîn her harfin anlamını vererek:
  E: Eline
  D: Diline
  B: Beline
  Sahip olmaktır diye özetlemişler.
  Eline, diline, malûm beline: nefsanî duygunun fiiliyatla neticelenmesidir.
  Âdem ulvi âlemdendir (yani yaratılışı yüksektir); onu süfli ve alçak sanma!
  Bu kâinat kubbesinin dönüşündeki nizam ve intizam edebdir.
  Din edebdir! demişler.
  Âdemlikten insan olma şerefine ermiş kişinin kıymeti ve değeri edebi ile ölçülür.
  Gözünü aç da, baştanbaşa Tanrı kelâmına bak: Âyet âyet bütün Kur’ân’ın mânâsı edebden ibarettir!
  Akla, “îman nedir?” diye sordum.
  O kalb kulağıma dedi ki: “Îman edebdir!”
  Hâl, edeb, istikamet ve ilim cihetlerinden her veçhile örnek olması için “ehlullah yedinde terbiye görmesi lâzım ve gereklidir” Hz. Allâh’ın varlığını idrak eden insan olmaya namzet benî âdemin.
  Evvelâ zaman ölçümünden bir nebze dahi haberdar olan hakîkat âlimlerinin anladığı şekilde Kitab ve Sünnet’in anlamına uyumlu itikadımızı tanzim etmektir.
  İtikatte Kur’ân Azîmüşşân’ın medarı ikidir:
  1- İlmi tevhit: Nafi ilim, lüzumlu ilim
  2- Ameli tevhit: Salih amel, emr-i ilâhîye uygun amel
  Sözün edebli olanını söyle.
  Öyle bir söz söyle ki, sözünden ibret alsınlar.
  Söz bilmez isen sükût eyle, seni bir âdem sansınlar!
  Yunus da şöyle dile getirdi:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola avulu aşı
Bal ile yağ ide bir söz!
  Hz. Ali (r.a.) Basra’ya gitmişti. Bir camiye girdi. Bazı kimseler etrafına cemaati toplamış, onlara aslı ve esası olmayan hikâye ve masallar anlatarak vaaz veriyorlardı.
  Onların bu hâlini gören Hz. Ali sinirlenerek vaaz edenleri camiden uzaklaştırdı.
  Daha sonra aynı şehirde genç olmasına rağmen herkes tarafından bilinen ve sevilen Hasan-ı Basri (r.a.) ile karşılaştı.
  Hasan-ı Basri’ye:
  -Ey genç! Sana bazı sorular soracağım; doğru cevap verirsen irşâdına devam edeceksin, aksi takdirde vaaz etmeni yasaklayacağım! Kişiler gibi seni de vaaz etmekten men edeceğim, dedi.
  Hasan-ı Basri de:
  -Dilediğini sor! Deyince, bunun üzerine Hz. Ali:
  -Dinden ne edindin?
  -Takvâ! demekle yetindi.
  -Din ne ile bozulur?
  - Tamah (aç gözlülük) ile cevabını verdi.
  İki soruya da cevabını alan Hz. Ali (r.a.):
  -Tamam, halka işte böyle vaaz edilir! Buyurdu.
 

Sabır îmanın ürünüdür.
Sabırsız insan ibadet de, taat da yapamaz!
Nefsin zararlı isteklerine karşı
yegâne silâh sabırdır…
Sabırda zafer vardır.
Sabırla, koruk helva olur.
Kalbi Allâh’a saygı ile ürperenler, emr-i ilâhîye
uygun hareket edenler,
sabırlı kişilerdir.
Bu türlü kullarının duaları umumiyetle müstecaptır, reddedilmez!
Sabırsız nefis Allâh’tan kaçar,
siz onu bir yere bağlayınız.
İşte, bu türlü bağlanmak da ayrıca rahmettir,
gerçek özgürlük budur!
  H. Galip Hasan Kuşçuoğlu


SÖZLÜK

Abd-i âciz: Âciz kul
Abdil-i mutlak: Kesin adâlet sahibi (Allah)
Ahlâk-ı hamide: Güzel Ahlâk
Ahsen-i takvim: En güzel kıvam, En güzel yaratılış
Akl-ı selim: Sağlam bozulmamış akıl
Amel: Fiil, iş
Arz: Yeryüzü
Arzetmek: Sunmak
Asr-ı Saadet: Hz. Peygamber dönemi
Asr-ı tan etmek: Zamanı kötülemek
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Ebedî, sonu olmayan
Basiret: Görmek
Beli: Kabul (evet)
Ben-i Âdem: Âdemoğlu
Beşeri: nsana mahsus
Beyyinat: Açıklama
Biat: Söz vermek, anlaşmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Buğz: Kötülemek
Cemadat: Cansız varlıklar
Cife: Pislik
Cüz’î irâde: nsanın kendi irâdesi, fikri
Çavuş: Dergâhta görev silsilesinin ilk basamağı
Çeki: Ölçü birimi (250 kg)
Dad-ı hak: Hak vergisi
Darü’l-bekâ: Ebedî kalınacak yer, âhiret
Derviş: Tarikata intisab etmiş kişi
Diraset: Okumayla elde edilen ilim
Dirhem: Eski para birimi
Ecir: Sevap, karşılık
Edille-yi Şeri’ye: Şerr’i deliller
Ef’al: Fiilller
Efdal-i Mahlûk: En faziletli yaratık
Ehl-i Aşk: Allah âşıkları
Ehl-i Hâl: Hâl sahipleri, temsil ettiği fikri yaşayan dindarlar
Ehl-i Kitab: Kendilerine kutsal kitap veyâ sahife indirilenler, Yahudi ve Hıristiyanlar
Ehl-i Tasavvuf: Tasavvufu hayat tarzı olarak almış insanlar
Emir bi’l-ma’ruf: yiliği emretmek
Emr-i lahi: Allâh’ın emirleri
Enâniyet: Kendini beğenme, bencillik
Evliyâ: İrşad ve velâyet makâmını hâiz kişi.
Evrad: Virdler, dervişin günlük virdi
Ezel-i ervâh: Ruhlar bedene girmeden önceki zaman
Fakir: Herşeyin Allâh’a ait olduğunu anlamış insan
Felekiyât: Gezegenler ilmi
Feraset: Bir şeyin iç yüzünü görebilme kabiliyeti
Fer’î: Asıl olmayan, teferruatla ilgili
Feylosof: Felsefeci
Fıkıh: slam hukuku
Gâlibîlik: Kadir-i Rufâî tarikatının birleşiminden Galip Kuşçuoğlu’na verilen bir kol
Gavs: İnsanlara darda kaldıklarında yardım eden kişi, tasavvuf önderi
Gavsü’l-A’zam: En büyük yardım edici, tasavvufta en büyük makâmın sahibi, Abdülkâdir Geylânî Haz.
Gayb: Görünürde olmayan
Gayretullah: Allâh’ın emri
Hakka’l-yakîn: Hak ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek,
Halife: Vekil, bir makamı o makamda bulunan şahıstan sonra temsil edecek kişi
Hâlik-i Zülcelâl: Yaratıcı
Havf u recâ: Korku ve ümit
Hikmet: Bir şeyin içyüzü, esâsı, asıl sebebi
Hulul: İçiçe girme
Hurafe: Yanlış ve asılsız inanç
İçtihad: dîni yorum
İdrak: Anlamak
İdrak-i meâl: Anlama kabiliyeti
İfnâ: Fani olma, yok olma
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhlas: Samîmiyet
İlme’l-yakîn: Bir şeyi hakkında bilgi edinmek sûretiyle bilmek
İlm-i İlâhi: İlâhi ilim
İlm-i zâhir: Madde ilmi, dünya hayatı ile ilgili ilimler
İltimas: Tolerans
İnta: Son
İnd-i İlâhi: Allah katında
İrfaniyet: Okuma yazmaya bağlı olmayan ilim, Ariflik
İrşad: Yol göstermek
İrtihâl: Göçmek, ölmek
İstihza: Alay etmek
Kâl: Laf, söz
Kâl imtihanı: Sözlü imtihan
Kasd-ı lahi: Allâh’ın maksadı
Kesafet: Yoğunluk
Kesbi: Kulun çalışmasına bağlı
Kevn: Madde
Kevnî hakîkat: Madde ilmî ile ilgili gerçekler
Kisbe: Elbise, görüntü
Küll: Tamamı, hepsi, bütün
Küllî rade: Allâh’ın iradesi
Kütüb-i Sitte: Hz. Peygamber’in sözlerini toplayan en güvenilir altı hadîs kitabı
La-din: Din dışı
Lafız: Kelâm, söz
Lahut âlemi: Mânevî âlemlerden
Lutuf: Bağış, ihsan
Mağfiret: Affetmek
Mârifet: Bilgi, Allâh’ı bilme
Masiva: Onun haricinde olan herşey
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Menasik-i Hac: Hac ibadetinin rükünleri
Mensup: Bir yere intisab etmiş bağlanmış
Meşrep: Mîzâca uygun yol, tarz
Meta: Arapçada madde nesne, latincede üst, öte
Metafizik: Fizik kânunlarının dışında olan
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Muhammed İkbal: Pakistan’ın mânevî kurucusu
Musahhar: Emrine verilmiş
Mutasavvıf: Tasavvuf ilmini bilen kişi
Mutmain: Huzura ulaşmış
Müdrik: drak eden
Müntesib: Bir dergâha bağlanmış
Mürşid: Yol gösteren, aydınlatan
Mürteci: Geçmiş zamana göre hareket eden
Müşvik: Yakın
Mütekâmil: Daha gelişmiş
Müttaki: Allâh’ın emirlerini titizlikle yerine getiren kimse

  
Mütmain: Takvâ sahibi, Allâh’tan sakınan onun emirlerini titizlikle yerine getiren
Nâ-ehil: Ehil olmayan, işi bilmeyen
Nâfi: Faydalı
Nâib: Veki, tarikatte bir görevli
Nasrani: Hristiyan
Nazargâh: Nazar edilen bakılan yer
Nedîm-i İlâhî: Allah dostu, O’na yakın kişi
Nefsânî: Nefse bağlı, nefsin isteği
Nehiy ani’l-münker: Kötülükten men etmek, kötülüğe engel olmak
Neşv ü nemâ: Serpilip, gelişme
Nıfz: Yarım, yarısı
Nükeba: Tarikatta nakiflikten sonraki görev
Ruhânîyet: Ruh, mânevî güç
Sabiiler: Sabi dîni mensupları
Sail: Dileyen, isteyen
Salah: Kurtuluş
Salik: Tarikata yeni girmiş
Sarih: Apaçık belli net
Sây-i gayret: Çalışıp, çabalama
Settari’l Uyub: Allâh’ın ayıpları örten sıfatı
Sıklet: Ağırlık
Silsile-yi Mertaib: Tarikatte Hz. Peygambere kadar uzanan silsile
Suhuf: Sayfalar, bazı Peygamberlere inen ilâhî sayfalar
Süflî: Aşağı dereceden
Sürveyan: nşaat sorumlusu teknikeri
Şakî: Allâh’a inanmayan
Şecere: Soy, sülale
Şedit: Şiddetli
Şerîat: Din kânunları
Şerîat-i garrâ: Aydınlık, parlak yol, Hz. Muhammed’in şerîatı
Şerik: Ortak
Tahkiki man: Gerçek îman
Taklidi man: Şekilsel îman
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Tân etmek: Eleştirmek, Kötülemek
Tarîkat: Yol, Allâh’a götüren yol
Tasarrufat: Tasarruflar, icraatlar, mânevî yardım
Tazarru Niyaz: Yalvarma
Te’vil: zah, yorum
Teberrük: Karşılıksız bağışlama
Tecelli: Zuhur etme, görünme
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefrit: Aşırı derecede kısıtlamak
Tekvin: Yaratmak
Temâşa: Seyretme
Temâyüz: Öne çıkma, belirme
Tenakus: Çelişki
Tesânüh: Bedenin bir bedenden bir bedene girmesi inancı
Tenezzülen Zuhur: Merhametinden dolayı yapmak
Tenzih: Allâh’ı noksanlıktan uzak görmek
Tetebbuh: Okuma-yazma, araştırma
Tevatür: Nesilden nesile aktarılan doğru bilgi
Tevessül: Aracı edinmek, vesile edinmek
Tevhîd: Birlik bir olmak
Vahhabi: Tasavvuftaki ve dindeki bazı icraatlara karşı çıkan zâhire çok önem veren akım
Varid: Allâh’tan gelen ilhamlar
Vârisü’n-Nebî: Hz. Peygamber’in vârisi
Vecibe: Sorumluluk, görev
Vera: Yeme içme giyme vs. de dîni hassasiyet
Vehbi: Allâh’tan gelen kulun çalışmasına bağlı olmayan
Yed-i Kudret: Kudret, kudret eli
Yıpıltı: Parıltı
Zâhir: Görünen
Zebul: Zayıf, güçsüz
Zehap: Yanlış düşünce, zan
Zelle: Ufak suç
Zeval: Yokolmak, kaybolmak
Zikir: Anmak, Allâh’ı ziketmek
Zuhur: Görünmek, ortaya çıkmak
Zü’l-Cenâheyn: ki kanat sahibi, hem şerîati, hem de tasavvufu bilen

Mürşit
Tertîb-i ilahi:
Varüsün nebîy nedim-i ilâhî Evliyâ, mensup olduğu
Peygamberlerinin şerîatını mânâsını tahrip etmeden
yaşantı ve uyarısını günâhı kebâirler dışında, asra
uyumlu mânâ vazifelisi verilmiş kişiye
Mürşit denir!..

Bu sahih Mürşitlere biat etmek Peygamberlerine
biat etmekten farklı değildir.