METAFİZİK 1

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN
ADI İLE BAŞLARIM

HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.










Kullarına rahmetiyle irade verip, âdem olarak dünyaya gönde-
ren; insan olmasını dilemesi ile vesileler halkeden Halik-ı Zülcelâl’e
hamdim, şükrüm, tazarru ve niyazımdır.


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm


  Huzurdan kovulmuş, lanetlenmiş şeytanın şerrinden Allâh’a sığınırım. Eşi, şeriki, naziri olmayan, bütün âlemlerin Rabbi ve yaratanı Hazret-i Allâh’a sonsuz hamdeder, yüce varlık ve merhamet-i ilâhî karşısında âczimi görüp bilerek, yüce rahmet kapısına boyun bükmüş, zavallı; rahmet ve merhamet tecellisinin saili, doymayan, yüzsüz kıtmiri kullarına lâyık görüp tahsis ettiği rahmet deryasından damla rica ediyor.
  Habibin Muhammed Mustafa’da, cümle peygamberan-ı izam ve resül-i kirâm hazeratında, cümle vârisü’n-Nebî nedim-i ilâhîlerinde, velî ve mü’min kullarında nâ-mütenahi zuhur ettirdiğin fizik üstü mânânın bu abd-i âcizine de ihsan ettiğin metafizik rahmetini!...
  Maddeden başka zuhuratı bilmediği için önem vermeyen, akıl dîninden başka dîni kabul edemeyen fizik üstü, metafizik rahmet tecellilerini nasıl kabul eder? Fizikten başka mânâ tanımayan rahmet fukarası, mânâdan habersiz, “biliyorum” edası ile hakîkat tahribatı yapan, Kelâm-ı Kadîm olan Hazret-i Kur’ân’ı nefsi hazlarına göre, fiziki ölçüsüne uyduramadığı için, hikmet ve marifetullah mahrumu, yarım âlim meâl ve tefsir yazarken fizik üstü hakîkatleri katletmekten çekinmeyen, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da yüzlerce defa, açık ve sarih zikrullah hakkında emr-i ilâhî olduğu hâlde metafizik yoksunu, yalnız baş gözü ile gördüğünden gayrı rahmetleri bilgisi ile bağdaştıramayan, başka bilgiye de sahip olmayan bi-zatihi Hazret-i Allâh’ın rahmetine vesile kıldığı âlemdeki bu rahmetini -ki, adâletinin tecellisi- mânevî teşekkülatının noksansız zuhurunu kıyamete kadar devam ettireceğini, Hazret-i Kur’ân’ın muhafazasının Allâh’ın yedinde olduğunun müjdesi ile Allâh’ın bu lütuf ve ihsanını küll olarak mütâlaa ve kabulden başka gücünün ve ilminin olmadığını, olamayacağını, kendisine âlim süsü veren âciz beşer ne zaman anlayacak?!..
  Emr-i ilâhîyi Kur’ân’da gördüğü gibi Peygamberimiz Efendimiz’in yaşantılarında, yerde ve gökte müşâhede edemeyen, yalnız Kelâm-ı Kadîm’i okumakla emr-i ilâhîyi bundan ibaretmiş gibi zannedenler Kur’ân’daki, dünyadaki, bilcümle âlemdeki ve hikmetullahın zuhuru için halkedilen kâmil insandaki tecelliyatı inkâra “biliyorum” edası ile nasıl cüret edebiliyorlar?!.. Hikmet ve marifettullah âyetlerini nasıl göremezler?!..
  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf sûresi, 105)
  Eğer bu âyetlere yüzlerini çevirip geçmeselerdi; Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bu âyetler karşısında beyyinât olduğunu bütün âlemde zuhur eden âyetleri mecâzî anlamda Hazret-i Allâh’ın fiiliyatının tecellisi olarak zerreden kürreye kadar ancak ehlinin zuhurunu müşâhede ettiği âyetleri bile bilseler idi; “Bu âyetleri ancak kâmil insan ve aklıselim okur” hitabını tefekkür edebilseler idi Hazret-i Kur’ân’ın Allah kelâmı olup, emr-i ilâhînin kelâmla ifade edilip, Peygamberimiz Efendimiz’in yaşantısının, Kur’ân’ın mânâ ve tefsirinin aslı olduğu bilinse idi; “Men arefe nefsehû fe-kad-arefe Rabbehû” (nefsini bilen Allâh’ı bilir) sırrını anlar, teşkilat-ı ilâhîye önem verir, inkâra cüret edemezlerdi.
  İslâm’ı gerçek anlamda fizik ve metafiziğe uygun olarak, Rabbımın ihsanı kadar yaşar ve şahit olurduk. Hakîkat ulemasını inanarak, önem vererek dinlese idik, emr-i ilâhîleri nefis ve aklın tahrifine bırakmaz, Hazret-i Kur’ân’ın mânâ ve lafzının Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz’in yaşantısında zuhurunun, tefsir-i Kur’ân olduğundan şüpheye düşmeseydik, gerçekler bu gün dahi bilinip yaşanacaktı. Cümle peygamber efendilerimizde tecelli eden nur-ı Muhammedî bilinecekti. İnsanlar arası düşmanlıklar yerini dostluğa bırakacak, Allâh’ın varlığına inanan insanlar, “Allâh’tan başka ilâh yoktur” diyenler insanlığın ve kardeşliğin zevkini alacaklardı.
  Ey benim âlim kardeşim! Mânevî tecelliyatı kabul edemediğin için, teşkilat-ı ilâhîyeyi benimseyemediğin ilminden zuhur eden eserinin mânâya yaptığı tahrifatı görmemezlikten gelemezsin. Dîn-i İslâm’ı yalnız Şerîat-ı Muhammediyye’ye maletmeyip, bütün semâvî dinlerin İslâmiyet olduğu gerçeğini anlatmak cesaretini ne zaman göstereceksin? “La ilâhe illallah” diyenin müslim olduğunu “şâhit ümmet” olarak cihana duyursa idik, dünyanın rengi değişecekti. Din dışı arayışlara lüzum görülmeyip rönesans gibi değişiklik gerekmeyecekti. “Din terakkiye mânidir” gibi gerçeklerle ilgisi olmayan, Hazret-i Kur’ân’la bağdaşamayan düşüncelere kapılmadan, günâh-ı kebâirlere dikkat ederek, terakkiye, medeni olmaya Hazret-i Allâh’ın kullarını mecbur kıldığını anlayacak ve anlatacaktın. Cihanşümul olan Hazret-i Kur’ân’ın değeri anlaşılacaktı.
  Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz’in son Allah elçisi olduğunu, başka peygamber gönderilmeyeceğini bilerek, lütfedilen Şerîat-ı Muhammedî’nin Allâh’ın varlığına inananlar için rahmet hazinesi olduğu ve severek “ya Rabbi, verdiğin nimetlere çok şükür, el-hamdülillah” diye günde 100 defa, mânâsını yaşayarak tesbih eden, hamd ve şükür ehlinin Allah adetlerini artırsın.
  Na-ehlin yaşantısında, söz ve tutumlarında gerçeklerin tecelli ve zuhurunu göremediği gibi, bu yönlü tefekkür etmeyi dahi nefsine zül addeden, elbette bilemediğinden hakîkatleri dışladığı gibi tahrifattan da çekinmez. Metafizik garibi ehl-i aşka eza ve meşakkati Allâh’ın emri imiş gibi göstermeyi “cihat yapıyorum” edası ile ehl-i zikri, ehl-i aşkı yasaklarla şaşırtıp çıkarcıların ve nâ-ehlin kucağına itekleyen, ehl-i zikrin perişanlığını mal bulmuş mağribi misali umuma teşhirden ve onların ceza görmeleri için hiçbir eza icraatından kaçınmayan, aşk yoksunu, mânâ yoksunu, ilm-i ledünnün dahi etkileyemediği metafizik yoksunu, emr-i ilâhîleri kabul etmiş gibi görünüp, dîni protokol icabı kabullenmeye kendini mecbur hisseden, taklidi ilimle dolu, tahkikten habersiz bilge(!)... Hazret-i Allah cümlesini zü’l-cenaheyn eyler inşallah.
  İlâhî, ya Rabbi! Bu abd-i âcize hayatı boyu lütfettiğin, emr-i ilâhîne uygun fiziki ve metafiziki gerçekleri verâset-i nebî olarak naçiz şahsımda rahmetinle ihsan ettiğin vazifem nedeniyle zatına söz verip, habibine biat rahmetinden mahrum etmediğin kullarınla emrettiğin kulluk vecibesini lütfu ihsanınla ve âczimizle ifaya azmettik, muvaffak kıl ya Rabbi!..
  Cemî kullarına fiziğin hakîkatini -ki fizik üstü mânevî tecelli fiili sıfatının zuhuru, ilme’l yakîndir- ve fiziğin üstünde de metafizik, yani ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîni nasip et.
  Bu abd-i âcizin hayatımda zuhuru ile ihyâ ettiğin mânevî yaşantımı cümle kullarına anlatmak, gene anlatmak hissinin zevkinden abd-i âcizi mahrum ve mahcup etme. Tesirini halk eyle ya Rabbi! Her ne kadar metafizik söze ve yazıya gelmez ise de lütfet Allâh’ım. Cemî peygamber efendilerimiz hürmetine, ins ü celalin hürmetine, azamet-i kibriyan hürmetine, rahmetinle, lütfunla âciz kulunu cüretimden dolayı mahcup etme ya Rabbi. Ancak zatının tertîb ve tanzimi kadar kullarına anlatmaya müsâadelerinle vazifeli kıl. Tesirini halk eyle, âmin. Ve selâmün ale’l-mürseliyn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemiyn.
 

Fizik Üstü Tecelliyat: Metafizik

  Âlemlerin Rabbı Hazret-i Allâh’ı noksan sıfattan tenzih eder, uyuz itinden dahi vazgeçmeyen, kullarının ihyâsı ve kemâlatı için nâ-mütenahi sebebler halkeden, dünya hayatının neticesi, kullarının imtihanının îman meyvesi rahmet-i ilâhînin kümeleştiği rahmet hazinesi “cennet-i a’lâ”da ebedi kalmalarını insan ve cin için hazırlayan, îmanlı, ihlaslı, ezel-i ervâhta: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” Hitabına îman lisânı ile tereddütsüz: “Beli” yani evet, diyen ruhların dünya hayatında fiziki rahmet tecellileri olduğu gibi, fizik üstü, metafizik tecelli ve hâdiseleri ehlinde görmek her an mümkündür.
  Bilâ-istisna bütün kullarının hayatında az da olsa “metafizik” tecellisi görülebilirse de, Allâh’ın yarattığı cemî mahlûkatına verilmeyip “metafizik” (fiziküstü) zuhurat ancak ve ancak insan olmaya namzet, kemâlatlı benî âdeme mahsus kılınmıştır. Cemî kullarında az da olsa görmek mümkün olup, rahmetine vesile kıldığı, nice istisnai yarattığı kulları vardır ki, onların hayatında fiziki yaşantı olduğu gibi “metafizik” yaşantı hayatlarına daha hâkim kılınmıştır. Hikmettir, marifetullahtır, fizik ötesi mânâdır, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîndir. “Peygamber efendilerimizde zuhur etti ise ilm-i ledünnidir.” Tertîb ve tanzim-i ilâhîdir.
  Her ne kadar kulda zuhuru görülse de, onu halk eden Hâlık-ı Zülcelâl’dir. Bu rahmeti kula maletmek cehalettir. Bu rahmeti maddî çıkarına vesile kılanlarda görülen bu hâl îman zaafiyetinin bariz küfrüdür, zındıklıktır. Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” anlamını da, kendi âczini de bilmediğinden, âdemliğinde benlik görerek, tevhîdin mânâsını saptıranlar mensubuna cehlinden dolayı başka ilâhlar edinmesine zemin hazırlamıştır. Çok ilâhlı küfür bataklığına düşmesine sebep olan menfaat düşkünü düzenbazlardan, hiç şüphe edilmesin, hesabı dünyada ve ebedi âlemde sorulacaktır. Kendisinde bu türlü varlık görenler Hazret-i Allâh’ın mânevî irşâd için vazifelendirdiği kimseler olamaz; gafil olma! Allâh tarafından vazifeli kullar: Habibim sen atmadın, illâ ben attım hitabını iyi bilirler. Merhum Süleyman Çelebi’nin Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) hakkında gerçeğin ifadesi olan:
Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır,
Bu gelen tevhîd-i irfan kânıdır.
  Buyurduğu gibi ledünni sultanında zuhuru bariz görülen tevhit dîninin zuhuru, Allâh’ın kullarını ihyâ etmesi için vesile kıldığı rahmet hazineleri, irfanîyet, arifiyet ve ilim şehri peygamberlerimiz efendilerimizde zuhurunun ifadesi, cümle peygamber efendilerimizde de zuhur eden rahmet-i ilâhî “ilm-i ledün” fizikin üstünde, “metafizik”tir.
  “Meta” Yunanca’dan alınan, fizikten öte mânânın tecelli ve zuhuru anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime, Aristoteles (Aristo)’nun eserinde teşmil yolu ile duyusal görünüşlerin ötesi ile ilgili araştırmaların tümünü ifade etmek için kullanıldı. Metafiziğin konusu ilâhîyatınki ile özdeşti. Yani, metafizik de Tanrının varlığını, niteliklerini, yarattığı varlıklarla ilişkilerini, bu varlıkların gerçek mahiyetini inceliyordu. Metafiziği ilâhîyattan öte, vahiy ve îmana dayandırmadan aklın ve mantığın yolunda ifadesini arayan feylesoflar hayli olmasına rağmen Aristoteles’in fizik ötesi izahı ve on dört felsefe kitabının tümü metafiziğin izahıdır. Yazar bu kitabında Thales’ten Eflatun’a kadar çeşitli felsefe doktrinlerini tenkit ederek açıklar. Aynı zamanda bu doktrinlerin varlıklarını sadece maddî sebeblere bağlanmasını hatalı bulur. Madde şarttır, ama her türlü biçimden ayrı olarak düşünülemez, kavranamaz. Biçim maddeye oranla bir iyilik ve mükemmelliktir. Maddenin hareketinin hem sonu, hem sebebidir. Varlık mertebesinin sonunda, duyusal âlemin ötesinde maddesiz biçim, saf edim yani Tanrı vardır. Meydan Larousse’un “metafizik” maddesini anladığım kadarı ile özetlemeye çalıştım.
  Metafizik fizik ötesi âlemleri yaratan Hazret-i Allâh’ın cemî kullarına merhameti ve rahmetinin zuhurudur. Fizik ötesi (metafizik) Allahu Teâlâ’nın seçkin kullarında gene zatının dilediği kadar maddenin hakîkatı, mânânın bariz tecelli ettiği ehl-i tarafından da müşâhede edildiği bir hakîkattir. Peygamberimiz Efendimiz’in buyurduğu: “Beni Rabbım terbiye etti” hitabını iyice düşünür isen: “Biz Âdem’e eşyanın ismini öğrettik. Melâikeye sorduk, bilemedi, amma Âdem bildi” hitabını iyi anla ve iyi düşün. Fizik üstü tecellileri maddî yaşantında hiç göremedinse, istisnai yaratılan insanda metafizik zuhurunu kabul edemiyorsan, düşünemiyorsan göremiyorsan benî âdemin yaratılışının nedenini anlayamadın, anlamak da istemiyorsan ilm-i ledün, metafizik sana göre değil. Bu rahmet-i ilâhîden nasip alman için inancın yeterli değil. Umulur ki hatanı anlar, tövbe, istiğfar edersin, inşallah.
 

İbn-i Rüşt

  Miladi 1200’lerde vefat ettiği bildirilen meşhur felsefecidir. Avrupalının takdirini kazanmıştır. Avrupalının “Averroistler” denilen bir grup, ilmî felsefeden öte gitmeyen, beş duygunun esiri ve mahkûmu olmuş düşünürleri İbn-i Rüşt felsefesini vahy-i ilâhî gibi kabul eder. Şerîat-i Muhammediyye’ye tâbi olduğu hâlde İbn-i Rüşt’e hayranlık duyan ulema mevcudu küçümsenmeyecek kadar çoktur.
  İbn-i Rüşt âlimdir. Zamanın Kurtuba’da kadı’l-kudat (kadılar kadısı) denilen meşhur kadılarındandır. Aristotoles hayranlarından ve eserlerini şerheden büyük felsefecidir. Felsefe feylesofudur. Felsefeyi Dîn-i İslâm’la bağdaştırmaya yegâne gayret göstermiş, fakat akılcılık yönü galebe çalmış, aldığı tedrisatın etkisinden kurtulamayıp, aklın ötesi vahy-i ilâhîyi az da olsa, her ne kadar metafizikten bahsetse de fiziğin mahkûmu kılmıştır. Günümüzde dahi devamını görüp, yaşadığımız, aklın gücü ile ürettiğinin vahy-i ilâhînin üzerinde gösterilme gafletini, îman gözü ile bakıldığı zaman bütün çıplaklığı ile görmek mümkündür.
  İbn-i Rüşt şu senteze varır: Akıl ile vahyin vardığı nokta aynıdır. Bunlar bir birinden ayrılmaz, sütkardeştirler.
  Bu fakir, yaşantımda müşâhede ederek derim ki: Evet, beslenme kaynağı aynıdır. Hazret-i Allâh’ın yedinde olup benî âdeme mahsustur. Benî âdemden gayrısı vahy-i ilâhî sütünden içemezler. İçseler de hakîkati anlamayıp, mânâyı da maddeye dönüştürmeye gayret ederler.
  İbn-i Rüşt’ün inancı rasyonelliğe dayanır. Rasyonellik akıl ile vahyi aynı ölçüde görmektir. Rasyonalizm ise vahye inanmamaktır.
  Akılcı yönteme “burhani yöntem” de denir. Akıl tanzim-i ilâhî kadar maddeyi kavramaya müsait yaratılmıştır. “Burhan” denebilir, çünkü peygamber efendilerimizde zuhuru görülen mucizeler, vârisü’l-enbiyâ olan Evliyâullahta görülen kerâmetler, -ki bu kerâmetlerin devamı da “burhan”dır- hepsi fizik ötesi, küllü metafiziktir. Ehlinden zuhur eder; güç kuvvet Allâh’a mahsustur. Zuhur mercii acabasız îmandır.
  Pozitivizm gibi, materyalizm ve hatta Leninizm ve ateizm gibi insan tabîatına aykırı olan “izm”ler iflas etmiş, büyük darbe görmüştür. Örneği: Rusya. Buna benzer devletler tetkike değer.
 

Gayba Îman

  “O müttaki kullarım gayba îman ederler.” (Bakara Sûresi, 3)
  Bu âyet-i celîleyi tefekkür edersen, yalnız şahsına ait îman zâfiyetinin cehlinden zuhurunu açıkça görürsün. Vatanını ve milletini muâsır milletler seviyesine çıkarmak için, işgalci güçlerle yapılan anlaşmaya ters düşmeden, hayatını hiçe sayarak, Ku’ran-ı Kerim hayranı Dîn-i İslâm’ı hurafesiz ve bid’atsiz benimsemiş, tertemiz İslâm’ı nâ-ehle hissettirmeden yaşamak ve yaşatmak için, zamanı ve zemini de müsait bulduğu kadarı ile Dîn-i İslâm’ı hurafe ve bid’ata kaçırmadan, yasaklar ve cezai müeyyidelerle hakîkatleri gerçek mecrasına çekmek kasdi ile 1200 senedir içtihatsız yaşanan Şerîat-i Muhammedî’yi servet, teknoloji ve medeniyetin Dîn-i İslâm’a zıt imiş gibi gösterilmesini kabul edemeyen Gazi Mustafa Kemal Paşa, işgal kuvvetlerinin de şartlarını nazara alarak, çok sevdiği vatanını, milletini, inandığı hak din olduğundan hiç şüphesi olmayan Dîn-i İslâm’ı ehil olmayan, din adamı geçinen bid’at ve hurafelerle dolu, hakîkat fukarası, “biliyorum” zannı ile bilmeyerek İslâm’da tahrifat ve tahribat yapanları cezalandırarak, İslâm’ın zâhir ve batınını tertemiz yaşatmak kasdi ile ıslahata kalkıştılar. Bu ıslahatı yapmak için yeterli dîni bilgi sahibi idiler.
  Ne yazık ki, bu icraatı hurafe ve bid’at mahkûmu olmuş, inanan toplumlar bu lüzumlu hareketi din dışı zannettiler. Allâh’a yeteri kadar îman etmeyenler de Mustafa Kemal Paşa’yı Dîn-i İslâm’a karşı, din diye bir şey kabul etmeyen, dinsiz zannettiler. Hakîkati yeteri kadar kavramaya müsait olmayan, emr-i ilâhî ile hayat tanzimini zül addeden, “gördüğümden başka bir şeye inanmam” diye direnen, hakîkatten yoksun, mânevîyat fakiri, mânâ yoksunu, iptidai düşünüp, cahiliyet devrinin yaşantısından haz duyan, esas irticanın şahsında her an zuhuru görülebilen, irtica üreten dinsiz mürteci! Dîn-i İslâm’ı cehli ile “yaşıyorum” zanneden, ilim, irfanîyet, medeniyet ve güzelliklerden rahatsız olan, zamanın yaşantısından habersiz, ikinci irtica üreten, güya dinli, saf mürteci... Din dışı icraatlarını kıyamete kadar götürmeyi vazife edinmiş kişileri aramaya zahmet gerekmez, çok yerde bulabilirsin. Emr-i ilâhîyi yaşamanın zevkine ermiş, inanan, insanları horlamayı, toplumdan dışlamayı vazife zanneden! Atatürk’e: “Dinsizdir” diye iftira atmaktan sıkılmayan, utanmayan gafiller...
  Kendilerinin Atatürk’ün icraatlarının bekçileri olduğunu zannedenler, nerden geldiği bilinmeyen bilge ve kahraman edası ile bu çarpık zihniyetlerini zaman zaman ilân ederek vazife yaptıklarını zannedenler Mustafa Kemal Paşa’yı takdir edip, hayranlık duyan dindar insanların yalan söylediğini zannederler. Çünkü îman zâfiyeti geçiren bu zümrenin Allâh’a olan inancı îmanlarından dolayı değil protokol icabıdır. Bu meyanda âmentü’ye îman etmiş Mustafa Kemal Paşa’ya hayranlık duyan toplumlar da az değil. Allah adetlerini artırsın.
  Yaşadığım o günlerin şahidiyim. Mülakat yaptığım Nokta dergisinde de bahsetmiştim. Dindar yaşayan insanların Mustafa Kemal Paşa’ya: “Mehdi resûl” dediklerine şahidim. Çok geçmedi, bir kaç sene sonra hurafe ve bid’atların, katı kuralların mahkûmu, Allâh’ın sonsuz rahmetinden habersiz, cehennem yolundan başka yol tanımayan, hakîkat yoksunları, “mehdi resûl” dedikleri Atatürk’e: “Deccal” ve neüzü billah: “Kâfir” dediler. Bu değişik düşünceyi hâlâ anlamış değilim. Ancak, İslâm’ı cinsel organından tanıyan, mütehassıs dindar geçinenler az değil. Onlar için kelime-i tevhit önemli olmayıp, onların şahidi açık gözle görülürse şahittirler. Her zaman aşikâr olmadığından “kâfirdir” diye öldürürler, Bakarlar ki, malûm ölçüleri ile yanılmışlar; “müslümanmış” diye namazını kılarlar. Bu bilgelere:
Sorsan: Selanik nerdedir” bilmez;
Bilir Cebrail’in kaç kanadı var!..
  Bu bilgelerden daha farklı bilgeler de vardır ki, onların ölçüleri maddeden öte gitmez. mânâ onlar için bir şey ifade etmez. Hikmet ve marifetullah -ki metafiziktir- ilgileri dışındadır. Atatürkçü geçinirler, güya aydın kesim!.. O büyük insanın makamı cennet olsun. İcraatındaki maksat ve mânâyı anlamayıp Atatürk’ün icraatını ve geçici yasaklarını dine karşı kasden yapdığını zannederek îmansızlığına eş değer gören, öylesi işlerine gelen, kültürlü, materyalist, îman fukaraları, dünyadan sonra hayat kabul edemeyen, aydın geçinen, âmentü yoksunlarının emr-i ilâhîyi yeteri kadar bilemediğinden, hurafe ve bid’atları din zannedip, başka ilim kabul edemeyen, safdirik, fakat samimi inanç sahiplerinin de müşterek yaptıkları tahrifatın acısını millet olarak hâlâ çekiyoruz.
  Allâh’ın emirlerini bilmeden tahrif ettik. Hatanın telafisini düşünüyor isek gerçeklere, kânun-ı ilâhîye uygun, medeniyet ve teknolojiyi de, haramlar dışındaki cümle güzelliklerin dînin anayasası olduğunu bilmemiz ve görmemiz lâzım. Lüzumlu olduğunu hâlâ anlamak için çaba göstermeyecek miyiz?!. Lütfen aslımıza rücu edelim!
 

Atatürk’ü Yakinen, Hayranlıkla Seyredip Edindiğim İntibalarım

  Tahmini sene 1930. Gazi Evi’ne yakın Bozkurt İlkmektebi üçüncü sınıfında talebe idim. Babam Samsun Belediyesi’nin karşısındaki Şifa Hamamı’nı işletiyordu. Atatürk Fethi Okyar’a bir parti kurdurmuştu. Arzu ettiği çok partili devreye geçişte atılan ilk adımdı. Belediye seçimi vardı. Samsun’da kadınların gizli oy vermelerini yadırgayan Karadenizlilerin hayli karışıklıklar çıkardıkları söylendi. Atatürk Samsun’a gece geldi. Olayı bastırdı ve Fethi Okyar’a emri ile kurdurduğu partiyi lağvetti.
  Hala etkisinden kurtulamadığım, kurtulmak da istemediğim hatıratımı anlatmadan geçemeyeceğim: Mustafa Kemal Paşa’nın gece Samsun’a gelişini Samsun Parkı’nda tesadüfi, yakınen seyretmiştik. Talebesi olduğum Bozkurt İlkmektebi Gazi Evi’ne yakındı. Mektepte yakın arkadaşlarıma Mustafa Kemal Paşa’nın geldiğini anlatınca, yakından görmek için beş arkadaş mektebi terkedip Gazi Evi’ne geldik. Gazi Evi’nde hummalı bir faaliyet vardı. Meyilli olan giriş kapısının bulunduğu yan yola bakan, yükseldikçe daralan bodrum pencerelerinden mutfağı seyrediyorduk.
  Sıra sıra dizilmiş kuzu etlerinin usta ahçılar elinde ne olacağını merakla seyrederken, birden Atatürk’ün bindiği, üstü açık arabası hemen yanımızda durdu. Henüz bizden başka kimse yok idi. İnsan seli geliyordu. Amma uzaktı. Üstü açık arabada oturan Cenab-ı Hakk’ın bu necip milletin kurtulmasına vesile kıldığı büyük insan bütün azameti ile yakınımızda duruyordu. Metafizik yaradılışlı, dindar kişilerin “Mehdi resûl” sıfatını yakıştırdığı büyük kahramanı çocuk cesareti ile yakınen, seyirden ziyade tetkik ediyordum. 69 sene evveli o günkü haliyle hafızamda duruyor. O gün değil, ancak bugün Hazret-i Allâh’ın bu necip milletin esaretten kurtulmasına vesile kıldığı o muazzam simayı daha normal düşünebiliyorum.
  Arkadaşımıza sevgi ve muhabbetle sorduğu: “Mektebe gidiyor musun, evladım, kaçıncı sınıftasın?” Hitabı sanki bugün duydum gibi hâlâ hafızamdan silinmediği gibi eksilmedi de. Henüz 48 yaşında fakat yetmişin üzerinde gibi görünen, vatan ve millet aşkının galebe çalıp, vazife ağırlığını seve seve taşımış, buna rağmen vazife mesûliyeti ve hâdiselerin çökerttiği güçlü insanı yakınen dinliyor ve seyrediyordum. Arkaya taranmış, beyazı siyahından fazla, seyrelmiş saçları başının çıplaklığını kapatmaya yetmiyordu. Kan eseri kalmamış simasında din, vatan ve millet sevgisinin vazife ağırlığının o büyük insanı ne hâle getirdiğinin canlı portresini içim yanarak seyrediyordum. O istisna yaratılmış insanı bugün daha iyi anlıyorum.
  Bir gecede sakalı daha çok beyazlanan bitkin hâlde gördükleri Peygamberimiz Efendimiz’e ashab merakla bu hâlin nedenini sordular. “Bu gece nazil olan Hud Sûresi beni kocattı” buyurdu. Peygamber Efendimiz’e buna benzer daha şiddetli bir âyet inzal olmamıştır: O hâlde, seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve aşırı gitmeyin çünkü o sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir. (Hud Sûresi, 112)
  Büyük vazifelerin kazancı çok olduğu gibi ağırlığı ve mesûliyeti de o nispette büyüktür. Avamın kaldırmaya gücü yetemeyecek yükü taşıyan, istisnai yaratılmış şahsiyetler vardır. Değişik vazifelerde yeryüzünde bu kabiliyette Allâh’ın rahmet sıfatının zuhuruna vesile kıldığı şahsiyetlerde değişik tecelliyatlar kıyamete kadar devam edecektir. Hiç şüphen olmasın. Bu hâl adâlet-i ilâhînin rahmet tecellisidir. Bu rahmetin değişik mevzularda zuhuru görülür. Peygamber efendilerimizde küll olarak tecelli eden bu rahmet-i ilâhîyi Allâh’ın istisnai yaratılmış seçkin kullarında her devirde görmek mümkündür. Bu şahsiyetlerin yaratılışı istisnaidir. Buna metafizik de diyebiliriz. Bu kullardan bazıları emr-i ilâhînin bekçileridir. Bazıları irşâda, bazıları ikaza, bazıları da ıslaha vazifelidirler. Atatürk ıslah vazifesi ile vazifeli idi. Şahidim. Vazifeli, seçilmiş kulların cümlesi Hazret-i Allâh’ın muhafazasında olup, ehl-i hakîkatın görgü ve bilgisine göre bu istisnai yaratılan zevatın hiçbirinde menşei îmansızlık olan gazab-ı ilâhî görülmemiştir. Bu görüş avamın ölçüsüne göre olmayıp, yalnız ehline mahsustur.
  Cennet-mekân Sultan Vahdettin Han, (Allah cümlesinin makamlarını cennet eylesin) Mareşal Fevzi Çakmak Hazretleri’ne emir vererek, esaret hiç yakışmayan bu necip milleti uyarıp, vatanı işgalden kurtaracak güçlü ve muktedir paşaların listesini istedi. Verilen listede Mustafa Kemal Paşa’yı göremeyince Fevzi Çakmak Paşa’ya sert çıkışarak, niçin Mustafa Kemal’i listede, hatta başında göremediğinin sebebini sordu. Çünkü Padişah Mustafa Kemal’de bu kabiliyetin niteliklerini Allâh’ın lütuf ve ihsanı ile görebiliyordu. Fevzi Çakmak Paşa cevaben:
  “-Ben de liste başına Mustafa Kemal Paşa’dan daha ehil kimse görmüyorum. Fakat sizden çekindim ve yazmadım. Mustafa Kemal öteden beri yenilik, cumhuriyet taraftarıdır, diye çekindim” deyince, Padişah elindeki kâğıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli duran İtilaf Devletleri’nin İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gemilerini göstererek:
  “-Paşa paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse cumhuriyet olsun!.. Kendisine selamımla birlikte tebliğ ediniz” diyerek, getireceği paşalar listesinin başında Mustafa Kemal ismini görmek istediğini bizzat Fevzi Çakmak Paşa’ya emir vermiştir.
  Tercüman Gazetesi’nde 1976 yılında manşetten verilen, yakın tarihimizin en büyük sırrı diye bahsedilen bu hatıratta cumhuriyet döneminin ilk beş simasından biri olan Mareşal Fevzi Çakmak Hazretleri eşi Fitnat Hanımefendi’ye:
  “-Bak Fitnat. Öyle bir şey biliyorum ki, ortaya çıkıp söylememe bugüne kadar tutum ve davranışlarımız müsait değildi. Mecburum bu sırrı kendimle kabre götürmeye!..”
  Ve ifşa etmiştir ki, teferruatına girmiyorum. Fakat bu vatanın ve milletin esaretten kurtulmasına emeği geçenlere, tarih boyu bilen insanların hasretini çektiği cumhuriyetin gelmesine emeği geçenlere küfredilmesini yadırgıyorum ve nankörlük görüyorum.
  Sultan Vahdettin Han vatan haini değildir. Gerçekleri olduğu gibi anlatmanın zamanı geldi, zannediyorum. Bunları milletimize olduğu gibi yansıtırsak milletin fikir bölünmeleri düzelip, kardeşlik anlaşılıp cumhuriyet lâyık olduğu mecrasına oturacak. Atatürk’ün kıymeti ve değeri bütün millet tarafından bilinip, Atatürk düşmanlığı yerini dostluğa terk edip, Atatürk istismarcılarının sermayeleri bitecek. İflas edecekler. Bir kısım insanlar da vatana ve millete canını dahi feda etmekten çekinmeyen büyük insanlara teşekkürü borç bilecekler, nankör olmayacaklar. Salâhiyetli, güçlü idarecilerimizden rica ediyorum: Vatan millet ve Allah aşkına düzeltin... Evvela Mustafa Kemal Atatürk’ün dinsiz olmadığı gerçeğini lütfen ilân edin. Yalnız Türkiye değil, dünyanın bu gerçek bildiriye ihtiyacı var...
  Bu abd-i âcizin mânevî vazifemden dolayı, Atatürk düşüncesine, icraatına ters düştüğümü düşünmeyesin? Atatürk biraz daha yaşasa idi bu izahlara lüzum kalmazdı. Islah için lüzum görülen icraatlar çok geçmeden yerini gerçeğine bırakmak zorundadır. Atatürk’ün vefatından 15 gün evvel o zamanki başbakan ve hariciye vekiline emir verip, cümle İslâm ülkelerine tamim yazdırdığı, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Amma çok kişilerin işlerine gelmeyip, Hazret-i Allâh’ın bu milletin esaretten kurtulmasına vesile kıldığı büyük insanı küfürlerine ortak gibi göstererek, Dîn-i İslâm’ı beşer uydurması imiş gibi yansıtmaya cüret etmeleri, safiyetle Allâh’a ve Resûlü’ne inanan vatan evlatlarını rencide ettiklerini, bu tutumlarının dinden menfaat sağlayan çıkarcıların işlerine yaradığını görmüyorlar mı? Gerçeği anladıkları zaman Dîn-i İslâm’ın Hazret-i Allâh’ın rahmeti olarak umumu ihata ettiğini elbet görecekler. Umulur ki, bu görgüyü mahşere bırakmazlar!
  Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik kitapçığında yazmıştım. Gene yazıyorum. Yazacağım inşallah:
  “Bütün dünya müslümanları Allâh’ın son peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm müslümanlar Hazret-i Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”
  Mustafa Kemal Atatürk bu mesajın başbakan ve dışişleri bakanı vasıtası ile dünyaya açıklanmasını emretti. Maalesef her ne sebeptense emir yerine getirilmedi. Mesûl şahıslar bu mesûliyetin vebalini bilmem nasıl kaldıracaklar?!. (Prof. Dr. Hanif Faruk, Urduca Yayınlarında Atatürk, A.Ü. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi yayınları, Ankara 1979, s. 102)
  Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından Atatürk Ve Din Eğitimi (Ahmet Gürtaş) kitabında bütün şahitleri ile görebilirsiniz. Aynı kitapta üçüncü hatıra başlığı ile ifade edilen ve gerçeklere ışık tutan, Atatürk’ün, hakîkatlere paralel şu yazacağım gerçeği iyi anlaşılsın da hakîkatleri tahrife kimse yeltenmesin. Gerçek ehl-i tevhîde, ehl-i tasavvufa zulmetmekte hakîkat yoksunu, çarpık fikirleri ve düşüncelerine o büyük insanı Atatürk’ü ortak göstermesinler:
  “Geçtiğimiz yıllarda yüz yaşını geçkin olarak ve İstanbul Merkez Efendi imam hatibi iken vefat eden ve cumhuriyetin ilânından önce İstanbul’da şeyhü’l-meşâyih ünvanı ile anılan Nurullah Efendi özel doktoru Prof. Dr. Naci Bor’a şu olayı bizzat kendisi anlatıyor:
  Nurullah Efendi Atatürk’ün sekreteri olan amcazadesinden kendisini Atatürk’le görüştürmesini ister. O da Nurullah Efendi’yi Ankara’ya davet eder. O günlerde Atatürk bir vesile ile resepsiyon vermektedir. Sekreter Nurullah Efendi’yi Atatürk’le resepsiyonda karşılaştırarak görüştürmeyi planlar ve bu maksatla resepsiyona Nurullah Efendi’yi de davet eder. Arzu edilen bu görüşme gerçekleşir ve Atatürk Nurullah Efendi ile bir köşede hayli sohbet eder. O günlerde türbe, tekke ve zaviyeler kapatılmış bulunmaktadır. Söz buna intikal edince Atatürk Nurullah Efendi’ye der ki:
  “-Efendi Hazretleri tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi, bilmiyorum. Ama şâyet ömrüm olursa günü gelince bunları yine ben açacağım.”
  Atatürk bu hakîkati gerçek Şeyh Efendiye ifşa etti. Hazret-i Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri’ni ziyaret ettiğinde:
  “-Sen rahat uyu, ey koca şeyh! Bu icraatlarım sizlere değil” dediği gerçeğini bilesin. Zira tertîb-i tanzim-i ilâhî olan gerçekler ila-nihaye yasaklanıp kaldırılamazlar. Gerçekler mecrasından saptırıldı ise Hazret-i Allah tekrar o gerçeği zamanı gelince vazifelendirdiği kullarının eliyle aslına döndürüp tekrar ihyâ eder. Atatürk ehline söylemekte mahsur görmediği bu hakîkati anlatmakta bir sakınca görmemiştir. Aksini düşünmek o müstesna yaratılmış insanı tanıyamadığının ifadesi olur.
  Her hangi bir semâvî din gösterebilir misin, tasavvufsuz, şerîatsiz ve tarikatsızdır? Bu türlü rahmet tecellileri batıl dinde dahi görülür. Mistik yaşantı hiçbir din kabul etmeyen ateiste lâzım değildir. Felsefeden başka ilmî olmayan, akılcı dinlere de tasavvuf, şerîat, tarikat, marifet ve hakîkat gerekli değil. Çünkü beşeri yasaklar fer’idir. Hakîkati kaldırmak beşerin takatı ve gücü dışındadır. Protokol gereği dîni kabullenmiş gibi görünen âdemin (kişinin) belirtilen bu gerçekler îmanını değil küfrünü artırır.
  “Ey insan, arzı ben yarattım, sen düzene sokacaksın” hitab-ı ilâhîsini hatırdan çıkarmayasın! Her şeyin cevher ve arazını yaratmış. Gerisine kullarını kabiliyetleri nispetinde yükümlü kılmış. Misal mi: Suyu yaratmış, toprağı yaratmış; kerpiç yapmayı, her ihtiyacında kullanmayı kulun iradesine bırakmış. Edep dışına çıkıp da: “Ya Rabbi, bunları da sen yap” diye Allâh’a karşı saygısızlık ve küstahlık yapma! İleri gidersen gayretullaha dokunursun. Niçin yaratıldın, vazifelerin nelerdir, nelere muktedirsin, nelere karşı güçsüzsün? Bunları bilmek...
  Men arefe nefsehû fe-kad-arefe Rabbehû... Nefsinin âczini bilen insan, varlığın Allâh’a mahsus olduğunu bilen insan ilim sahibi demektir. Çünkü ilim Allâh’ı bilmektir. Bu ilmin nihâyeti yoktur. Ömrün nihâyeti ilmin sonu değildir. Îmanında ihlas ve sadakat gösterip hep Allâh’ı bilme zevkine erenleri kabir hayatında dahi ilme devam ettirirler. Kabir hayatı dünya gibi müsait olmayıp imkân ve müddet sınırlıdır. Dünyada “kavis”i bilerek tamamlayanlar ferasetli, akıllı, bahtiyar mü’minlerdir. Ezel-i ervâhda “beli” diyen fakat her ne sebebden dünyada kavisi tamamlayamayan, murad-ı ilâhî olan kullarına adâleti icabı kabirde kavisini tamamlatır. Yani ruha makamını buldurur. Çünkü kasd-i ilâhî “daha kemâlatlı olsunlar, daha yüksek derece alsınlar, rahmetimin sınırlı olmadığını bilsinler” diye arzı yarattı. Sonsuz rahmetini kullarına gene rahmet tecellisi ile bildirmekti.
  Dünya memduhtur. Benî âdem için ferah ve güzeldir. Kâfir için de toleranslıdır. Kulun gerçeklere birazcık yönelmesi onu rahmet-i ilâhîden nasipli kılar. Hülasa edersek, dünyayı Hazret-i Allah rahmetinden yaratmış olup, bu rahmeti yaşayan ve gören ulemaya ihtiyaç vardır. Allâh’ın rahmetini bilemeden ilim tahsil edenler bu zevki, bu hâli idrakten yoksun, bilmeden rahmet yolunun yol kesicileridirler. Zira tasavvuf, tarikat, şerîat yoksunudurlar. Bu türlü îman akılcının nefisle müşterek îmanıdır; nakil îmanı değil. Nefis nakle ihtiyaç duymayıp akılla birleştiği zaman varacağı menzil putperestlikdir. Bu çarpık düşünce saliklerini ikna ediyormuş gibi görünse de rahmet-i ilâhîden nasibsiz yolun nihâyeti tabir caizse, bilerek veya bilmeyerek, hakîkat dışı putperestliktir.
  Beşerin görgüsü, bilgisi ve ilmî müsait ise bu kadarını ölçme ve görme imtiyazı verilmiş olup, bu ölçü aslın fer’idir. Asıl ölçü ve hüküm Allâh’ın yed-i kudretindedir. Bu kuvveti, bu gücü naçiz şahsına maletmek cüretini göstermeye kalkışan hakîkat cahili, gerçeklerden sapmış, mânâ yoksunu eçheldir.
  İşte bu hastalıkları çevremde çok gördüm. İnancımla bağdaştıramadığımdan dolayı, içine sindiremeyen bu abd-i âciz maddî ve mânevî hayatımda zevkle zuhurunu seyreylediğim, beşerin gücü dışında fizikten başka bir şey kabul edemeyen kullarına merhamet ve rahmet-i ilâhînin zuhuru: Metafizik! Rabbımızın safiyetle inanan kullarına rahmet iltiması gibi düşünebilirsin. Bu rahmet-i ilâhînin peygamber efendilerimizden zuhurunu gördünse bu tecelliyatın tek ismi “mucize”dir. Evliyâullahtan zuhur etti ise “kerâmet”tir, devamı “burhan”dır. Cümlesi fizik ötesi, metafizik olayıdır. Allâh’ın belirli şahsiyetlerde zuhur ettirdiği tabîat üstü hâllerdir. Bu türlü zuhuratla karşılaştığın zaman sakın ha “bu zât bu işi yapabilir mi?” diye düşünme. “Allah yapabilir mi?” diye düşün. Bu düşüncenin dışına çıkmayasın. Bilmeden hata ettiğin zaman samîmiyetinden belki mazur görülürsün. Amma vazifeni emr-i ilâhîye uygun yap. İşi şansa bırakma.
  Hakîkat bu türlü zuhuratta Allâh’ı görmektir. Habibim, sen atmadın, illa ben attım hitabının anlamını iyi bilesin. Bazı yol salikleri mensubuna izahta ve anlatmakta güçlük çektiklerinden “varsın öyle bilsin. Ne zararı var?” Düşüncesi ile ihvanı o hâli ile “götürüyoruz” zannederler. İşte o “oluyor gibi” görülen yanlış tutum meyvesini vermeye başlar. İlk meyvesi şeyhini ilâhlaştırır. İlahları çoğaltır. Nihâyet kendisi ilâh olur. Kelime-i tevhîdin dışında yaşantı temin ve tertip etmeye çalışır. İslâmın, tasavvufun ismi ve resmi kalmıştır. Başkalarına zarar vermedi ise işi Allâh’a kalmıştır! “Dinin cüz’ünden feragat küllînden feragattır.” Yani tevhitten bir şey eksilttiğin zaman eksiltilen kadar değil, küll olarak tevhit yoksunu olursun. Kulluğun icabı evvelâ dikkat edeceğin esas tevhîde halel getirmemektir. Allâh’tan başka ilâh edinmeyeceksin.
  Hazret-i Allah kıyamete kadar rahmetini kısıtlamadan ihsan eder. Her devirde öz ve mânâ değişmez. Tecelliyat kullarının kemâlatına göre değişik biçimde ihsan edilir ise de, tevhit kıyamete kadar değişmeyen, değişmeyecek olan Dîn-i İslâm’ın kulluk vecibesinin anayasasıdır.
  Tevhîdin sıhhatına halel getirmeden her devirde her mevzuda içtihat yapılması elzemdir, emr-i ilâhîdir. İçtihatsız geçiştirilen zamanların beşer hayatındaki yaptığı anormallikleri görmemek mümkün değil. İçtihatsızlıktan maruz kaldığımız bunalımları tek tek saymak imkânsızdır. Toplumların bu vebali kimden sorulacak? Tarih boyu bu hata idrak edilmemiş. İçtihatsızlığın getirdiği anormallikler semâvî dinlere maledilmiştir.
  Semâvî dinlerden kasıt yalnız ve yalnız İslâmiyet’tir. Hazret-i Allah İslâm’dan başka din kabul etmediğini Hazret-i Kur’ân’da beyan ediyor. Yahudilik, Hristiyanlık diye din yoktur; İslâmiyet vardır. Hazret-i Allâh’ı kabul eden her kul müslümandır. İslâm’ı yalnız bizim tekelimizde göstermeyelim. Enâniyete kaçmayalım. Hazret-i Allah âlemlerin Rabbidir. Ona göre düşünüp amel edesin.
  Emr-i ilâhîye uymayan, din dışı yaşantı aşikâr, ya da gizli nefsanî ve akılcı din ihdas edilmiş, bu çarpık zihniyet fazla dîni bilgisi olmayan avama cazip gösterilmiş, gerçeği yaşamak isteyen ehl-i hakîkat horlanmış ve hayattan dışlanmak istenmiştir. Nefsin ve aklın ürettiği, semâvî din dışı çarpık yaşantılarını Hazret-i Allâh’ın kullarını ihyâ için lütuf ve ihsanının tecellisi olarak elçileri vasıtası ile lütfettiği şerîatları rahmet yolu... Ki, tarikleri zamana göre içtihattan habersiz kişilerin terazilerinin gerçekleri normal tartacağını beklemek gaflet olmaz mı?
  Bu dünyada a’ma âhirette a’ma (bu dünyada görmeyen âhirette göremez) âyetinde belirtildiği gibi; Hazret-i Aliyye’l-Murtaza (r.a.) Efendimiz’in buyurduğu: “Görmediğim Allâh’a ibadet etmem” sözünde belirtildiği gibi... Müstesna yaratılmış, yaratılışı rahmet-i ilâhînin tecellisinden başka bir şey ifade etmeyen, hayatının her safhasında fizik üstü tecellilerin anlamı hikmet ve marifetullah olup fizik üstü, metafiziğin zuhuru biz âciz kullarına Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin rahmetine vesile kıldığı kulluk imtihanında kazanmamız için, tabiri caiz ise hâl ve kulluk tecellisi ile verilen ferahlık biz âciz kullarına lütf-ı ilâhîden olan bir nevi iltimas değil mi? İşte bu rahmet-i ilâhîleri göremeyenler, görmek de istemeyenler dünyada hakîkat a’ması olduğu için hakîkat âleminde de a’ma olarak haşrolunacaklardır. Cenab-ı Hakk’a: “-Biz dünyada görüyorduk. Âhirette niçin a’ma olarak haşrolunduk? sorularına Hazret-i Allah cevaben şöyle buyuracak:
  “Siz dünyada iken dahi hakîkatlere gözlerinizi ihtiyârınızla kapatmış idiniz. Burası mânâ âlemi. Dünyada rahmetim her yerde zuhur ettiği hâlde “Allâh’la kul arasına girilmez” diye, hakîkatleri hiçbir mânevî izahı olmayan, benim sıfatlarımla bağdaşmayan kelâmlarla kullarımı rahmetimden uzaklaştırdınız ve o kullarımı: “-Taştan ve topraktan ne istiyorsun?” diye olanca gücünüzle engelleyip, mânevî kazançlarına mâni oldunuz. “Siz onlara ölü demeyin, onlar diridirler amma siz bilemezsiniz” diye sizleri uyardığım hâlde uyanmadınız. Bugün a’ma olarak haşrolundunuz.”
  Ehl-i hakîkatın dile getirmek istediği şu gerçeği kalbine nakşet ki, bir daha bu hataya düşmeyesin!
  İki âlemde tasarruf ehlidir ruh-ı velî;
Deme kim, mürdedir, bundan nice derman ola?!
Ruh-ı şimşir-i Huda’dır, ten gılef olmuş ana;
Dahi a’lâ kar eder, bir tığ kim üryan ola.
  Velinin ruhunun Allâh’ın yedinde bu dünyada tasarrufatı olduğu gibi öbür âlemde tasarrufatı daha açıktır. Artık o ölmüş, cesedi murdar olmuştur, ondan ne bekliyorsun? deme! Onun ruhu Huda’nın kılıcıdır. Vücut o kılıcın kılıfı idi, ten kılıcın kını idi. Vefatı ile kılıç kından çıktı. Kınından çıkmış kılıç görmez misin, rahmet yönünde daha tesirli olmuyor mu?
  Örnek mi? Peygamber efendilerimizi hayatlarında kaç kişi farketti? Şimdi bak insanlar ziyaret edeceğiz diye ne meşakkatlere, ne ezalara katlanıyorlar? Sebeb: Allâh’ın kılıcı kınından çıktı. Evliyâullahın türbelerine bak. Hayatta iken kaç kişi ziyaret ediyordu? Şimdi seyreyle. Dirileri ziyaret ettikleri gibi ölülerini de ziyaretten mahrum etmek istemiyorlar. Doğru yapıyorlar. Ayıplamıyorum. Çünkü Allâh’ın rahmetine vesile kıldığı kılıcı kınından çıkmış, nasiblisini bekliyor.
  Kelâm-ı Kadîm’de mevcut, Hazret-i Allâh’ın kullarına rahmeti ile ihsan ettiği gibi, kulunun menfaatı icabı yükümlü kıldığı emr-i ilâhîyi iyi dinle! Nasıl gerekiyorsa öyle amel etmek için cüz’î irâdeni kullanmayı iyi bil!
  “Onlar öyle sapıklar ki! Kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allâh’ın ziyaret edilip, hâl ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vaz geçerler. Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.” (Bakara Sûresi, 27)
  Muhterem hocam! Bu âyet-i kerimeyi bilmem nasıl anlıyor ve anlatıyorsun?!.. Lütfen, bu abd-i âcizi iyi dinle! Kırk üç senedir Allâh’ın verdiği irşâd vazifesi ile mesûl ve yükümlü kıldığı bu Allah abdi, ilâhi güç karşısında âczimi elbet bilirim. Fakat küfr-i inadi karşısında îmanımdan asla taviz vermem.
  Allâh’ın tertibi olduğundan zerre kadar şüphe etmediğim, Hazret-i Kur’ân’da tasdiki görülen, rahmet tecellilerinde şahadeti bariz görülebilen, itikatta İmam Maturudi Hazretleri’nin, amelde Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam-ı A’zam Hazretleri’nin ictihâdînı zamanın yaşantısına uygun olarak bütün gücümle yaşamaya çalışıyorum. Meşrebim tertîb-i ilâhî olan Kâdirî ve Rufâî olup rahmet birleşiminden ihsan edilen mânevî teşkilatın tebliğ ettiği Gâlibîlik kolu ile taltif ve yükümlü kılındım.
  Semâvî dinler ki, hepsi İslâmiyet’tir. En son gönderilen, Allâh’ın kullarını irşâd ve ikaz eden, yol gösterici, hikmetler kaynağı, marifetullah hazinesi, güzellikler manzumesi, Allâh’ın rızâsını kazanmak zevki tecelli edenlere güzellikler kaynağı, ilm-i ledünni sultanı, Allah elçileri zincirinin son halakası Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in “ene medînetün Ali babûhâ” (ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır) buyurduğu Şah-ı velâyet Hazret-i Ali (r.a.)’a verilen rahmet-i ilâhî olan velâyet kapısının mânevî vazifem itibarı ile bir parçasıyım. Mezheb-i Hanefi amel düsturumdur. Meşrebim ilim yönünden benzetilecekse tekrar ediyorum: Aleviyim.
  Tarikatlar iki sınıfda ifade edilir: Alevi, Bekri diye. Yalnız Nakşibendi tarîk-ı Bekri, diğer bütün tarikler Alevi olarak belirtilmiştir.
  Allah elçilerini birini diğerinden ayrı görerek sınıflandırmaya cüret edenler hakîkat dışında kalmış, emr-i ilâhîyi yeteri kadar anlayamamış, o nisbette gafildirler. Peygamber efendilerimizin cümlesine salat ü selam olsun. Bu hadis-i şerîfin şahidiyim.
  Dikkat et! “Allâh’ı kabul ediyorum” demekle beşere karşı kimliğini bildirdin. Allâh’ın emirlerine sadakatin ve icraatın nispetinde lisân-ı hâl ile Allâh’ı bildiğini söyle. Peygamber efendilerimizi de tarihsel bilmek yetmiyor. Allâh’ın elçisi olarak, biz kullarına getirdiği emr-i ilâhîyi ne kadar kabul edebildin de, yaşantında ne kadar gösterebildinse, o kadar tanıdın demektir. Başka yönlü tanımayı Ebu Cehiller, Ebu Lehepler yakınen biliyorlardı. Bu tür tanımak Allah indinde yeterli değil, gafil olma.
  Demeyesin: “Asr-ı saadette yaşasa idim, daha takvâ, vera sahibi olurdum.” Yanlış düşünme. O zamanın, bu zamanın Allâh’ı ayrı değil ki!... Emr-i ilâhîye samîmiyetin kadar yaklaşımınla zuhur eden icraatının meyvesini elbet göreceksin. Her zaman kazanmak için sebepler vardır. Hazret-i Allah buyurdu ki: Siz asrı tanetmeyin. Zamanı suçlamayın. Zamanın değeri sorumlu kişinin icraatına bağlıdır. Tahsis edilen rızık için cevher ve araz yaratılmış. Kulluk yapmak için türlü desise ve bahanelerle rahmet-i ilâhîsiyle, gök ve yeryüzünde sayamayacağın kadar nimetlerini sergilemiş. Kulun say’-i gayretine sunmuş. Seni bekliyor, gafil olma! Şu zaman, bu zaman... Zaman yine aynı zaman. Hazret-i Allah küll olarak yarattığı her şeyin ihtiyacını fazlası ile halketti. Kavaldan nağme çıkarmayı düşünüyorsan, üstadın dediği gibi: “Yel Allâh’ın, kaval Allâh’ın; sen parmaklarını oynatmayı bil!” Verilen cüz’î irâdeni kasdediyorum. Onun izni olmadan sinek bile kanadını oynatamaz. Üzerine düşmedik, gücünün dışında olan hâdiselere hudutlu sermayeni miras yedi gibi har vurup harman savurma. O sermaye şahsına tahsis edilen rızkını bulsun, yaratanını bilsin mânâsını taşıyor, gafil olma!
  Semâvî dinleri ölçmek için gücünün dışında işlere kalkışma. Henüz kendi başını tarayamıyorsun, gelin başı taramaya kalkma!. Sonra gelen Allah elçileri evvel gelenlerin şerîatını iptal etmez. Kullarının kemâlatına göre, rahmetini yaşanacak güçte, elçileri vasıtası ile bildiren rahmet-i ilâhînin en son gelenini kabullenip, tâbi olan yaşantısını son şerîata göre tanzim ve tertibe riayet eden kulda daha kâmil sıfat bariz görülür. Daha evvel gelen şerîatlerde sebat edenlerin ve Allâh’a kasıtlı şirk koşmayanların da ismi “müslüman”dır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hazret-i Allâh’ın bildirisi bu. Sonra gelen şerîata uymak zordur. Amma sonra gelen şerîati idrak etmek îmanın kemâlatının ifadesidir.
  Gönlün bir yere bağlanıp da başka yerlere akmasının insan mizacı ile bağdaşmadığını iyi anlarsan, başka semâvî dinlere küfür gözü ile bakamazsın. Bu hâle tasavvufta “men aref sırrı” derler.
  Hazret-i Allâh’ın emrine bilerek muhalefet etmeyesin. Allah elçilerinin tebliğ ettiği emr-i ilâhîyi zamana göre kullarının nasıl yaşamaları gerektiğini, dünya ve âhiret hayatının hayırlı olacağını ve tertîb-i ilâhî o devirdeki yaşayan kulun mensubu olduğu peygamberinin icraatını terazi edinmesi elbette lüzumlu idi. Şerîatti.
  Emr-i ilâhînin Hazret-i Kur’ân’da mevcut, Peygamber Efendimiz’in hâlinde ve yaşantısında zuhuru görülen şerîatin içtihata ihtiyacı yoktu. Allah elçisi dünyada vücudu ile mevcut idi. Bütün müşkülatlar huzur-ı Peygamberi’de adâletle yerini buluyordu. Buna rağmen Yemen’e vali olarak gönderilen Muaz bin Cebel (r.a.)’a Peygamberimiz Efendimiz sordular:
  “-Ne ile hükmedeceksin, ya Muaz?” Hazret-i Muaz cevaben:
  “-Allâh’ın kitabı ile ya Resûlullah.”
  “-Allâh’ın kitabında bulamazsan, ya Muaz?”
  “-Resûlünün sünneti ile.”
  “-Onda da bulamazsan, ya Muaz?”
  “-İçtihadımla, ya Resûlullah” cevabı Peygamber Efendimiz’i memnun etmiş, Hazret-i Allâh’a böyle bilgili kullar yarattığı için şükür ve hamdetmiştir.
  Peygamber Efendimiz’in irtihâlinden sonra az da olsa ihtilaflar görülmeye başladı. Hicri 75 senesinde dünyaya gelen, 150 senesinde âhirete irtihâl eden Nu’man bin Sabit (İmam-ı a’zam) (r.a.) İçtihatlarını, o gün nasıl icraat gerekli olduğunu eserlerinde kaleme almış, makamı cennet olsun. İmam-ı a’zam’ın irtihâlinden sonra İmam Şafii, İmam Maliki, İmam Ahmet bin Hambel (r.a.) Hazretleri de İmam-ı A’zam’ın ictihâdînın kendilerinin yaşadığı zamana ictihâdî bazı meselelerin uygun olmadığını bildirdiler ve içtihatları ile yaşadıkları zamana ve zamanımıza da ışık tuttular. Allah cümlesinden razı olsun.
  1200 sene evvel yapılan içtihatlar küll olarak geçerli mi? Tamamı ile olmasa da, geçerli olmadığının İslâm toplumlarında sarsıntısı zaman zaman bariz görülüyor. Zamana göre, tahsili olan insanlar “müslümanız” dedikleri hâlde, çekinmeden, Allâh’tan da korkmadan “kahrolsun şerîat” diyebiliyorlarsa kantarın topu düşmüş demektir. Tartamazsın, zahmet etme.
  İçtihat görmemiş inancının safiyeti ile hayatını idame ettiren ve safiyetle “yaşıyorum” zannedenler bu samîmiyetlerini devam ettirebiliyorlarsa onlar için korku yoktur. Şahsi sadakatı ile “yok mu çaresi dostlar?” diye feryat edenlere derim ki: Elbette var. Allah sübhandır. Çaresi ehlinin zamana göre içtihat, içtihat, gene içtihat etmesidir. Hazret-i Allah bu vazifeyi ehline bırakmış. Bu mesûliyeti taşıyanlar kendilerini pek a’lâ bilirler.
 

Rahmetsiz Dünya Olmayacağına Göre Mürşitsiz Dünya Muhâldir

  Rahmetsiz dünya olmayacağına göre mürşitsiz dünya muhâldir. Rahmetsiz demektir. Bu türlü rahmet-i ilâhîyi müşâhede etmek ehline zor değildir. Allâh’ın bu sonsuz rahmetini kıyamete kadar devam ettireceğinden kimsenin şüphesi olmasın. “Ezel-i ervâh diploması” taşıyan ehl-i tevhid, ehl-i tasavvuf, ehl-i tarik olan Allâh’ın sadık kullarını, gene Allâh’ın vazifelendirdiği vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî olan irşâd vazifeli, Peygamber Efendimiz’e biat vecibesini naçiz şahsında taşıyan bu vazifeli zevat kıyamete kadar yeryüzünde mevcuttur. Nasiblisi bulur. Hazret-i Allah sahtelerin şerlerinden cümle kullarını korusun, âmin.
  Bugüne, bu zamana göre nasıl yaşantı lüzumlu ise onu düstur edin. Halkedilen güzelliklerle günü yaşa. Mazi geçti, geri getiremezsin. İstikbâl, yani gelecek Allâh’a malûmdur, bilemezsin. Hâl bugün. Bugün ise zamanında zuhur eden güzellikleri bul ve yaşa. Her devirde bu tabloyu çizmek ve halka sunmak din âlimlerinin vazifesi idi. Amma hâlâ 1200 senelik içtihatla şerîat-i garrâyı götürmeye çalışıyorlar.
  Dinine samîmiyetle hizmet etme çabasında olan kardeşim! Gel, hizmeti bilerek yapalım. Günün yaratılan güzellikleri dışında güzeli göstermen mümkün değil. Maddeye bak, mânâyı anla. Bugünkü ilm-i tıp, mühendislik, mimarlık, ilm-i ticaret, ilm-i ziraat, erbab-ı sanat hiç değişmediler mi? Öyle mi görüyorsun? Anlatmak istediğim, “dinde reform” değil, hâşâ!
  Son gelen şerîat bir evvelki şerîatın zamana göre yaşama kolaylığını ihtivâ eder. Tanzim-i ilâhîdir, rahmettir. Allah tarafından yasaklanmışın dışında güzelliklerden kaçmayalım. Misal mi: Cumhuriyet güzeldir. Bugün demokrasi güzeldir. İnsan hakları, lâiklik güzeldir. Yaşanıyorsa bu güzellikler güzeldir. Güzelse İslâm’dır. Hazret-i Kur’ân’ı yanlış tefsir ettik ve fikrimize uymayan, işimize gelmeyen yerleri sanki “Hazret-i Allâh’tan daha iyi biliyormuş” edası ile güya düzelttik! Gülünç olduk. Perişan olduk. Ehline rica ediyorum: Bu günâhımız için tövbe ve istiğfar yeterli değil. Allah emrinin aslına rücu edelim. Bu günâhın başka tövbesi yok. İyi anlayıp, telafisini bilelim ve düzeltelim! Allah aşkına!
 

METAFİZİK

  İnsanın maddesi cemî mahlûkatın benzeri görünümünde gibi ise de, başka mahlûkatta pek görülmeyip, ancak kâmil insanlarda bariz zuhuru görülen fizik ötesi mânâ ve hikmet kaynağı metafiziktir.
  Şekilde insan bir sivrisineğe mağlup olur. Fakat batında yedi kat göğe ulaşan kudret verilmiştir!
 

Nur-ı Muhammedî’nin Anlamı Ve Mânâsı

Ben Gizli Hazine İdim. Bilinmekliğimi Diledim, Zatımdan Zatıma Tecelli Ettim!

  “Nur-ı Muhammediyi halkettim.” Yaratılışın sırrı, eşi, benzeri olmayan Hazret-i Allâh’ın rahmetinin tecellisine vesile kıldığı nur-ı Muhammedi (Muhammed’in lügat mânâsı övülmüş, ism-i mef’ul olup, övülmeye lâyık, birçok güzel hasletlere sahip ism-i has demektir). Bu rahmet-i ilâhî bir topluma mahsus olmayıp, umumidir. Kıyamete kadar bâkidir. Îmanlı ehl-i kitâbta zuhurunu müşâhede etmek mümkün olduğu gibi, âhir zaman ümmetinin inanan toplumlarında ve ferdlerinde bu rahmetin tecellisini bariz görebilirsin. Nur-ı Muhammedi Hazret-i Allâh’ın, bilinmesine vesile kıldığı küllî rahmetine verilen isimdir. Yalnız bir şahsa, bir kavme mahsus olmayıp, adâleti muktezası cemîdir. Âdem safiyullah’tan kıyamete kadar bâkidir. “Lev-lâke lev-lâk, le-mâ-halaktü’l-eflâk” hitabı ile noktalanmış. “Sen olmasa idin eflaki yaratmazdım” hitabını iyi anla.
  Cümle peygamberimiz efendilerimizde zuhur eden âhir zaman nebîsi, peygamberler zincirinin son halkası Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’de bütün çıplaklığı ile tecelliyatı görülen, kıyamete kadar devamı şüphe götürmeyen nur-ı Muhammedi Allah elçilerinin cümlesinde, verâset vazifesi ile yükümlü nebî vârislerinde, makam-ı velâyetten nasipli velî kullarında, kelime-i tevhîdin mânâsını inanarak yaşayan mü’min kullarında zuhur eden nur-ı Muhammedi Âdem aleyhis-selamdan zamanımıza kadar noksansız geldi, kıyamete kadar noksansız devam edecektir. Şüphe Allâh’a noksan sıfat yakıştırmaktır ki küfürdür.
  Dikkat! Rahmet-i ilâhîyi bir zamana, her hangi bir şahsa mahsusmuş gibi göstermeye kalkışmak, şerîati ile yükümlü olduğu peygamberini diğer peygamber efendilerimizden üstün göstermek hakîkatle bağdaşmadığı gibi, kişinin cehaletinin eseri olup, toplumlar arası düşmanlığa sebep olmuştur.
  Cehalet ağacının meyvesi hakîkat dışı, anarşist, mürteci yetiştirir. Çünkü ağacın besininde görgüsüzlük ve cehalet vardır. Hakîkat dışı yaşayan âdemde toplumlara, dünya ve âhirete faideli hiçbir hâl göremezsin. Görülen belki nefse hoş gelir, amma mânâ zevkinden mahrum, hakîkat müflisi, îmansızlığın mahsulüdürler.
 

İslâm’da İrtica Olur Mu?

  İrticayı şöyle görüyor ve izah ediyorum: Kesin bilelim ki: İslâmiyet’in gerçeğini bilebildikse ve bildiklerimizi yaşayabiliyorsak, İslâmiyet’te irticaya yer yoktur. Hele Şerîat-i Muhammedî yaşanıyorsa, hakîkat dışı olan nefsanî zuhuratın yaşayan insanın âleminde yeri yoktur. Bulamazsın, arama.
  İrticanın lügat mânâsı zamanını bilmeyip de geriye gitmektir. Rehberimiz, mânâ önderimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in kulluk anayasasının biz âcizlere önerisi: İki günü birbirine eşit olan ziyandadır. Elimizi vicdanımıza koyup hüküm verelim: Bu türlü Dîn-i İslâm’ı yaşayan mürteci olur mu? İrticai hâlin bu mübârek zevatta zuhuru nasıl düşünülür?!.. Olur mu? Emr-i ilâhî olan gerçekleri yaşamayı şahsına zevk edinmiş insanda geriye gidiş olur mu? Dîn-i İslâm bu güzelliklerin menbaıdır. Aramaya gerek yok.
  Bu necip milletin mânevî hayatını emredilen Dîn-i İslâm’ı gerçek mânâda, katı kurallara sapmadan yaşaması için ilgi göstermemiz menfaatımız gereği! İslâm’ı emr-i ilâhîye uygun yaşamanın vakti hâlâ gelmedi mi?
 

Yaratılmış Rahmetlerin Başı Zamandır

  İmam Şafii Hazretleri: “Sofiye taifesinden, yani dervişlerden aldığım hikmetli nasihatlardan bir tânesi: “Zaman kılıçtır; sen onu kullanmayı bilmiyor isen o seni keser” dediler. En kıymetli şeyin zaman olduğunu gördüm ve yaşadım.”
  Atatürk’ün o günkü ahvale göre hâdiseleri bilenler tarafından yadırganmayan, zamana mahsus icraatlerinden başka bir şey yapılamazdı. Gerçeği bilenler (ehl-i hakîkat) Atatürk’e yardım ettiler. Davanın inceliğini pek kavrayamayan zamanın mebuslarından bir tânesi mânevîyat ehl-i büyük insan Abdulhâkim Arvasi Hazretleri’ne, yılışarak:
  “-Dergâhlarınızı, zaviyelerinizi nasıl kapattık, gördün mü?” Diye kendine kahraman süsü veren, hakîkatten habersiz, ucuz kahramana avamın idraki dışında şu gerçeği dile getirdi:
  “-O din üniversitelerinin 300 sene evvel mânâsını mecrasından saptırdık. Dejenere ettik. İstismara müsait hâle getirdik. Başka bir şey yapamazdınız. Mânâsı istismar olan irfan yuvaları zaten kapanma bekliyordu. Kapıyı çekiverdiniz.”
  Her ne kılmışsa adâlettir, Cenâb-ı Kibriyâ;
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.
  İlim tahsil etmiş, az çok güzelliklere vakıf olmuş bir insanın dinsiz olması düşünülemez, muhâldir. Dinsizliğin giriş kapısı cehalettir. Bu ters kapıdan rahmet yolu bulmak gülünçtür. “El-Cahilü cesurun (cahil cesurdur).” Kânun-ı ilâhîyi tahrifte cahil cesur olur. Atatürk, gerçekleri bilen, Allah ve Resûlü’nü tanıyan o büyük insan dinsiz olamaz. Îmansız da değildi. Orgeneral Evren Paşa: Atatürk’e dinsiz diyen dinsizdir demişti. Doğruyu söyledi. Zira Atatürk’ün yaptığı icraatlar “dini hakîkatler mecrasına otursun” diye idi. Bütün İslâm âleminin içinde medeniyete, teknolojiye, cumhuriyete, demokrasiye Türk müslümanını daha yakın görebiliyorsak o büyük kahramanın eseridir. Atatürk zamanın müderris ve meşâyihı Nurullah Efendi’ye şöyle izah ediyordu:
  “-Efendi Hazretleri tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi? Bilmiyorum. Ama şâyet ömrüm olursa günü gelince bunları yine ben açacağım.”
  Hakîkatlerin özünü teşkil eden bu ifşaat bizzat Atatürk’ün ifşaatıdır. Şahitler huzurunda beyan edilmiştir. Diyanet İşleri neşriyatında görmek mümkün. Mânen işin aslı bu. Başka türlü düşünmek hakîkat dışı olur. Allâh’ın bi-zatihi emri olan meseleleri tamamiyle kaldırmaya beşer muktedir olamadığı gibi, yaratılışındaki gücü de müsait değildir.
  Nefsanî duygularla bilgi ve görgü garibi yedinde her an tahribat gören ilâhî kânunların aslına dönüştürülmesi için yasaklarla, beşeri cezalarla ıslah edip mecrasına otursun diye Hazret-i Allah bazı yarattığı ehil kullarını vazifeli kılar. İşte Atatürk’ün vazifesi bu idi. Her ne kadar beşeri ölçülere uymasa da neticeye bak. Gafil olma! Bugün Türk müslümanları diğer İslâm cemaatlerinden daha kemâlatlı iseler, hakîkatleri daha iyi görebiliyorlarsa ilim, irfanîyet, medeniyet gibi güzellikleri yaşantı ve düşüncelerinde bulabiliyorlarsa, Dîn-i İslâm’ı rahmet-i ilâhînin dışında arama gafletinden kurtulabildiler ise bu rahmetin müsebbibini tanı ve bil. Nankör olma! Bu abd-i âcizin görüşüne itimat edersen zarar etmezsin. 44 senelik mânevî vazifemin verdiği, yanılmayan ilhamım, mânevî yaşantım ve görgülerim, seyreylediğim umumun yaşantıları, yanlışlıklar manzumesi şahide gerek duyulmayan, hiç de iç açıcı olmayan ahval-i âlem...
  Çok kişilerden dinlediğim Atatürk’ün önemli ifşaatını nakletmeden geçemeyeceğim: Milli piyango hakkında şans oyunu denildiğinde şansla alakası olmadığını şöyle anlattılar:
  “-Hayatım boyunca neye teşebbüs ettimse hepsinde muvaffak oldum. Dünyada en şanslı yaratılmış insan benim. Benden daha şanslı insan düşünemiyorum! Her ay seri bilet alırım. Amorti dahi çıktığını bilmem. Şans işi olsa idi en büyük ikramiyenin her zaman bana çıkması gerekmez mi? Çünkü benden daha şanslı kimse tanımıyorum.
  Her hangi bir sebebe göre istisnai yaratılan insanlar o sebebe tevessül ettikleri zaman zuhurunu görürler. Allah tarafından yaratılan hikmetlerin zamanı gelince Hazret-i Allâh’ın uygun gördüğü benî âdemin isteğine, arzusuna, yapısına uygun zuhurunu görürsün. Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Hikmettir. İstisnai beşerde zuhuru fizik üstü hâldir, metafiziktir. Peygamber efendilerimizde, cümle evliyâ, velî ve mü’min kullarında bariz zuhuru görülen metafizik olayların hayatlarının tümünü ihata ettiğini gözü kalbine bağlı olanların görmeleri yadırganmamalı. Az da olsa cümle kullarında zuhur eden hikmet ve marifetullah şahsi meziyetlerinin tecellisi olmayıp bi-zatihi Allâh’ın tertîb ve tanziminin münasip gördüğü benî âdemde zuhurudur. Hikmettir. Fizik üstü hâller metafiziktir. Fiziki tecelliler Hazret-i Allâh’ın fiili sıfatlarının tenezzülen zuhuru olup, bi-zatihi değil, izâfidir, mecâzîdir. Bu tecelliyat umumidir. Hususi tecelliyatların belirli şahsiyetlerde zuhuru görülür ki metafiziktir. Hikmettir, marifetullahtır.
  Bilgisizce, Allâh’ı bilmeden, her şeyi kula maletmek avamın düşünce ve icraatında mazur görülse de has kullarına göre “küfür” olup hassü’l-has kullarına göre ise Hazret-i Allâh’ın icraatını beşere maletmek “şirk”tir. Örneğin, avamın şirki, has ve hassü’l-has kullarının şirki ayrı ayrıdır.
  Beyazid-i Bistami Hazretleri’nin irtihâlinden sonra Hazret’in kabir hâlinin dervişinin mânâsında zuhuru görüldü. Hazret-i Allah:
  “-Ya Beyazid, bana ne ile geldin?” buyurdu. Beyazid cevaben:
  “-Elim boş, yüzüm kara, ya Rabbi. Fakat dünyada zatına şirk koşmadım. Bu hâlimle öğünürüm.
  “-Ya Beyazid, filan zaman “süt içtim de karnım ağrıdı” dedin. Sütte ne gördün? Kudret ve kuvvetin zatıma mahsus olduğunu göstermedim mi? Bu türlü sıfatlarıma seni aşina kıldığım hâlde hâlâ sütte güç görmek, ya Beyazid, zatıma şirk değil mi? Sütü ilâhlaştırdın!...”
  İşte avamda mazur görülen bu ve buna benzer hâllerin Allâh’ın has kullarına, hele hassu’l-has kullarına şirk olduğunu iyi anlayalım. Çıraklıkta –ki, hatalar bir yere kadar mutlaka ikaz edilir- normal karşılanabilir. Kalfalıkta noksanlıktır. Ustada görülmesi çirkinlik olduğu gibi, küçümsenecek ve kabul edilir cinsten olmayıp, yadırganır.
  Yapmacık kemâlatlar mânevî sahtekârlığın örtüsüz dışa yansımasıdır. Ehline açık olup avama gizlidir. Bu tür ölçüleri idrak etmek îmanın zaman aynasına yansımasıdır. Şer’î şerîfe riayet etmeyenler bu rahmet rızkından yiyemedikleri gibi düşünemezler de. Baş gözü ile göremediği şeyleri kabul edemeyip basit beşeri görünümün mahkûmu ve esiri olanlar düşünmezler mi, ki, göremedikleri çok şeylerin mevcut olduğunu, “gördüm” zannettiklerinin ise serap olduğunu?!.. Anlayıp da, yaratılışın nedeni olan maddenin ötesinde benî âdemin kemâlata ermesine, âdemin insan olmasına sebep kılınıp küllî rahmet-i ilâhî olan mânevî tertîb ve mânevî tecelliyatı ki, hikmet, marifetullah, fizikötesi metafizik hâdiselerin zuhuruna vesile kıldığı şahsiyetlere nâ-ehil niçin devenin nalband dükkanına baktığı gibi ürkek tavırlarla bakar?!. Söyleyeyim: İrfaniyet, arifiyet noksanlığı. Bencillik ve enâniyetin mahsulü kıskançlık kompleksi.
  Dîn-i İslâm’ın, sevgi, muhabbet, hoşgörünün horlanıp nefse haz veren, bencillik ve enâniyet bataklığına itilmiş olduğunu gören vazife ehlinin görmesi horlandığı gibi, iltifat bir yana, ilgi olmadığı hâlde itiraz ettikleri de görülmüyor. Belli ki, bu türden yetişmiş insanlar Hazret-i Allâh’ın varlığına, mânevî zuhuratlara inanmadıkları hâlde inanan insan toplumlarına karşı “ayıp olur” diye îman etmiş gibi görünüyor.
  Bu zihniyettekilerin Allah elçilerinin getirdiği, rızâ-yı Bârî’ye uygun, dünya ve âhiret ihyâ olmamızın planı, projesi Hazret-i Allâh’ın lütf u ihsanı olan şerîat-i garrâ nâ-ehlin yedinde. Sevgi, muhabbet, hoşgörü garibi, rahmet-i ilâhî yoksunu görünümünde olan bu şerîat tablosunu ilm-i zâhirinin bugünkü haliyle kabul etmelerini beklemek safiyeti “salaklık” olmuyor mu? Hele hele, Şerîat-i Muhammedî’nin 1200 senedir zamana uygun içtihata tâbi olması gereken yerlerine “fitne olur” telaşına kapılıp, toplumların devrinde ilerlediğine paralel, emr-i ilâhîye denk içtihat yapılamadı ise –ki, yapılmadı- millet olarak, ümmet olarak tedirginiz. Toplumların dine müteallık ilmine hitab edecekken, maalesef nâ-ehlin cehline yardımcı oluyoruz. Ve hitab-ı ilâhîye “beli” diyen safiyetli ruhları taşıyan, insan olmaya namzet benî âdemi eğittiğimizi zannediyoruz. “Camiye gelmiş cemaate namaz kılmalarını telkin etmek” gibi gülünç oluyoruz. Cami dışındakilere hitab edecekken, içtihatsız ilmimize dışta alıcı bulamayacağımızı biliyoruz!
  Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.) Hazretleri’nin şu hikmet fıkrasını uygun gördüm:
  Abdest suyunu burnuna çekerken: “-Ya Rabbi, burnuma cennet kokusu koklat” diyecek yerde, koku almayıp, yalnız koku veren taharet yerinde söyledi de Hazret uyardı, o kişiyi:
  “-Sen kardaş, deliği şaşırdın. O temenni ve niyazın yapılacağı delik cesedinin üstündeki koku almaya müsait yaratılan delik. Yanlış delikte yapıyorsun niyazını.
  Sayın hocam, namazı dışarıya anlat. Cemaat camiye gelmiş, namaz kılmak için. Kovsan da gitmezler.
  Na-ehlin telkini, gerçek dervişi Allâh’ın zikrinden hiçbir kuvvetin mahrum edemediği gibi dışarıdaki, Allâh’ın kullarına anlatmak kabiliyetini nefsinde görebiliyor isen anlat. Bilemiyor isen ihtiyârınla hikmet ve marifetullahın yaratılışın nedeni olduğunu bil. Rahmetullah pazarına git! O pazara Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz “cennet bahçesi” buyurdular. O bahçeden ihtiyârınla nasibini al.
 

Mana Ehlinin Hayatında Bariz Görülen Metafizik

  Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın hitabını iyi anla. Yol sırat-ı müstakîm olan yoldur. Bu yolda olanlara ehl-i tarik derler. Aslı tasavvuftur. Küll olarak dindir. İslâmiyet’ten başka din yoktur. Cümle semâvî dinler İslâmiyet’tir. Hazret-i Allâh’ın kullarına elçileri vasıtasiyle beyanı budur. Ezel-i ervâhta “ben sizin Rabbınız değil miyim?” Hitabına îman zafiyetinden “beli” yani “evet” diyemeyen ruhlar anlayamaz. Bu sır beşer ölçüsünü aşar. Yalnız yaşantısındaki îman pîrıltıları ezel-i ervâhta verdiği ikrarın madde âlemine yansımasıdır. Gafil olma, bu tür ölçüler küll olarak Allâh’ın ilminde malûmdur. Sadece Allâh’a mahsustur. Dünyada cesetlenmiş, asi ruhlardan mânevî kemâlatın zuhuru mu görülecekti?! Elbette hayır! Âdemlikten kurtulamamış, insan olmanın zevkinden mahrum, dîni içtihatsız bırakılmış toplumlardan miting meydanlarında şerîat-i garrâya avaz avaz “yaşasın” diye çığlık atmalarını mı bekleyecektik?!...
  Şerîat-i Muhammedî’yi içtihatsız bırakmamız toplumların bocalamasına yetmediği gibi, bir de İslâm’ın şartını da “beş” olarak ilân edip “müslümanım” demeyi zorlaştıranlar “lâ ilâhe illa Allah” diyenleri dahi birini diğerine düşman eden, emr-i ilâhînin rahmet, mağfiret olduğunu idrak edemeyen, buna rağmen dinde söz sahibi olduğunun zannı ile gerçek vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîlerin her zaman yeryüzünde tertîb-i ilâhî olarak mevcut iken mevcudiyetlerini hiçbir zaman kabul edemeyen, mânâyı da maddeye dönüştüren, sadece maddenin verdiği zevk ile yetinen ve bu kadarcıkla iktifa etmesini benî âdeme telkinden başka sermayesi olmayan, hikmet, marifet, tek kelâm metafizik yoksunlarından yaptıkları tahribatın hesabını Hazret-i Allah sormayacak mı?!.. Mahrum ettikleri ehl-i aşkın aşktan garib geçirdiği zamanının ruhi perişanlığının müsebbipleri dünyada olduğu gibi huzur-ı ilâhîde de alkışlanacaklarını mı zannederler?! Hayır!.. O mânâ âleminde cehle yer yok!
  Allâh’ın emrine ve Resûlü’nün tebliğine kayıtsız ve şartsız, acabasız, îmanı aşk-ı ilâhîye dönüşmüş, özel yaratılmış ehl-i zikri, ehl-i aşkı bu sözlerim ve izahımdan tenzih ederim. O bahtiyarlar ki, âmentü’nün ihtivâ eylediği bütün hükümleri nefsinde âcz ile tatbike çalışırlar. Küll olarak îmanın gerçeğini emr-i ilâhî ile maddede yaratılan sebeplerin anlamında mânâlarını bulmuşlardır. O mânâlar ki, acabasız îman meyvesi mutmain olmuş kalb, Hazret-i Allâh’ın tertibi ve tanzimine, elçisi ile kullarına bahşettiği ibadet, taat, evrat, ezkar, biat ve kesir zikrullahın verdiği füyuzat-ı ilâhî ile yaratanını sevmiş... Yaratanının da abdini sevdiğini zuhur eden ahval ve müşahadesi ile zevkiyab olmuş.. Şahsında zuhur eden metafizik tecellilerin mevcut îmanının kat kat muhafazasının aşk çemberinin zuhuru... Dikkat !.
  Yukarılarda, yaşayıp da izah etmeye çalıştım. Duydum ve gördüm ki, metafizik olayların tüm Allâh’ın kullarında az da olsa zuhuru görüle gelmiştir. İkaz ve irşâd için hassaten yaratılmış bahtiyar kulların hayatının tümünü kapsamış gibi görmek mümkündür. Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz’e Cebrail (aleyhis-selam) emr-i ilâhîyi tebliğ ettiler:
  “-Ya Muhammed! Kulum Ebu Bekir’den ben razıyım. O da benden razı mı?” Hitabının verdiği ilâhî aşkın zirvesinin tecelligâhı işitince hitab-ı ilâhîyi vecd ile kıyama kalkıp, zikrullah ile sema etmeye başladılar. Ne idi okuduğu esma: “Ene razi, Ente razi (ben ondan razı, o benden razı.)
  Bu hitabın zevkini samimi olarak almaya çalış. Zerre de olsa hissedar olasın. Dünya maddî ve mânevî kazançlara müsait yaratıldı, gafil olma!
 

Rabia Adeviye Hatun’un Aşk Yakarışı

  Rabia Adeviye Hatun ilâhî aşk tecellisinin vecdi ile kulluk ve îmanın zevkini yaratanından ayrı yaşayamayacağını açık müracaatı ile biz âcizleri de hissedar eylemiş. Zevkinden hissedar olup, gerçeği yaşayan kullarından eylesin, âmin:
  Cennette yok isen eğer cennet istemem.
Duzahda isen eğer rahmet istemem.
Yârin hayâli müşfik ise kalb-i yardan,
Âlemde bir lahza dahi vuslat istemem.
  Şerîatın mânâsı cemî kullarda say’-i gayret ve rahmet tecellisi, hikmet ve marifetullaha dönüşmüş ilâhî aşkın beşerden kelâm ve hâl olarak zuhurunu ancak hâl ehlinde görmek mümkün iken nâ-ehilde aramak Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği mânevî teşkilatı bilememesidir... Şüphe yok ki, mânevî yaşantı yoksunluğundandır. Bu türlü cehlindendir. Ehl-i aşkın aşkını ve zevkini artıran kurbiyet tecellilerinin yoksunu! Zevk-i aşktan nasip alamadığından inkâr yolunu tercih etmesi elbet aşk ehlini rencide eder. Fakat bu zevki tatmamış nâ-ehil indinde aşk noksanlığı yadırganmaz!
  Yunus Emre de aynı mânâ ve benzeri müracaatını, yalnız değişik kelâm ile Cenab-ı Hakk’a yakarmış, zatından gayrı zevki ve isteği olmadığını avamın dahi anlayacağı biçimde, kıyamete kadar alıcısı eksilmeyen aşk sergisinde sergilemiş:
  Cennet, cennet dedikleri,
Bir kaç köşkle, bir kaç huri.
İsteyene ver sen anı,
Bana seni gerek seni.
  Ehl-i aşkın hâlini ancak âşıklar anlar; sağır kızın dilinden anasının anladığı gibi...
  Rabia Hatun:
  “Senin olmadığın bir yer cennet de olsa istemem. Senin varlığını, fiili ve subuti sıfatlarını lütf u ihsanınla yaşayarak, zati sıfatlarını bir nebze de olsa istisnai rahmetinle, hissederek yaşantımın zevkinden mestim, hayranım, mutmainim. Eğer vuslatla bu duygum, bu aşkım azalacaksa iki âlemde de vuslat istemiyorum!”
  İşte gerçek aşk. İtminan-ı kalp. Acabasız îman. O benden razı, ben ondan razı (makam-ı rızâ)...
 

Kadın Muhteremdir, Allah Emrinin Hilâfına Hareket Etmedikçe

  Rahmet-i ilâhî kadınlar için daha toleranslı, ferahlatılmış ihsan edilmiş olup erkeklerin hayatlarında maddî ve mânevî ilâhî imtihanları kadınlara tanınan müsamahalı teklifata eş değer olmayıp, kadın maddî ve mânevî yapısı ile erkeğe eş değer yaratılmamış. Kadınlara bahşedilen rahmet-i ilâhî erkeğe nazaran daha toleranslı ve iltimaslı kılınmıştır. Fakat her şey maksada ve hikmete mebni yaratıldığı değeri taşır. Noksanlık gibi görmemek gerekli olup yaratılan her şey yaratıldığı değeri ile değerlidir. Birini diğerine karıştırma! Zulüm olur. Bu hikmeti bilmek kadına karşı vazifemizi idrak, Hazret-i Allâh’a karşı edeptir. Tertîb-i tanzim-i ilâhîyi, kulluk vecibesini yerine getirmek kasdi ile bilmek hemcinsine karşı edeptir.
  Rabia Adeviye Hatun kadındır. Kadınsa, makam-ı velâyete çıkamaz. Derecesi “hatunluk”tur. Makam-ı velâyet ancak ricalin yani erkeğin müsait kılındığı velâyet makamıdır. Bu makam nisa taifesine yani kadına göre tanzim ve tertip edilmemiştir.
  Muhterem yaratılan kadını yaratılışın dışında vazife ile yükümlü görmek yaratılana haksızlık olduğu gibi, kadına bilgisizce yapılan zulümdür. Kadına uygun yaratılmış çok vazifeler vardır ki, bunların icrasına ancak kadın muktedir olup erkek muktedir ve müsait olmadığından teklifi dahi gülünçtür ve zulümdür.
Çok tel kırılır sîne-yi kânun-ı cihanda,
Nâ-ehline mızrâb-ı tasarruf verilince.
  Çok telli kânun ustası elinde mızrabın değeri vardır. Ruha gıdadır. nâ-ehlin eline mızrab verilirse nağme çıkarmak yerine tellerde hayır kalmaz, kırılır. Ehl-i aşkın mânevî zevki yerini ikrah ve hoşnutsuzluğa bırakır.
Her ne kılmışsa adâlettir Cenâb-ı Kibriyâ,
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.
  Hazret-i Allâh’ın tertibine gücün varsa rızâ gösterme! Allâh’ın kânununu beğenmeyip küçümseyenlerden gazab-ı ilâhî tecelli edip, nazar-ı ilâhînin çekildiğini gören ve müşâhede eden gözlere ve zatlara itimat senin için rahmettir.
  Rabbımızın Hazret-i Kur’ân’da bildirdiği gibi: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Nahl Sûresi, 43)
  İşte kadını makam-ı velâyette imiş gibi muameleye tâbi kılmak kadına eza, topluma gerçek dışı zulümdür. Kadın cemaate namaz kıldırmak için imam olamaz. Bir kavile göre “kadınların kendi aralarında cemaatle namaz kılmaları, imam olan kadının birinci safta ileri çıkmadan namaz kıldırması kerahaten caizdir” denilse de kerahat harama yakındır. Akaid imametlik bahsinde izah edilir. Az çok inanan insan kerahatli icraate iltifat etmez.
  İnanmıyorsan Asr-ı Saadete bak, bariz görürsün. Peygamberimiz Efendimiz’in hanımlarından Efendimiz’in mânevî vazifesine ve yaşantısına herkesten daha çok vakıf, ilmi, irfanî müsait Hazret-i Aişe (r.a.) Validemiz çok müşkül durumda kaldığı hâlde imametlik iddiasında bulunamadı! Zira mânevî vazifeler, “rical-i gayb ve kırklar meclisi ricalden müteşekkil olup, kadın bu mecliste vazifeli olmamıştır.” Rical “erkek” demektir. Bu kadar bilgi ile iktifa et. Fazlasını açmaya yetkim yok.
 

Belirli Şahsiyetlerin Metafizik İzahları

  Zaman Gazetesi neşriyatından Fethullah Gülen Hocaefendinin beşerin hizmetine sunduğu Metafizik kitabında işaret buyurduğu, ehlinin malûmu olup nâ-ehlin (Allâhu âlem) baş gözü ile görmediğine inanmayan zaman uleması gerçekleri az da olsa hatırlasın diye, Hazret-i Allâh’ın kelâmı ve bildirisi Hazret-i Kur’ân’da bariz görülen metafizik olaylardan cin, şeytan, melâike gibi fizik ötesi, cesetsiz yaratıkların fiziki olaylarda mevcudiyetleri icraatları ile bilinen, gözle görülemeyen metafizik varlıkların inkârının emr-i ilâhîye ters düştüğünün bilgisi ehline mahsus kılınmıştır.
  Allah elçilerinin emr-i ilâhîleri tebliğine çelişkili ilme iltifat eyleyip, gerçeklerle bağdaşmayan çarpık düşünce ve hâlin îman ile izahının mümkün olmadığını bildirmek gaipden haber vermek değil, gerçeklerin aslı olduğunu anlatan Hocaefendi’nin yazdığı Metafizik 1-2 kitabını okudum. Şüphe yok ki, yazmakta olduğum Metafizik kitabı ile ilgili düşüncelerime katkıda bulundular. Allah ilmini âli kılsın. Zaman zaman, yeri geldikçe, olduğu gibi aktarmakla okurlarımın bilgilerine hizmet edeceğime inanıyorum.
  Fizik ötesi olayları küll olarak bilmenin ve yazmanın beşerin haddi olmayıp, ancak yaratan Hâlık-ı Zülcelâl’in gücü ve yetkisinde olduğunu anladım ve beş duyu ötesinde hissettim. Gördüm ve yaşadım. Bu abd-i âciz, âczimle haddimi bilirim, el-hamdülillah. O bakımdan yalnız hayatımda zuhurunu müşâhede eyleyip, Hazret-i Allâh’ın varlığına, birliğine, gücüne, merhamet ve rahmetine, mağfiretine, elçilerine ve elçi vârislerine, velisine, delisine, mü’min, müslim, kâfir, ehl-i hakîkat ve ehl-i aşkı ayrı görmediğini, yerde ve gökte rahmetini fiziki ve metafiziki türlü bahanelerle nâ-mütenahi kullarının istifadesine sunduğunu, Hazret-i Kur’ân’ın baş âyeti olan el-hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin âyeti sırrının anlamına dâhil yetmiş iki milleti bir göz ile görmeyen halka müderris olsa hakîkatte asidir mânâ ve hikmetini anladım. Rahmet-i ilâhîyi metafizik yönünde daha bariz buldum. İşte naçiz şahsımda olsun, yakınlarımda olsun hayatlarında müşâhede eylediğim, şahidi olduğum metafizik olayları bugün idrak ettiğim kadar yazmaya çalışacağım. Hazret-i Allah muvaffak kılsın ve te’sirini halketsin. Âmin ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
  Îmanı müsait yazarlarımız yaratılışın fizik ötesi metafizik tecellileri Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği mânevî teşkilatı hurafeye uydurmaya kaçmadan, Hazret-i Allâh’ın bildirdiği kadarını bildirilmesine uygun bildirebilseler idi, tevhit dînini maddeden gayrıya iltifat etmeyen taklitçiler rahmet-i ilâhî olan mânâyı bilgisizce inkâr malzemesi yapamazlar idi. Mânâyı inkâr eden materyalistler din âlimi edası ile masum toplumlara din adına tahribat yapamazlardı. Cümle insanlığı rencide ve perişan eden beşeri zaaf ve düşüncelerini Hazret-i Allâh’a maletme gibi bilgisizce nankörlüğe cüret edemezlerdi.
  O zaman ne olurdu? Toplumlarda gazab-ı ilâhî yerini rahmet-i ilâhî ve merhamet-i ilâhîye terkederdi. “Bilmem olur mu, böyle dünya?” Demeyesin. Kısa ömürlü de olsa bazan oldu. Hikmet-i ilâhî “lev-lâke levlâk, le-mâ-halaktü’l-eflâk (Sen olmasa idin, eflaki yaratmazdım)” hitabının tecelligâhı peygamber efendilerimizin ve cümle îmanlı Allah kullarında kıyamete kadar Nur-ı Muhammedi’nin zuhur edeceğini âciz kullarına sonsuz rahmetini müjde veren Hâlık-ı Zülcelâl Hazret-i Kur’ân’da Zümer Sûresi’nin 53. Âyetinde asi kullarına sonsuz rahmetini beyanla şöyle buyurur:
  “De ki; ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım; Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâhları bağışlar. Şüphesiz ki, o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
  Mânâsı açık ve sarih olan bu ve buna benzer, Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbımızın kelâm sıfatı ile kullarını rahmet ve merhameti ile ihyâ olmasını dileyen Cenab-ı Zülcelâl Ve Tekaddes Hazretleri’nin rahmet sıfatını zikretmeyip, rahmet-i ilâhînin kesir ihsanını bilmeden, yalnız gazab âyetlerinden bahsedip, âciz ve tedirgin kulun kul olma yolunu kapatmalarının ilm-i mânevîde yerini bulmak mümkün değil. Tasavvuf ki, Allâh’a giden yol anlamında ifade edilen tarîk-ı Allâh’ın rahmet sıfatına giden bariz vesileyi hiçe saymak; Allah elçilerinin yaşadıkları zamanlarda Hazret-i Allâh’ın rahmetinden istifade eden kul olmanın nedenlerinin mânâsı şerîat, bu rahmetlerin cemî ile zuhur eden marifet ve hakîkatlere ters düşen, îmanın altı şartı ve Hazret-i Kur’ân’ın bazı âyetlerinin anlamını hakîkatlerden uzaklaştırarak gösterilmek istenmesinin sebeb-i hikmetini hâlâ anlayamadım. Aklın ürettiği din ile varılması istenen tarikin nerde karar kılacağını bilemediğim gibi, beş duyunun mahkûmu materyalist kitlelerin bu tür ilimlerine “İslâmi ilim” denmesini de anlamış değilim.
  Bu abd-i âciz derim ki: Haddi aşmayalım. Gayretullaha dokunmayalım. Sonsuz rahmet ve merhamet-i ilâhîden mânevî rızkımızı alalım, inşallah.
 

İstisnai Kişilerin Rüyaları Umumiyetle Metafiziktir. Peygamber Efendimiz’in Rüya Tabiri

  “Yusuf’a biz rüya tabirini öğrettik. Ona hikmet verdik. Hikmet verdiklerimize çok çok rahmetimizi ihsan ederiz.”
  Peygamber efendilerimize vahy-i ilâhî rüya âleminde de tebliğ edilmiştir. Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e de vahy-i ilâhî altı ay rüya âleminde tebliğ edilmiş olduğundan “sadık rüya vahyin kırkaltı cüzünden bir cüzdür” denir.
  Peygamberimiz Efendimiz sabah namazından sonra mihrapta cemaate karşı döner ve ashaba hitaben:
  “-Bu gece mânevî rüya gören var mı?” diye sorarlardı.
  Görenler rüyalarını anlatırlar, Efendimiz tabir buyururlar idi. Bazan Ebu Bekir Sıddık (r.a.) Efendimiz’e hitaben:
  “-Sen tabir et, ya Eba Bekir” diye emir verirler, o da emr-i Peygamberi üzere tabir ederler ve:
  “-İsabet ettim mi, ya Resûlullah?” diye âczini itiraf ederlerdi. Bazan Ömer ibnü’l-Hattab (r.a.)’a tabir ettirirler:
  “-İsabet ettim mi, ya Resûlullah?” diye gerçeğini öğrenmek isterlerdi. Peygamber Efendimiz cevaben:
  “-Bazısına isabet ettiniz, bazılarına da isabet edemediniz” diye mânânın zuhur kaynağı, ilm-i ledün sultanı, fiziki tecelliyat ile metafizik hazinesi gerçekleri ümmetinin anlayacağı gibi dile getirirler idi.
  Rüya tabir kitabı yazılmaz. Yazmak haddini bilmemek ve hakîkatleri tahrifdir. Rüya tabirini Hazret-i Allah ehil kıldığı kullarına vermiştir. Verâsetle ilgilidir. İrticalendir. İnkârı küfürdür. Kur’ân’a ters düşer. Bilemediğimiz mânevî tecellilerin inkârı ilim olmadığı gibi cehalettir, cehlin de cehlidir.
 

Gaybı Yalnız Allah Bilir

  Gaybı bilen odur. Gaybı kimseye göstermez. Ancak razı olduğuna ve elçilerine lüzumu kadar ihsan eder. Bildirilen küll değil cüz’idir. Küll zatına mahsustur (sure-i Cin’de belirtildiği gibi.)
  Gayba îman, îmanın âmentü’sünün kısaltılmış ifadesidir. İslâm’a girmeyi, müslüman olmayı îmanın altı şartına benzeterek eş değer telkinde bulunmak Allâh’tan başka ilâh olmadığını ikrar eden kula beş şartı daha yerine getirmeden İslâm olamayacağını bildirmek tertîb-i ilâhîye ters düştüğü gibi İslâm’ın anlamını bilmemekten kaynaklandığı için İslâm’a vurulan darbedir. Bu tutumumuzla Allâh’ın kullarına İslâm olmayı zorlaştırdığımızı bilelim. Emr-i ilâhîye ve peygamber efendilerimize tâbi olmayı güçleştirdiğimizi de şahide gerek duymadan iyi anlayalım.
  “O müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan zekât verirler.
  Gene onlar sana indirilene, senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara ve âhiret gününe îman ederler.
  Onlar Rabbelerinden hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.” (Bakara Sûresi, 3-5)
  Emr-i ilâhîler umumi olup, zamana uygun, kullarının anlayacağı biçimde lütfedilmiş rahmet-i ilâhîdir. Öyle ise Allâh’a inanan Ehl-i Kitab’a “gayr-i müslim, kâfir, gâvur” deme günâhından kurtulalım. Çizmeden yukarı çıkmayalım, lütfen.
  “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz îman etmediniz. Ama “İslâm olduk” deyin. Henüz îman kalblerinize yerleşmedi.” (Hucurat Sûresi, 14)
  Hazret-i Allah îmanla İslâm’ı biz âciz kullarına açık seçik bildirdiği hâlde, muhterem hocam, İslâm olmayı zorlaştırmak insanlar arası düşmanlıktan başka ne getirdi?! Lütfen dikkatle Hazret-i Allâh’ın bu bildirisini tefekkür edelim. Bindörtyüz sene evvelki, medeniyet görmemiş bedevî “lâ ilâhe illallah” demekle müslüman oluyor da, bugünkü İslâm diyarında, İslâm anadan babadan olma, Allâh’tan başka ilâh kabul etmeyen, biçare Allah kullarını şartlara bağlayarak, Allâh’tan kaçırıp, hemcinsine düşman etmen nefsine enâniyetten başka ne getirdi?!.. Hucurat Sûresi ondördüncü âyet ve buna benzer yakın mânâ taşıyan Allah bildirilerine bilmeyerek de olsa, din adına sakın başka anlam vermeye kalkışma! Âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in de bildirisi budur.
  Efendimiz’in vasıtası ile cümle kullarına bahşedilen en mütekâmil kulun kemâlatına vesile kılınan şerîat-i garrânın kabul edilemez hâle gelmesindeki perişanlığı biz âcizlerin “Dîn-i İslâm’a hizmet ediyoruz” kasdi ile bilmeden hata ettiğimizi anlayıp tövbe, istiğfar anlamında ilân etme mertliğini gösterebileceğimiz zaman hâlâ gelmedi mi?!..
  Lütfen, bitsin artık “sen-ben” ayrılıkları!
  Hazret-i Allah “birbirine düşman olsunlar” diye kullarını yaratmadı.
  Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz ne buyurdular, dikkat et:
  “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz!..”
  Müsâade edersen, Allâh’ın kulları “ben yüce varlığa inanıyorum. Ben müslümanım” diyebilsin. Ondan sonra mü’min olmanın tarikini (yollarını) bulsun ve samimi olduğu kadar îmanının zuhurunu yaşasın.
  Îman, aklın mantığın ürettiği değil, aklınla yapacağın yolculukla ilgisi olmayıp, onu ancak ve ancak Allah ve elçilerinin gösterdiği yolda bulacaksın. Gerçeklerden sapmayasın. Yol sırat-ı müstakîm olan yol; ahlâk, ahlâk-ı hamide -ki mekârim-i ahlâk- bu rahmetlerin görünümü “Edeb”dir. Yaratanına karşı Edeb, elçilerine karşı Edeb, hemcinsine karşı Edeb, hayvanat, cemadat, yaratılan fiziki veya metafizik cümlesine Edeb... Tek kelâm ile ifade eder isek tasavvuftur. Hazret-i Allâh’a giden yoldur. Allâh’a giden yol ise yaratılan mahlûkatın nefesi adedinden de çoktur. Yolun efdalinin mihengi, ölçü ve birimi kitap, sünnet olduğu gibi, zamana göre, kesin haram kılınanların dışında güzellikler manzumesinin kişinin îmanının yansımasının dünya yaşantısında da bariz zuhurunu görmek mümkündür.
  Ehillerine her devirde, samîmiyetle tâbi olanlara bilgisi ve îman gücü nispetinde lütfedilen mânânın, yani âdemin insanlığa tebdil olmasına yegâne yardımcı rahmet-i ilâhî olan fizik üstü, metafizik yaşantının tecellisidir, rahmettir. Az da olsa kitap ve sünnette olmayan, yaşantımızda zuhuru görülen hâdiselerin içtihatla zamanın yaşantısına uygun hâle getirilmesi lüzumludur ve gereklidir. Zamana göre ehlinin ictihâdî inanan toplumlar hatta inanmayan kitleler için de lüzumludur. İçtihadın yapıldığı toplumların yaşantılarında her türlü güzelliklerle muâsır milletlerin üstünde görülmesi gerekirdi. İçtihadın eserinin insan hayatı süresince beşerin yaşantısında görülmesi mümkündür.
  Ziya Paşa’nın hitabı: Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Her kelimesi üzerinde durulmaya değer..
  Emrah’ın bir dörtlüğünü yazmadan geçemiyorum:
Emrâh’ı cehdeyle, kâli hâl eyle.
(Emrah’ı dinle. Laf ebeliğini bırak. Lafı gerçek eyle.)
Kâl ehl-i olandan infisâl eyle.
(Laf ehl-i olandan kaç.)
Erenleri bul da imtisâl eyle.
(Allâh’ın rahmetinin zuhuruna vesileyi bul da, tâbi ol.)
Seni de vâsıl-ı Mevlâ ederler.

(Eğer rahmet-i ilâhîden nasip almak ise muradın tâbi ol ki, makam-ı kurbiyette olasın.)
 

Şahide Gerek Duyulmadan, Hayli Zamandır Gösterilen Gerçeklerden Soyutlanmış, Metafizik Yoksunu, Beş Duyunun Esiri Olan Âdemi Materyalistleştiren Başı Madde, Sonu Yine Madde Olan Akılcı Bir Din Sergiledik. Ezelde Lütfedilen Îmanı Doyuramadığımız Gibi, Rahmet-i İlâhîden Ümit Beklentisi İle Avunan “Mürid”in De Küfrüne Küfür Katıldığı Bilinen Bir Gerçekdir

  Bundan evvel yazdığım Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik ile Merhamet-i İlâhîden Hikmet Damlaları’nda belirtilen metafizik yoksunluğunun ilacını birlikte sunmaya çalışan bu abd-i âciz, anladığım ve inandığım kadarı ile hemcinsime faideli olmaya çalıştım. Allah te’sirini halketsin, âmin.
  Eğri oturduğumuz hâlde doğru konuşalım. Bugünlerde toplumlara yansıtılan Dîn-i İslâm’a ait emr-i ilâhîler Asr-ı Saadet’teki İslâm’ın, Allâh’ın değişmeyen emirlerini yansıtmıyor. Gemi var, amma pusulasız, kaptansız. Hülasa, müeyyidesiz bir gemi!
  Dikkat ediyor isen görürsün: Rahmeti, mağfireti nâ-mütenahi olan Hazret-i Allah kulunun samîmiyetine göre ihsan ediyor, şüphen olmasın. İnanarak say’-i gayretini kullan. İşi iltimasa bırakma. Hazret-i Allâh’ın ve tâbi olduğun Allah elçisinin tebliğ ettiği ve bildirdiği şerîata sıkı sarıl.
  Sonra gelen şerîatı seçmek senin inisiyatifine ve ilmine tevdi edilmiş olup, sonra gelen, zamana göre ihsan edilen şerîatteki rahmeti idrak edebiliyor isen kemâlattır, rahmettir. O türlü rahmeti bildin ve buldunsa ne mutlu! Eğer samîmiyetle evvelki şerîatini muhafaza edebiliyor isen sana da ne mutlu!..
 

Kur’ân’daki Âyetler Allah Kelâmıdır. Bütün Âlemdeki Görünen Ve Görünmeyen Her Zuhurat Mecâzî Olarak Fiiliyat-ı İlâhîdir

  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)
  İşte başlıca bilgisizliğimizin bariz nedeni yerde ve gökteki, zuhuru gizli olmayan âyetleri umursamadığımızdan... “Tabîat hâdisesidir, doğaldır” der geçeriz. Düşünemiyoruz ki!.. Gökte ve yerde gördüğümüz ve mevcut olup da göremediğimiz fiziki ve metafiziki olaylar, her an mevcudiyetini görüp hissettiğimiz ve tabii gördüğümüz, benî âdeme hizmet için noksansız zuhuru görülen, tertîb-i tanzim-i ilâhî, Hazret-i Allâh’ın fiili sıfatlarının tenezzülen zuhuru olup, bi-zatihi olmayıp, izâfi ve mecâzî olduğunu, hiç bir araca ve gerece gerek duymadan insanın okumasına müsait yaratılmış fiili âyetlerdir.
  Deme sakın “ben yalnız ve yalnız Allah kelâmı ile iktifa ederim. Fiiliyatındaki bu âyetler beni ilgilendirmez.” İşte bu türlü çarpık zihniyet sahibi benî âdemden metafizik tecellilerinin o kişinin îmanında bulunması muhâl olduğu gibi yaşantısında görmeye çalışmak karanlıkta serab aramaya benzer.
  Metafizik tecellilerin bu âlemde zuhuruna şahit olan dede ve ninelerimizin anlata anlata bitiremediği çok hatıraları dinleye geldik. Yol büyüklerimizin de hayatını zevki ile ihyâ eylemiş metafizik olayların zevkine hissedar olduğumuz gerçek vakıadır. Bu mânevî tertîb ve tecellilerden nefsini soyutlamak, gerçeği gören ve yaşamaya çaba gösteren ehl-i hakîkat ve ehl-i aşkı tahribattır.
  Herkesin gördüğü, sadık ve gelecekten haber veren veya bir konuda insanı irşâd eden türünü görmezlikten geldiği rüyalar, her ferdin metafizik âlemle münasebet zeminlerinden sadece biridir. Ayrıca uyanık veya yarı uyanıkken pek çok insanın yine bu âlemle münasebete geçerek, bu âleme ait manzaraları müşâhedesi de sıradan vakıalar arasındadır ki, mutasavvıfîn bu hâli “yakaza” diye ifade eylediği vakidir.
  Maddeyi müşâhede yetkisi verilen beşer beş duyuya değil, beş duygunun dışına çıkmadıkça benî âdeme mânâyı görme kabiliyeti verilmemiştir. Eğer maddede mânânın zuhuru görülüyor ise zuhuru görülen şahsın taşıdığı sıfata göre isimle anılır. Peygamber efendilerimizden zuhuru görüldü ise “mucize”dir. Evliyâullahtan zuhuru görüldü ise “kerâmet”tir. Zuhur eden kerâmetin zaman zaman devamı görülmesi ise “burhan”dır. Halkeden Hâlık-ı Zülcelâl’dir. İnkârı küfürdür. “Habibim sen atmadın, illâ ben attım” buyruğunu iyi anla. Güç, kuvvet yalnız ve yalnız Allâh’a mahsustur. Bu güç ve kuvvete âciz benî âdem “benimdir” diyemez. Gayretullaha dokunur. Diyorsa cehlindendir.
 

Âdem Toplumları Allah Elçilerini Küll Olarak Neden Kabul Edemeyip, Canlarına Kasdettiler?

  Üzerinde mutlaka durulması lâzım gelen önemli gerçek!
  Teknoloji ve medeniyetin doruğa çıktığı bugün dahi bu türden anormallikler devam ediyor. Hastalığın virüsünü yani mikrobunu görmek için mikroskoba gerek yok. Hiçbir alete ihtiyaç duymadan, metafizik rahmetinden bakarsan gerçeği her an görebilirsin. Düşmanlıklar tarih boyu böyle oldu. Bugün de böyledir. Dîni kurallar ki, Allâh’ın tertîb ve tanzimini aklın üretimine denk getirebiliyor, nefsanî duygulara eşdeğer gösterebiliyor isen sorun yok; eğer metafizikten bahsediyor isen elbet gerçek bu. Nakli akla dönüştüren, beş duyunun esiri materyalistlere ters düştün, dananın kuyruğunu koparttın! Allah yardımcın olsun!.
  Allah elçilerinin cümlesi peygamberimiz efendilerimizin hayatlarına bak. Materyalistlerin zulme dönüşen icraatlarını fazlası ile göreceksin:
  Nuh (aleyhis-selam)’ın ümmetinden gördüğü ezaya, cefaya sebep ne idi?!.. Suçu Hazret-i Allâh’ın emrine icabet ederek, deniz olmayan yerde Allâh’ın emr-i ilâhîsi ile gemi yapması. Maddeden başka bir şey kabul edemeyen, mânâ cahili cemaatlerin maddede zuhurunu gördüğü zaman yine bir şey anlayamadığı metafizik olay değil mi?..
  Hazret-i Allâh’ın “halilim” yani “sevgilim” hitabı ile Allah tarafından övülmüş İbrahim (aleyhis-selam)’ın günâhı ne idi ki, mancınıkla ateşe atıldı?!.. Gerçeklerin ifşası metafizik olayları akılcılar batıl inançlarına sığdıramadıkları için, gerçek îmanı yakıp, kurtulmak istediler. Zira gerçeğin zuhuru ve yayılması hakîkat yoksunu müşriklerin hurafeye kaptırdıkları inançlarının sonu demekti.
  Hükümdarlar tahtlarını hakîkat dışı telkinlerle kurmuşlar, kendilerinin ilâhlığını ilân etmişler... Başka ilâh kabul edemezlerdi. Etmeleri de mümkün değildi. Çünkü düzenleri ve saltanatları hakîkat kabul edemeyen, yalan, hurafe ve entrika üzerine kurulmuştu.
  Musa (aleyhis-selam)’ın dünyaya geleceği ve dünyada mevcudiyeti Firavun’u niçin telâşe düşürmüştü ki, dünyaya gelen bilumum erkek çocuklarını öldürttürüyordu?!. Firavun’u kahreden Musa (aleyhis-selam)’dan zuhur eden metafizik olayların Musa (aleyhis-selam)’da Hazret-i Allâh’ın mânâyı maddede tecelli ettirmesi ile Firavun’un ilâhlığının iflası ve batıl inançlarının yok olması değil miydi?!..
  Dünyaya gelişi de, gidişi de fizik ötesi metafizik olay olan İsa (aleyhis-selam)’dan zuhur eden hikmet-i ilâhî ve metafizik hâlleri anlatmaya beşer muktedir olamayıp âcizdir.
  Garbın düşünürleri diyorki:
  “Bugün bizim bildiğimiz tek şey Hazret-i Mesih’in hoş görüyü temsil ettiğidir.”
  Allâh’a yeteri kadar îman etmeyen materyalist Yahudilere metafizik dînin kapılarını gösterdiği ve Hazret-i İsa’nın bir sır olarak doğduğu ve bir sır olarak öldüğüdür. Hazret-i Allah cümle kullarına peygamber efendilerimizin cümlesini şefaatçi kılsın, âmin...
  
 

İsa (Aleyhis-Selam)’ın Tekrar Dünyaya Geleceğine İnanmak Hazret-i Kur’ân’a, Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in Âhir Zaman Peygamberi Oluşuna Ve Hakîkat Tecellisine Ters Düşmüyor Mu? Bir Allah Elçisi Diğer Allah Elçisine Ümmet Olmaz. Hepsi Biri Diğerinin Kardeşidir

  Hazret-i Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:
  “Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler, uyarıcılar olarak göndeririz. Kim onlara inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaktır.” (En’am Sûresi, 48)
  Güç, kuvvet Hazret-i Allâh’a mahsustur. Peygamber efendilerimiz Hazret-i Allâh’ın verdiği güç ve kuvvet dışında hiç bir güce ve iradeye sahip ve muktedir değillerdir. Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Aksini düşünmek şirktir.
  Cümle peygamberler Hazret-i Allâh’ın ezel-i ervâhta özel yarattığı elçileridir. Yaratılışları günâh işlemeye müsait olmadıkları gibi, kemâlatları da kendi eserleri değildir. Gerçeklere bu açıdan bakarsak İsa (aleyhis-selam)’ı tekrar dünyaya getirmek zevkinden vazgeçeriz, inşallah.
  Tertîb ve tanzim-i ilâhî olan, her yönünden metafiziğin zuhuru bariz görülen İsa (aleyhis-selam)’ın dünyaya geliş ve gidişinin mânâ tecellisine zâhiri kılıf bulamayanlar Hazret-i İsa (aleyhis-selam)’ı dünyaya tekrar getirmek ihtiyacı ile Kur’ân-ı Kerîm’de uygun âyet aradılar. Zuhruf Sûresi’nin 61. âyetinde bulduklarını meâl ve tefsirlere yazdılar. Âyet-i celîle meâlen şöyledir:
  “Şüphesiz ki, o kıyamet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin ve bana uyun. Çünkü bu dosdoğru yoldur.”
  Bu âyet-i celîlenin neresinden İsa (aleyhis-selam)’ın tekrar dünyaya geleceğini çıkardılar? Hayret!.. Gelmesi ile neyi sağlayacaklar? Onu da anlamış değiliz.
  Türk milletinin medar-ı iftiharı, kendi kendini yetiştirmiş, birbuçuk sene Diyanet İşleri Başkanlığı vazifesinde bulunmuş, Suudi Arabistan’ın merkezi Riyad’da İmam Muhammed Üniversitesi’nde yedi sene tefsir öğretmenliği yapmış Prof. Dr. Süleyman Ateş Efendi Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri’nde gerçeği şöyle anlatıyor:
  “Müfessirler bu âyeti İsa (aleyhis-selam)’ın gökten ineceğine delil sayarlar ve bu konuda bazı hadisler de zikrederler. Gerçekte âyette böyle bir delil ve anlam yoktur. Nitekim Taftazani ve bazı âlimler de âyette İsa’nın ineceği hakkında bir delil görmemişlerdir.”
  İşte metafizik olayı maddeye dönüştürmenin gülünç çabası. Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’i son peygamber göstermeme çabası. Sakın ha, “İsa (aleyhis-selam)’ın peygamberliği feshedilerek Peygamber Efendimiz’e ümmet olarak dünyaya gönderilecek” gafletine düşmeyesin. Allah verdiğini geri almaz. Bu türlü düşünmek îmanı tehlikeye düşürür! Bu düşüncenle Allah elçilerini tanımamış ve birbirinden ayırt etmiş olursun ki, tertîb-i ilâhîye ters düşersin. Îmanın şartı olan âmentü’nün mânâsına halel getirmiş olursun, dikkat!..
 

Hacer-i Esved: Ahd-i Misak Taşı, Ezel-i Ervâhtaki Îman İkrarının Mürşidi

  İşte metafizik olay: Hazret-i Allâh’ın ezel-i ervâhta cümle kullarından “ben sizin Rabbınız değil miyim?” hitabına “beli” yani “evet” diyen ruhların bu ikrarını yaprağa yazıp, siyah taşa (Arabça karşıtı hacerü’l-esved’dir) ki, ahd-i misak taşına yutturduğunu bildiren Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in beyanı veçhile beytullah’ın kalbi mesabesinde olan, ibadet kasdi ile yapılan her değişiklikte öperek müsâade istenen, öpmek için yaklaşılamıyor ise geriden ellerini takliden sürmüş gibi “bismillahi, Allahu Ekber” diyerek iki elinin parmak içlerini öpmek sureti ile ezel-i ervâhtaki ahd-i misak mürşidine dünyada da sadakat gösterip, beytullah’ta ibadet kasdi ile her yapmak istediği ibadetten Hacer-i Esved’i haberdar eylemek, cemî kullarının cesetlenmeden evvel verdiği ikrarın cesetli olarak tekrarı anlamında samimi îmanın zuhurudur.
  Ezel-i ervâh mürşidi Cennet-i a’ladan Cebel-i Kuveys’e indirilerek beytullah’ın köşesine emr-i ilâhî ile İbrahim (aleyhis-selam)’ın yerleştirdiği ahd-i misak taşı! Bizim zaafımızı bilen Rabbım kullarının ilâhî rahmetinden yararlanmanları için taşı vazifeli ve rahmet-i ilâhîye vesile kıldı. Hacer-i Esved’in mânâsını Hazret-i Resûlullah böyle izah buyurdular.
  Beytullah tamir edilmiş, Hacer-i Esved’i durduğu yerden alıp yerine koymak kabileler için büyük şeref idi. Bu şerefe nâil olmak için kılıçlar çekilmiş... Bu durumu kaba kuvvetle hâlletmek istiyorlardı. Bu hâlin feci sonuç doğuracağını idrak edenler uzlaşmaya vardılar. Ve karar verdiler ki: O anda beytullah’a ilk gelen kişiyi hakem kabul edeceklerdi.
  Ezel-i ervâhta peygamber olarak halkedilmiş, fakat dünyada Allâh’a davet emri henüz gelmemiş, vahy-i ilâhînin zuhuruna nâil olmamış, gencecik Hazret-i Muhammed Mustafa geldi. Bu zuhuratı zevkle tasvip eden kabile reisleri “emniyetli Muhammed” mânâsını taşıyan “Muhammedü’l-Emin geldi” diye sevindiler ve durumu Hazret-i Muhammed Mustafa’ya anlattılar. Resûlullah Efendimiz büyük bir çadır bezinin kenarlarından kabile reislerine tutturdular. Hacer-i Esved’i bezin ortasında mübârek elleri ile tutup öylece beytullah’ın Hacer-i Esved’i koyacakları köşesine getirdiler. Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz Hacer-i Esved’i mübârek elleri ile yerine yerleştirdiler. Durumdan memnun olan kabile reisleri Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-hakem” demekle memnuniyetlerini izhar ettiler.
  Bu olay tarihi bir olaydır. Zamanımıza kadar tevatüren gelmiştir. Tamamı ile metafizik olay olup, samimi îman sahiblerinin görerek yaşadıkları, inkâr edilmez bir gerçektir. Bu gerçeği idrak edenler benî âdemde zuhur eden irşâd vazifesini tereddütsüz bilirler. Hazret-i Allâh’ın emri ile rahmetine vesile kıldığı vazifenin zuhur merciini ölçmek zâhiri ilim erbabının terazisine uygun olmayıp, maddeden başka bir zuhurat tanımayan, hakîkat gafillerinin bu rahmet-i ilâhîyi malik olduğu ilimle bilmesi muhâl ve gülünçtür.
  İşte mihenk! Ölç, ölçebilirsen!.. Beytullah’ı aklının mantığının içine sığdırabiliyor musun?.. Âciz tavsiyem, Beytullah’ı “Beytullah” olarak kabul eden îmanı ara bul!..
  Peygamberimiz Efendimiz Kureyş topluluğuna hitaben buyurdular ki:
  “-Size desem ki: Şu dağın arkasında düşman var. Hemen hücum edecekler. Bana inanır mısınız?”
  “-Elbette inanırız. Çünkü sen “Muhammed el-emin”sin. Emniyetli Muhammed’sin” dediler.
  “-Sizlere tebliğ ediyorum: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullâh” (Allah birdir, şeriki ve naziri yoktur. Ben ise Allâh’ın kuluyum. Allâh’ın peygamber olarak gönderdiği son elçisiyim)” diye vazifesini tebliğ eyleyince ilâhlarını nefsanî hazlarına uygun ayarlamış, metafizik mahrumu, materyalist âdem toplulukları, gerçek ilâh yoksunları Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e ittifaken “-deli oldu, sapıttı” dediler. Habibim, onlar hayvandan da aşşağıdır hitabına mazhar olmuş, maddeyi putlaştırmış, ilâh edinmiş âdem toplumlarından başka ne beklenirdi!?.. Hazret-i Allah inanan kullarını îmansız kulların şerrinden korusun. Yeteri kadar îman edemeyen kullarını da gerçeği bildirmekle kurtuluşa erdirdiği seçkin kullarından eylesin, âmin.
  Bugün İslâm’ı ve îmanı bilmediği hâlde yaşayan muâsır milletlerin “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyeceği günü sabırsızlıkla ve ümitle bekliyoruz. Medeni milletlerde İslâm’ın yaşandığını ve îmana dönüştüğünü görmek îmanlı kitlelerin îmanlarının özlemle beklediği tecelliyat-ı ilâhînin zuhuru olacak, inşallah. Hiç, bilenle bilmeyen bir olur mu?! hitabının mânâsı zuhur edecek.
  İslâm’ın ve îmanın, yasaklanmışların ötesinde, Allâh’ın rahmeti ile yarattığı, “hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerde bulur ise alsın” hitabı ile cemî güzellikleri, Hazret-i Allâh’ın mü’min kullarına lâyık kılıp yarattığı güzellikleri muâsır ve medeni yaşayan, teknolojinin zirvesine tırmanan toplumlar bilmeden İslâm’ın bu yönünden yükselirken, gerçekten uzaklaşan bizler yani Muhammediler en mütekâmil şerîata sahip olmamızın idrakinden uzak, yalnız mânânın lafzı ile iktifa edip, yaratılışımızın anlamı ve mânâsının zamana göre tanzim edilmesi luzumlu iken, dîni içtihatları ve mânâyı, âdemlikten terakkiyatla insanlığın hazzına erme yolunda samîmiyetle çabalayan ve yaşantısından tatmin olan Allâh’ın kullarının duyarak, görerek yaşadıkları metafizık gerçekleri zâhir ulemasının ilim adına tahrif etmelerine gerçek mânâ noksanlığından ehl-i tasavvuf olduklarını iddia edenler de bilmeden yardımcı oldular. Metafiziği dışladık. Beş duyunun esiri olup, fizikten ileri gitmeyen, felsefeci materyalistliğin maddede elzem ve geçerli olduğu yerleri münakaşa götürmez iken, fiziki olayları mânâya da yansıtmaya kalkıştık. Beğenip de, yeteri kadar önem vermediğimiz, zuhuru görülen rahmet tecellisi olan mânâları da akıl potasında eritip madde ile eşit kıldık.
  Bu tür ayarlamanın âciz kulları rahmet-i ilâhînin dışına iteklediği yaşanan bir gerçek iken, dîni istismarlar çoğaldıkça kaybımızı daha iyi anlar olduk. Ne mi oldu? Söze gerek yok. îmanla bakarsan görürsün. Metafizik yoksunu dindarlara hakîkatlerin önünü kapatmakla tevhit dîninde istismara müsait kapılar ihdas ettik ve ferahca geçilmesini kolaylaştırdık. Gerçeği dışladık. Bu kararsızlığımızla dindar yaşadığımızı zannederek, îmanı Allâh’ın emrine göre değil de, nefsimizin hazzına uydurmaya çalıştık. Evvelki kavimlerin bilmeden düştükleri uçurumu bizler de farkedemedik, göremedik. Tefekkürsüz, arzdaki âyetlerden habersiz, metafizik yoksunlarına vahşi yolu “ehli yol” diye gösterdik. “Yardımcı oluyoruz” zannı ile küfür bataklığına, “din adına yardım ediyoruz” zannı ile hemcinsimizi itekledik. Kendimiz de beraber düştük.
  Hazret-i Kur’ân’ın birinci âyeti olan Rabbımızın açık uyarısını daha hâlâ anlayamadığımızı, Allâh’ın kullarını “gâvur, kâfir, gayr-i müslim” görmeye çalışmamız bu âyet-i kerimeyi kabullenemediğimizi göstermiyor mu?!.. “El-Hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin”in anlamını anlayamadık. “Hazret-i Allah yalnız ve yalnız bizim Rabbımizdir” dedik. Hâşâ, Hazret-i Allâh’ı tekelimize almışız gibi, edep harici fikir ve îman gösterilerine kalkıştık.
  Gururumuza yediremiyoruz, amma yanlış aldığımız dîni tedrisatın gerçeğine yönelme zamanı geçmeden samîmiyetle tövbe, istiğfar edelim. Her zaman mevcut olan gerçeği yaşamayı Allâh’tan lisânen, kalben, halen isteyelim.
  Cümle peygamber efendilerimizin, Musa (aleyhis-selam)’ın, İsa (aleyhis-selam)’ın, Muhammed (aleyhis-selam)’ın, cümle peygamber efendilerimizin dinleri tevhit dîni olan İslâmiyet’tir. İslâm’dan başka din olmadığını Hazret-i Allah bildiriyor. Getirdikleri emr-i ilâhîlerin hepsi de rahmettir, şerîattir. Kullarının tekâmül ve derecelerine göre ihsan edilmiş sonra gelen şerîate tâbi olmak kulun iradesine, görgüsüne tevdi edilmiş olup, zamanını nasıl idrak edişine ve görüşüne bağlıdır. Samîmiyeti ile evvel gelen şerîati Allâh’a eş ortak tanımadan yaşayabiliyorsa “müslüman”dır, kardeşimizdir. Tevhîd dîni olan İslâmiyet’e aykırı olarak, Allâh’ı tanımayıp küfr-i inadide ömrünün sonuna kadar ısrar eder ise işi Hazret-i Allâh’a kalmıştır. Allâh’ın azabı şediddir. İleri gitme. “Bu davayı üstleneyim” deme. Din gününün yegâne sahibi olan Hazret-i Allâh’ın avukata ihtiyacı yok. Yaratanımıza hamdederek, Dîn-i İslâm’ı daha iyi anlamaya ve yaşamaya samîmiyetle gayret edelim. Allah yardım etsin, âmin.
  Düne göre daha iyi anlıyoruz. Görünürde puta tapan kalmadı. Amma Peygamberimiz Efendimiz’in getirdiği Hazret-i Allâh’ın emrini ve nehyini rahmet olarak yansıtamıyoruz. Her emr-i ilâhîyi gazab-ı ilâhî gibi göstermek gafletine kapıldık. Nefsanî ürettiğimiz kapıdan başka kapı tanıyamadık. Tanımak da istemedik. Bu çarpık yaşantımızla Dîn-i İslâm’ı lüzumsuz gördük. Sorulduğu zaman “bizimde var” diyecek kadar kabul ettik. Hakîkat dışında kalmış, dindar geçinen zümreler bu gidişatları ile hakîkat dışı kaldılar.
  Ezel-i ervâhta “beli” demenin zevki ile zevkiyab olmuş, aradığını bulduğu ile iktifa eden, tarîk-ı müstakîm üzere olan yol ehlini Rabbım rahmeti ile muhafaza eylesin. Bu rahmetini cümleye nasip etsin, inşallah.
  Tahrif edilmiş. Mânâsı ile mânâdan uzaklaştırılmış. “İslâm’ı koruyoruz” kasdi ile bilmeden hakîkat dışlanmış. İnsanın ruhunu doyuramayıp, mânâdan yoksun kalınmış.
  Tertîb ve tanzim-i ilâhîler yol ehlini Allâh’ın zikrinden, zikre yönelik fikrinden uzak kılmasın, âmin.
 

Zikrullah Arzda Ve Semada, On Sekiz Bin Âlemde Canlı Ve Cansız Her Zerrenin Müşterek İbadetidir. Sadece Allâh’ı Anmaktır. Diğer Emr-i İlâhî Olan İbadetlerle Karıştırma!

  Yaratılışın sırrı, efdali şerefli mahlûk olan insandır. Hazret-i Allâh’ın varlığını tanıttığı bütün âlemdeki yaratıkların müşterek ibadetleri zikrullahtır. İnsan mânen, hâlen, lisânen yaratanını emr-i ilâhîyeye uygun kesir zikreder.
  Zikrullah metafiziktir “kıyâmen, kuuden ve ala cünubihim” (ayakta, oturarak, yatarak Allâh’ı zikrederler). Bütün ibadetlerin zamanı, adedi, mekânı belirlenmiştir. Allâh’ı zikir için tahdit konmadığı gibi kesir zikretmemizi Hazret-i Allah emrediyor.
  Bu rahmet-i ilâhî akıl ve mantıkla ölçülemez. Çünkü metafiziktir. Adil-i mutlak olan Cenab-ı Hak dilediğine ihsan eder. Yalnız zâhirle yetinen felsefeci âlimin ölçemeyeceği, sadece îmanının neşv ü neması ile aşk-ı ilâhînin zuhur ettiği ehl-i aşkta bu rahmet-i ilâhîyi bariz görmek kehânet değil.
  Beş duyunla yetinme. Hazret-i Allah cümle kullarına âczini itiraf kapısını aralık bırakmış. İnadı bırak. Rahmet kapısından içeri girmeye çalış ve mutlaka gir.
  Her tabîbe âşikâr etme derûn-ı derdini,
Her ne derdin vârise eyler devâ, Allah kerîm.
  O kapının gerçek bekçileri vardır. Hazret-i Allâh’tan samîmiyetle iste. Şu düsturu da hafızanda mihenk olarak bulundur: Tertîb-i ilâhî olan yolun başı şerîattir, ortası gene şerîat, nihâyeti de şerîattir. Allâh’ın emri, Peygamber Efendimiz’in getirdiği emr-i ilâhînin tebliğinden dışarı çıkma. Sırat-ı müstakîm budur. Ölçemiyorsan dahi abd-i âcize kulak ver. Zararın olmaz.
  Lütfen, zikrullaha, Allâh’ı çok zikreden zakire din adına karşı çıkma. Bu abd-i âciz vazifem itibarı ile sen kardeşimi uyarıyorum: Hazret-i Allah ve Resûlü hürmetine! Haddini bil. “Allah aşkına” demiyorum. Eğer aşk-ı ilâhîden nasipli olsa idin bu ricaya gerek yoktu.
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hazret-i Allâh’ın uyarısını dinle:
  “Münafıklar Allâh’ı zikretmezler, yâd eylemezler, zikretseler de pek az ederler ki, o da ağızlarındandır.” (Nisa Sûresi, 142)
  Hadis-i kudside:Kulum beni kesir zikreder. Ben kuluma aşık olurum, kulum da bana aşık olur. Hazret-i Allâh’ın lütfettiği bu aşk-ı ilâhîyi hatırdan hiç çıkarma.
  Maksadımız ne idi, mevzuyu nerelere götürdük...
  Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e vahy-i ilâhî, metafizik zuhurat, mânâ rahmeti tecelli etmeden evvel Kureyşiler ve cümle kabileler sevgi ve saygı ile hürmet ederler iken sonraları neden birden değişip, Hazret-i Resûlullah’ın canına kasdettiler, hicret emr-i ilâhîsinin zuhurunun tecellisine sebep oldular? Bu durumun başlıca sebebi toplumun garibi olduğu, fizik üstü metafizik yoksunlarının alışamadığı hakîkat cahilliği değil mi?
  Yalnız fiziki zuhurat ki, ilme’l yakîn ile tertîb ve tanzim-i ilâhînin nihâyet bulduğunun zannı ile iktifa eyleyip, mânâ dışı nefs-i emmaresini avutmaya çalışan kardeşim! Metafiziksiz, mânâsız davanı nereye kadar götürebileceksin?!..
 

Semâvî Dinlerin Hepsini İslâm’dan Soyutlayıp “Allâh’tan Başka İlah Yoktur” Diyenlere “Gayr-i Müslim, Kâfir, Gâvur” İthamını Daha Ne Kadar Devam Ettireceksin?!..

  “Yalnız ben müslümanım. Bütün insanlar gayr-i müslim, kâfir, gâvur” türküsünün mânâsının zuhurunda gazab-ı ilâhîden başka rahmet-i ilâhîye ait tecelliyata rasladın mı? Allâh’a “acabasız” îman eden bu abd-i âciz, cümle resûllerini emr-i ilâhî üzere birbirinden ayrı görmeden, şerîati ile yükümlü olduğum âhir zaman nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’i ilâhlaştırmadan, emr-i ilâhî ve rahmet-i ilâhînin zuhur merciinin hayranı ve aşığı, seksenine yaklaşmış, Hazret-i Allâh’ın verdiği irşâd vazifesinin ağırlığını tertîb-i ilâhî zevki ile taşımaya çalışan bu abd-i âciz derim ki:
  Allâh’tan kork! “Biliyorum” edası ile bilgisizce, Allâh’ın kullarını semâvî dinlere, -ki cümlesi İslâmiyet’tir- son gelen Allah elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e düşman ettik, onun izinden ayrılmamaya, gücünü seve seve veren Ümmet-i Muhammed’e ve en mütekâmil son şerîatın mânâsını yaşantımızdan da dışlayarak mânâ yoksunu metafizik garipliğine iteklendik.
  Kesinlikle görüyorum ki, metafizik ve mânâ yoksunu ilminle, metafiziksiz tedrisat ve düşüncelerinle tanzim-i ilâhî olan mânevî teşkilatı kabullenemeyen ilminden başka ne beklenirdi ki?!.. Görebiliyor musun, mânâdan habersiz, hakîkat fukarası, maddeden öte yol bulamayan ilminin alıcısı kalmadı; yetiştirdiğin çırakların dışında. Tezgâhını fizik ötesi metafizik yoksunlarının pazarına götür. Aşk pazarında sergilediğin emtaına müşteri bulamayacaksın. Benî âdem güzellik ve aşk arıyor. Senin tezgâhında bulunmayan şeyler bunlar...
  Senin ne sergilediğini görmek kehanet değil. Bütün çıplaklığı ile arz-ı endâm ediyor “Allah yalnız benim Allâh’ım. İslâmiyet yalnız ve yalnız benim dînim.” Bu ilmî nereden öğrendin? Nerede okudun? Bu mânâsız yaşantını Hazret-i Kur’ân’a maledemezsin.
  Dini tedrisat dahi tertîb ve tanzim-i ilâhî olan mecrasından saptırıldı. Fizikten öteye giden mânevî yolları bulmak zorlaştı. Büyük dîni tedrisat veren “Ezher Üniversitesi” ve benzerleri olan ilim yuvaları dahi mânâya karşı kör insanlar yetiştirdi. Bu insanlar ünvan ve şöhretlerinin gücüne dayanarak mânâda büyük tahribat yaptılar. Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği mânevî teşkilat horlandı. Gene Allâh’ın kullarından zuhur ettirdiği mucizeyi, kerâmeti ve kerâmetin devamı burhanı tevil yolu ile inkâra başladılar. Sonra tamamını inkâr ettiler. Bu inkâr açık seçik olmasa da, mızrağın çuvala gizlenemeyeceği gibi hakîkatler hiç bir zaman ehlinden gizlenemez.
  Metafizik yoksunu âlim kardeşim! Nefsine zulmetme. Çünkü İslâmiyet cümle peygamber efendilerimizle Hazret-i Allâh’ın kullarına lütfettiği, iradesine bağlanmanın ismidir. Hiç olmazsa nefsine insaf et. İşte bu yanlış hüküm ve tutumumuzun günâhını ümmetçe çekiyoruz. Bunun bedelini dünyada çok ağır ödüyoruz. “Hazret-i Allâh’ın dostluğu bize yeter” tesellisinin de tutarsız vehim olduğunu unutma. Emr-i ilâhînin dışında rahmet ve yakınlık aramakla gülünç oluyorsun.
  Hazret-i Allah cümle kullarının istikametini tarîk-ı müstakîm, ahlâkını da mekârim-i ahlâk üzere kılsın. Âmin ve selâmün ale’l-mürselîn, ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.

***

  Dîn-i İslâm’a ters düştüğü için din tedrisatında yaptığın hatalı duruma ortak arama. Hele hele, vatanı kurtaran kahramanların eseri imiş gibi hiç gösterme. Buna hakkın yok! “Kısas kıyamete kalmaz.” Bu türlü hataların cezası hesap gününe kalmaz. Dünyada iken ödetirler, bilgin olsun!..
 

Mevcut Yaratıkların İçinde Gördüğümüzün Ancak Milyonda 4-5 Mahlûk Olduğunu Ehil Kişiler Bildirirlerken, Fizik Üstü Tecelliyatın Yani Metafizik Olayların Umum Zuhuratının Milyondan Yalnız 5 Noksan Olup, Çoğulu Temsil Eden Metafiziğin Zuhuruna Niçin Devenin Nalbant Dükkanına Baktığı Gibi Bakarsın?

  Hazret-i Kur’ân’da beyan edilen metafizik tecellileri dahi akıl ve mantığına uydurmaya çalışmışsın, ilim adına! Makro âleme müteallık olanları teleskopla, mikro âleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Ama tespit imkânlarımızın dışında kalanların sayısını ancak Allah bilir. Belki zaman gelir bu gizli zannettiklerimiz de açığa çıkar. O zaman bugünkü ilâhî imtihan başka suale dönüşür. Geçmiş zamanda kabul edilemeyen mânâ tecellilerinin bugün zuhuru akl-ı selim insanlar tarafından kolaylıkla kabul olunduğu gibi.
  Lütfen, bu abd-i âcizi tenezzülen dinle. Yakinen şahit olduğum, itimada şayan, seçkin kişilerden yakinen dinlediğim, yol büyüklerim olan zatların yaşantılarındaki olayları az da olsa anlatmaya çalışacağım.
  Cümle peygamber efendilerimizde zuhur eden mucizeleri anlatmaya -ki, metafizik olayları bildirmeye beşer muktedir değildir...- Îmanlı kullar mânevî âlemlerinde zevkini alıp, yaratanının varlığına ve gücüne inancı ile mutmaindirler, yani itminan-ı kalbe sahiptirler. O müttaki kullarım gaybe îman ederler” âyet-i celîlesindeki bu bahtiyarları her devirde görmek mümkündür. Onlarsız dünya ve âhiret âlemi anlamsız ve mânâsızdır.
  İsimlerini merak edersen bildiğim kadarı ile arz edeyim: Zaman ulemasının “ben daha iyi biliyorum” zannı ile Kur’ân-ı Azîmüşşân’da âyetle sabit iken “evliyâ” diyemedikleri, “veli”yi bilemedikleri, “mü’min”in ve “müslüman”ın yeterli tarifini yapamadıklarından Allâh’ın bilâ-istisna cümle kulları müşkül durumda kalmıştır. Kulların kemâlatlarına göre ihsan edilen şerîatler umumiyetle bencillikle mecrasından saptırılmış olup, Allâh’ın rahmet, merhamet ve mağfiret-i ilâhî ümidi ile yalnız akıldan öteye yolu olmayan, beş duyunun sağladığı yaşantının gücü ne kadarsa hakîkat yoksununda o kadar kalmış, rahmet-i ilâhîden gönderilen Şerîat-i Muhammedi’yi dahi bencillik ve enâniyetimizden dolayı anlayamadık. Öyle hâle getirdik ki, hakîkatleri özleyen müşteri bulamadık. Müşterisi olmayan mal rahmet tüccarının yedinde kaldı. Rahmet-i ilâhîden âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in madde ve mânâ hayatında Hazret-i Allâh’ın programladığı cümle zuhurat şüphesiz, rahmet-i ilâhîdir. İşte bu ikram-ı ilâhîden habersiz yaşıyoruz.
  Gerçek dışı tutumlarımızla tahrif ettiğimiz mânâ ürünlerimizi bilgisizce yok etmek isteyen tutum gittikçe kabarıyor. Mânâ perişanlığı artıyor, eksilmiyor! Bu durumun çaresizliğinden bocalayan, insan olmaya namzet benî âdem denize düşmüş, yüzme bilmediğinden kurtuluş telaşı ile yılana sarılıyor. Çıkarcıların, din istismarcılarının ister istemez kucağına düşüyor.
 

Anlamlı Ve Mânâlı Yaratılan, Cümle Yaratıkların Çekirdeği, Mânâsı, Sırr-ı İlâhînin Teceli Mercii Olan İnsanın Yaşantısında Ne İçin Yaratıldığının, Ne Yapabileceğinin Zuhuru Mizacında Bariz Görülürken Bütün İcraatında Kudret-i İlâhînin İstisnai Kullarına Bahşettiği Fiziki Olaylardan Daha Fazla Zuhuru Görülen Metafiziğin İnkârı İlmi Hakîkat İle Nasıl Bağdaşır? Mensubini Ne Derecede Mutmain Kılar?

  Görmezler mi ki, erkek çocuğun eline geçirdiği her şeyi çekiç gibi yere vurduğunu?!.. Gene görmezler mi ki, kız çocuğunun eline verilen şeyleri kucağında çocuk varmış gibi salladığını?!.. Fıtrat-ı ilâhî... Bu fıtratının dışında iş yapmak isteyen âdemin (kişinin) yaptığı icraatler nefse ezadan başka kazanç getirmez. Bu esrar-ı ilâhîyi zerreden kürreye her mevzuya götürebilirsin.
  Mânâya samîmiyetle yöneldiğin zaman aklının ve mantığının kavrayamadığı fizik üstü sayısız tecelliyat-ı ilâhîler, beş duyunun esaretinden kurtularak Rahmân’ını daha yakînen tanıyıp, emr-i ilâhîye iltizam ile aşk caddesinde yürüyebilen bahtiyarlar sınıfına dâhil ehl-i tarik -ki, meyvesi maddesi ve mânâsı ile “dervişlik” sıfatı tecelli edecektir, inşallah.
  İns ve cinni bana ibadet etsinler diye yarattım hitabının muhatabı olan cümle yaratılmışların kudret-i ilâhî tarafından ayrı ayrı vazifelerle vazifelendirildiği bariz görüldüğü gibi, Allah elçileri ve elçi vârisleri olan evliyâullahın şahsiyetlerinde Hazret-i Allâh’ın lütfettiği mânevî vazifenin her an madde âleminde de zuhurunu ehlinin müşâhede ettiği, cümle kullarına da bir nebze ihsan edilmiş olduğu hâlde nasipsizler bu tecelliyat-ı ilâhîden îman zâfiyetleri ile uzak dururlar.
  Hikmet mü’minin kayıp, malıdır nerede bulursa alsın” hitabına dikkat edersek, hikmet mü’minin kayıp malı, müslimin değil!. Müslim mü’min olmak için ihtiyârını sarfettiğinde hikmet noksanlığını giderme ihtiyacını duyacak, mânevî doyuma ulaşma ihtiyacı bir ömür boyu sürecek. Çünkü hikmetin başı vardır, nihâyeti yoktur.
  Bazı yol büyüklerine maledilen varlık ve enâniyet kokulu, bencillikten öte gitmeyen, ancak hakîkat garibine yakışır bir söz vardır: “Bizim tarikatımızın başı diğer tarikatlerin nihâyetidir” derler. Bu kelâm tamamı ile hakîkat dışıdır. Eğer yol Hazret-i Allâh’ın olmayıp beşerin tanzimi olsa idi “küllî tarikın vahidün (bütün tarikatler birdir)” denmezdi. Tarikatler çoktur. Amma şerîatı ile yükümlü olduğun peygamberinde birleşmiyorsa “vahşi tarik”tir. Mensubini zındıklığa götürür.
Yolun uğramaz ise Muhammed’e,
Geçti kervan, kaldın dağlar başında!.
  Kasıt nur-ı Muhammedi, Âdem (Safiyullah)’tan kıyamete kadar tecelli edecek rahmet-i ilâhî!
 

Abdülkadir Geylani Çocuk İken Bariz Görülen İrşâd Vazifesinin Tecellisi

  Abdülkadir Geylani Hazretleri henüz çocuk iken tarlada öküzün kuyruğunu çekmişti de, yaratılışının nedenini anlatmaya vesile kılınan öküz lisân-ı hâl ile:
  “-Ya Abdülkadir, Allah seni bu işler için yaratmadı” demişti.
  İç âleminde bu hitabın mânâsını bulan çocuk Abdülkadir hayat boyu yaratılışının sırrından küfre pirim vermedi. Bu uyarının etkisinde kalan çocuk Abdulkadir Geylani mânevî ilim tahsili için anasının rızâsını istedi. Anası da bir şartla razı olacağını, hayatında hiç bir sebeble yalan söylemeyeceğinin ikrarını aldı. Hırkasının omuzuna kırk altın dikerek canından çok sevdiği oğlunu emr-i ilâhî üzere kervana kattı.
  Tevatüren, zamanımıza kadar söylene gelen bir sadakat olayı anlatılır:
  Giden kervanı haramiler soydular. Harami mutadı üzre gizli bir şeyleri olup olmadığını kaza-zedelere sordular. Yalnız çocuk Abdülkadir omuzunda kırk altının dikili olduğunu söyledi. Çocuğun alay ettiğini zanneden haramiler ilgilenmediler. Amma reislerine tekmil verirken:
  “-Bir çocuk var. Bizimle alay ediyor” dediler.
  Sinirlenen reis Abdulkadir’e, hiddetle:
  “-Ne diye yalan söyledin” diye çıkışınca:
  “-Yalan söylemiyorum, omuzumda dikili kırk altın var” diye tekrar etti.
  Açtılar, omuzunu. Kırk altının mevcudiyetini gören reis hayretini gizleyemedi. Hayretle avamın her hâline ters düşen bu olayı kınamaktan kendini alamayan reis:
  “-Oğlum, söylemeyebilirdin. Niçin söyledin?” Dedi. Cevap:
  “-Ben anama söz verdim, yalan söylemeyeceğim, diye. Kırk altın için vaadimi bozar mıyım?!..”
Kâmil doğarmış ehl-i Hak,
Doğmadan evvel anası.
  Eşkiya ne bilecekti, bu türlü îmanın başka yönlü zuhurunun olamayacağını?!.. Sureta mânâdan habersiz, ezberci âlimin de bilemediğini, hayatını başkalarının felaketi üzerine yükleyerek rızık arayan harami mi bilecekti, gerçeği?!..
Hak tecelli eyleyince her işi asan eder,
Halkeder esbabını, bir lahzada ihsan eder.
  Cümle haramide nedamet hissi belirdi: “Çocuk kadar ahde vefa gösteremedik. Ezel-i ervâhta Cenab-ı Hakk’ın varlığına “beli” dedik. Bu beli’de sırat-ı müstakîm üzere olmamız lâzımken, niçin bu çocuk kadar ahde vefa edemedik?!..” Diye yaşantılarından hicap duyarak, ruhen evliyâ, ceseden çocuk olan Abdülkadir Geylani’nin şahadetinde tövbe ve istiğfar ettiler.
  İksir-i a’zamdır nutk-ı ehlullah
Yek nazarda haki kimya ederler.
  Evliyâullahın nazarı çocukken de geçerlidir.Onlar Allâh’ın nuru ile bakar hitabını iyi anla. Kıskançlık yapma. Fiziki ölçülerle ölçümü imkânsız olan fizik üstü metafizik tecelliyatın zuhuru ile Mevlasını kulluk yapacak kadar tanıyan ve yaşayan kul için değil mi? Bu hitab-ı ilâhî Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?!.. Bildirisini iyi oku. Amma mânâsını aşk-ı ilâhîye uygun yaşa, öyle oku!
  “O zaman, eşkiyaya tövbe, istiğfar nasip olur mu?” Düşüncesi zatını rahatsız etmediği gibi, rahmet ve mağfiret tecellisi îmanının özünü teşkil eder.
  İşte yakın zamanda kitlelerin şahidi olduğu metafizik olay:
 

Eşkiya Reisi Salih’in Nakşi Meşâyihi Hacı Salih Efendiliğe Yükselişine Vesile Olan Rahmet Tecellisi

  Nahşibendi meşâyihi, kümmelîn-i evliyâullahtan Şiranlı Hacı Mustafa Efendi (k.s.)... Bir dervişi ile seyahetleri sırasında eşkiyalar Şeyh Efendi ve dervişi soydular. Giysilerini de alıp, don gömlek bıraktılar. Şeyh Efendi eşkiya reisine sordu:
  “-Oğlum senin ismin ne?”
  “-Ne yapacaksın baba, ismimi. İsmim Salih.”
  “-Fe-sübhanAllah” dedi.
  İç âleminden anlamıştı, bu cilve-i Rabbani’de hikmet-i ilâhînin tecelli edeceğini.
  “-Oğlum salih, bu işte bir terslik var. Salihlerde böyle hâlin zuhuru görülmüş değil.”
  Bu hitabı hakaret gibi algılayan eşkiyaların reisi Salih don gömlek bıraktığı vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî olan Allah evliyâsının zâhiri kisbesini soymuştu. Bilmezdi ki, Şeyh Efendi eşkiya reisine zamanı gelince hakîkat giysisi giydirecekti!. Ama cilve-i Rabbani’nin zuhurunun zamanını beşer bilemezdi ki!.
  Bu sırrı iyi dinle de, kendine gel!.
  Şeyh Efendi kurnazlık mı düşünüyordu? Onların ind-i ilâhîden verilen vazifelerinde “kurnazlık” denen “hakîkat lekesi” noksanlık aramak nâ-ehlin gafletinden gelir. Kavisi tamamlamış, irşâd vazifesi ile yükümlü kılınmış, verâseti tasdik edilmiş ve kurbiyet çeşmesinden peygamberinin şefaatı ile rızkını alan rızıklılara Cenab-ı Hakk’ın o simayı vesile kılarak, Allâh’ın adâleti ile taksime vesile kıldığı nedim-i ilâhîden “hakîkat noksanlığı: kurnazlık” beklenemez. Şeyh Efendi Hazret-i Allâh’ın Kur’ân’da habibine verdiği tanıma ölçüsünün de vârisi idi: Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Konuşmalarından daha iyi tanıyacaksın.
  Bir atasözü vardır: “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa biri birlerini tanırlar” demişlerdir.
  Şeyh Efendi’nin sözünü hakaret zanneden eşkiya reisi Salih;
  “-Haydi, yoluna git” diye Şeyh Efendi’yi tersledi.
  Şeyh efendi dervişi ile don gömlek yoluna devam ettiler.
  Mânevî zıpkını yiyen Salih’in iç âleminde değişiklikler başladı. Küfrü sıkıyordu Salih’i. Çünkü iki zıd bir arada bulunmaz! Bulunsa da sahibini rahatsız eder. Biri yerini diğerine terkedecektir. İkisinin bağdaşması kıyamet alametidir. Rahmet-i ilâhî geldi, küfür zail oldu. Gerçek bu. Bir kimsede îman ya vardır veya yoktur. İkisinin ortası olamaz. Ümit kapısını daima açık tut. Rahmet-i ilâhî geldiği zaman nur-ı aynini evde bulsun. Rahmet zuhurunun nereden geleceğini Allâh’tan başka kimse bilemez! Bazıları hisseder fakat küll olarak Hazret-i Allâh’ın yedindedir. Ezel-i ervâhta tertîb-i ilâhî evliyâ yaratılan insan, hikmet-i ilâhî tecellisi ile her ne sebepden dünyanın çöplüğüne iteklenmiş ise de, maddesi âdem, mânâsı insan olduğu için iç âlemi hiç bir zaman içine düştüğü küfürle intibak edemeyip kurtuluş anını mevcut olan rahmet kapısını açacak vesile anahtarını bekleyen, beklediğini bulduğu zaman mal bulmuş mağribi misali evvelki yaşadığı çirkin hayatının ezikliğiyle samimi teslimiyet örneği sergileyen, ezel-i ervâh bahtiyarı, insan-ı kâmil namzedi insanın küfür nikabını kaldırıp mevcut olan rahmet-i ilâhîyi açığa çıkarmak için büyük mutasavvıf Şiranlı nakşi meşâyihi Hacı Mustafa Efendi’yi vesile kılmıştı Hazret-i Allah.
  İşte bu tertîb-i ilâhî eşkiya Salih’in küfür perdesini yırtmış, ezel-i ervâhta verilen fizikten ötede mânevî tecelliyatın yolunu rahmet-i ilâhîye açan vesilenin zuhurunu dinle:
  Eşkiya reisi Salih arkadaşlarına o anda beliren iç âlemindeki değişikliği ve rahatsız olduğunu anlatarak arkadaşlarına teklif etti:
  -Arkadaşlar, şu iki kişiden aldığımız her şeyi geri verelim. Şimdiye kadar aldıklarımızı size bırakıyorum. Şahit olun! Bu hayattan da çekiliyorum.
  Reislerini kaybetmekle üzülen eşkiyalar:
  -Sen bilirsin reis, dediler. Şeyh efendinin tekrar önünü kesen eşkiya Salih;
  -Dur baba! Deyince:
  -Daha ne alacaksın? Neyimiz kaldı ki, oğlum Salih?
  -Baba, bir teklifim var: Kabul edersen aldıklarımı geri vereceğim!.
  Salih’in bu hitabının mânâsı başından beri iç âleminde zuhur eden, zevkinin dışa yansımasının vakt-i saatini bekleyen gerçek vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî:
  -Teklifini bekliyorum oğlum Salih!
  -Beni evlatlığa kabul eder misin?
  -Oğlum Salih, biz seni ilk gördüğümüzde kabul ettik.
  Hitabında rahmet zuhuratı vardı. Zira ezel-i ervâhda hikmet-i ilâhî “beli” hitabının îman şulesi ehlinin mânâsında yansır. O kişinin maddesi ile mânâsının bağdaşmadığı görülür. Fakat tehir edilmiş, müddetini doldurmuş rahmet zuhuru irşâd vazifesinin terazisinde hemen aslını gösterir. Bu haslet peygamberlerimiz efendilerimize ve vârislerine verilen îman mihengidir.
  Gaybı yalnız ve yalnız Hazret-i Allah bilir Habibim sen onları yüzlerinden tanırsın konuşmalarından daha iyi tanıyacaksın.” Dikkat edilirse hitab-ı ilâhî zuhur merciini gösteriyor. Yeri geldi âyet-i kerimeyi tekrar yazdım. Şeyh efendinin huzurunda tövbe istiğfar eden eşkiya reisi Salih zamanın gerçek meşâyihi Şiranlı Hacı Mustafa Efendi’nin sadık, gözde dervişi ve neticede halifesi, Çorumlunun medar-ı iftiharı, rahmet-i ilâhî mercii Hacı Salih Efendi zuhur eyledi. Sahabeden Kerebi Gazi Hazretleri’nin türbesinin içinde rahmet-i ilâhîye vesile kılınan ziyaretgâhı nasibi olan ziyaretçilere her gün açıktır.
  “Taştan topraktan ne bekliyorsun” diyen nasipsizlerin de aff u mağfiret deryasından istifadelerini ümitle bekliyoruz. Allah kusurlarını affetsin de, bu ve buna benzer, rahmet-i ilâhîden mahrum eden, ilim zannedilen, aklın ürettiği mahrumiyet virüsünden Hazret-i Allah kurtarsın. Rahmetine vesile kıldığı o taş ve toprağın da vesile olduğunu idrak ettirip, metafiziksel olayları anlayıp, rahmet-i ilâhîden onlar da nasipli olsunlar, inşallah. Âmin, ve selâmün ale’l- murselin ve’l-hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin.
 

Cennet-mekân Çorumlu, Yedi Tarikten İcazetli Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi

  Kayın pederim Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi’nin (makamı cennet olsun) gençliğinin bazı yönlerinin Hacı Salih Efendi’nin imtihanı ile benzerliği vardır.
  Çorumluların mânevî tecelliyattan, tertîb-i ilâhîden nasipsiz olanları sudan bahanelerle bilgisizce mânevî irşâd vazifesini “ölçüyorum” zannı ile ondan nasıl da mahrum olduklarından, akılcı dinden başka bir din kabul edemeyen, Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimi olan mânevî teşkilatı ilmî kelâmdan, fizikten öteye gidemeyen, ilmini yeterli zannederek küfürden öteye yol bulamayan materyalist metafizik yoksunları Hazret-i Allâh’ın aff u mağfiretinin sonsuz olduğunu laf yönü ile bildiklerini zannederek, bu bilgide fikirdaşları ile de ittifak ederler. Ne yazık ki! Onlar için mânâdan yoksun hâl-yolu ile bu sıfatın zuhurunu anlamak çok müşküldür!.
  Kulun bağışlamasına sakın bel bağlama. Âciz kul bağışlamış gibi görülse de, inanma. Uygun zamanını buldukça günâhının yeni icra edilmiş gibi teşhir edileceğinden şüphen olmasın. Bağışlamak sıfatı henüz ona verilmemiş. Verilmeyen bir şeyi nereden bulsun? Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki: Siz Allâh’ın sıfatı ile sıfatlanınız. Bu hitabı iyi anla. Âdemlikten terakki edemeyen şahsiyetlerde affetmek, bağışlamak gibi sıfatları arama. Bulamazsın. Olmayan bir şeyi nereden bulacaksın? Âdemlikten say’-i gayretini kullanıp, tertîb-i tanzim-i ilâhînin zuhurunu merciinden bekleyerek nâil olursun. Mercii nedir:
  İrşâd vazifemin 44. yılını idrak etmiş bulunuyorum. Yaşadım ve şahit oldum. Bu sıfatları şerîatı ile yükümlü olduğun peygamber efendilerimizin şefaatinde bulursun. Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır hitabı kıyamete kadar bâkidir. Zuhur merciini mürşid-i kâmilde bulursun. “Bu zamanda yok” demek gafletine düşmeyesin. Bu zannın Hazret-i Allâh’a karşı edep dışı olur. Mânevî ilimle Hazret-i Allâh’ın rahmetine, aff u mağfiretine vesile kıldığı tertîb ve tanzim-i ilâhîyi inkâr beşere mânevî ölüm getirdiği gibi yaratanına zulüm isnat etmektir. Bu hâl küfür olduğu gibi Peygamberimiz Efendimiz’in emr-i ilâhî olarak getirdiği şerîat-i garrâya da ters düşer. Bununla da kalmaz. Yaşanması tertîb-i ilâhî olan zamanın medeni yaşantısına, insanlığa karşı sorumlu olduğumuz hak ve hukuka, cumhurun kendi kendini idaresi olan cumhuriyete, muâsır medeniyete yükselmiş, çağın güzelliklerini yakalamış, mânâsı İslâmiyet’ten ayrı görünüm taşımayan demokrasiyi kabul ederek yaşamayı güzellikler hazinesi İslâmiyet’e ters düşüyormuş gibi göstertmek gafletini nereden edindin? Bahşedilen mânevî vazifemle bağdaştıramıyorum. Sen nasıl yaratılan güzelliklere din adına karşı çıkıyorsun, el-insaf! “Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” hitabı ilmine ters mi düşüyor? Rabbımızın halk edip, kullarını bulmak ve yaşamakla yükümlü kıldığı bu güzellikler zatını niçin rahatsız ediyor? Önerim odur ki, mânevî vazifesi olan psikiyatrist bir tabibe derdini anlat. Samimi ol. Hiç şüphen olmasın kurtulursun.
Her tabibe aşikâr etme derun-i derdini,
Her ne derdin var ise eyler deva, Allah kerim.
  Samîmiyetine göre mânevîyattan nasip alırsın. Samîmiyetin yoksa hava alırsın. Zira mânâ şehrinde emr-i ilâhîye muhalefet ve istismara yer yok! İyi bilesin. O kapıdan ancak ve ancak yokluk girer. Yokluksa Allâh’ta olmayan sıfattır. İnsan ancak bu sıfatla Cenab-ı Hak’ta fani olur. Allâh’ın zatına mahsus sıfatlarını küstahça âciz nefsine maletmek veya başkalarına bu sıfatları yakıştırmaya kalkışmak Hazret-i Allâh’a karşı kulluk nedenini bilememektendir. Mânevî cehalettir. Hikmet ve marifetullah noksanlığıdır.
  Felsefe madde içindir. Mânânın felsefesi olmaz. Tasavvuf felsefe değil bi-zatihi emr-i ilâhînin mânâ yönü olup Hazret-i Allâh’a olan samîmiyet ve sadakat tecellisinin anlamı, ilm-i ledünninin kulda lütf-ı ilâhî ile tecelli eden mânâ yönüdür.
 

Affetme Sıfatı Hazret-i Allâh’a Mahsustur. Kul İstese De Allah Gibi Affedemez

  Allah kulunu isterse affeder. Affetme sıfatı Allâh’ın zatına mahsustur. Kul affetmek istese de Hazret-i Allâh’ın af ve mağfiretine benzer affedemez. Çünkü affetme zevkinin cüz’ü ancak kâmil insanın îman ağacından zuhur eden mağfiret meyvesinde görülse de nasiplisine tahsis edilmiştir. Kul bu türlü rızkını vesile olan insan-ı kâmilden alır. Af ve mağfiret Hazret-i Allâh’ın sıfatıdır. Kulun nefsinde bu rahmet-i ilâhîyyeye uygun ilâhî hazzın zuhurunun görünümü mü’min sıfatının mevcudiyetinin şahididir. Her ne kadar bu sıfat kuldada görülebilirse de kulda zuhur eden bu sıfat Hazret-i Allâh’ın sıfatına eşit değildir. Kul her ne kadar affetmiş gibi görünse de inanma! Zamanı gelene kadar muhafaza edecektir. Zamanı gelince hiç şüphen olmasın fazlası ile kullanacaktır.!
  Hacı Mustafa Anaç Efendi yaşadığı hayattan nedamet duymuş, bir daha geri dönmemek üzere Hacı Ali Ahıskavi Hazretleri’ne biat ederek tövbe almıştı. Yalnız Çorumlunun değil, tanıyan beldelerin medar-ı iftiharı, “gara şeyh” ismiyle ma’ruf, hafız-ı Kur’ân, el-Hac Bekir Baba’nın halifesi Ali Ahıskavi, Ahıska muhacirlerinden idi. Makamı cennet olsun.
  Mustafa Anaç Efendi’nin çilesi dolmuş! Vakti saati gelmiş! Ezel-i ervâhtaki tertîb ve tanzim-i ilâhîyyenin vesilesinin zuhuru, rahmet vesilesi Ali Ahıskavi’nin şahsında Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e biat vecibesi ile şeref-yab olmuş, ezel-i ervâhtaki ikrarını Hazret-i Allâh’a tekrar etmişti. Vâris-i nebî, nedim-i ilâhî olan Şeyh Ali Ahıskavi Hazretleri’ne müntesip olmuştu. İntisabının mânâsının gerçek anlamı bu idi. Ezel-i ervâhdaki Hazret-i Allâh’ı kayıtsız ve şartsız tasdik eden îmanı ile hasbe’l-beşer düştüğü bataklıktan sıyrılıp, hakîkatte murat olan rahmet-i ilâhîyyeye nâil olan Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye yedi tarikten icazet verilmişti.
  Maalesef, Çorumlulardan ekserisinin Hazret-i Allâh’ın lütuf ve ihsanı olan bu rahmet-i ilâhîyyeden habersiz ve nasibsiz olmalarının nedeni Allâh’ın afv u mağfiretini kabul edip içine sindiremeyen çarpık düşüncelerinin yansıttığı yaşantılarından dolayı o büyük insana Hazret-i Allâh’tan bahşedilen vesile-i ilâhîden istifade edemediler.
  Şeyh Mustafa Anaç Efendi’nin pederi İmam Hacı Mehmet Efendi idi. Pederlerinin irtihâlinden sonra vakt-i saati gelmiş, Mustafa Anaç Efendi samimi tövbe istiğfarı ile aff-ı ilâhîye nâil olmuş, rahmet-i ilâhîyye vesilelerde zuhur etmişti.
  Hacı Mehmet Efendi, Hıdırlığın resmi şeyhi Abbas Efendi’ye müntesib idi. Şahidi oldum; bizzat cennet-mekân Şeyh Abbas Efendi’yi kayınpederim Şeyh Hacı Mustafa Efendi ile ziyaret etmiştik. Hacı Mehmet Efendi hakkında meth ü sena ederek, “en sadık dervişim o idi” dediği şeyh efendinin ateşli hitabının zevkini hâlâ taşıyorum ve yaşıyorum. Hele üç kere davudi sesi ile “İllâ Allah” demişti ki, onun iç âlemime oturan aşk haykırışı beni Rabbıma daha yakin kıldı. Mânâya giriş kapımın, zevk ve mânevî şevkimin zuhuruna daha çok yaklaşım vesilesi oldu! Hıdırlık şeyhi Abbas Efendi’nin mânen aşk dağıtma tasarrufatına şahit olmuştum!
 

AŞK ŞARABI

  Her hangi bir meyve suyunu ekşiterek yapılan sekir verici içkiler, Hazret-i Allâh’ın haram kıldığı, benî âdemin madde ve mânâsının anormal duruma düşmesine ihtiyârı ile tevessül ettiği, emanet-i ilâhîyi tahrib eden, cümle günâhların anası, emr-i ilâhîye muhalefetin giriş kapısı... Zamanımızda içkili araba kullanan Azrail yardımcılarının ocaklar söndürme aleti... Anlatmak istediğim günâh-ı kebâir şarabı değil!
  Arapların lugatında cemî içkilerin ismidir şarab.
  Belirtmek istediğim aşk şarabı. Mânâya kapı açan tertîb-i tanzim-i ilâhîyye olan istisnai kullarına bahşettiği “şarâben tahûrâ”dır. Mânâmda Hıdırlık Camii içinde ve ortasında, sacayak üzerinde çok büyük bir kazan. Altında ateş görmedim amma kaynamış gibi buharı çıkıyordu. Hıdırlık şeyhi Abbas Efendi büyük bir kürekle aşk şarabını karıştırıyordu! Benden başka kimse yok idi. Ayakta, heyecanla seyrediyordum. Ceseden uyuyordum amma mânâm ve kalbim uyanıktı. Yakaza hâli yaşıyordum. Şeyh efendi büyücek, kalaylı bakır bir tası aşk şarabı ile doldurdu, içmem için bana uzattı, “Galip Efendi oğlum” diye taltif ederek, şarap dolu tası içmem için elime verdi. Ağzıma götürüyordum ki, müntesib olduğum şeyhim efendim Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici bileğimden yapışarak ağzıma yaklaştırdığım tası aşşağı indirerek, “sadece 6 damlaya müsâade ediyorum” diye tas dolusu aşk şarabını içirmedi. O anda iç âlemime yansıyan mânâ bu abd-i âcizin mânevî hâlinin düzeni içindi. Gelecek hâlimin zuhurunu sanki görüyor gibi idim. Şeyhim efendimin beni tas dolusu şarabı içmekten men edişinin anlamı “yolun mecnunu olmana mânevîyat razı değil fazla içmene müsâade etmiyorum” mânâsı kelime ile değil, iç âlemimde hâl olarak belirmişti.
  Nice sonra tarihini hatırlayamadığım teferruatı ile anlatmama da müsâade edilmeyen, tertîb-i tanzim-i ilâhîyye olan mânâ meclisinde benim için hususi halkedilmiş aşk şarabından mecliste bulunan, mânevîyatın vazifelendirdiği şahsiyetler şahsıma tahsis olunan mânâ şarabımdan su bardakları ile içtiler. Hissiyatıma vakıf olmuş gibi bana ufak çay bardağı ile verdiler. Sonraları anladım ki bu naçiz şahsım için tedbir-i ilâhînin tanzimi ve ayarlaması idi. Taşıyacağım mânevî vazifenin nedenlerinin gücümün dışına taşmamasının tanzim ve tertîb-i ilâhîyye olduğunu bugün daha iyi anlıyorum. Peygamber Efendimiz’in Beni Rabbım terbiye etti, ne güzel terbiye etti hitabının fer’i ve cüz’i de olsa bu abd-i âciz vesile-i ilâhînin zuhurunun mânevî anlamının zevkini yaşıyorum. Ve bu mânevî zevki arayan “elestü bi-Rabbiküm” hitabına yani “ben sizin Rabbınız değilmiyim” hitabına “evet” diyen rahmet nasiblilerini çağırıyorum. “Belî” diyemeyen kullarının da aynı rahmet-i ilâhîyyeye nâil olmak şerefine ermeleri için sebep olarak yaratılan dünyada zuhuru nâ-mütenenahi olan rahmet hazinesinden rızıklanmalarını mânevî vazifemden dolayı hatırlatıyorum ve ısrar ediyorum, lütfen...
  Bilelim ki, Hazret-i Allah dünyayı, bütün âlemleri benî âdeme musahhar kıldı. Yani hizmetçi kıldı. Bu sırrı iyi anla da nefsine zulüm etme. Dünya bir daha eline geçmez bu fırsat verilmişken maddî ve mânevî rızkını arayıcı ol. Havf u reca üzere samîmiyetini göster. Tertîb-i tanzim-i ilâhîyyeye yakın ol. Anlamsız ve mânâsız yaratılmadın. Hazret-i Allah noksanlığını vermesin fakat yalnız beş duyu ile iktifa etme. Tertîb-i ilâhîyye bu kadar. Değil yalnızca beş duyunun esiri olarak ömrünü bitirme. Yaratılışının esasını teşkil eden mânâ-yı ilâhîye gel. Maddeyi de, mânâyı da kazanmanın yeri dünyadır. Sakın dünyaya hor bakmayasın. “Dünya Hazret-i Allâh’a îman etmeyenler için cifedir” buyurdu Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.).
 

Sahipsiz Yaşayıp Tertib-i İlâhîye Rahmetine Nâil Olmadan Evvel Umumiyetle Âdemin Ölçüsünün Benzeri Ben de Mecnunluğu İlâhî Aşk Zannederdim

  Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimine tâbi olmanın imkânları rahmet-i ilâhîyye olarak her an mevcut iken cehlimizden, bilgisizce, sebebine tevessül etmeden de normal mânevî hayatın yaşanacağının zannı ve gafletinin çok kimselerde görülegelen mânâ cehaletinin başkalarında olduğu gibi beni de hakîkat cahili saflarına iteklemiş, “böyle olur” zannı ile çarpık yolu her nasılsa beğenmiştim. Fakat hakîkatlerin zuhurunu az da olsa Rabbımın lufu ihsanı ile gördükçe ister istemez tedirgin idim. İki cami arasında kalmış bi-namaz gibi olmuştum. Nasıl olmayayım ki, çokları gibi beş duyunun ötesinde ilim ve irfanîyet yaşantısını yeteri kadar kabul edemiyordum. Fakat gayr-i ihtiyârî her şeyin gerçeğini arama arzu ve isteği rahmet-i ilâhîyye olarak madde hayatıma tesir ediyordu. Bu hâlimi ilmî olarak ifadeden yoksundum. Amma kuvvet ve kudret-i ilâhînin her zerrede yıpıltısının yaşantıma hâkimiyetini izahdan âciz kaldığım, tabibini ve ilacını her an beklediğim, henüz bulamadığım ilâhî aşkın, ezel-i ervâhta bahşedilen Hazret-i Allâh’ın hitabına “beli” yani “evet” diyen îmanımla Rabbımın memduh olarak yarattığı yani en güzel yaratılan bu âlemle cehlimden çelişki hâlinde idim. Henüz terazim hayır ve şerri tartacak güce erememişti. Bazen tartamadığı gibi, şapla şekeri de yeteri kadar birbirinden ayırdetme ölçüsüne sahip değildim. Nasıl ayırabilirdim ki, şekerin tadına yeteri kadar muttali değildim. Vesile-i ilâhî mânâ şekercisi ile biliştirene kadar rahmet-i ilâhîyye olan bu gerçeklerin mahrumu ve mahkûmu idim. Elbette intisabımla bütün müşkilatım hâllolacak demek değildi.
  Tasavvufi yola girdiğin zaman maddî ve mânevî yaşantında yolun zevkini alırsın. Yeterli mi? Elbette hayır! Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği mânâ ve gönül üniversitesine girdin. Meyyitin yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim ol. Acele etme. Sabreden derviş muradına ermiş. Sabırda zafer vardır, sabırla koruk helva olur. Bu gerçekleri içine sindirmeye çalış. Benim gibi aceleci olma. Ayıp oluyor. Ben bu ayıba nasıl düştüm? Anlatayım da ibret al:
  Şeyhim efendim gönderilmeden evvel çok aşıkım sanıyordum ve yanıyordum. Yürürken ayakkabımın çıkardığı ses dahi beni mecnun ediyordu. Nereye baksam, ne duysam aşkıma aşk katıyor, aşk-ı ilâhî böyle olur zannediyordum. Hele bir kimse yanımda Allah deyiversin; ruhum cesedi terk edecek gibi oluyordu. Allâh’ın ismini andığım zaman aşk-ı ilâhînin etkisi ile canım cesedimden ayrılacak gibi oluyordu. Bu mecnuniyeti normal tertîb-i ilâhîyye olan aşk zannediyordum, çok çok kimselerin zannettiği gibi.
  Şeyhim efendimi Hazret-i Allah bu abd-i âcize gönderene kadar maddî yaşantıma ve icraatımla rızıkımı kazandığım sanatıma yansıtmıyorum zannediyordum amma mânâm perişandı! Mânevî hâlimin perişanlığına şahit gereksizdi. Gece gündüz Rabbıma yakarıyordum. Mânevî tabibime kavuşmak için arzu, rica ve şöyle iltica ettim:
  “-Ya Rab! Derdimin dermanı, rahmetine vesile kıldığın mürşidimi, şeyhimi gönder. Yarın bekliyorum. Eğer yarın göndermeyeceksen lütfen emanetini al. Çünkü gücüm kalmadı!..” diye bütün mevcudiyetimle yalvarıyor, gözyaşlarım ve hıçkırıklarımla saatler saatler bitkin bir hâlde idim. Bir ara iç âlemime ferahlık geldi. Şüphesiz duamın kabul olduğunu müjdeler gibi bir hâl olmuştu. Zira o gecenin mânevî zuhuratı gün boyu madde hayatımda da zuhur etmiş metafizik tecelli fiziğe dönüşmüştü. Tazarru ve niyazımı Hazret-i Allâh’ın kabul ettiğinin müjdesini aldığım gibi, maddede zuhurunun da seyrini ve yaşantısını ihsan etmişti. Kesinlikle anladım ki, isteklerimi Rabbım kabul etmiş ki, müracaatımın fazlası ile tahakkuk eylediğini aynı günde yakardığım saatte Hazret-i Allah tarafından tertîb ve tanzim olunan rahmet-i ilâhîyyeye vesile kıldığı, bu abd-i âcize rahmet-i ilâhîyye olarak tertîb ve tanzim edilen mürşidim, efendim elinde Hazret-i Kur’ân ile geldi. Gelmesi ile bir anda rahmet-i ilâhîyyeye vesile olan gönül boşluğum doldu. O boşluğun verdiği ızdırab ve gönül sancılarım kayboldu.
  Aşk-ı ilâhî zannettiğim anormal duygu ve hislerim yerlerini hemen Rabbımın tertibi rahmet-i ilâhîyyeden zuhur eden güzelliklerin gelmesi ile çirkinliklerin madde ve mânâmdan nasıl kaçar gibi terk ettiklerinin verdiği zevki unutamıyorum!.. Unutmak da istemiyorum. Hani derler ya hakîkat geldi batıl zail oldu.
  Mürşidim efendimin gönderilmesi ile nefsimin ürettiği, aşk-ı ilâhî sandığım ilâhî zevk ve aşk-ı ilâhî sandığım anormal duygulara öyle alışmışım ki, normale geçişimi de yadırgar oldum. Şimdileri anlıyorum, anormallikler kayboldu! Ben bu anormallikten kurtuluşu da cehaletimden mânevî kayıp zannettim. Rabbıma yersiz ve küstahça sitemli ilticalar ettim. Aşk-ı ilâhîyi “kayıp ettim” zanneden cehaletimle Rabbıma neler demedim ki... Aşk şarabı içirdiniz de ne oldu? Tutmadı. Şarabınız evvelki aşkımıda kaybettim diye Rabbıma yersiz ne sitemler ettim.. Çünkü ilâhî aşk diye, bilgisizce, “mânâyı yaşıyorum” zanneden bazı çarpık fikirlerin mahkûmu idim.
  Benim bilgisizliğime uygun kıssayı şöyle anlatırlar:
  Esrar müptelası, bakkaldan aldığı esrarı içmiş. Yıkanmak için hamama gitmiş. İçtiği esrarın etkisini hissedemeyen esrarkeş peştamal ve ayağında takunya ile çarşının kalabalık mevkiinde bulunan bakkala çatmış da:
  “-Haram olsun aldığın para. Sattığın esrar bozukmuş, tutmadı” diye çıkışınca, kalabalığın da gülerek seyreylediği esrarkeşin anormal, perişan hâline bakkal kahkaha ile gülerek:
  “-Tutmadı diyorsun, şu hâline bak, bir de tutsa idi acaba ne hâlde gelecektin?!..” diye bu gerçek nüktesi ile seyredenlerin hayatı boyu unutamayacağı hikmet gerçeğini sergilemişti.
  İşte bu abd-i âcizin mânâya yönelik sitemleri de teşbihte hata olmaz anlamında edep dışına çıkan esrarkeşin sitemine benziyordu ve hayatım boyu unutamayacağım cevap bağışlaması, rahmeti sonsuz olan Rabbımın merhamet hazinesinden ihsan edilmişti. Her kul için ibret-i âlem olan hikmet-i ilâhîyyenin uyarısını dinle:
  “-Ne istiyorsun? Aşk mecnunu olup da aynı yerde kalıp, yerinde saymak mı istiyorsun? Sen bunun için yaratılmadın. Gideceğin çok uzun yolun var. Mecnun olarak mânâ yolunda duraklanır, ileri gidilmez!..” denildi.
  Bu uyarıdan şunu iyi anladım: Hiç bir şeyin ifratı makbul olmadığı gibi ilâhî aşkın ifratı da salike yol aldırmaz. İyi bildim ve anladım! Özür diledim, “aşkın bu yönünü bilemiyordum” diye. Benim zannettiğim aşk-ı ilâhî gerçek ilâhî aşk değilmiş. Amma biraz geç anladım.
  Hazret-i Allâh’ın vazifeli kılmadığı, silsile-i meratibe, izn-i icazete sahip olmayan, her hangi bir şeytani görgünün ve nâ-ehilin yersiz alkışlarının mahkûmu, gerçeği bilmeyen, sahte yol gösterici, hakîkat yolunun yol kesicisi hatasını anladığı zamanda geri dönüşü zor olan bu anormalliğin hesabı mutlaka sorulacak! Hazret-i Allâh’ın affu mağfireti sonsuz! Amenna. Amma “mânâ” diye avuttuğu, mecnun eylediği ve rahmet-i ilâhîyyeden mahrum ettiği mağdur kulların ellerinden yakalarını nasıl kurtaracaklar? merak ediyorum!.
  Tasavvuf ve kolları olan tarikatları bilmeden inkâr eden, mânâdan ve metafizik tecelliyattan yoksun, tek yönlü âlimlerin çarpık fikirlerinin günâha yönelik kısmına da ortak olduğunu bilemiyor.
  Benim de intisab etmeden evvelki aşk-ı ilâhî sandığım anormal hâlimin benzerlerini görmek Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e uğramayan, yerinde sayan mecnunları seyre nâil olmak için ilân vermeye gerek yok. Çok yerde müşâhede etmek mümkün. Bu samimi hâlini kabre kadar götürebiliyorsa amenna. Samîmiyetinden dolayı mânâdan mahrum etmezler. Fakat tertîb-i tanzim-i ilâhîyyeyi bulup yaşayan gerçek ehl-i aşk gibi olur mu? Allah hiç bir kulunu tertip eylediği rahmetten mahrum eylemesin.
  O anormal hayatın zaman zaman cehlimden özlemi mânevî hâlime tesir ediyordu. Cenab-ı Hakk’a yersiz, ukalâ ve küstahça, “normal yakarıyorum” zannı ile müracaatlarımın gerçekle bağdaşmadığını gene Rabbımın lütfu ihsanı ile iyi anladım. Hataya düşmemem için gene Rabbıma sığınıyorum. Gerçeği yansıtan havf u recasından tazarru ve niyaza lâyık değilsek de biz âcizleri havf u reca rahmetinden mahrum eylemesin, âmin.
 

“Gara Şeyh” Diye Anılan Çorumlu Hacı Bekir Baba’ya Altı Tarikattan, Mısır’ın Tanta Ve Nişâb Şehrinde İzn-i İcazetin Verilişinin Anlamı Ve Hikmeti

  Hacı Bekir Baba’nın halifesi Müştak oğlu Ahıskalı Şeyh el-hac Ali Efendi ve Ali Efendi’nin halifesi Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Efendilerden (makamları cennet olsun) defalarca şahıslarından dinlediğim, noksansız anlattıkları Hacı Bekir Baba’ya izn-i icazetin nasıl verildiğini tevatüren dinleyip, harfiyen inandığım, bu abd-i âcize de ayni icazetten tarîk-ı Kâdirî ve tarîk-ı Rufâîden izn-i icazetin verildiği için şahidi olduğum tertîb-i tanzim-i ilâhîyyeyi iyi dinle de “fiziki olaylardan başka bir tertip tanımıyorum” diye nefsine zulmetme.
  Metafizik zuhurata îman edip rahmet-i ilâhîyyeyi yaşayan, Hazret-i Allâh’ın istisnai kullarını ilim adına hakaretinle rencide ediyorsun. Dikkat et! Gayretullaha dokunuyorsun. Allâh’ın verdiği zamanı fiziki hurafelerle öldürme. Madden metafizik tecelliyatı için yaratıldı. Dava yalnız fiziki hâdiselerle hitam bulsa idi metafizik elbette anlamsız ve mânâsız kalırdı.
  İlâhî bir gücün mevcudiyetine “lüzumsuz ve gereksiz” zannı ve düşüncesi ile îman etmeyen, hakîkatlara yüzünü dönmeyi yaşantısının dışında tutan, hakîkatten yoksun yaşantılarından çektikleri tatminsizliğin sonucunda dünya ızdırabından başka bir şeye nâil olamaz... İnançsız hayat bir gün dahi çekilmez olur. Taşıyıcısına eza ve cefa veren îmansız hayatı benimsettirilen âdem anlamsız hayatı taşımaktan bunalmış, her an yaşantısında beş duyunun esaretinden kurtulmak kasdi ile alkolik ve uyuşturucu bağımlısı olması kaçınılmaz olur. Kesinlikle bilinsin ki, ocaklar söndüren bu ve buna benzer anormallikleri üreten nesnenin kaynağında Hazret-i Allâh’ın varlığına yeteri kadar inanmamanın zuhurunu görmek zor değil. Bu yönlü îman zâfiyeti olan benî âdemde her an normal hayatı anormal duruma tebeddül eden, âdemi insan olma rahmetinden mahrum eden belirli nedenlerin anası uyuşturucu belasının neden olduğunu görmek kehanet değil. Çünkü o melanet hiç bir zaman gizli kalamaz ki!..
  Hacı Bekir Baba’ya, seyrü sülükünü tamamlaması için aldığı mânevî emirle şeyhi zamana göre şartlı seyahat vermişti.
  Mânevî hâlinin istisnai zuhurunu müşâhede eden şeyh efendi dervişlerini günün şartlarına uygun mânevî işaretle eğitime tâbi tutar. Çünkü dervişin kemâlatı Allah için şeyhine olan bağlılığındaki mânâ dervişin îmanının ölçüsüdür.
  Hacı Bekir Baba’ya şeyh efendi hususi cübbe diktirdi. Cebi yoktu çünkü “bugün bugündü, yarını düşünmeyecekti.” Üç gün aç kalmadıkça kimseden bir şey istemeyecek, yalnız takvâ sahibi bildiği kişiye edeple hâlini arz edecek, anlamadı ise üç gün daha sabredecek, yüzsüzlük ve âcizlik etmeyecekti.
  Bu şartlarla seyahat izni verilen seyahatiyle seyrü sülükünü tamamlayacak olan Hacı Bekir Baba verilen direktiflere harfiyyen uyarak Tanta’da medfun Seyyid Ahmet el-Bedevî Hazretleri’nin türbesinin de bulunduğu dergâhına yetkili zatında müsâadesi ile yanında getirdiği postunu sermiş, evrat ve ezkarı ile zamanını geçiriyor, tertîb-i tanzim-i ilâhîyyenin tecelliyatının zamana göre nasıl zuhur edeceğini merakla bekliyordu Hacı Bekir Baba. Çünkü mânevî kemâlatı bu tertibin seyrine sâlikin ne kadar intibak edeceğine, ne kadar sabır göstereceğine göre derece alacaktı.
  O zamanki istisnai kişilere uygulanan mânevî imtihanlar bu zamanın imtihanlarıyla kabil-i kıyas değildi. Dergâha geleli üç gün olmuştu. Midesine sudan başka bir şey girmemişti. Yemek vakti geldiğinde dervişler dergâhta ne pişirildi ise yiyorlar, Bekir Baba’ya “buyur” deyen olmuyordu.
  Hazret üç gün aç kalmış ve isteme salâhiyeti doğmuştu! Tanta’ya geldiğinde derviş edepli, hürmetkâr bir bakkalla tanışmıştı. Şeyhinin anlattığı meziyetler bakkalda görülüyordu. Üç gününü dolduran Bekir Baba bakkala gelerek hâlini anlattı ise de bir hikmet bakkal anlayamadı.
  Israrı yasaklanan hâlinin anlaşılamadığı üzüntüsü ile dergâha geldi, yine postuna oturdu. Üç gün daha geçmişti ki, takati kalmamış, namazda kıyama kalkamıyor, oturarak namazını eda ediyordu. Gayr-i ihtiyârî iç âleminden isyan belirtileri zuhur etmeye başlamış, “demek ki, Seyyid Ahmed el-Bedevî beni misafirliğe kabul etmedi. Bu hâle göre resmen kovuldum” diye postunu dürmüş ve dergâhı terk ederek tanıştığı bakkala “Allâh’a ısmarladık” demek için uğradığı zaman bakkal altına sandalye vererek dükkân içinde kapının yanına oturtmuştu.
  Tanta’da bir meczup varmış. Elinde büyük bir sırıkla çıkar, bazı kişilere sırıkla vururmuş. O meczup arastada görüldüğü zaman dükkânlarını kapatır, kaçarmış esnaf. Herkes kaçmış. “Efendi kapının yanında oturuyor” diye edeben bakkal kaçamamış. Meczup Bekir Baba’nın yanına gelmiş. Elindeki sırığı yere vurarak “Nereye gidiyorsun? Çabuk dön geri!” demiş ve uzaklaşmış.
  Dükkân içine gizlenen bakkal heyecanla efendiye:
  “-Bir şeyin yok ya! Meczup sana bir zarar vermedi ya! Fakat çok korktum. Sana bir şeyler söyledi, ne söyledi diye merak ettim.”
  “-Misafir olduğum yeri terkettim. Sana “Allâh’a ısmarladık” demeye gelmiştim. Fakat gitmeme müsâade edilmedi, geri dönüyorum.”
  Tekrar dergâha gelip postunu sermiş, oturmuş.
  Bundan sonra cereyan eden hâdiseleri Hacı Bekir Baba şöyle anlatmıştı:
  Bir kişi başında büyük bir tepsi ile “Çorumlu Hacı Bekir kim?” diye arıyor.
  “-Hacı Bekir benim” dedim.
  Başındaki tepsiyi indirerek:
  “-Bunu sana gönderdiler. Yedikten sonra aşağıda bekliyorlar” dedi ve gitti.
  Tepsinin kapağını açtım. Ne göreyim, pîrinç pilavı, üzerinde kızarmış tavuklar... Altı günün açlığının serabı değil, sıcak sıcak, gerçekti. Seyreden dervişleri de çağırdım. Hep beraber yedik. Midemdeki altı günlük boşluğu doldurmuştum. Dizlerime derman, gözlerime fer gelmişti.
  Ellerimi yıkadım. Ferli ferli abdest aldım.
  “-Seni aşağıdan istiyorlar” diye bir derviş geldi. Beraberce bir odaya girdikten sonra, beni getiren gitti.
  İçeride sonradan öğrendim ki, dergâhın şeyhi Abdurrahîm-i Nişabi Hazretleri imiş, sinirli sinirli ayakta yüksek sesle bir şeyler söylüyor. Bir şeye kızdığı belli ama kime? Benden başka kimse olmadığına göre bana kızıyordu ve diyordu ki:
  “-Bu kadar zayıf irade dervişe yakışır mı? Allah için tahammül göstermesi gerekmez mi?...” daha neler neler...
  İçeri giren meczuba beni teslim etti ve:
  “-Götür” dedi.
  Meczup beni başka bir âlem gibi bir odaya götürdü. Pîr efendilerimiz, rical-i gayp divan kurmuşlar. Kapıdan edeple girdim. Gavsu’l-a’zam Abdulkadir Geylani Hazretleri bana hitaben:
  “-Aferim oğlum Hacı Bekir. Allâh’ın tertibi ve tanzimi olan tarikatımı emr-i ilâhî ile sana verdim.”
  Seyyid Ahmet el-Kebir Rufâî Hazretleri başparmağını kaldırarak:
  “-Ben de verdim.”
  Seyyid Ahmed el-Bedevî Hazretleri:
  “-Bende tarikimi verdim.”
  Seyid İbrahim Düssuki Hazretleri:
  “-Ben de tarikimi verdim.”
  Şeyh Ebü’l-Hasan Ali Şazili Hazretleri:
  “-Ben de tarikatımı verdim” dediler.
  Daha devam edecekti. Gavsu’l-a’zam Abdulkadir Geylani Hazretleri müdahale ederek:
  “-Kâfi” dedi.
  Beni tekrar Şeyh Abdurrahîm-i Nişabi Hazretleri’ne getirdiler. Altı tarikten salâhiyet verildiğinin izn-i icazetini yazılmış ve mühürlenmiş olarak verdiler ve memleketim olan Çorumda ve her yerde irşâda vazifeli kıldılar.
  Mânevî yol büyüklerimden ve salahiyetli, yetkili şahsiyetlerden dinlediğim bu gerçekleri naçiz hayatımda zuhur eden mânevî tecelliyatlar nedeni ile ben de şahit olarak “acabasız” naklettim. Zâhiri ilim ile iktifa edip, mânâyı değersiz bulan sen inanıp inanmamakta muhayyersin. Amma, sakın ha inkâr etmeyesin. Bu abd-i âcize itimat et. Zarar edenlerden olmazsın, korkma.
 

“Gara Şeyh” Hacı Bekir Baba’nın Cinlerle Sohbeti

  Kara Şeyh Hacı Bekir Baba, Seyyid Ahmed el-Bedevî Hazretleri’nin türbesinde evrat ve ezkarı ile meşgul iken nizamlı, intizamlı yürüyüş kolunda bir kalabalığın yanından geçtiklerini gördü. Bazı kişilerin selam verdiklerini ve “hemşerim” diye hitab ettiklerini duydu.
  Olayın devamını kendisi anlatıyor:
  Aradan çok geçmedi, sekiz-on kişi kadar bir topluluk tekrar selam vererek “hemşerim” diye yakınlık gösterip yanıma oturdular. Selamlarını aldım. “Hemşerim” dedikleri için sordum:
  “-Çorumlu musunuz?”
  “-Evet, Çorumluyuz” dediler.
  “-Kimlerdensiniz? Hangi mahallede oturuyorsunuz?” dedim.
  “-Melekgazi’de dururuz” deyince, orada ev ve mahalle olmadığı için cin yatağı olduğu Çorumlularca malûmdur:
  “-Yoksa siz cin taifesinden misiniz?” Dedim.
  “-Evet” dediler.
  “-Ne işiniz var burada? Ne zaman çıktınız Çorum’dan? Ne var, ne yok!” diye sordum cin hemşerilerime. Cevaben:
  “-Bir davamız vardı. Temyiz mahkememiz var Tanta’da davayı temyiz etmiştik, beraat ettik elhamdülillah” dediler. “Zamana gelince, yeni çıktık Çorum’dan! Bizler için sizler gibi yolculukta müddet yoktur” dediler.
  “-Bana Çorum’u anlatın. Neler oldu yakın zamanda? Hayli zamandır uzaktım sılamdan.” Dediler ki:
  “-Filanca zât filangün vefat etti. Filan tarihte falanca yer yandı. Filanca zaman bir kaza oldu. Kazada falancalar vefat ettiler.”
  Ben onların bu sözlerini not aldım.
  İzn-i icazetimi aldım. Mânevîyatın emri ile Çorum’a geldim. İlk işim cin hemşerilerimin sözlerinin doğruluğunu araştırmak oldu ve Çorumlulara sordum:
  “-Filan tarihte filan zât vefat etti mi?” diye.
  “-Kerâmet buyurdunuz” dediler.
  “-Filan tarihte filan yer yandı mı?” diye sorduğumda, hayretle, gaipten haber veriyor zannının verdiği heyecanla yine
  “-Kerâmet buyurdunuz” dediler.
  Cin hemşerilerimden neler duydumsa hepsini anlattım. Aynı nakarat: “kerâmet” dediler. Mânevî sarhoş oldular. O cemaate gerçekleri söyledim. Kerâmet olmadığını ve cin hemşerilerimin doğru söylediklerini iyi anladım. Anlattıkları şeylerin hepsi doğru çıktı.”
  Bu olaylar metafizik olay olduğu için nakletmeden geçemedim
  Sakın “cin diye bir şey yoktur” demeye cür’et etme. Küfre gidersin. Allah kelâmı olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı da inkâr eylemiş olursun ki, mevcud şeyleri inkâr edep dışı olduğu gibi ayrıca küfürdür.
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân-ı dinleyip şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur’ân dinledik. Biz de ona îman ettik, kimseyi Rabbımıza ortak koşmayacağız.” (Cin Sûresi, 1-2)
  Kur’ân-ı Kerîm’den Cin sûresinden yalnız 1 ve 2. âyeti yazdım. Buna rağmen cinin mevcudiyetini hâlâ inkâr edecek misin? Cinin varlığı da metafiziktir. Onlar da benî âdem gibi teklifata tabidir. Cennet ve cehennem onlar için de geçerlidir.
  Bildiğimiz, bilemediğimiz, nâ-mütenahi yaratıkların efdâli insandır şerefli mahlûk insandır. Hazret-i Allâh’ın “yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının zuhur mercii olarak yarattığı kâmil insandır. Makam-ı hilâfete erişmen için Hazret-i Allâh’ın elçileri ile gönderdiği ahlâk-ı hamîde yani mekârim-i ahlâklı olmaya namzet ve müsait insan olmanın şerefi seni bekliyor. Dikkat et! Mü’min olmadan elde edemezsin. Mü’min olmanın başlıca şartı ise Hazret-i Allâh’ın yarattığı cümle kulları sevmektir. Bu sırrı iyi anla. “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü. Hazret-i Allâh’ın anlamsız, mânâsız yarattığı her hangi bir şeyi akl-ı seliminle gördün mü? Elbette hayır. Nasıl inkâra cüret ediyorsun? Yaratılışın sırrı olan insan olmaya namzet benî âdemin anlamsız ve mânâsız yaratıldığını nasıl düşünebiliyorsun?!...
 

Yaratılan Güzelliklere Ve Zamana Uygun İçtihadla Düzenli Toplumları Muâsır Milletlere Eş Değer Kılan İbadet, Taat Ve Medeniyet Muâmelatımızla Beşere Mânevî Yön Verecek, Şerîatı Anlatacak İlme Ve Âlime Muhtacız

  Lütfen, yanlış hüküm verme! Dünya nizamı ve idare tarzını Hazret-i Allah kullarının iradesine bırakmış ve emretmiş:
  Ey insan! Dünyayı ben yarattım, sen düzene koyacaksın. Kur’ân-ı Kerîm’i mânâsını anlayarak okur isen bu hitab-ı ilâhîye muttali olacaksın. Hazret-i Allâh’ın günâh-ı kebâir olarak belirttiğinin dışında her güzelliği İslâm’da göreceksin. Bilen toplumların ısrarla benimsedikleri cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları olan lâikliği muâsır milletler seviyesine çıkmaya mâni olduğu zannedilen semâvî dinde -ki umuma lütfedilen Dîn-i İslâm’da ve de cümle peygamber efendilerimizin tebliğ ettikleri emr-i ilâhîlerde ismi “şerîattır”- geriye itekleyen, güzelliklere karşı bir tebliğ ve emir görmedim. Yaşayarak ve bilerek şahitlik ediyorum cümle güzellikler semâvî din İslâm’a ve şerîatlara karşı değildir. Karşı göstermeye çalışan, bilginlik taslayan dalalettedir. Beşer bilmeden zaman zaman din ve şerîatı nefsanî duygularına ve çıkarlarına uydurmaya çalışmış, dejenere etmiştir. Bu ve buna benzer kişiler yaptıkları günâhın hesabını verebilecekler mi?!
  Hazret-i Allâh’ın af ve mağfireti sonsuz. Amenna... Umumu tahrib etti ise davası Allâh’a kalmış. Yanlış yola düşürdüğü kulların da haklarını hatırdan çıkarma! İşte ehl-i hakîkat Dîn-i İslâm’ı ve şerîat-i garrâyı böyle istiyor ve izah ediyor.
  Peygamber efendilerimizin getirdiği şerîat nedir? İyi dinle!
  “Hakîkatın zâhire çıktığı anda aldığı isim şerîattır; din şerîattır; tarikat şerîattır; marifet şerîattır; hakîkat de şerîattır.”
  İşte bazı dindar kesimler gerçeklere aşina olmadan hareketleri, tavırları ve çarpık sözleri ile Dîn-i İslâm’a ve şerîatlarına elbette bilmeyerek darbe vuruyorlar. Bu duruma muttali olan, dîni bilgisi yeterli ve içtihat kabiliyetli, mânen şahidi olduğum davası için yaratılıp, Allah tarafından vazifeli kılınan Mustafa Kemal Atatürk yaşadığı zamanın büyük meşâyihi Nurullah Efendi’ye gerçeği şöyle anlattı:
  “-Efendi Hazretleri biliyorsunuz, tekke, zaviye, dergâhları, türbeleri lüzumuna binâen ben kapattım. Allah bana yeterli ömür verecek mi? Bilmiyorum. Zamanı gelince onları ben açacağım.”
  Bu hâdiseyi tekrar tekrar yazmaktan haz duyuyorum. Lütfen ayıplamayın. Kişiyi gerçeklerden uzak kılan, Hazret-i Allâh’ın haram kıldığının dışında yarattığı güzelliklerden mahrum eden, tanzim edilen rahmet-i ilâhîyyeyi karanlık gösteren Kur’ân-ı Azîmüşşân’da belirtilmeyen, hâşâ, Allah elçilerinin getirdiği iddia olunup, Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki rahmet müjdeleriyle bağdaşmayan, kulları Allâh’tan kaçıran şerîatı(!) kasdetmiyoruz. İyi anla! Yanlış tutumun, çarpık bilginle nâ-ehle hakîkatleri ters gösterip, çekilmez ve yaşanamaz hâle getirdiğin gerçek dışı bilginle Dîn-i İslâm’a nâ-ehil kitleleri hakaret ettiriyorsun. Buna hakkın olmadığı gibi mânâ yoksunu ilmî yeteneğin de müsait değil, hedefi de ters gösteriyorsun. Lütfen, haddi aşma!. Bilgin ve tutumunla gerçekleri gösteremediğinden hakîkatlere hakaret ettiriyorsun, hakîkate menfi tutumunla. Bu cür’ete hakkın olmadığı gibi yetkin de yok!.
  Hazret-i Allâh’ın varlığına yeteri kadar îman etmeyen, maddede gördüğünden başka bir şeyi kabul edemeyen, materyalist âdemde hakîkat-ı mânâyı aramak gülünç olmuyor mu? Temenni ve dua ederiz, onlara da Hazret-i Allah hidâyet ihsan eylesin, âmin.
  Metafizik tecelliler Hazret-i Allah tarafından tanzim ve tertip edildiği mânâ düzeninin tasdikiyle îman eden kulda ancak rahmet-i ilâhîyye, merhamet-i ilâhî icabı kardeşlik ve hoşgörü beklenir. Bu hâlin zıddı mânâ yoksunu kulda güzellik sevgi ve muhabbet aramak, “yok” diye sitem etmek safdillik ve hakîkat salaklığı olur.
  Biliyorum, sormuyorum, fakat ulema etiketi taşıyan, kendinin toplumların rehberi olduğunu ilândan çekinmeyen, maddenin sözcüsü amma mânâ yoksunu olarak zuhuru her an ehlinin nazarında gizli olmayan metafizik garibi, Hazret-i Allâh’ın tanzim ve tertibi olan mânevî teşkilatı, mânevî zuhuratı bariz görülürken, onlar hayret, nasıl görmezler, nasıl anlamazlar, varlığını nasıl inkâr ederler?!.. Gerçeği dile getiren, metafiziği manzum olarak yaşayan ve yazan edebiyat öğretmeni Fazlı Al Hocaefendiyi dinle:
 
METAFİZİK ÂLEM

Sûretin ötesi âlem-i mânâ,
Nur üstüne nur hep bu arş-ı âlâ,
Metafizik maddeye meçhuldür hâlâ,
Fizik, metafizik senin eserin.
 
Metafizik nedir? Fizik ötesi.
Melakût, ceberût, arşın cümlesi.
Âmentüde mevcut gaybın hepisi.
Gayıplar âlemi senin eserin.
 
İç içe tanzimde enfüs ve âfâk.
Enfüsün içinde binlerce âfâk.
Ne girift bilmece şu tanzîme bak.
Zerreler, kürreler senin eserin.
 
İlân ediyor ki, sûre-i Rahmân,
Her an tecellide Hâlık-ı Yezdân.
Her tecelli başka, başkadır inan,
Bütün tecelliler senin eserin.
 
Akılla gidilmez mechul âleme,
Gel teslim et aklı, mürşit kâmile.
Enbiyâ, evliyâ rehber âdeme.
Küllî aklın hepsi senin eserin.
 
Sebepler bahâne güç kuvvet senden.
Sebebsiz de yaparsın, sorulmaz: Neden?
Anasız babasız Âdem halkeden,
Sebep denen her şey senin eserin.
 
Sâlih’e deveyi çıkardın taştan,
Mûsâ’ya konuştun kuru ağaçtan,
Âsâyı ejderha yaptın ağaçtan,
Canlı, cansız her şey senin eserin.
 
Denizi Mûsâ’ya dümdüz yol yaptın,
Firavn’ı gark edip, yere kapattın.
Yunus’u kurtardın sâhile attın,
Ummanlarda ferman senin eserin.
 
Üzeyir yüz yıl uyur, bozulmaz yemek,
Merkep toprak olur, düşün ne demek?
Ashâb-ı Kehfi de benzeri bilmek..
Öldürüp, diriltmek senin eserin.
 
Yerde ve gökteki ordular senin.
Her yerde her şeyin hazır askerin.
Kasırga, çekirge, tûfan, depremin,
Her şey hazır bekler, senin eserin.
 
Âlemde görülen bu devr-i devran,
Senden gelip sana dönüyor her an.
Her şey fânî, ZÂTIN bâki her zaman.
Fânî, bâkî olan her şey senin eserin.
 
Maddeden mânâdan, yazdırdın bana,
Fazlı âciz, nasıl şükretsin sana?
EFENDİM’den himmet verdin bu cana,
EFENDİM’le himmet senin eserin.
 
  Mânâyı yansıtmayan, beş duyudan öte yol tanımayan semâvî din putperestliğe dönüşmeye müsaittir, mahkûmdur, mümkündür. Tarih boyu böyle olmuştur.
  Rabbımın bahşettiği vazifemin verdiği zevk ile yol büyüklerimin yaşantılarında dolayısı ile bu abd-i âcizin yaşantımda zuhuru görülegelen ve yaşanmış bi-zatihi şahidi olup unutamadığım metafizik zuhuratların bazılarını bu kitabı okumak zahmetine tahammül gösteren kardeşlerime metafizik tecellilerden bir şeyler verebiliyorsam “vazifemi yapıyorum” zevki ile bahtiyar olurum. Bu abd-i âcizi bilemeyenlere duyurmak istiyorum: Sahtekâr değilim. Olmayacağım da, inşallah.
 

Hazret-i Allâh’ın Bazı Kullarının Ömrünü Belirli Zamana Kadar Uzatması!

  Hacı Bekir Baba anlatıyor:
  Mânâmda Hazret-i Allah buyurdu ki:
  “-Kulum Hacı Bekir, sana bir şey vermek istiyorum. Ne vereyim? Mala mülke iltifatın yok. Kullarımın veremeyeceği bir şey vereyim. Tertibim olan ömrün bugün hitam bulmuştu, otuz sene daha ömrüne ilave ediyorum.”
  Hazret-i şeyh o gün yetmiş yaşını doldurmuştu. Hitab-ı ilâhîyi hemen not almış, tarihini belirtmiş. Günü geldiğinde ihvanına hitaben: “Ben bugün vefat edeceğim” diyerek Kabe’den getirdiği beyaz elbisesini istedi. Ve giydi. Zâhiri ulemanın yeteri kadar ölçüye alamadıkları zikir halakasını kurmuş, bizzat halakanın ortasında zikri idare etmiş ve sonunda:
  “-Benim ruhuma teberrüken bağışlayın” buyurmuşlar.
  Halaka-yı zikirde bulunanlar şeyh efendiyi o günkü kadar güçlü görmediklerini söylediler. Bu bakımdan nefsanî ölçülerine uymadığı için şüpheye düşen, yeteri kadar şeyhlerine itimatsızlığın eseri olarak dervişliği ölçmede fiziki ölçüden başka ölçüleri olmayanlar itiraz ettiler.
  Efendinin ilk eşi vefat etmişti. İkinci âilesi ile beraberliği kırk seneyi bulmuştu. Hanımı:
  “-Efendi Hacı leylek de “öleceğim” diye kabrini yaptırdı, malını mülkünü dağıttı, daha hâlâ ölemedi, rezil oldu” deyince, kırk senedir efendisinin mânevî vazifesinin anlamını anlamamış olan hakîkat yoksunu hanımına üzülerek Kara Şeyh Hacı Bekir Baba:
  “-Yazıklar olsun! Kırk senedir Hacı Bekir ile hacı leyleği ayırt edemedin mi?” uyarısı ile gerçeği görmekten yoksun olanlara boşa geçirdiği zamanın acısını ne güzel dile getirdiler. İhvanlarına da hitaben:
  “-İyi dinleyin! Hazret-i Allah “ömrüne otuz sene ilave ettim” buyurdu. Bugün otuz sene hitam buldu” diye gerçeği anlattı. Amma kaç kişi anladı?.. Bu gerçeği anlayamayanlar duramadılar. Şeyh Efendinin sözüne harfiyyen inanan, îmanının göstergesi olan tecelliyi idrak eden pek az derviş kalmıştı. Gene bir kısmı da “böyle ölüm olmaz” diye gece ilerleyince uzaklaştılar. Halifesi Ali Efendi ve birkaç sadık dervişinden başka kimse kalmadı.
  Şeyh Efendi hitab-ı ilâhînin zuhur saatini bekliyordu. Saat değil dakika dahi şaşmayacaktı. Çünkü Hazret-i Allâh’ın verdiği ilave ömür saati ve dakikası ile otuz sene idi. “sadakallahü’l-azim” (Hazret-i Allah doğru söyler).
  Bu türlü hitab-ı ilâhînin Rabbımın âciz kullarına bahşettiği rahmetinin bu abd-i âcizde benzer tecellileri ile bu tür mânâların şahidiyim. Yeri geldikçe yaşantım boyu gördüğüm ve yaşadığım metafizik olayları Rabbımın affına mağruren müsâadesine ve merhamet sıfatına sığınarak anlatmak istiyorum. Hazret-i Allâh’a mahsus olan varlığı nefsime maletmiş gibi gösterme gafletinden gene Rabbıma sığınırım.
  Aşk ile evradıma ve ezkarıma çalışıyordum. Yakaza hâlinde Cenab-ı Hak bu abd-i âcize hitab ediyordu:
  “-Sana vermek istediğim rahmetim olan iki şeyden birini iste: İlim meclisinde bulunmak mı istersin, cenaze namazı mı kılmak istersin?” buyurdu Hazret-i Allah. Âczim ve gözyaşlarımla:
  “-Abdinim, bilmem. Rabbım sen bilirsin” dedim boynumu bükerek. Teslimiyetimi dile getirmeye çalıştım. O gecenin gündüzünde gayr-i ihtiyârî mânevî ilim meclisinde bulundum ve bir zatın cenaze namazını kıldım.
  Bu zevkin izahı mümkün değil. Bu ve buna benzer bazı metafizik zuhuratın şahidi olduğum için “Gara Şeyh” efendinin anlattığı ömür ilavesinden cesaret alarak bu tertîb-i tanzim-i ilâhîyyenin mânâda belirtildiği gibi maddede aynen zuhurunu görüp yaşadığım rahmet-i ilâhîyyeyi yazmaya cür’et ettim.
  Gece yarısı yaklaşmış oturduğu yerde uyuyor gibi dururken gözlerini açarak etrafta pek az kişinin kaldığını görünce halifesi Hacı Ali Efendi’ye:
  “-Gittiler mi oğlum? Sabırsızlar, duramazlar... Ayaklarıma bakar mısın, soğumuş mu?
  “-Soğumuşlar efendim”
  Hacı Ali Efendi ateşli mangalı efendinin bacaklarının arasına koyar ve battaniyeyi üzerine kapatır.
  “-Al oğlum, ateşin tesiri kalmadı.”
  Hacı Ali Efendi mangalı çeker. Çok geçmeden “Gara Şeyh” başını kaldırır ve tebessümle:
  “-Hoş geldin ya Melek” diyerek, sağ eli ile sakalını tutarak:
  “-İhtiyarım fazla kıyma. Rabbım sen bilirsin, Rabbım sen bilirsin, Rabbım sen bilirsin! Ya Allah!” diyerek sağ tarafa başını bırakır. “Kâlû: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
  Hazret-i Allah o bahtiyarların yürüdüğü yolda bizleri de sebatkâr kılsın.
  Yol “tarik”tir, cemi “tarikât”tır. Hakîkatın zâhirde zuhurunun aldığı isim Şeriattır. Hazret-i Allâh’ın emirlerine uyulması ve kulların kulluk vecibesini yerine getirmeleri için rahmetinden elçileri ile gönderdiği tertîb ve tanzim-i ilâhîyyenin ismi şerîattır.
  Zamanımızda tatbik edilmek istenen şerîatın esasları nefsanî tahrifat görmüş. Bin ikiyüz senedir içtihattan mahrum bırakılmış. Yalnızca korkutucu cehennem yolundan başka yol gösteremeyen, beş şarta tâbi kılıp, kimseye “müslüman” diyemeyen, herkesi illa “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” göstermeye çaba harcayan şerîatı(!) kasdetmiyoruz. Daha evvel yazdığım kitaplarda detaylı anlatmaya çalıştığım, gönüle zikrullahı ve aşk-ı ilâhîyi yansıtan şerîatı istiyoruz. Sâlikini merhametsiz kılan, bilâ-istisna Allâh’ın kullarına tepeden bakan, medeniyet, teknoloji, insan haklarından, güzelliklerden kişileri mahrum eden bu yaşantılara şerîat denmesini îmanımla bağdaştıramıyorum. Kırk dört senedir taşıdığım mânevî vazifemin mesûliyetini müdrik bu abd-i âciz de böyle bir şerîata intibak edemediğim gibi tercihim emr-i ilâhîye uygun, büyüklerimin de yürüdüğü aşk yoludur. İşte hakîkatın zahirde zuhurunun aldığı isim şeriattır. Bu şerîatı da ancak ilm-i tevhid, amel-i tevhitle bulursun. Bu âyeti hatırından çıkarma; zevkini al; aşk-ı ilâhîye giriş kapısıdır:
  “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım: Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâhları bağışlar. Şüphesiz ki, o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer Sûresi, 53)
  Hazret-i Allâh’ın sonsuz rahmetini hatırdan çıkarma. Haramlara dikkat et. Şımarma. Yaratanına eş, ortak koşma. Dosdoğru yürü. Samimi ol. Mü’min olmaya çaba göster. Mü’min olman için emr-i ilâhî ile seni yükümlü ve müsait yaratmış Hazret-i Allah. Mü’min olmanın nedenlerine dikkat et. Maddî gıdaya muhtaç olduğun gibi mânevî gıdaya daha muhtaç yaratıldın. İhmal mânevî kaybın demektir. Savm, salat, hacc u zekât, kelime-i şahadet gerekli. Kelime-i tevhit müslüman olmak için gerekli. Kelime-i şahadet ise mü’min olanın şahitlik belgesidir. Peygamberimiz Efendimiz hasen olan bir hadislerinde buyurdular ki: “Kişi mü’min olmadan cennete giremez. Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz.”
  Muhterem hocam! Mü’minle müslümanı birini diğerine karıştırdın. İslâm’a girmeyi zorlaştırdın. Ülkemizde ve dış ülkelerde Dîn-i İslâm’ın gerçeğini anlatamadığın için her yerde dost değil düşmanı çoğalttın. Dinle, Hazret-i Allah Kelâm-ı Kadîm’de ne buyuruyor? İslâmiyet’i kullarına elçisi vasıtası ile nasıl izah ediyor? Sen de Allah rızâsı için hakîkatın dışına çıkma da, başkaları anlamadan dünyaya sen ilân et. Çünkü en son, mütekâmil kullarına elçisi ile gönderilen şerîatın sahibisin. Bu rahmet-i ilâhîyyeyi bilesin, bulasın ki, anlatasın. Bu rahmet-i ilâhîyyenin ilânını da Avrupa’dan, Amerika’dan mı bekleyeceksin? Gerçeği bilmeye, görmeye çalış. Ki toplumlara bildirmek şerefini elinden kaçırma. Kadrini bilemeyerek hurafe, bid’at, işe yaramaz hikâyelerle zamanı geçirir, maddeyi yaşatır, mânâyı öldürmeye devam eder isen hiç şüphen olmasın Rabbım emr-i ilâhîye uygun rahmetini bir yerden zuhur ettirecek. Şüphe edilmesin. Rabbımın lütfu ihsanı ile abd-i âciz gerçekleri görebilmen için gördüğüm kadarı ile hedef gösteriyorum. dîni izahta toplumların itimat ettiği yerde bulunuyorsun. İlmin zâhiri de olsa itimat edilen ismi taşıyorsun. Vazifeni yap. Sorumlusun. “Ya Davut, cehaleti özür olarak kabul etmiyorum” buyurmadı mı? Hazret-i Allah (c.c.).
  “Bedevîler “inandık” dediler, de ki: “Îman ettik” demeyin, “İslâm’a girdik” deyin, henüz îman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçilerine itaat ederseniz Allah işlediklerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Çünkü o çok esirgeyen, çok bağışlayandır.” (Hucurat Sûresi, 14)
  Hocam! Lütfen, İslâm’ı anlatırken daha dikkatli ol. Hazret-i Allah Kur’ân-ı Kerîm’de âyetlerini açık açık her kulunun anlayacağı gibi beyan ediyor. Sen de tek din olan İslâm’ı anlatırken “ibadete teşvik ediyorum” zannı ile beş şart koyarak benî âdemin arasına düşmanlık getirdin. Hatanı Allah aşkına düzelt. Âyetin dışına çıkma. Âyet-i celîleyi Hazret-i Allah 1400 sene evvel bedevîye anlattı. Bedevî de “Lâ ilahe illa Allah” dediği için müslüman olduğunu anladı.! Bedevî müslüman olduğunu anladı, sen ey medeni, müslümanlığı ne zaman anlayacaksın?!..
 

Uyanık Bir Tek Sen mi idin, Ey “Gara Şeyh”?

  Etkisinden kurtulamadığım, kurtulmak da istemediğim metafizik rahmet tecellisini anlatarak cümle gönül ehlinin bu zevke ortak olmasının arzusu ile ve metafizik dışı ilimle yetinen kardeşlerimi de bir nebze mânâ varlığını düşündürebilirsem mutlu olurum.
  Çorumlular iyi bilirler, Yeniyol’da Delikboğaz’ın Kahvesi arkasına düşen çıkmaz sokaktaki evde ikamet eden, dîni yönden safiyetini muhafaza etmiş bir kişi aç, perişan kalmış. Gecenin yarısında, hacet kapılarının daha açık olduğu bir zamanda açlık ve perişanlığının verdiği heyecanla ve sitemle yüksek sesle şöyle müracaat eder –ki, o zaman Çorumda on bir dergâhın olduğu söylenir-:
  “-Ey Çorum’daki şeyh efendiler! Sizler peygamber vârislerisiniz. Hanginiz uyanıksanız benim hâlimi anlayın. Tahammülüm kalmadı, yardım bekliyorum” diye hâlini sert dille haykırdı.
  Hacı Bekir Baba, bir torbaya hazırladığı yiyecekleri, diğerine de odun, çıra gibi yakacakları koyarak, sarih adresini verdiği eve dervişleri gönderdi:
  “-Selam söyleyin, sabah namazından sonra beni görsün” buyurdu.
  Adresi buldular. Kapıyı vurdular. Adam kapıyı açtı. Heyecanla ve hayretle sordu:
  “-Hangi şeyhten?”
  “-Hacı Bekir Baba’dan” deyince adam nara atarcasına:
  “-Bir tek sen mi uyanıktın, ey “Gara Şeyh?” Diğerleri uyuyor mu?!”
  Şeyh efendinin selamını tebliğ ettikten sonra:
  “-Sabah namazından sonra seni görmek istiyor” dediler.
  Şeyh efendinin arzusu üzere gelen kişi ümit etmediği sitemle karşılandı: Hacı Bekir Baba enâniyetten, bencillikten uzak, gerçekleri dile getirdi de, bu hâlini yadırgadığını şöyle anlattı:
  “-Nasıl şeyh efendileri imtihana cür’et ettin? Aleyhlerinde hüküm verdin, su-i zana düştün?! Beşeriyet hâlinde olsa idim benim de bilmem imkânsızdı. Bir daha böyle küstahlık yapma. Torbadakileri yiyince gene gel” buyurdular.
  Şeyh efendi daima sülük hayatı yaşardı. Daima mahviyette idi.
  Mânâ yolunu karanlıklarda değil aydınlıklarda ara!
  Ehl-i aşk: ezel-i ervahtaki “belî” diyen îmanın zuhur kaynağı ruhun Allâh’ın varlığına îmanının ikrarı, şüphesiz rahmet-i ilâhîyye zuhuru ile ezel-i ervâhtaki yaşantımızda henüz nefis giysisinin olmadığı, ilâhî varlığa olan îmanının adâletli zuhuru “evet, sen bizim Rabbımızsın” ikrarının verdiği sarhoşluğun bitip tükenmeyen, izahı yeteri kadar mümkün olmayan îman zevkinin özlemi ile yaşar.
  İbadet ve taatlar nefis ölçeği ile değil îman terazisi ile ölçülür. Bu rahmet-i ilâhîyyeleri nefis kantarında ölçenler hakîkatın dışında kalmışlar, küfür bataklığından çıkamadıkları gibi kurtuluşa ermiş, îman zevki ile her şeyi ölçebilen bahtiyarları kıskandıklarından onların mânâ yönünü görmeye muktedir olamadıkları için, mânen iç açıcı olmayan zevkleri beş duyuyu aşamayan makamlarına metafizik yaşantısında kendini bulan mânâ zevki ile mutmain olmuş bahtiyarları da kabul edemeyenlerin kurdukları hayat nizamının maddî yönü parlak gibi görülse de mânâsı ehline ma’lûm, karanlık görüşlerine teşvikkâr tutumlarını yadırgamıyoruz... Amma her ne kadar rahatsızlığımızın ölçüsü akıl ve mantık yönünden izahı muhâl ise de mânâ ve îman görünümünde hakîkatlerin görünüp yaşandığını îman gözü ile görüp zevkini almak hayal değil gerçek, hem de ne gerçek!...
  Şahit mi gerek? Akıl, mantık ve nefis duygusundan ileri gitmeyen görüş, yaşantı ve düşünceleri ile metafiziksel ölçüm ve görüş gücüne sahip olmak mümkün değil! Hakîkatleri kabul ediyor gibi göründükleri hâlde inançları doğrultusunda değil de bazı safiyetli insanları incitmemek için hoşgörülü olduğunu göstermeleri yapmacık sergicilikten öteye gidemez. Çünkü maksatları mânâya muttali olmak gibi bir gayeye matuf değil!.
  Örnekleri pek çoktur. Bir tânesini arzedeyim: Ömründe bir defa şartlar mevcut olduğu zaman üzerine farz olan hac farizasını imkânlarının el verdiği nisbette yerine getiren hanım ve erkek hacının tutum ve davranışlarına, icraatlarına tavır ve hareketlerine beraber bakalım. Değişik görüşlere sahip olduklarını bariz göreceksin. Hac; mali, bedeni, ruhi ibadettir. Zevki ve hazzı îmanla orantılıdır. Nefsanî ve fiziksel ölçülere iltifat etmeden, safiyetle, Hazret-i Allâh’ın emir ve tertibine uygun ibadet ve taatlarını da samîmiyetle yerine getirmesinin nedenini, sadakatli kulların her hareketinde îmanın mevcudiyetini görmek mümkün. Bu hasleti ise emr-i ilâhîyi “acabasız” kabullenmiş muhib kullarda her an görmek mümkündür. Haccın hiç bir rüknü aklın, mantığın ve nefsin haz duyacağı türde yaratılmamış. Bu emr-i ilâhî ve tertîb-i ilâhîyye ancak “Âmentü”ye îman edenlerin mânevî gıdası, feyzi ve zevkidir. Aşığın haccı fer’i de olsa vuslat misalidir hac.
  Beş duyunun ötesindeki yoldan habersiz, fiziksel bilgilerden öteye yani mânâya yol bulamayan kişiler metafizik tertîb ve tanzim-i ilâhîyyenin dışında kalmış, mânânın zevki ve hazzını nefsin pazarında bulamadığı için ferahlığı ibadet ve taatın, mânevî teşkilatın inkârında bulduğunu zannederler. Mânevîyatı da yaşadıkları maddî hayatın dışına çıkarmadan, ila-nihaye götürmeye çabalarlar.
  Beş duyunun makinası hâline gelmiş materyalist ibadet, taat iştigaline mâni inanç yoksunu nereden bulsun ve bilsin, kayıtsız şartsız emr-i ilâhîye intibak gücünü? Âlemleri “kün!” (ya’nî “ol!”) emri ile yaratıp “fe-yekün” (ya’nî “hemen oluverir”) emri ile hitam bulduracak Hazret-i Allâh’ın dört duvar bir kapıdan ibaret, “evim” buyurduğu, plansız, projesiz, beşeri ruhsata uygun olmayan bir binayı nasıl kabullenip, yedi şavt yapıp ismine tavaf desin!.
  Cennet-i A’la’dan Cebel-i Kuveys’e indirilen emr-i ilâhî gereği Beytullah’ın köşesine konulan Hacer-i Esved ahd-i misak taşını her şavtta akıl ve mantığına uygun görüp nasıl öpsün ki, insan-ı kâmildeki tertîb-i tanzim-i ilâhîyyeyi, ahd-i intisabı kabul etmeyen materyalistin taşı nasıl kabul edip de türlü meşakkatlerle “emr-i ilâhî” diye öpmesini bekliyorsun?
  Safa ve Merve arası yedi gidiş dönüş 5600 metre mesafeyi yürümeyi tavaf yorgunluğuna ilaveten “ibadet” diye beş duyunun makinası hâline gelmiş kişiye nasıl kabul ettireceksin?
  Üzerine uygun gördüğü giysileri çıkartıp, çıplak vücuduna “ihram” ismi verilen iki havludan ibaret sarınmayı günlerce taşıyacak... Bazı helâl şeyler ihramdan çıkana kadar haram olacak!.. Bu emr-i ilâhîyi nefsine nasıl kabul ettirsin îman garibi?. Allâh’ın emrine kayıtsız ve şartsız tâbi olmak, îmanın şartı, hazzı ve gıdası olan âmentü’ye îman etmeyenlerin gerçekleri inkârı nefse zulümden öte gidemez.
  Zaif îmanın taşıyamadığı, nefsin haz duymadığı bu tür ibadet ve taatların binlercesini anlatmak mümkün, amma Hazret-i Allâh’ın rahmet ve mağfiretini anlatmak da beşerin ölçüsü dışındadır. İleri gidemiyorum gayretullaha dokunurum korkusu ile.
  Abd-i âciz yaşadığım, gördüğüm, samîmiyetle inandığım “nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî” vazifesini 1956 senesinden bu yana havf u reca ile taşımaya çalışıyorum. Rabbım enâniyete düşürmeden, cümle vazifeli kullarını lâyık kılsın. Güç, kuvvet, varlık yalnız ve yalnız Allâh’a mahsustur. Hiç bir yaratık bu tür varlığı nefsine maledemez. Eğer maleder ve Allâh’ın sıfatlarını naçiz şahsında göstermeye yeltenirse mânâ sahtekârı olur. Rahmet-i ilâhîyye ancak sebeplerinde müşâhede edilir. İcra eden yalnız Hazret-i Allâh’dır. Sadık kul Hazret-i Allâh’ın emirlerine ve gönderdiği elçilerine, elçilerinin vârislerine samîmiyetle tâbi olmak mecburiyetindedir. Bu yönlü itaat kayıtsız ve şartsızdır. Çünkü tertîb-i tanzim-i ilâhîyyedir, metafiziktir.
 

Şifayı Hasta Hicranından, Tabib İse Îmanından İster. Mânâmda Buyurdular Ki: “Derdinin Devasını Ne Bulabilecekler, Ne De Sana Verebilecekler”

  Şeyh Hacı Ali Ahıskavi Hazretleri “lösemi” denilen kan kanseri idi. Çorum Devlet Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Başhekim, doktorlar ve bütün personel Hazret-i Allâh’ın vazifeli kıldığı büyük zata hizmette kusur etmemek için çaba gösteriyorlardı.
  Baştabip her gün ziyaret eder, isteği olup olmadığını sorardı. Gene sorduğunda:
  “-Oğlum, Hazret-i Allah cümlenizden razı olsun. Beni bugün taburcu et” diye rica edince üzülen başhekim:
  “-Aman efendim, hürmette, hizmette kusur mu ettik? Söyle bana kim incitti zatını?”
  “-Hayır oğlum, Hazret-i Allah cümlenizden razı olsun. İlminizi âli kılsın. Evimde bu kadar rahat değilim. îmanına itimat ettiğim, inancına zarar vermeyeceği için gördüğüm mânâyı olduğu gibi anlatacağım:
  “Bu gece âlem-i mânâda müracaatımın cevabı rahmet-i ilâhîyyenin zuhuru ile bir tepsi içinde yüzlerce ilaç getirdiler. Tepsinin ortasında küçük bir şişeyi göstererek:
  “-İşte senin derdinin devası ilaç bu şişede. Hazret-i Allah yarattı fakat henüz kullanma müsâadesini halketmedi. Ne bu devayı bulacaklar, ne de bu ilacı sana verecekler! Vakt-i saati henüz gelmedi” buyurdular.
  “Beyhude yatağı ne diye meşgul edeyim. Başka bir hasta yatar da şifa bulur inşallah.”
  Âczinden boynunu büken başhekim üzülerek elini öptü ve onu evine gönderdi.
  “Talebenâ, vecedenâ” (bizi arayan bizi bulur). İste ki, vereyim. Bu istekler hastanın olduğundan daha çok tabiplerin olacak. Zira “hasta hicranından, tabip îmanından Allâh’tan ister. Tabibin duası ind-i ilâhîde daha geçerlidir.” O bakımdan Hazret-i Allâh’ı Allâh’ın istediği kadar bilen tabibe toplumların çok ihtiyacı var.
Her tabîbe âşikâr etme derûn-i derdini,
Her ne derdin var ise eyler devâ, Allah kerîm.
  Deva Allâh’ın yed-i kudretindedir. Fakat sebebine tevessül etmeden hiç bir şey’e nâil olamazsın. Kıssayı iyi dinle:
  Hazret-i Allah gözleri ağrıyan Musa (aleyhis-selam)’a:
  “-Ya Musa! Yerdeki şu gördüğün otlar gözüne devadır” buyurdu.
  Musa (aleyhis-selam) otları kullandı. Hiç faidesi olmadı. Sıkılarak Rabbına müracaat etti:
  “-Ya Rabbi, zatını noksan sıfattan tenzih ederim, göz ağrısına deva buyurduğun otları kullandım, deva olmadı!”
  Hazret-i Allah buyurdu ki:
  “-Ya Musa! Sana “al, ilaç yap” demedim ki. Ehline diyeceksin “şu otu al gözüme ilaç yap” diye.”
  Küllî şey’in sebebâ. Her şeyi sebebe bağlamıştır. Hazret-i Allah buyuruyor ki: “Ya Musa! Her şeyi tertip tanzim ettiğim sebeplerde arayacaksın. Sakın sebebi ihmal etme; sebebi de ilâhlaştırma!.”
 

Aşk Yolunda Sevmen Gerekli Olanları Sevmeden İlâhî Aşk Makamından Sevgi mi Bekliyorsun?

  Hususi arabamızla beş arkadaş Bağdat’a gittik. Beş, altı gün Bağdat’ta kalacaktık ziyaretler için. Bilahare Basra, Kerbela, Necef, ziyaretlerinden sonra hac için Taif yolundan Mekke-i Mükerreme’ye gidecektik. Otele yerleştikten sonra kaldığımız otele yakın olan Gavsü’l-a’zam Abdulkadir Geylani Hazretleri’ni ziyarete gittik. Cümle kullarına merhamet ve rahmet-i ilâhîyeden iktidarı nisbetinde yerine getirilen kulluk vecibesini samîmiyetle ifaya gayret gösteren, aşk-ı ilâhîden nasibini almış, Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in mânevî deryasından cümle ehl-i aşka kıyamete kadar dağıtmaya ehil, merciinden vazifeli kılınan, bugün dahi Hazret-i Allâh’ın ehl-i aşka ihsan eyleyip, tasarrufatının bariz zuhurunun aşikâre görüldüğü adetsiz rahmet merciinden bir tânesi, Hazret-i Allâh’ın rahmetinden getirdiği şerîatı ile yükümlü olduğumuz Hazret-i Resûlullah’ın verâsetinin vazifelisi ve nedim-i ilâhî, ehl-i aşk için tahsis edilen rahmet-i ilâhîyye ve aşk-ı ilâhînin dağıtım kapılarının cesâmetlisi Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır hitabıyla Resûlullah’ın işaret buyurduğu rahmet-i ilâhîyyeye vesile ehl-i aşkın büyük kapısı Gavsü’l-a’zam Seyyid Abdülkadir Geylani (kaddesallâhu sırrahu) Hazretleri’ni ziyarete gelmiştik.
  Her tarafta dolu dolu, edepli, mekârim-i ahlâkın içten ve dıştan göründüğü ehl-i aşk Gavsü’l-a’zam’ı Allah için ziyarete gelmişler. Cümlesinin mânevî doyumları belli yüzlerinde. Musluğu kapanmayan yaşlar gözlerinde. Aşk sarhoşluğu belli umumi hâllerinde. Gıbta ile seyrediyordum. Hayret: Bu abd-i âcizde, gördüğüm mesut simalardaki rahmet-i ilâhîyyenin zerresi dahi yoktu! Mânevîyat fukarası ve müflisi olmuştum. “Taştan, topraktan ne istiyorsun?” diyen hakîkat gariblerinin taşıdığı îmanı kemiren virüs bu abd-i âcizde olanca cesâmeti ile sırıtıyordu. Feyzim alınmış, mânevî duygum yok olmuş, aşk-ı ilâhîlerin zuhur mercilerine müteallik kılınan îmanım da yok olmuştu...
  Rahmetli Anacığımın, Hazret-i Allâh’ın emrine ters düşen bir hâl gördüğü zaman yaptığı uyarıyı anımsadım. Üzerine basa basa:
  “-Aman oğlum, Allah insanı taş eder!” derdi. Bu söz benim istihza konumdu. Derdim ki:
  “-Ana, taş olmuş bir insan göster ki, inanayım!”

  Anamı âciz bıraktığımı zannederdim. İşte anacığımın o mübârek sözlerini iyi anladım; taş oldum. Mânevîyat müflisi olmuştum. Ne beklentiler, ne duygularla binlerce kilometreyi katetmiştik. Fakat gönül kapım kapanmıştı. Açılır zannı ile taraf-ı etrafıma karşı utancımdan yapmacık aşk gösterileri yapmaya yeltendim. Yaptımsa da olmadı, yapamadım. Maddî ve mânevî hayatımda sahtekârlığa yer yoktu. Delirmiş gibi dışarı fırladım. Sitemlerim yaratanıma idi. Otele gelene kadar neler demedim ki, neler... Hamdolsun ki, müracaat kapımı açık bırakmışlardı. Küstahça daldım içeri. Şımarmıştım. Yaratanıma mırıldanıyordum amma yüksek sesle. Oteldeki odamda kimse yoktu. Sırt üstü uzanmıştım, elbisemle yorganın üzerine. Diyordum ki:
  “-Hani, zatının nerede rahmet-i, merhamet-i ilâhîn? Binlerce kilometre yolu bu abd-i âcizini taş etmek için mi getirdin?..”
  Gözlerimi gayr-i ihtiyârî diktiğim karşıdaki duvarda yüksekte bağdaş kurarak oturan şeyhim efendim Hacı Mustafa Yardımedici’yi gördüm. Gülüyordu benim hâlime ve:
  “-İyi bil! Yağma yok! Burayı sevmeden başka yerlerden sevgi bekleme” diyerek gülüyordu.
  İki ayağını bileklerinden tuttum aşk ile. Çaprazlama kıvırdım da dedim ki:
  “-Seni sevmek, ne demek; yerim seni çıtır çıtır aşkımdan.!”
  O mübârek ayakları kıvırmakla gayr-i ihtiyârî rahmet kapısını açmışım meğer. Gayr-i ihtiyârî almışlar, gayr-i ihtiyârî içeriye girmişim. Çünkü birden inkâr zail olmuş, imtihanım bitmiş, yerini rahmet-i ilâhîyyeye, aşk-ı ilâhîye terketmişti. Hazret-i Allâh’a îman eden ve Hazret-i Allâh’ın bilcümle resûllerinin inanan ve tâbi olanlara rahmet hazineleri olduğunu, peygamber vârislerinin, Evliyâullahın dünyadan hiç eksilmeyip, mânevî teşkilatın her an mevcudiyetini gören kalp gözümü, rahmet benliğimi geri vermişlerdi. Koşarak gittim Gavsü’l-a’zam’ın türbesine. O ziyaretim dostlar başına!..
  Bilmeden düştüğüm bu hâli üzülerek anlatmaya çalıştım. Örnek al da sen de aynı duruma düşmeyesin.
  “Seher zevkin ne bilsin müstecânî, püsterî kalpler? Füyûzât-ı sabâhı hasta-yı hicrân olandan sor.”
  Ya’nî “seheri görmeyenler seherin zevkini nereden bilecekler? Sen seherin zevkini hicran çeken hastadan sor.” Seher vakti hikmet-i ilâhîyye cümle hastalara seherin zevki ile ifakat (ferahlık) verilir. Bu feyzi hicran çeken hasta iyi anlar. Her gün güneşi göbeğine doğduran, güneşin doğmasını dahi göremeyen hele görmediği seher zevkini nereden bilecek? Benî âdem füyuzat-ı ilâhîden habersizdir. Âdem insan olmadan taşlaştığını nereden anlayacak?
  Muhterem hocam! “Taşı, toprağı niye ziyaret ederiz?” anlatabildimse mutlu olurum. “Görmediğim Allâh’a ibadet etmem” diyen büyüklerimizin mezhebi ve meşrebi olan aşk-ı ilâhîyi ve şerîat-i garrâyı bu yolda bulacaksın. Yoksa şahsi ve nefsanî hazlarımıza hoş gelen, benî âdemi korkutarak, cehennemden başka tesirli göstergeye muttali olamadın. “Şerîat” diye göstermeye kalkıştığın, yaratılan güzellikler dışı. Dünya güzelliklerini tedris etmiş kişilere dünyada halkedilen güzelliklerin de yaratıcısının Hazret-i Allah olduğunu anlatamadık. Onun için peygamberimiz efendilerimizin getirdikleri, kulların neşvü nema bulmasının Allah tarafından ihsan edilen maddî ve mânevî düsturunu bilemeden.
  İlim adına yanlış anlatıyor ve yanlış yapıyoruz. Tatbikinde aşk rahmetinden uzak, zikren kesira emr-i ilâhîsinden uzak, sonsuz rahmet-i ilâhîyyenin af ve merhamet-i ilâhîsini yansıtmaktan uzak, içtihatsız bırakılan şerîat-i garrâ günün şartlarına uymaktan uzak.. Mekârim-i ahlâktan, tasavvufi yaşantıdan uzak... Allâh’ın haram kıldığı günâh-ı kebâirler dışında yaratılmış güzellikleri kabul edemeyen bir ilim ihdas edildi! Ruha hulul edemeyen, ruha gıdayı veremeyen, beşeri tertîb ve tanzimden de öte mânâya gidecek yolu olmayan bir ilmin verdiği düstur ve prensipler (!) “yaratılışın sırrı” olan insan olmaya namzet benî âdemin davasına elbette cevap verecek gerçeğe ve güce sahip değildir..
  Mânâ kalıcıdır. Mânâsız madde ruhsuz ceset misali her an kokuşmaya müsait, yok olacak kıvamda yaratılmıştır. Mevcudiyeti tükenmeye, bitmeye, çürümeye her an müsaittir. İrfaniyet yoksunları, mânâ ile ilgisi olmayan enâniyet bataklığının kanallarının yegâne sahib olduğu serveti varlık, benlik, gurur ve kibirin aktığı, Hazret-i Allâh’ı tanımayan küfür bataklığında olamayan güzelikleri ararlar. Olmayan bir şey nereden bulunacaktı?
  Bulamadıkları için aşşağılık kompleksine kapılarak “her şeyi ben biliyorum” iddiası da tutmadı mı, ikinci sermaye ve dayandıkları yoksun oldukları mânâyı inkârları ile mânâyı da madde gibi tahayülleri onlarca doğaldır. Bu inkârları mevzi gibi görülse de hakîkatte yaratanını kabul edemeyip, ilâhî tecelli ve zuhuratların bariz inkârıdır. Muvakkat de olsa ferdi ve toplu mânâ ölümlerinin müsebbibi zamana göre ictihâdî yersiz gören, her devrin tecelli ve zuhuru rahmet-i ilâhîyyeleri aldığı ilimle bağdaştıramayan, bilginlerin göstermeye çalıştığı güzelliklerle bağdaşmayan şerîatı kabul eden de, etmeyen de geçmişten ders alınmadığından, sonra gelenler de evvelkiler gibi aynı hataya düştüler, aynı hatayı işlediler.
  En son ihsan edilen, benî âdemin çabucak insan olmasına rahmet-i ilâhîyyenin vesile kıldığı Şerîat-i Muhammedî’nin özünde kardeşlik ve dostluk mevcud iken bu rahmet-i ilâhîyye dahi şerîatın yani emr-i ilâhînin yanlış anlaşılıp, yanlış uygulaması ile bazı toplumlarda sevgi, muhabbet, hoşgörü yerine cehaletin istilâ ettiği şiddete dönüşerek, din adına korkunç cinâyetler işlenmiş, ocaklar söndürülmüş. Şerîat-i Muhammedî’nin sahip olduğu güzellikleri yansıtan şer’-i şerîfi muhafaza edecekken nefse hoş gelen, emr-i ilâhî dışında, tarih boyu dîni vecibe zannettikleri bu cehaleti yok edemedikleri gibi cehillerinden benî âdemin mânâlarını yok etme virüsünü ürettiler.!
  Hazret-i Allâh’ın kullarına olan merhameti ve rahmeti gereği tertip eylediği enbiyâyı, evliyâyı, velîyi akıl ve mantık duygusundan öteye gidemeyen ilimlerinin kabul edemediği rahmet hazinelerini inkârlarında hatır için üzülmüş gibi görünüm vererek avamı saflarına çekip, ehl-i irfanî kandırdıklarını zanneden, yaratılışın sırrını idrak edemeyen inkârcı inkârını gizli tuttuğunun zannı ile “inançsız âdem olmaz” diye hatır için inançlı gibi görünmelerini ehl-i irfana yutturamadıklarını bilselerdi!... Deve kuşu misali.. “Avcıdan gizleniyorum” zannı ile yalnız kafasını kuma sokar. “Gizlendim” zanneder. Fakat bütün cesâmeti ile gövde meydanda. Amma deve kuşunun gizlenme kabiliyeti bu kadar. “Gizlendim” zanneder, küfrün mânâdan “gizleniyorum” zannı gibi. Bilmez ki iki zıt bir arada duramaz. Tertîb-i ilâhîyyeye ters düşer.
  Bu tertîb-i ilâhîyyeyi, şerîat-i garrâyı tap taze yaşayan ehl-i tasavvuf, ehl-i aşk Hazret-i Allâh’ın muhafazası ve koruması altında, ezel-i ervâh îmanının dünya hayatına yansımasının zuhuru ve tecellisi murat, murad-ı ilâhînin insan-ı kâmilden zuhuru hikmet, marifetullah, tasavvuf ve ilâhî aşk... Kulluk vecibesinin samimi ifasının sadakatli âşık kullarını, hakîkat ehlini anlatmaya çalışıyorum. Bilerek veya bilmeyerek ters yola girmiş, Allah korkusu olmayan, Hazret-i Allah tarafından vazifelendirilmemiş, çarpık, şeytani rüyasında şeyh olmuş, ezel-i ervâhta ve meşrep yapısında mânâ tiynetinde olmadığı hâlde kurnazlıkla kendisini mânâ ehl-i gösteren, usta görmemiş amma “ustayım” diye yalan söyleyen, bozuk sanatkâr kurnazlığın ustası olmuş sahte şeyhleri bu yolda ölçü olarak almayasın. Peygamberimiz Efendimiz’in Hazret-i Allâh’tan getirdiği tebliği dinle:
  “İnsanların en şerlisi mürşit olmadığı hâlde mürşitlik taslayanlardır.”
 

Merhamet Ve Rahmreti Bol, Eşi, Benzeri Olmayan Kudret-i İlâhî, Bütün Âlemdeki Varlığın Her Zerresi Mühr-i İlâhî Olduğu Gibi, Bu Abd-i Âcizin Yazmaya Çalıştığım, Hayatımda Nâ-Mütenahi Zuhuruna Şahit Olduğum Metafizik Kitaba Maddenin Ve Mânânın Çözemediği, Çözemiyeceği Sırr-ı İlâhî, Hazret-i Allah Aşikâr Mühür Bastı!..

  Hazret-i Allâh’ın rahmetine, lütuf ve taltifine her an muhtacız. Ukalalık etmiş olmayayım, mânevî vazifem ve Allâh’ın varlığına, peygamber efendilerimizin Allâh’ın elçileri olduğuna küll olarak âmentü’nün anlamında hiç inanç boşluğu yok. Hamdederim.
  Hayatım boyu bu abd-i âciz etkisinden kurtulamadığım, Rabbımın lütfu ihsanı olan mânevî vazifem ve zevkimle yaratanıma yakınlığımı yudum yudum, nefes nefes yaşantım boyunca yaşadım ve yaşıyorum. Mânevî zevkin tecellisi ile maddemi ve mânâmı ihyâ edenin rahmet-i ilâhîyye olduğuna şüphem yok!
  Rahmet-i ilâhîyyeden soyutlanmış bir hayatın madde ve mânâsının o âdemde ceset olsa da değişmiyor. Gerçek ölümün bu ölüm olduğunu gördüm, yaşadım, biliyorum. Rahmet-i ilâhîyyeden dışlanmak korkusu en büyük korkum ve ızdırabım.
  Dünya hayatımın madde ve mânâsında o kadar çok metafizik zuhurat ve tecelliler var ki!... Bütün beşere göstermek vazife ve arzumun tahakkukunda zorlanıyorum.
  Abd-i âciz yazmaya çalıştığım kitapçığa Hazret-i Allah kudret mührü bastı. Bilgisayar ve printer vesile idi. Onlardan zerre kadar uğraşı olmadı. Teknolojiye aşina kişilerin de gözleri önünde açık zuhuru onları da bu rahmet-i ilâhîyye olaya şahit kıldı. Mührün orjinali tetkike her zaman uzman meraklılarını bekliyor. Olay teknolojinin üstünde, bilinçaltı izah bekliyor.
  Nasıl izah ve ifade edeceğim, bu hususda da Rabbıma sığınıyorum. İzahını da Rabbımdan halketmesini bekliyorum, âmin.
  Bir aydır tekniğin otoriteleri zevkle çalışıyorlar. Fiziki izahında hiç mesafe alamadılar, alamayacaklar da!.. Allah cümlesinden razı olsun, küstahlık olmaz ise bu olayın beşeri ilgilendirecek kadarının bilincini de Hazret-i Allâh’tan âczimle rica ediyorum. Bu arzu ve ricamı bazı tembel kullarının tevekkül maskesine sığınarak takındıkları küstahça tavırlara benzetmeyesin.
  Hazret-i Allah cevheri yaratmış, a’râzı da yaratmış. Anlamı suyu ve toprağı yarattı, ikisini karıştırıp kerpici sen yapacaksın. Sakın Hazret-i Allâh’a “kerpici de yap” demeyesin. Allâh’a karşı küstahlık olur. Kulluk vazifeni bil. Emr-i ilâhîlerinin teferruatına elçilerini vazifeli kılmış. Diyemezsin ki “ben elçi filan tanımam. Zatının izahı bana yeter.” Bütün âlem rahmet-i ilâhîyyelerle bezenmiş. Dünyada benî âdemi muktedir ve irade sahibi eylemiş. Güzelliklere aşina yaratmış. “Bu dünyayı ben yarattım, sen düzene koyacaksın” hitabı her hâdisede zuhur ederken, yılışarak günlük hayatımızda “beni yorma, onu da sen yap” deme. Toplumların idare, sevk ve hareketlerini güzellikler içerisinde, inanç ve akıllarının erdiği kadarı ile mesûliyetini müdrik kişilerin çıkardığı nizamlarla idare edecekken, sakın Hazret-i Allâh’a “bizi ilgilendirmiyor, onu da sen yap” deme. Terbiyesizlik ve küstahlık olur.
  Derviş hasbünAllâhu veni’me’l-vekil” (sen âlemlerin vekilisin) der. Amma haddini bil. Gücünün yettiği yerde Hazret-i Allah senin ne avukatın, ne hizmetçin!.. Cüz’î irâdeni unutma. Gülünç oluyorsun. Bu gerçekleri bilmediğinden din anlayışına nâ-ehli güldürüyorsun...
  İşte akıl ve mantığın, fiziki ilmin çözemediği ve çözemeyeceği, incelemeye müsait ve açık metafizik bir olay:
  Peygamber Efendimiz’in doğum gününde bayram ettiğimiz Mevlid Kandili günü 1999 senesi 24 Haziran bilgisayarda yazdıklarımı dosyalamak için printere yazdırıyordum. Altmışıncı sahifenin başında çift çizik çerçeve içerisinde -çerçeveler alışa geldiğimiz çerçeve cinsinden değil- 12,5 cm. boyunda, 12 mm. eninde, sarı altın yaldızlı zemin üzerine kırmızı ve yeşil noktacıklarla sahifenin kenarında, üstünde de yukarı kenardan sahife nizamına ve düzenine uymayan, ekranın ve printerin dâhli olmadan, ekranda dahi görünmeden, bir daha yazmak ve yazdırmamıza imkân olmayan, çeşitli renklerle bezenmiş, bazı yerlerine Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu yazı kufi yazıya benzer, çıplak gözle zor görülen esmalarla ve mühürlerle bezenmiş bir logo belirmişti. İzahından teknolojinin ve akılcı dînin âciz kaldığı...
Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı kibriyâ,
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.
  Îmanına sahip ehl-i îmanı bu ve buna benzer zuhurat îman ehl-i olanları rahatsız etmediği gibi inançlarının zevkine zevk katar.
  Olay yüksek tahsil görmüş, mânâ cilvelerine az-çok aşina Mehmet Şen Efendi ve Tarık Küçükkalıpçı Efendi’nin de huzurunda zuhur etmiş, Hazret-i Allah onları da şahit kılmıştı. O sahife üzerine hiçbir cihazın dâhli olmadan mührün gökten düşer gibi zuhuru o efendileri de hayretler içerisinde bırakmıştı.
  Her tarafı kufi yazılarla ve mühürler ile bezenmiş levha üzerine siyah latince yazı ile akılcı ulemayı şoke edecek latin yazısı ile bu abd-i âcizin kimliğini ve icazetini yazıyor Hazret-i Allah c.c.:

  60. sahifede perişanlığımı, âczimi anlatıyordum. Yeteri kadar bilmediğim için bocaladığım, hiçliğimi göstermeye çalışıyordum. Yaratanıma neyi gösterecektim ki?!.. Tertîb ve tanzim onun halketmesi değil mi?
  Sonradan anladığıma göre, mensup olduğum şeyhime karşı saygısızlığımın karşılığı ceza imiş. Bi-zatihi şeyhim efendimin lisânından ihsan ettiler. Bu uyarı ile abd-i âcizi cümle Allah kullarına ibret olsun diye, normal yaşamaları için tasavvufun inceliklerinin sevgi, muhabbet, Allâh’a îman ve dosdoğru yürümenin esas olduğunu izah etmeye yetkili kıldılar.
  Bu metafizik olayı bütün çıplaklığı ile okurlarıma ve ihvanıma anlatmak istiyorum. Âczimi itirafımla yetiniyorum. Başka gücüm yok.!
  Aynı mührü kitapta göstermeye çalışacağız. Nedenini araştır. Zevk alacağına, inancını muhafaza çerçevesi ile takviye edeceğine şüphem yok, inşallah. Allâh’ın varlığına birliğine inananlar için bu tecelliyat-ı ilâhîde çok çok ibretler ve hikmetler var. Lütfen, bu hikmet-i ilâhîyyeye aşina ol ve yaşa. Şunu iyi bil ki bu, Allâh’ın âciz kulu, yaratılışım ve Rabbıma olan îmanımın icabı Peygamber Efendimiz’in tebliğ buyurduğu ahkâmın zerresine dahi itirazkâr yaratılmadığım gibi, gene Rabbımın rahmet tecellisi, sahtekârlığa, düzenbazlığa, dîni istismara hayatımın hiç bir safhasında yer yok. İtimat et. Zarar etmezsin. Amma verilen iradeni iyi kullan.
  Hazret-i Allâh’ın rahmetiyle ihsan eylediği mühr-i ilâhî inanıyorum ki, hem madde ehline, hem de nâ-ehil tarafından ezilegelen mânâ ehline hakîkati göstermekle ferahlatacaktır. Çünkü bu rahmet-i ilâhîyye yalnız şahsıma münhasır olmayıp bütün insanlığa mahsus rahmettir... Susamış kişinin çeşmenin başında durmakla susuzluğu geçmeyeceği gibi, “bal, bal” demekle ağızın tatlanmayacağını bil. Benim âczimi değil, Hazret-i Allah ın büyüklüğünü gör ve bil ki: Yemin ediyorum, abd-i âcizin mânevî vazifemi belirleyen mührü Hazret-i Allah bastı!....
  Bu mührün zuhuru ile duygulanan ehl-i aşk, şair, edebiyat öğretmeni Fazlı Al hocaefendi bakın neler diyor:
 
Hamdolsun Allâh’a bir müjde verdi,
Âlemlere rahmet, RAHMET MÜHÜRÜ.
Gaipden âleme rahmetler serdi,
İnsanlığa rahmet RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Bir kerâmet verdi Yüce Hak bize,
Mânâyı mühürle çıkardı düze.
Âcizim, yazamam bu sırrı size,
Asrın kerâmeti RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Güç kuvvet Allâh’ın, mühürler perde,
Bu mühür hem şifa, hem deva derde.
Allah dilemezse icraat nerde?
Gönüllere şifa RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Mânâya sınır yok, şekiller perde,
Her suret bir mühür, hepsi aynı yol.
Hepsinde mânâ bir, Hakk’a teslim ol,
Suretlerde imza RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Efendim niyazla makama durmuş,
Rahmet coşmuş, dalga açığa vurmuş.
Bu mührü şahitle taltif buyurmuş,
Merhamet dalgası RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Bu mührün içinde mühürler vermiş,
İç içe sureler, âyetler sermiş.
Alın, çözün diye imkân göstermiş,
Hikmetlere şifre RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Teknoloji âciz, çözemez ilim,
Bir değil, binlerce çekildi filim,
Hakk’ın mânâsı bu edilmez dilim,
Bir bahr-i ummandır RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Altın çerçevede sonsuz mânâlar,
Bu mânâdan ancak ehl-i hâl anlar.
Güç, kuvvet Allâh’ın ey ehl-i canlar,
Rahmetin tellalı RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Eseri mühürle methetmiş Allah,
Coşturdu rahmeti, bu eser billah.
Mânâda vesile var İLLÂ Allah,
Tevhîdin tasdiki RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Bu kitaba Rabbım icazet vurdu.
Ledünni mânâyı böyle buyurdu.
Efendim haliyle sesin duyurdu,
Âlemlere rahmet RAHMET MÜHÜRÜ.
 
Ya RAB! Mührünle bizi mânâna daldır.
Rahmetin zevki ise deryanda vardır.
Efendim vesile, vesile hâldir,
Haşre kadar bâki RAHMET MÜHÜRÜ.
 
  Edebiyat Öğretmeni Fazlı AL
 

Yusufu Bahri Hazretleri

  Îman deryasına kapı açan itimatlı yakınlarımdan dinleye dinleye zevkini îmanıma çerçeve yaptığım metafizik olaylar zincirinin mühim halakalarından olan ilmî ledünni.! Türbesi Çorum Hıdırlık mevkiinde, Ashabdan Kerebi Gazi Hazretleri’nin türbesinin sağ köşesinde mütevazı bir türbe… Yalnız Çorumlunun değil, Allâh’a inanan cümle kullarının İslâm ve îman şahidi Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz’in mübârek iltifatları ile Yusuf ismine “büyük deniz” anlamına gelen “bahri” ilave edildi. Allah cümle kullarına şefaatci kılsın, âmin.
  Çorum Üçtutlar Mahallesi Ulu camiye yüz elli metre kadar geride giriş kapısına karşı “u” şeklinde dar aralığın ortasında geniş bahçeli bir evde iskân ederler, “müderrisler” diye bilinirler. Hâlâ asaletlerini muhafaza ederler. Komşum ve hısımım olurlar.
  Müderris Yusuf Efendi tahminen 350 veya 400 sene kadar evvel hacca gittiğinde Medine-i Münevvere’de Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz’i ziyaretinde Ravza-i Mutahhara’nın taşına yazılmış hadis-i şerîfe:
  “-Bu hadis olamaz, yanlıştır” diye itiraz etti.
  İtirazını hadis-i şerîfe hakaret telakki ederek Hazret-i ölüm cezası ile cezalandırmak için şer’î mahkemeye gönderdiler. Kadı efendi hadis-i şerîfe “yanlıştır” diye neden hakarette bulunduğunu sorarak:
  “-Yanlış olduğunu ispat edebilecek misin? İnandırıcı bir isbat yapamaz isen bil ki bu hakaretin cezası ölümdür” dedi.
  Müderris Yusuf Efendi kadıya sordu:
  “-Hazret-i Resûlullah meyit midir, hay mıdır?” diye.
  Kadı efendi:
  “-Elbette haydır” dedi.
  “-Hay olduğuna göre niçin hadis-i şerîfi sahibinden sormuyoruz?” deyince, îmanı gerçek şahadete ermemiş, kelime-i şahadetin mü’minlik sıfatının zirvesi olduğunu bilemeyen, henüz îmanla ihyâ olmamış bedevîde kelime-i şahadeti arayan ilimlerin âlimi kadı efendi hayretle sordu:
  “-Nasıl sorulacak?”
  “-Hadis-i şerîfin doğrusunu yazacağım. Peygamber Efendimiz’in merkad-i şerîfine bırakın. Ertesi gün heyet hâlinde yazdığım hadisi Hazret-i Resûlullah tasdik etmez ise cezama razıyım.”
  Kadı efendi de hayrette kaldı..
  Müderris Yusuf efendinin tarifini aynen uyguladılar. Sabah heyet hâlinde türbe-i saadetteki koydukları kâğıdı aldılar. Heyettekilerin hepsi de gördüler ki, “Allah elçisi Muhammed” yazılı, nurdan mühür basılmış, ayrıca “bahrisin, ya Yusuf” yazılmıştı. Arabça’da denize “bahr” denir. Bu taltifi ilâhî zuhuruna vesile Peygamberimiz Efendimiz (s.t.a.v.)’in tasdikini görünce, bilmeden yaptıkları haksız tutumlarından mahçup oldular. Özür dilediler. Hürmet ettiler. Hadis-i şerîfin aslını taşa yazdılar.
 

Hakîkatın Zâhire Yansıdığı Zaman Aldığı İsim Şerîattır

  Mensup olduğumuz peygamber efendilerimizle Hazret-i Allâh’tan rahmet-i ilâhî olarak biz âcizlere gönderilen emr-i ilâhîlerin ismi şerîattır. İstemeyi ve aramayı bilirsen her aradığın mânâyı ve maddenin gerçeğini o kapıda bulursun. Teferruatını, bu zevke zıt düşmeyerek, fazla da uzaklaşmayarak dünya hayatını Hazret-i Allâh’ın yarattığı güzelliklerle götürmeye çalışacaksın. Buna mecbursun. Bugün hayatımıza yansıyan gördüğüm güzellikleri anlatıyorum dinle:
  Cumhurun kendi kendisini idarenin ismi Cumhuriyet’tir. Demokrasi ve lâiklik gibi yaratılmış güzellikler manzumesinin özü İslâmiyet’tir. “Hakîkatın zâhire yansıdığı zaman aldığı isim şerîattır.” İslâmiyet’in anlamını, insan haklarına saygılı, yaratanını tanıyan muâsır milletlerde esaslara taalluk eden hayli kısımlarını daha açık görmek mümkün.
  Kur’ânı Azîmüşşân’ı nefsanî duygularının etkisinden kurtularak mütâlaa edebilirsen görürsün ki, Âdem (safiyullah)’tan kıyamete kadar yaşanması emredilen semâvî din İslâmiyet’tir. Cümle peygamber efendilerimiz İslâmiyet üzere geldiler; toplumların kemâlatına göre ibadet, taat yaşantılarını emr-i ilâhî ile tanzim eden şerîatı getirdiler ve getirdikleri şerîatla anıldılar. Cümlesi müslümandır. Peygamberlerinin getirdiği şerîata uyanlar da müslümandır.
  “Şerîatın adabına riayet etmeyen kimseyi Cenab-ı Hak katiyen esrarına mahrem kılmaz.” “Esrar-ı ilâhînin giriş kapısıdır şerîat;” amma hangi şerîat? Yeri geldikçe anlatmaya çalışacağım. Yağcılık yapmıyorum. Allâh’dan tazarru niyaz ediyorum. Bu saydığım güzellikleri gerçekten yaşamayı cümle kullarına nasip etsin, âmin...
  Tarih boyu zâhiri ulema mânâya yeteri kadar hulül edemediklerinden tertîb ve tanzim-i ilâhînin fiziki zuhurundan öte gidemeyip metafizik garibi oldular. Bu anlayışın getirdiği, zamana göre içtihat görmemiş şer’î ilim olarak sunulan hakîkatleri zâhire yansıtamadığından anlatılan şer’î hükümler ehl-i tasavvufun, ehl-i aşkın, ehl-i zikrin esas olan yoluna ve inancına bazı yönleriyle ters düştüler. Rahmet-i ilâhîyi yeteri kadar yansıtamayan, güzellikler dışında kalmaya mahkûm edilmiş, Hazret-i Allâh’ın Peygamberimiz Efendimiz elçiliği ile gönderdiği şerîat günün güzelliklerine uygun yaşantıya cevap veremeyecek hâle getirildiğinden telaffuz dahi etmekten çekiniyoruz. Şerîattan, tarikattan bahsedebiliyor muyuz? Hayır, hayır, gene hayır!.. Müsebbibi başka yerde arama. Hakkın yok buna. Emr-i ilâhîyi dışladın. Âkl-i din icad ettin. “Akıl birçok vehimler elinde oyuncaktır.” Aklı, vahy-i ilâhînin üstünde göstermeye çalıştın. Tekrar ediyorum: Peygamber efendilerimiz İslâm dîni üzere geldiler. Din getirmediklerine göre ne getirdiler, söyler misin?! Âczini bil. Hazret-i Allâh’ı dinle: Biz peygamberlere bir şerîat bir de tarik verdik, yol verdik. Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın. Arayalım, bulalım. Göreceksin ki, şerîat-i garrâyı yani Dîn-i İslâm’ı günâh-ı kebâir dışında yaratılan cümle güzelliklerde bulacaksın.
  Gerçek ehl-i tevhid, mutasavvıfîn lütfedilen güzellikleri yaşamaya çalışıyor, yaşıyor ve mutmain. Bunu iyi bil.
 

Metafiziğin Fiziki Olaylarda Bariz Zuhuru Ve Yaşantısı

  Sanat hayatımda da şahidi olduğum, metafizik tecelliyatın zâhirde zuhurunu bariz gördüğüm, zevkini ilâ-nihaye taşıyacağım metafizik olaylardan bir tânesini anlatmak istiyorum, inşallah:
  Ankara Kızılay semtinde Vali Konağı’na yakın bir Amerikan şirketine hayli büro masaları yapmıştık. Üzerlerini “Ninalyum muşambası” ile kaplamıştık. Zaman geçti, tekrar aynı masalardan istediler. Masaları yaptık, bitirdik.
  Muşambaları yapıştırıp teslim edecektik. Ninalyum almak için nereye müracaat etti isem “yerli muşamba yapıldığı için ninalyumun ithali durdu” dediler. Ankara’da aradıksa da bulamadık. “Saltıfıranko” diye bir şirket vardı. İstanbul’dan uçakla getirteceklerini vadettiler. Fakat İstanbul’da da bulamadılar.
  Şirkete durumu anlatmak için gittim. Tercüman vasıtası ile görüşüyordum. Tercüman Türk’tü. Amma Türkleri küçümseyen, nasılsa İngilizce’yi öğrenmiş, vatanına, milletine hor bakan, daima milletinde başa kakmak için noksanlık arayan, nankör bir mahlûktu. Durumu arzettim. “Ne pahasına olursa olsun kabul edeceğimi, Amerika’dan getirttirmelerini” rica ettim. “İmkânsız” dediler. “Mevcut muşambalardan getir, seçelim” dediler. Bana acayip bakışları, hele eline fırsat geçen tercüman bozuntusunun tavır ve iğneli dili ile “işte biz böyleyiz” diye başlayan sözleri çekilmez olmuştu.
  Bulunanlardan örnek getirmek için oradan öyle bitkin ve perişan çıktım ki, vakit daralmıştı, hemen örnek getirip gösterecektim. Örnekleri aldım. Alelacele Kızılay’a gitmek için dolmuşa bindim. Dakikaların çok önemi vardı. Bir an evvel yetişmem lâzımdı.
  Fakat bana bir hâl oldu. İhtiyarım alınmış. Acele ettiğim hâlde “büyük sinemanın karşısındaki durakta inecek var” diye inmişim. Araba gidince düşünmeye başladım: “Ben burada neye indim?” Alışkanlık da yoktu. Çünkü hiç inmemiştim o durakta. Zaman geçiyordu. Şok olmuştum. Şuursuz sağıma soluma bakıyordum. Karşımda top ile ninalyum duruyordu. “Serap görüyorum” zannettim. “Olmaz böyle şey” diye tekrar tekrar bakıyordum. Serap değil, gerçekti. Trafiği hesaba katmadan karşıya geçtim. Büyük sinemanın yanındaki mefruşat mağazası önünde duruyordu. Sordum:
  “-Bu ninalyum satılık mı?” diye.
  Musevi vatandaş -Allâh’a inanıyorsa musevi müslüman kardeş-:
  “-Evet be kuzum,” dedi “bir saat evvel bir kişi getirdi, bunu sat diye.” Açtırdım. Ninalyumu ölçtüm. Tüylerim diken diken oldu! Benim ihtiyacıma göre. Ne bir santim fazla, ne de bir santim noksan idi. Gözlerim dolu dolu hesabı ödedim. Biliyordum kimin gönderdiğini… Ne kadar hamdettim, hâlâ etkisini yaşıyorum!...
  Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman duanı kâinat bilir. Müracaatın cevapsız kalmaz. O gözyaşları îmanın sadakatin haksızlığa duçar olduğu zaman tıfl-i meaniden gayr-i ihtiyârî kalbe dökülen yaşlar yaratanına arzuhâl niteliği taşır.
  Hak teceli eyler.!
Hak tecelli eyleyince her işi asan eder,
Halkeder esbabını bir lahzada ihsan eder
  Masaları götürdüğümde o tercüman bozuntusu gene yılışarak:
  “-Nasıl buldun, gönlün olunca?” demez mi!..
  Ne mi dedim? Söylemeyeyim: Kimsenin ona yakışan kelâmlara hissedar olmasını istemem. Karşılık vermese idin, daha sabırlı olsa idin daha isabetli olmaz mı idi? Beşer olarak hakaretamiz sözler söyleyerek başına gelebilecek daha büyük felaketleri onun başından savuşturduğumu zannediyorum. Bu ağır kelâmın ancak satıhda tesiri görülür. Hazret-i Allâh’a havale edersen satıhta olmayıp özde tahribat olur insaf ette sükûtunla Allâh’a havale etme.
 

Tıfl-ı Meani

  Mânâ çocuğu bahsedilmişken piyasaya, çekinmeden borç eden şeyh efendiyi anlatayım. Dinle de ibret al:
  Son saatlerini yaşıyordu. Bu hâli duyan alacağı olanlar şeyh efendinin yatağının kenarına tesbih boncuğu gibi sıra sıra dizilmişlerdi. Edeplerinden kelâm etmiyorlardı. Amma duruş ve bakışları kelâmla ifadeye muhtaç değildi. Şeyh efendi sık sık yorganı başına çekiyor, hayli zaman öyle kalıyordu. Alacaklılar beklemekten bitkin hâle gelmişler fakat şeyh efendi hayır ve şer bir kelâma kadir olmuyordu. Bu hâlin görünümünün verdiği intiba şeyh efendinin umursamazlığını ve pişkinliğinin çekilmezliğini sergiliyordu. Zaman hayli ilerlemişti dışarıdan cılız bir çocuk sesi “helva” diye sesini duyurmaya çalışıyordu. Şeyh efendi hizmet eden dervişe:
  “-Oğlum, helva satan çocuğu getir” diye emir verdi.
  Çocuğun helvasını saatlerce bekleyen alacaklılara ikram etti. Bunalmış alacaklılar helvaya öyle hücum eylediler ki, bir anda tepsi boşaldı. Bu sefer çocuk bekliyordu helva hesabını.
  “-Amca paramı verin” dedi ise de kimse ilgilenmedi çocukla.
  Şeyh efendi diğer alacaklılara yaptığı gibi yorganı başına çekiyordu. Durumdan rahatsız olan çocuk sesinin çıktığı kadar avaz avaz bağırarak ağlıyordu. Alacaklıların iç âlemindeki “eşşek alıp, beygir satan” isyanları patlamak üzere idi.
  Kapı çalındı. Şeyh efendi dervişe:
  “-Oğlum, kapıya bak. İçeriye al” dedi.
  Dervişle bir genç girdi içeriye. Şeyh efendinin elini öptü. Babasının selamı ile bir torba akçe bıraktı. Dervişe:
  “-Oğlum, torbayı al. Alacağı olanların hesabını kapat. Kalan parayı da çocuğun tepsisine boşalt” emrini verdi.
  Hesaplarını alan alacaklılar kötü düşüncelerinden utandılar da şeyh efendiye:
  “-Bu fizik üstü mânâ ile neticelenen rahmeti Allah aşkına anlat. Yoksa bizler bu metafizik olay karşısında eridik, tükendik” dediler.
  Israr üzerine şeyh efendi fiziki olayın nasıl metafiziğe dönüştüğünü şöyle izah buyurdular:
  “-Efrad-ı ailemin tek kıymetli çocuğu idim. Bana para kazanmanın yollarını öğretmediler. Mânâya önem verdim. Maddî kazanç yollarım yoktu. Zoraki günlerimi geçiriyor, hâlimi kimseye söyleyemiyordum. Mânevî vazifemi istismarı düşünmüyor, çıkarıma kullanmıyordum. Allâh’tan korkum dîni istismara mâni idi. Hastalandım. Yatağa düştüm. Borç alıyordum. Mecburdum. Aşk-ı ilâhîden başka beni meşgul edecek zevkim yok idi. Şüphesiz inanıyordum. Hazret-i Allah bu fakirini kul hakkı ile huzuruna götürmeyecek. Böyle îman ediyordum. Bu türlü niyazımı bırakmıyordum. Alacağı olan sizler hesabı ödememi bütün gücünüzle istiyordunuz. Ben de yorganın içine başımı sokarak Rabbıma yalvarıyor, beni borçlu götürmemesi için olanca gücümle yalvarıyordum. Çünkü Peygamber Efendimiz borçlu olup da, karşılayacak malı olmayan meyyitin namazını kılmadı! Sizlerin şiddetli arzunuz, yorgan içinde benim müracaatım ve yakarışlarım rahmet kapısını açmaya kâfi gelmedi. Daha tesirli müracaat ararken helvacı çocuğun sesini duydum. Tazarru ve niyazı dergâh-ı ilâhîden reddedilmeyecek günâhsız çocuk göndermişti Hazret-i Allah. Bana düşen vazife çocuğu müracaat yoluna sokmaktı. Rabbım rahmet kapısını açmayı mânâ çocuğunun müracaatına bağlamıştı.”
  Her şahıs için Allâh’a gönderdiği elçisine, elçisinin getirdiği emr-i ilâhîye samîmiyetle bağlanan insanlarda “tıfl-ı meani” (mana çocuğu) halkeder Hazret-i Allah c.c. İnsanın kemâlatı mânâ çocuğunun neşvü nema bulması ve büyümesi ile ölçülür.
  Tıfl-ı meaniyi yeteri kadar, zamana uygun büyütemeyen mânâ ehl-i sermayesiz tüccara benzer. Mânevî zuhuratların geliş tarîki tıfl-ı meanidir
  Mânâ çocuğu laf ile yetişmez. Gönül ilmî ile ihlaslı îman ile neşvü nema bulur. Kemâlatın bu minval üzere ibadet ve taattaki mânevî zuhurat, ihlas ile sabırdır.
  Sabırla koruk helva olur. Mânâ çocuğunda zamanla kemâlata erildi mi, koruk, beklemeden helva olur, dağıtırsın. Bu türlü rahmetin mânâda zuhurunun maddeye de yansıması ve baş gözü ile görülmesidir. Ve küllî rahmet-i ilâhîdir.
 

Zamanı Durdurur, Zaman İçinde Zaman Halkeder Hazret-i Allah (C.C.)

  Tahminen 1958 senesinde, Dış İşleri Bakanlığı’ndan kapalı zarf üsülü ile aldığım ve taahhüt edindiğim işleri, Ankara Hacıdoğan semtindeki marangoz atölyemde taahhüt ettiğim mobilyaları yapmakla meşguldüm. Dış İşleri Bakanlığı levazım ve ağırlama müdürü, muhasebe müdürü, bir kaç daha yetkili zevat:
  “-Hoca işlere bakmaya ve kahve içmeye geldik” dediler. Geliş normaldi amma benim zamanım müsait değildi. Şeyhim efendim Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici bu abd-i âcize akşam namazını Hacı Musa Camii’nde kıldıktan sonra bir yere davete gideceğimizi söylemişti. Yerini bildirmemiş, ben de adres sormayı lüzumsuz görmüştüm. Çıkmak üzere idim. Vakit yaklaştı. Ancak yetişirdim akşam cemaatine. Zamansız gelmişlerdi tetkik heyeti misafirlerim.
  Çaylar, kahveler içildi. Lüzumlu konuşmalar yapıldı. Benim akşam cemaatine yetişmek imkânım tükenmiş, yakın camilerden ezan sesleri geliyordu. Misafirlerim de daha rahat yerleşiyorlardı yerlerine. Ben ise Rabbıma yakarıyordum “bu işi düzelt!” diye.
  Sakın demeyesin: “Ne olurdu bu davete de gitmezsen? Kıyamet mi kopardı?”
  O mânevî hâlimi lisânen ne ben anlatmaya muktedirim, ne de sen mübârek kardeşim anlamaya henüz mânâ yapın ve düşüncelerin ayarlı… Hazret-i Allah bilcümle kullarına bu duyguyu ve yaratanına yaklaşma özlemini çok çok ihsan etsin ve bu tür rahmetini geri almasın. Ekici kılsın. Mânâsız bilici kılmasın. Tertîb ve tanzim kıldığı mânâ âleminden habersiz eylemesin. Bilmeden düştüğü mânâ inkârcılığından kurtarıp, ilm-i zâhirini de ilmî batını ile mücehhez kılıp cümlesini zü’l-cenaheyn eylesin, âmin.
  Çünkü gönül ilmî ile takviye görmeyen fiziğin, mânevî yapısı olan metafizik yoksunu erbab-ı ilim bu âlemde çok cesurdurlar. Bu cesaretlerinin nedeninde yalnız akıl yolu ile her dava ve tertîb-i ilâhîyi çözeceklerinin zannı galiptir. Yeteri kadar gönül ehlinin mânâ hâllerine vakıf olamadıklarından ehl-i tasavvufun zikrinin ve fikrinin emr-i ilâhî üzere olduklarını bilemediklerinden gerçek aşk ehlini inkârdan başka sermayeleri yoktur. Bu zaaflarının ürünlerini her an görmek mümkündür.
  Allah kelâmı olan Kelâm-ı Kadîm’in harflerine dokunmazlar fakat mânâsına işlerine geldiği gibi mânâ vermekten çekinmezler. Müsâade edilen içtihattan habersizdirler amma mânâ tahrifatına gelince “cihat yapıyorum” zevki ile yaşarlar. Amma bu kardeşlerimiz henüz müslümanlıkla, mü’minliği ayırt edemediler. Mü’min sıfatının zirvesi olan kelime-i şahadeti henüz îmanla yükümlü olmayan müslümanda arama gafletine kapıldılar. Hazret-i Kur’ân’da Allâh’ın buyruğu adına zuhuru görülen mânâ adına Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz’e ihsan edilen ilim adına utanç verici telkinlerindeler ve hâlâ hakîkat dışı bu telkinlerini devam ettirmeye çalışıyorlar, “İslâm’ın şartı beş” diye
  Âyeti tekrar görelim:
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Bedevîler dediler ki: “Îman ettik.” De ki: “Siz îman etmediniz, amma “müslüman olduk” deyin. Îman henüz kalblerinize yerleşmedi. Şâyet Allâh’a ve peygamberlerine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat Sûresi, 14)
  Hazret-i Allâh’a lütfettiği Dîn-i İslâm’ı öğretmeye kalkacak kadar aptalca bir fanatizmin peşinde koşan ideolojik İslâm savunucularının artık aklını iyi kullanmaları gereklidir.
  Zaman yalnızca duygusallık ve akılsızlık değil, bilgi, sabır ve idrak zamanıdır. Günâh-ı kebâir dışında güzellikleri görebilme, bulabilme ve yaşayabilme zamanıdır. O zaman bu yaşamın ismi İslâmiyet’tir.
  “Bana yönelenlerin yoluna uy.(Lokman Sûresi, 15) Bu âyet-i celîlenin anlamına dikkat et.
  Misafirlerim gittiler. Olanca gücümle, koşarcasına gidiyordum Hacı Musa Camisine. Caminin yakınındaki kahvede, gittikleri yeri bilen bir kişiye rastlarım ümidi ile camiye geldim. Kapısı açıktı. Kapıya yaklaşıyordum ki, ezan okunmaya başladı. Bu metafizik olay karşısında şok olmuştum. Ezan neye okunuyor? Bir hâdisemi vardı?!.. Merakla camiye girdim. Hayret! Cemaat tamam. Müezzin kamet getirdi. Kurra İmam Hacı Mustafa Efendi akşam namazının farzını kıldırdı. Sünnetleri kıldık. Tesbihat ve duaları yaptık. Cemaat dağılmaya başladığı zaman müezzin Müslüm Efendi’ye hayretle sordum:
  “-Niçin bugün akşam namazı geç kılındı? Sebebi nedir?” diye.
  Demez mi ki:
  “-İki dakika erken okudum ezanı, hocamın davetine gideceğiz diye!”
  Bu metafizik olayın şoku üzerimden hâlâ geçmedi; geçeceğe de benzemiyor.
  Îmanıma ve aşkıma yön veren, rahmet-i ilâhîden başka yönü olmayan bu ve buna benzer inanç, safiyet ve sadakat tecellileri -ki, metafizik olayları anlatabilirsem bahtiyar olurum- âdemlikten terakki edip insan olanlar anlarlar ve zevkine ererler. Hazret-i Allah îmanın ürünü olan bu rahmetinden cümle kullarını nasipli kılsın, inşallah.
 

Enâniyetime Haddimi Bildiren, İnsan Olabilmemin Yolunu Açan Metafizik Olay, Vesile Kayısı, Ledünni Uyarı

  Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimini bariz görüntüleyen hoşgörünün dışlanıp, hâlimin fanatizme dönüştüğü, fiziki inançtan başka metafiziği yansıtan yeterli inanca iç âlemimde yer verilmediği, yaşantımı fanatizimden kurtarıp hoşgörü deryasına girmeme vesile-i ilâhî olan kayısının maddî ve mânevî hayatımda neler yaptığını dinle:
  Derviş olmuştum. Amma yaşantım ve duygularım sathi idi. İç âlemime yeteri kadar yansımıyordu. İnancımın etkisi bir nebze yer etmişti zannediyordum. Amma hayatımda yeteri kadar etkisi görülmüyordu. Zarfı okuyordum amma mazrufa yani zarfın içindeki mektuba erişememiştim. Hele mektup ledünnü ise bu tecelliyat-ı ilâhînin hayli garibi idim.
  1954 veya 1955 senesi idi. “Kayısı yılı oldu” diyorlardı ve hayli ucuzdu. Hacıdoğan’daki atölyemde Dış İşleri Bakanlığı’nın taahhüt edindiğim işlerini yapıyordum. Teslim günü yaklaşmış, durumumuz sıkışıktı. O gün öğleden evvel Şeyhim Efendim Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici elinde büyük bir sepetle geldi
  “-Oğlum, bir sepet de sen al, Keçiören’den kayısı alalım. Kilosu on kuruşmuş” dedi.
  Efendimde, benim de istifade etmemin zevki vardı ama nerden bilsin ki, başımı kaşımaya zamanımın olmadığını. İşleri gününde yetiştirmeye mecburdum. Geçen her gün için para cezası vardı. Fakat nereden bilirdim ki, benim için gazab görünümünde olan olayın neticesinin rahmet-i ilâhî olduğunu. Allah için tâbi olmanın, şeyhine meyit gibi teslimiyetin anlamını kitaplarda okuyordum. Mânâ âlemime yer etmediğinden henüz o güzelliğin sahibi değildim. Mânâ kimliğimi bu abd-i âcize göstermek için tertîb-i tanzim-i ilâhî imiş.
  Hazret-i Allâh’ın bu tertîb ve tanzimini zuhur mercii olduğu hâlde şeyhim efendim de bilmiyordu. Bu ilâhî imtihanı bilse idi bu abd-i âcizin muvakkat de olsa zararına vesile olacak bu tertibi üstlenmezdi. Efendimden zuhur eden emirlerin şeyhimin her gün şahidi olduğum hâlleri ile kabil-i kıyas değildi. İç âlemime de yansıdığını sandığım îmanım dıştan görünen nefsanî duygularım yaşantıma uygundu. Amma onunla Hazret-i Allâh’a yakınlık iddiamın âlem-i mânâda “geçmeyen akçe” olduğunu zaman zaman daha iyi anladım.
  Benim geçirdiğim imtihanın ağırlığı avamın imtihanına eş değer değildir. Ezel-i ervâhda verilen mânevî vazifemle şümullü idi. Bu tür imtihanla avam sorumlu tutulmaz, inşallah. Zira birine gıda olan lokma diğerini boğar, helakine sebep olur. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, şahsen nefsini dahi tatmin edemeyen, fiziksel kaideden öte gidemeyen, fizik ötesinden nasip almamış, metafizik yoksunu, ilm-i ledünni garibi sathi îmanım irşâd vazifemde beni nereye götürebilirdi ki?!..
  Arzedeyim: Aklı, din eyleyip mânevî teşkilatı inkâr, metafizik zuhuratı inkâr, tasavvuf ve tarîk-ı inkâr edip İslâm’ın şartını beşe çıkaran, hiç kimseye “müslüman” sıfatını lâyık göremeyen, Allâh’a olan yalnız sathi inancının etkisinde kalmış, başka bilgiye sahip olmayan bilge(!), bedevîye “îmanın beş şartını yerine getirmez isen müslüman olamazsın” diyerek, Allâh’ın emrine de ters düşen, çarpık ilminin ölçüsü ile rahmet-i ilâhînin ümidi ile yaşayan, masum, garip toplulukları katı telkinlerinle ya cehenneme veya “yapamıyorum” kırıklığı ile küfre iteklenmeye müsait olan kişileri ilmî tutumun elbette ilm-i ledünniden ve hakîkatten uzak, nefsanî hazzından öte gidemeyen ilminin doğal görünümün zuhurunun ilâhî olmasını mı bekliyordun? Kusura bakma! Bu yayığın yoğurdu elbette bu kadar olur..
  Bedevîden istedikleri şahadet.. “Fizikten ileriye mânevî yolu bulamayan ulemanın hakîkat şahidi olması tertîb-i ilâhîye aykırıdır.” Kat’iyyen olamaz. Olması elbette muhâldir. Çünkü kelime-i şahadet mü’minlik sıfatının rahmet tecellisinin zirvesidir. Kusura bakma, “dost acı söyler.” Ama gerçeğin ta kendisidir. Şahit olmanın yollarını ara ve bul. Bu aramaya gönülden başla. Aşk yolunu seç. Zamana uygun içtihat görmüş güzellikler kaynağı şerîatını bul. Allah elçilerinin getirdiği ilâhî emirler dışında hakîkat yolu olmadığı gibi aşk yolu hiç olamaz; arama bulamazsın!. Tavsiyem odur ki: mânâya giden yolları bul…
  Ene medînetün, Ali bâbuhâ(ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır) hitabına iyi sarıl. Aradığını ve kayıplarını bu yolda bulacaksın. Şüphen olmasın. Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın. Bu hitab-ı peygamberiye dikkat edersen “mü’minin kayıp malıdır” diyor, müslimin değil… Allâh’ın varlığını daha henüz kabul etmiş, İslâm’a yeni adım atmış bedevîye “Hazret-i Allâh’ın varlığına, Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in hak peygamber olduğuna şahadet getir” diye, daha henüz muttali olmadığı îman zirvesini bedevîden beklemen Allâh’ın bildirisine de ters düşüyor. Bedevînin şahsında şahadetin zuhurunun ısrarı zatınızın da bedevîliğini ilân ve isbat ediyor!.. Başka yol şahadete götürmez. İnadı bırak. Enâniyetten kurtul. Vesileyi iyi anla da kayısıdaki beni rahmet-i ilâhîye götüren hikmetleri dinle:
  “-Efendim” dedim, “manavda çok güzel kayısı var. Sepeti doldurtturayım” deyince ters tepki yaptı efendime. Beni işimi bilmez ve israfatla tersledi.
  “-Taksi çağırayım” dedim.
  “-Hayır, otobüsle gideceğiz” dedi.
  “-Sepetle otobüse almazlar” dedimse de olmadı.
  “-Ben aldırırım” dedi.
  Ben de bir sepet aldım. Almazlar ümidi ile otobüse yaklaştık:
  “-Buyur hacı baba!” diyerek, biletçi arka kapıdan bizleri içeriye aldı. Meğer bahçelere giden otobüslere bu hususta belediyenin yolcuları yükleri ile almaları emredilmiş. Her durakta bekleye bekleye Keçiören iki yol kavşağına geldik ve indik.
  Sağ taraftaki kayısı bahçelerine efendimle bahçenin ortasından girdik. Dibine dökülmüş, altın gibi sararmış, sahipsiz kayısıları efendim yerden alıyor, üfleyip üfleyip yiyordu. Benim ise iç âlemim harap olmuştu. Bu kadarına pes doğrusu! Sahibi olmayan bir şey nasıl yenebilirdi? Mollalığım tuttu. Mürşidimi ayıplıyordum, “şerîat dışı hareket ediyor” diye! Gene üfledi kayısıyı, bana uzattı:
  “-Galip Efendi oğlum, ye” dedi.
  İç âlemim eşşek alıp beygir satıyordu. Güya terbiyemi ve saygımı bozmuyordum:
  “-Yemeyeceğim efendim” dedim.
  “-Neye yemiyorsun?!” hitabına:
  “-Hastayım” cevabını verdim.
  Efendim bana uzattığı kayısıyı da yedi. Bitişik bahçeye girdik. Bahçe sahibi koşarak geldi. Efendimin elini öptü, Allâh’a hamd ederek. Sebeb-i ziyaretimizi anlattık. Adamlarına seslendi. Ağaçtan toplayıp sepetleri doldurmalarını emretti. Sepetler doldu. Efendimin çok ısrarına rağmen para almadılar. Ayrıca bir tabak dolusu yememiz için de olgunlarından kayısı getirdiler. Efendim yiyordu. Ben evvelce yemediğim için utancımdan yiyemiyordum. Tahminen 45 yaşlarında gibi görünen bir zât koşarak geldi. Gözleri dolu dolu efendimin elini öptü. Muhabbetle kucakladı ve rica etti:
  “-Efendim, mübârek ayaklarınız benim bahçeme de bassın” diye.
  “-Bahçen nerede?” diye sorunca:
  “-Hemen bitişik” diye efendimin kayısı yediği yeri göstermez mi?!..
  Efendim mânidar, gözüme baktı. Yontulmamış, yobaz nefsim “sen işin doğrusunu yaptın. Usul-i şerîata daha uygun değil mi?” diyordu. “Senin hâlin, efendin gayba teslim olurken sen zâhire hüküm verdin” diye nefsim beni alkışlıyordu. Efendim gelen zata:
  “-Ben de seni arayacaktım oğlum. Bahçenden beş tâne kayısı yedim, helâl et!” deyince, aşkı ilâhîden gözleri çakmak çakmak kızaran, maddenin tahakkümündan kurtulmuş, kahraman edası ve gür sesi ile:
  “-Kayısı nedir?!.. Emret, ağaçların hepsini söküp vereyim!” deyince, efendim gene mânidar, gözüme baktı.
  Ben gene nefsanî ölçülerimle hürmetsizliğime, mânâ terbiyesizliğime ayıp tozu kondurmuyordum
  Bahçe sahipleri sepetlerimizi otobüse kadar getirdiler. Otobüsün sahanlığında geri döndük. Otobüste bizim gibi yükü olanlar çoktu. Anladım ki, müsamaha yalnız bize mahsus değildi.
  O gece mânâmda beni mânâ denizinden dışarı attılar. Sahilde sudan çıkmış balık misali çırpınıyordum. Şöyle diyorlardı:
  “-Hani sadıktın?!.. Allah için tâbi olmuştun? meyitin yıkayıcıya teslim olduğu gibi olacaktın? Biz vaadinde sebat etmeyenleri, mürşidine karşı samimi olmayanları, verdiği sözün dışına çıkanları “denizden sahile atılmış balık” benzeri debelendiririz!…”
  Bu mânâya yaklaşık hitaplarla cezalandırıldım. Cidden mânâ denizinden dışarı atılmış balık misali hâdiselerden sonra mânevî düşüncelerim, mânevî zevkim, duygum ilâhî yakınlığım tükenmişti... İflas etmiştim... Mânâ servetim bitmişti. Taşlaşmıştım. Yaratanımı dahi düşünemiyordum. Merhamet, insaf, insanlık, hoşgörü hepsi batan mânâ gemisini terketmişler, bana yalnız enâniyeti bırakmışlardı. Tövbe, istiğfar kapısı vardı, amma o kapıya yaklaşma duygu ve isteğim de kaybolmuştu.
  Perişanlığım bir ay kadar devam etti. Sureta alışa geldiğim mânevî sohbet ve zikir meclislerine devam ediyordum. Efendime duygusuz iltifatım da yapmacık sürüyordu. Mürşidimi Rabbımdan istedim de gönderdiği hâlde, aman ya Rabbi, bu zıddiyyetin anlamını, mânâsını çözmek mümkün değildi. Evvelâ bal yemese idim, balın tadını elbette bilemezdim. Bu anlamsız yaşantımda teselli yeri bulmaya çalışırdım…
  “Ben daha iyi biliyorum” iddiası ile gayba îmanı, mânevî yolu terkeden, zikrullaha, mânevîyata bilmeden düşman olan kişilerin hastalığına tutulmuştum. Rabbımla sağlam ahdim olmasa idi, Rabbım korusun, uzaklaştığım yetmediği gibi ben de zâhiri ilim şemsiyesi altında mânâ tahribatını vazife edinirdim.
  Bu mânâ hastalığı bir ayı geçkin devam etti. Gazab-ı ilâhî zannettiğim bu zuhurat mânâmı eğitti. İntisabın yani Hazret-i Allah ile ezel-i ervâhta yapılan ahd-i misakın dünyada tekrarının rahmet kapısını açan anahtar niteliğini taşıdığını iyi anladım. Mânevî ikaz ve irşâd ile kayısı mevzuunda şeyhime terbiyesizlik yapmasa idim, maddemi mânâya tebettül eden bilgiler bugün iyi anlıyorum ki, gazab-ı ilâhî ile gelmeyecekti. Rahmet-i ilâhî ile kemâlat bulacaktım. Bu rahmete bencillik ve enâniyetim mâni olmuştu. Gazab-ı ilâhî ile mecrasına oturtuldu. Rabbıma sonsuz hamd ve şükürler olsun.
 

Hırsızlar Bu Kapıdan Giremezler. Bu Mecliste Vazifeli Olamazlar

  Mânevî bir meclise vazifem itibarı ile içeriye girmek üzere idim. Nöbetçiler beni içeri almadılar. Sebebini açıkladılar: “Bu meclise hırsızlar giremez” diye kapıyı kapattılar. Çok bozulmuştum. Feryad ettim.
  “-Ben bilmem, öyle pisliğe hayatımda yer yok. Günâha giriyorsunuz” dedim.
  “-Bak bakalım, bu faturaları sen vermedin mi?” diye bir tahta üzerine rabdedilmiş, beş adet, benim imzamı taşıyan resmi faturalarımı gösterdiler. Hatırladım, bu faturaları “Allah rızâsını kazanayım” diye ben vermiştim. Müşkil durumda kalan Yenişehir’de kiracı aile yaşantısını götürmeye yetmeyen düşük memur maaşlı marangoz, evveliyatı görgülü namazında niyazında takvâ geçinen bir arkadaşa rızâ-yı Bârî için amirlerinin de tavassut ve ricaları ile mesai haricinde masrafını cebinden karşılayıp yapacağı herhangi bir işin takdir edeceğim miktarda faturasını ben verecektim. Ara ara, bir seneye yakın beş fatura vermiştim. Vergisini de ben ödeyecektim. İsimleri açıklamıyorum.
  Şerîat-i Muhammedî’nin 1200 senedir içtihat görmemiş, yirminci asrın yaşantısına mühim meselelerde cevabı bulunamayan, bulunsa da tatminkâr olmayıp ancak samîmiyeti ile yürütmeye çalıştığı hayat nizamını dîni bilgisi nisbetinde Hazret-i Allâh’ın affına mağruren götürmeye çaba sarfeden, ehl-i tarik, zikir erbabı, samimidirler… “Dağına göre kış veren” Hâlık-ı Zülcelâl rahmet olarak onların da bilmeden düştüğü, kânun-ı ilâhîye muğayir tutumlarını mânâ âlemlerinde o safiyetli yaşamaya özen gösteren kulunu ikaz ve irşâd eder.
  Tekrar ediyorum: Kul samimi ise Beni Rabbım terbiye etti ne güzel terbiye etti hitab-ı peygamberinin samimi olan ehl-i tarikin hayatında rahmet-i ilâhî olarak her an zuhuru müşâhede edildiği gibi yaşanır da! Bu tecelliyat-ı ilâhîden şüphe ehl-i hâl katında îman zâfiyeti ile ifade olunur. Öyle günâhlar vardır ki, tövbe, istiğfar telafisi için yeterli olmayıp, daha bariz af yollarını aramak lâzım. Bu abd-i âciz hâdisenin gerektirdiği tövbe, istiğfarı ettim ve istiğfarım yerini buldu. “Nereden anlıyorsun, kabul edildiğini” diye kafan karışmasın. Anlatayım, inanmakta muhayyersin: Ertesi gece, kapısından içeriye girmeme izin verilmeyen meclise taltifle kabul edildim...
 

Boşa Giden Emekler

  İki kişi aynı yolda üç gün yolculuk edeceklerdi. Biri âlim, diğeri cahildi. Âlim zât sevinmişti bu yolculuğa. Üç gün yeterli, cahile bir şeyler öğretebilmek için. “Fırsat zuhur etti” diyordu. İlk adımda vazifeye başladı. Yol boyu anlattı, anlattı. Üşenmeden, yorulmadan anlattı…
  Ayrılık saati gelmişti. Azıklarında ne varsa yediler. Âlim zât diktiği ağacın meyvesini görmek isteği ile yol arkadaşına hitaben:
  “-Yol boyu öğrendiklerini anlat da, hizmetimin zevki ile ferahlık bulayım, bu zevkimle mânevî ücretimi almış olayım.”
  Hayli bekledi bir şeyler anlatacak diye. Heyhat, boşa bekledi! Taşta ses var ama onda hayır, şer bir şey yok. Âlim zat “terbiye ve hicabından susuyor” zannı ile ısrar etti. Adam yüzü dahi kızarmadan:
  “-Hiç bir şey öğrenmedim” deyince, âlim zat:
  “-Üç günlük emeklerim havaya gitti” diye gözyaşlarını tutamadı.
 

Duygusuz Anlayamaz Ki, Espriye Gülsün. Gülse De Ancak Gülene Güler

  Espîri yapmak, fıkra anlatmak akıl ve bilgi hoşgörülü insanlara îman ürünü olduğu gibi, Hazret-i Allâh’ın kuluna lütuf ve ihsanı olan hoşgörünün meyvesi, içtihat görmüş İslâm’ın, şahidi olan îman mevcudiyetinin kulda görülmesidir. Dinlemek, dinlediğini anlamakta dâd-ı Hak, ilim, zekâ, olgunluk ifadesidir. İlâhî espîrilerden şüphe edilmesin dâd-ı Hak’tır. Peygamber efendilerimizde, vârislerinde bariz görüle gelmiştir. Eğiticidir. Yani Allah vergisidir. Anlatılan hikmetler meclisteki cemaatin bazılarının mânevî rızkıdır. Hikmettir. Hikmetse mü’minin kayıp malıdır. Eğitici olmayan, nefsanî espriler kişinin zamanını hoş eylese de, satıhda kalır, ruha hulül edemez. Kimseyi rahatsız etmedi ise meclisi hoş eder.
  İrfaniyet ehl-i bir zât kalabalık bir mecliste sohbetine uygun, gülünç bir fıkra anlatır. Bütün cemaat katıla katıla güler. Hayret, cemaatte bir kişi var ki, gülmüyor! Merakla soruyorlar:
  “-Sen neye gülmedin?”
  “-Anlayamadım ki, güleyim!”
  Rica etmişler, gene anlatılmış, cemaat katıla katıla gülmüşler. O duygusuzda gene değişiklik yok. Neticeyi merak eden zât bir daha anlatmış. Hayret! Öyle acayip, katıla katıla ses çıkararak gülmüş, kendini yerden yere vurmuş ki, gülmesini zorla durdurmuşlar ve demişler ki:
  “-İyi ki anlayamıyorsun, anlamadığın için de gülemiyorsun. Gördük ki, gülmen de baş belası imiş. Espîri hazzımızı aşırı hâlinle ezaya dönüştürdün. Nasıl anladın da, acayip gülmenle espîri hazlarımızı tahrip ettin” deyince, hatır için dahi gülmeyi bilmeyen suratını asarak:
  “-Gene anlamadım” demez mi?!. “Sonunda katıla katıla gülmemin nedeni ben sizin espîrilerinizi anlamıyorum, sizde benim anlamadığımı anlamıyorsunuz?”
  Hani pilli el lambası ile giden bir kişiye sigarası ağzında yaklaştı da
  “-Hemşerim, dur da şu sigaramı yakayım.”
  Uzattı pilli lambayı sigarasının ucuna, bir türlü sigara yanmıyordu. Çok zaman geçmiş, pil zayıflamıştı.
  Ayrıldılar. İkisi de sermaye edinmişti. Lambası olan diyordu: “Ya Rabbi! Teknolojiden, zamandan habersiz ne saf, salak kulların var!.”
  Sigarasını yakmaya çalışan kişi de şöyle gülüyordu: “Ya Rabbi! Kullarına tepeden bakan irfanîyetsiz, medeniyet, teknoloji budalası, insanları hâkir görmeye programlanmış robot demiyor ki, “zahmet etme, bu lamba ışık vermek için. Sigara yakmaz.” Ben bunu bildiğim için enayinin pilini bitirdim.”
  Karga yavruları pek çirkin olur. “Ufak patlıcana kibrit çöplerini ayak diye takmışlar” gibi o çöpler de olmasa dokuma tezgâhı mekiğine benzer. Hazret-i Allah o mahlûkunu da öyle yaratmış. Bi-hikmet, merak ve enâniyetle analarına sordular:
  “-Ana hangimiz daha güzeliz?”
  Karga yavrularına baktı da:
  “-Biri birinden yüzü kara yavrucuklarım, hanginize güzel diyeyim?”
  İzahına girmeyeceğim, sayın okuyucum, muhterem nur-ı aynım, istediğin yerde kullan, sakın politikada kullanma!.. Bu espri oranın değil.

****

  Deli duvara çivi çakmaya uğraşıyordu ama nafile. Baştarafını duvara tutmuş sivri ucuna çekiç vuruyordu. Diğer deli bu bilgisizliğe güldü de dedi ki:
  “-Ne kadar bilgisizsin? Hiç bu çivi buraya çakılır mı?”
  Sivri ucunun karşı duvara dönüklüğünü göstererek:
  “-Bu çivi karşı duvarın. Hiç oraya o çivi çakılır mı, deli misin” diye arkadaşının bilgisizliğine bilge edası ile güldü!.
 

Niye Derviş Oldum? Nasıl Derviş Oldum?

  Dervişlik, îman zevki ile yadırgamadığım elbette rahmet-i ilâhîyyedir. Fakat çok kimselerin yaşantılarında ve tavırlarında, alış verişlerinde, sözlerine uygun olmayan yaşantılarının etkisinden olacak ki, bu abd-i âciz mânâ bilgisizliğimden dolayı askerden gelene kadar tarikat ve hakîkat garibi oldum!.. Yol büyüklerimin sözlerini zevkle dinliyordum. Ama inandırıcı olmuyordu. Fakat hepsi güzel şeylerdi.
  “Zamana göre şer’-i şerîfe uygun anlattıklarına göre Dîn-i İslâm’ı asr-ı saadetteki gibi içtihatlı, katılaşmadan, hoşgörülü, samimi yaşayan ve bu sıfatı taşıyan kişiye “derviş” denir” dediler. “En büyük derviş Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’dir” dediler.
  “Elestü bi-Rabbikum? Hitabına “belî” deyen ruhların rahmet-i ilâhînin tecelli zuhuru murat olmanın giriş kapısıdır” dediler.
  “Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır. O kapıya yapışan kişinin ismi dervişdir” dediler.
  “Fetih Sûresi onuncu âyetin anlamı yalnız Hudeybiye bîatı ile sınırlı olmayıp, dünya durdukça, benî âdem var oldukça bu ilâhî rahmet devam edecektir. Kânun-ı ilâhî her zaman geçerlidir” dediler.
  “Dünyada Allah elçisi ceseden bulunmadığı zaman vârisleri olan Evliyâullah her zaman mevcuddur” dediler.
  “Sizden bir ücret taleb etmeyen sadık kullarıma tâbi olunuz buyurdu Hazret-i Allah” dediler.
  “Dünya hiçbir zaman boş değildir. Boş görenler küfür üzeredir” dediler.
  “Delilsiz bir yere gidilmez. Rahmet hazinesi olan cennete dahi delilsiz giremezsin” dediler.
  İnsan namzedi olan benî âdemin, insan olması için mekârim-i ahlâkı yaşamaya muhtaç yaratılmış benî âdemin mekârim-i ahlâkla mücehhez, Hazret-i Allâh’ın vazifelendirdiği Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz’in zamana göre içtihat görmüş şerîatın yaşantısında zuhuru müşâhede edilen kâmil mürşide biat şerîatı ile yükümlü olduğu peygamberinedir” dediler.
  “Söz yalnız ve yalnız Allâh’a verilir” dediler.
  “Evliyâullah nezdinde terbiye görmek lâzımdır. Herkesin istidadına göre faydalı ilim tahsili, teskiye-i nefis ve tasfiye-i kalb için şarttır” dediler.
  “Men araf sırrı, nefsini bilen Allâh’ı bilir” dediler.
  “Şerîatın kolları mezhepler, tasavvufun kolları tarikatlardır” dediler.
  “Bu rahmetler mevcud olmadan dinden bahsetmek muhâldir” dediler.
  “Semâvî din olarak İslâm’dan başka din yok” dediler.
  “Adedi Hazret-i Allâh’a malûm cümle Allah elçileri İslâmiyet üzere geldiler. Mekârim-i ahlâk ile ahlâklanmak her kula farzdır. Kasd-i ilâhî âdemken insan olmanın nelere muhtaç olduğunu anlatan plan ve projesini muhtevi Allah kelâmı kitaplar ve suhuflar yani sahifeler getirdiler. Allah elçilerinin küll olarak Hazret-i Allâh’tan ne getirdilerse isimleri ile beraber zikredilen “şerîattır.” Gösterdikleri yol ise “tarik”dır” dediler.
  “Biz peygamberlere bir şerîat, bir de tarikat verdik” buyurdu Hazret-i Allah...
“Şerîat, tarîkat, yoldur varana,
Mârifet, hakîkat andan içeri”
  Daha daha neler dediler, neler dediler...
  Namaz kılıyor, oruç tutuyordum. İzahı mümkün değil, maddeden öteye gidemeyen, mânâyı zerre kadar yansıtmayan, gönül bahçesinin kapısını dahi göremeyen, satıhdan öteye geçemeyen, yalnız madde yapımı okşuyan, mânâsız bir terbiye almıştım. Hani sirkteki hayvanlar da, mânâsız bu metotlarla terbiye edilir, seyircinin takdirine mazhar olur ve alkış toplar, lüzumu kadar terbiye edilmiş hayvan. Evet, ona benzer aldığım terbiye. Yukarıda belirttiğim “dediler”i veciz ve anlamsız, hayali bir söz gibi dinler, mânâ ve maddeyi biri birinden ayırmadan yaşayan bahtiyarları “toplumun bedevîsi” zannediyordum.
  Bu düşünce ve bilgime rağmen beni mânâya itekleyen gücün etkisini maddede olsun, mânâda olsun her an müşâhede ediyor ve görüyordum. Say’-i gayretimin dahli olmayıp dad-ı Hak olan Allah korkusu hayatım boyu hiç eksilmedi. Terbiyem ve irâdem dışında büyüklerime karşı hürmetli ve çok saygılı kılınmıştım. İnsanlara hizmet hazzım ve zevkimdi. Henüz intisabım yoktu amma bilgisizce, dervişlerin de ender yaşadığı derviş hayatı yaşıyordum. Güzelliklere güzel şeylere hayranlığım fıtri idi. Dad-ı Hak idi.
  1949 senesi ilticağımın kabulü ile şeyhim efendim Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici gönderildi. Heman intisab ettim ve yaşantım boyu gördüm ki, yukarıda yazdığım “dediler” doğru imiş. Az bile demişler. Mânânın bir parçasını demişler.
  “Denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa kâmil mürşidi vesile kılıp kullarına ihsanını yazmaya güçleri yetmediği gibi, deniz kurur, ağaçlar biter, rahmet-i ilâhîyyenin sonu gelmez.”
  Sakın aksini düşünmeyesin! Şahitlik bu rahmete nâil olmaktır. Yaratılışım güzelliklere karşı yaklaşımım din gibi cazip geliyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, o güzellikleri Dîn-i İslâm’ın dışında aramak hakîkatte gülünç olduğu gibi, güzelliklerin aslında İslâm’ı müşâhede edememek de gülünçtür. Şunu da iyi anladım, büyük vazife yapan büyük insanlar dinsiz olmuyorlar, olamıyorlar da.
  Zaman bu yönlü rahmet-i ilâhîyyenin zuhuruna gebe. Hakîkatin doğum sancıları asırlardır devam ediyor. Tıfl-ı meani, mânâ çocuğunun kemâlatının muâsır milletlerin yaşantılarında zuhuru bekleniyor.
  Doğacak gerçek İslâm’a isim koyacaksak şimdiden özelliklerini belirtelim; medeniyet ve teknolojiden uzaklaşmadan, insan haklarına saygıda kusur etmeden, demokrasi ile cumhuriyeti biri birinden ayırmadan, kavgayı, istismarı bırakarak belirtelim. Yalnız istismar dinde değil, dinsizliği de istismar edenler az değiller!. Allâh’ın haram kıldıkları dışında güzellikleri yaşamanın ismi İslâmiyet’tir!...
  Vatan kurtarmaya Allah tarafından vazifeli kılınan cennet-mekân Mustafa Kemal Atatürk’ün maksadı, gayesi bu idi. Amma zemini, zamanı bu yönlü çok bekledi fakat bulamadı. Çok kerreler dile getiriyordu “dinsiz millet yaşamaz” diye.!...
  Atatürk’ün yokluğunun izdırabını duyuyorum. Olsa idi neler yapmazdık birlikte? İslâmiyet’in tek din olduğunu, Allâh’ın varlığına inanan bütün insanların müslüman olduğunu, cümle güzelliklerin İslâmiyet’in bir parçası olduğunu ve insanların kardeş olduğunu hemen, çekinmeden ilân eder, kurdu koyunla beraber yürütürdük. Bütün peygamber efendilerimizi ve getirdikleri cümle kitapları da, suhufları da kabul eder, saliklerini taltif eder, en son gelen Hazret-i Kur’ân’ı da lütfen ihmal etmemelerini tavsiye ederdik. Biri birimizi kucaklar, îman edenlere yalnızca Allâh’a îmanı bizim ölçümüze de denk görür, çekinmeden bağrımıza basar, “kardeşim” diyebilirdik!...
  Her zaman geçerlidir: Yalnız deveyi görmek yeterli olmayıp, deveyi götüreni merak ederek hakîkatı görme isteği arzusu biz âcizleri deveyi götüreni bulana kadar kişi mutmain olamaz.
 

Deve Burda Yükü Sırtında Deveyi Götüren Nerede!...

  Kervancı istirahat için develeri ıhdırmıştı. İstirahatleri uzun sürmedi, kervanı kaldırdı. Devenin birisi kalkmıyor... Çok uğraştı, kaldıramadı. Çünkü deve ölmüştü. Deveciye ölümün ne olduğu öğretilmemişti. Zuhuru her an görülen fizik öğretilmişti. Amma hakîkat zuhuru metafizik garibi idi, deveci. Yaratanını da bilmeye ihtiyaç duymamıştı, deveci. Hayretle dostlarını çağırdı. “Bilenler söylesin” diye feryat etti de şunu düşündü: “Deve işte burada. Yükü ise sırtında. Hepsi tamam. Amma deveyi götüren nerede?!..”
  Hep aradı. Hayatı boyu aradı. Nihâyet deveyi götüren, kendini ve bütün âlemi götüren, düzene koyan gücü Hâlık-ı Zülcelâl’i buldu. Tertîb-i tanzim-i ilâhîyye üzere arar isen çabuk bulursun.
  Gene devesini kaybeden ve arayan bir devecinin de hâlini dinle:
 

Kayıp Devesini Arayan Deveci!

  Çarşılarda, sokaklarda devesinin eşkâlini anlatarak arıyordu devesini. Bir de mukallit katılmıştı. Deveci ne söylerse “benim de devem kayboldu” diye dinleyenleri güldürmekti kasdi. Güldürüyordu da. Her tarafı aradılar. Deveci devesini buldu; mukallit de yani taklitçi de devesini buldu. Takliden de olsa arayan Mevlasını bulur. Arıyorsa belasını da bulur.
 

Kaybolan İnek

  Hazret-i Allâh’ın rahmet-i ilâhîyyeye vesile kıldığı rahmet icraatını o vazifeli kullarından zuhur ediyormuş intibaını verip, tasarrufatın yalnız Hazret-i Allâh’ın yedinde olduğunun gizlenme hazineleri... Zâhire çıkış vesilesi üç insan-ı kâmil bu tecelliyat-ı ilâhînin zuhur zevkini sohbet ediyorlardı. Sohbetleri avamın ölçüsüne uyan, nâ-ehlin anlayacağı cinsten değildi.
  Zatlardan bir tânesi:
  “-Dünya benim hayatımda avuç içini dolduracak kadar yer tutmaz” diğer zat:
  “-Dünyanın benim nazarımda iki dudağımın açıklığı kadar yeri vardır” üçüncü zât da:
  “-Kirpiklerimin arası kadar yeri vardır” diyordu.
  Birbirlerini iyi anlıyorlardı ne demek istediklerini. Hizmetlerinde bulunan derviş ise bu hikmeti anlayamıyordu. Mânâsız zuhur eden yalnız maddenin geçici hayat nizamında lüzumlu olup, sohbetlerinde mânânın hâkimiyetinden gayrıya yer kalmamış Evliyâullahın mânâ hâli avamın bilgisi dışındadır. Anlatırsın, dinliyormuş gibi görünse de!..
  Zevâhire hüküm verme. Bilesin ki, her kişi Allâh’a olan îmanı nisbetinde mânâdan nasibini alır. Sözde de olsa hakîkatın zuhuru ehline açıktır amma nâ-ehlin katında hakîkat fer’e dönüşür. Hakîkatın zâhirde içtihatsız zuhuru şerîatın nâ-ehlin elinde ne hâle geldiğini görmemezlikten gelmeyelim. “Neme lâzım” diyemezsin.
  Hani, bir espri vardır: Derler ya nâ-ehil rahmetin kadrini bilemez. Rahmet-i ilâhîyye zuhur etse de zararına kullanır. Lüzumlu ve kullandığı, döğme demirden yapılmış tepkili bel yapar; ince saçtan yapılmış, o anda lüzum etmeyen kürek yapar.
  Şarlatan bir kul vardı. Ne istediğini, ne yapacağını bilemeyen bir kul. Daima müracaat ederdi. Amma çok kişilerin müracaatı gibi ne söylediğinin bilincinde de değildi. Diyordu ki:
  “-Ya Rabbi! Hızırını bana gönder, bir dileğim var.”
  Bu istek ve müracaatı hayatı boyu virt edinmişti. Bir gün su getirmek için elindeki bel ile ark yani suyun istenilen yere akıtılması için toprağa kanal açıyordu. Yanında bir zât belirdi:
  “-Ben Hızır’ım” dedi. “Bir dileğin varmış, Hazret-i Allah kabul etti. Söyle, icra edilecek.”
  Hayatı itimatsızlıkla geçmiş, safdirik kul:
  “-Hızır olduğuna inanmam, evvelâ beni inandır” demez mi?
  “-Söyle, ben seni nasıl inandırabilirim? Unutma ki, bir dileğin var! Anlamsız, lüzumsuz icraata beni zorlama.”
  Rahmet suyunun içeriye nufuz edemediği granit taşına benzer mânâ yoksunu.
  Kalbi itirazında ısraren:
  “-Hızır olduğunu ispat et” diyordu.
  “-Nasıl ikna edeyim, söyle? Unutma ki, bir dileğin var!”
  Hızır (aleyhis-selam)’ın uyarılarına rağmen “salak bonservisli” bilgisizce, hayrı şerden ayırt edemeyen akıl fukarası:
  “-Elimdeki beli kürek yap ki, inanayım” dedi.
  Hızır (aleyhis-selam) üzülerek, verilen vazifeyi yerine getirdi. İşe yarayan bel işe yaramayan kürek olmuştu. Vazifesi biten Hızır (aleyhis-selam) artık görünmüyordu. Kaybını gören, sonunun hüsranla bittiğini iyi anlayan akıl fukarası:
  “-Hızır olduğunu iyi anladım. İtimatsızlık ve beceriksizliğimden, işime yarayan beli işe yaramayan kürek yaptırdım” diye hatasını anladı. Fakat iş işten geçmişti. Îmanındaki mânâ yoksunluğundan dileği zararına tahakkuk etmişti.
  Metafizikten yoksun, yalnız fiziki ve maddî bilimlerin yaratılışın sırrı ve insan olmaya müsait yaratılan benî âdemin mânâsına ve kemâlatlı olmasına hiç bir katkısı olamaz. Zamanımızda madde uleması ve akılcılıktan öteye yol bulamayan fizikçi emr-i ilâhîlerin ibadet ve taatların yeteri kadar izahcısı ve koruyucusu olamazlar....
  Biz gene kadıncağızın kayıp olan ineğini anlatalım:
  Yaşlı kadın çığlık benzeri feryadı ile çarşı pazar geziyordu.
  “-İneğim kayboldu. Benim başka geçinecek bir şeyim yok. Allah rızâsı için, ey müslümanlar, benim ineğimi bulun!” diye avaz avaz bağırıyordu.
  Üç Evliyânın hizmetinde bulunan derviş kadına:
  “-Ben senin ineğinin yerini bilenleri biliyorum” diye Allâh’ın Evliyâlarını gösterdi de:
  “-Senin ineğin bunlarda” dedi.
  Kadın:
  “-Derviş babalar! Benim ineğimi verin” diye çıkışınca dediler ki:
  “-Bizde olduğunu kim söyledi?”
  “-Dışarıdaki derviş baba söyledi” deyince, dervişi içeri çağırarak sordular:
  “-Sen mi söyledin, inek bizde diye.?”
  “-Evet, ben söyledim. İnek sizlerde. Sohbetinizi anlamadım amma dinledim. O kanaatı edindim ki, inek sizde. Çünkü birinizin dünya avucunun içinde; birinizin kirpiğinin arasında; birinizin de iki dudağının arasında. İnek dünyadan dışarı çıkmadı ya!.. Ya bu türlü sohbet etmeyin, ya da ettiğinize göre kadının ineği sizlerin dar dünyasında, verin kadının ineğini.”
  “-Bizim sohbetimizin anlamı bu değildi amma haklısın” dediler.
  Müşkil durumda kaldılar. Her şey yed-i kudretinde olan Hazret-i Allâh’a boyunlarını büktüler. Üçü birden tazarru ve niyaza başladılar. Üç mübârek iltica gözlerini açtılar. Kadına: “Şu anda inek evde” müjdesini verdiler. Evine giden kadın balçıktan çıkmış, her tarafı çamurlar içinde ineği görünce: “Dervişler balçıktan çıkarmak için çok zorlanmışlardır” diye, şükrane olarak, iki tavuğu vardı, alelacele kesti, temizledi, pişirdi, kızartıp ikram etti de:
  “-Derviş babalar, balçıktan çıkarmakta belli çok zahmet çektiniz, buyurun, yeyin, helâl olsun” dedi de, bu hâli seyreden derviş:
  “-Sizin ne hakkınız var? Ben kazandım bu tavukları” diye iki ellerini biri birine vurunca canlanan tavukları kaçırmaz mı?!..
  Bu kıssaya ben inandım, yazdım. Ve Hüve âlâ küllî şey’in kadîr.
  Metafizik tecelliyattan habersiz, bu kıssalara yeteri kadar aşina olacağının hayaline kapılmayasın. Yunus Emre’nin gerçekleri ifşaatını dinle:
  Kadılar, müftüler hepsi geldiler, Kitapların bir araya koydular, Sen bu ilmî nerden aldın? dediler, Bir kâmil mürşide varmadan olmaz.
 
  “Dünyada hakiki mürşit ilimdir.” Çok doğru… İlim=mürşit; mürşit=ilim. İlm-i zâhir, güzel... İlm-i batın zâhire yansıdığı zaman daha güzel... Bu iki rahmetin birleştiği anda aldığı isim “şerîat”tır.
 

“Ben De Bugün İrâdemle Çalışmıyorum” Diye Hazret-i Allâh’a Ukalalık Etmiştim. Neticeyi Dinle De İbret Al

  İş hayatımın yüzde 99’u tezgâhta bizzat çalışmakla geçti. 35 işçi ile çalıştığım zamanlar da oldu. Patronluk yapmadım, hem bilfiil çalıştım, işçilerimi de işsiz bırakmadım. Bu izahımı sanatkâr ustalar iyi anlarlar. Çalışmaya olan zevkim dünyaya aşırı tamahımdan değil, taraf-ı etrafıma karşı yüklendiğim maddî ve mânevî vazifemin mesûliyetini müdrik oluşumdandı. Nefsimin hatasından yüzüm kızarır. Bilmeden kul hakkına tenezzülüm maddî ve mânevî bu abd-i âcizi kahreder. Gençliğimde bu yaşantımın zevkini müdriktim. Bu hâlimin peygamber efendilerimizin Hazret-i Allâh’ın rahmeti olarak bizlere yaşantıları ile anlattıkları mekârim-i ahlâkın bir cüz’ü olduğunu görüp yaşadıkça Rabbıma müteşekkirdim. Öyle rahmetine yaklaşımlı yaratmıştı bu abdini Hâlık-ı Zülcelâl, hamdolsun!...
  Dükkânımı mesaiye uygun besmele ile ben açar, akşam gene besmele ile ben kapatırdım. İşçilerimden evvel işe ben başlardım. İşçilerime ilk işim Hazret-i Allâh’ı tanıtmak, iş ahlâkı ve işini sevdirmek, hoşgörülü ve insan olma zevkini verebilmek, maddî ve mânevî vazifemin odak noktası idi.
  Şu hâli hayatım boyu yaşamış, görmüş, iyi anlamıştım ki, îmansız kişiden “ne köy olur, ne kasaba.” İşini sevemeyen işçi, işvereninin hiç bir zaman yüzünü güldürmez. İşine hor bakan işveren ise toplumların sıkıntı ve meşakkat kaynağıdır. Müşterisini memnun ettiği görülmemiştir.
  Hele tembellik... “Ocaklar başından ırak olsun!..” Bu tembellik virüsü taşıyan insanlar sanatkâr olamazlar. Mesûliyet taşıyamazlar. “İzzet-i nefis” diye bir şey onların ilgisi dışındadır. Hâdise ne kadar utanç verici olursa olsun, o tip insanların yüzlerinin kızardığını göremezsin. Çünkü yüz kızarması asalet ve normal duygunun simada zuhurudur. Dad-ı Hak’tır. Yapmacık zuhurunu sağlamak mümkün değildir.
  Hazret-i Allah benî âdemin mayasını simalarında zuhur ettirir. Bu mehengin zuhuru, tekrar ediyorum, beşerin ihtiyârında değildir. Hazret-i Allah buyurmuştur: Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Konuşmalarından daha iyi tanıyacaksın.” Ve şöyle bir kibar-ı kelâm, hülasa-i meram vardır: “Bir kişi kazanmıyorsa dünyada ekmek parası, dostlarının yüz karası, şeytanın maskarası.”
  Bilmem, hangi padişah? Tebasının içinden tembelleri toplumdan soyutlayıp, “çalışkanlara kötü örnek olmasınlar” diye “tembelhane” yaptırmış. Tembelhanenin müşterisi o kadar çok olmuş ki, gerçek tembeller bilinmez olmuş. Padişah emir vermiş, tembelhaneyi yaktırmış. Sahte tembeller kaçışmışlar. Sekiz tâne gerçek tembel kalmış binada.
  “-Siz daha ne bekliyorsunuz, yanacaksınız!” deyince,
  “-Ateşin bize gelmesine bir kaç kiriş var, telaşeye lüzum yok” demişler.
  Durumu padişaha bildirmişler. Padişah:
  “-İşte gerçek tembeller açığa çıktı” diyerek onları hayatlarının sonuna kadar “karantinaya almış” ihtiyaçlarını sağlamış. Bu kararı ile çalışkan tebasını tembellik hastalığından korumuş.
  İş hayatım boyu çıraklarımın kalfa ve usta olmalarına bütün gücümle çalıştım. Medar-ı iftiharım çok usta yetiştirdim. İşçilerim ancak evlada yapılan muamelenin dışında muamele görmediler.
  “Bunları neye anlatıyorsun?” demeyesin. Yazdıklarım hem esnafın, hem de işçinin işinde muvaffak olması için iş anayasasıdır. “Bu hâller tarihe karıştı” deme sakın! Bu anlattıklarım sanat ahlâkı, sanat ve insanlık klasiğidir. Her devirde görürsün. Görünüm değişse de öz değişmez.
  Arzettiğim gibi, tezgâhta çalışmak zevkimdi. Zaman oldu ki, mânevî vazifelerim ağır basıyordu. Hazret-i Allâh’ın hayat nizamımı düzenlediğini görmüş gibi hissediyordum. Çalışmak için elimi takıma uzattığım zaman bir engel zuhur ettiriyordu. Tezgâhta çalışmak benim ayrıca zevkim ve hobimdi. Ne zaman harekete geçsem, ya telefon çalar “acele gel” diye, ya da yanında çalışamayacağım sevdiğim insanları misafir gönderir... Aylarca böyle devam etti. Mutlaka bu tertîb-i ilâhîyye hiç şüphesiz ben âcizin hayrıma idi. Şüphe yok fakat ben tezgâhta çalışma hastası ve tiryakisi idim. Çalışamamanın sıkıntısı had safhada idi. Yaratanıma karşı iç âlemimden küstahça tutum ve düşünceye itekleniyordum. Şahittim, Allâh’tan başka ilâh olmadığına. Gücün ve kuvvetin Allâh’ın yed-i kudretinde olduğundan zerre kadar şüphem yoktu. Bu zuhuratın hayrıma olduğunu bildiğim hâlde bu hâl her âdemin nefsinin kolaylıkla kabul edeceği cinsten değildi.
  Aylardır beni alışa geldiğim çalışma zevkinden değişik sebeplerle tezgâha yaklaştırmayan, elime takım almama müsâade etmeyen Rabbıma desem ki: “Ben ihtiyârımla çalışmıyorum.” Tembel tembel bir köşeye çekilsem, bilmem beni nasıl çalıştıracak?! Bu merak hâşâ, isyan değil, mutmain olma arzusu beni küstahlaştırdı.
  Atölyem iki kat idi. Zeminde makinalar vardı. Üst katta işler monte ediliyordu. Üst kata çıkmak için merdiven, merdivenin altında mütevazı yazıhanem vardı. Merdivenin ortasına oturdum. Merak ediyordum, “ihtiyârımla çalışmıyorum” der isem beni nasıl çalıştıracaktı? Bu arzumu küstahça yaptım. Hazret-i Allâh’a hitaben:
  “-Şu anda ben ihtiyârımla çalışmıyorum ve buradan da kalkmıyorum” dedim.
  Aradan bir kaç dakika ya geçti, ya da geçmedi. Kapıdan iri yapılı, uzun boylu, gözleri kızarmış, akıl hastanesinden kaçmış, tipik bir adam azmanı (Niğdeli Mustafa Efendi), sanki benim terbiyem için hususi yaratılmış, kapıdan girerken:
  “-Nerdesin ulan?! Gel arkam sıra” dedi.
  Öyle celalli idi ki... Aklı da alınmıştı. Gayr-i ihtiyârî korku ve ürperti sarmıştı beni. İtiraz etmek şöyle dursun, titrek sesle:
  “-Takım alayım” dedim.
  Ona da müsâade etmedi:
  “-Lüzum yok” dedi.
  İtiraz edersem akibetimi görür gibi oluyordum. Derhâl emre icabet ettim. Düştüm peşine. Ankara’da Denizciler Caddesi’nde Marmara Hamamı’nın bitişiği Beyrut Palas’ın zemininde bir odaya girdik. Dört tarafı tavana kadar yüksek dolaplarla çevrili idi.
  “-Bu dolapları sök” diye emir verdi.
  Bir keser, testere, tornavida, kerpeten... Getirdiği takımlar bu kadardı. İşçi getirmeme de müsâade etmedi. Kendisi de odanın ortasına oturdu. İş bitene kadar ayrılmadı yanımdan. Hava kararmıştı. Söküm işi de bitmişti. Ter tabanımdan akıyordu. O günkü yorgunluğumu hiç unutamam...
  Cenab-ı Hakk’a yaptığım küstahlığı çok ağır ödemiştim. Dünyevi ceza verilmişti bu abd-i âcize. Aff u mağfireti sonsuz Rabbım affetmiştir ümidi tesellimdir.
  Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı? Anlatayım: Hazret-i Allâh’ın kullarına buyurduğu “işi ehline veriniz” cidden Hazret-i Allah bu işi ehline vermişti. Hâlık-ı Zülcelâl için, hâdiseyi zuhur ettirecekse o anda o kişiyi o olaya lâyık olmasa da olaya uygun oluvermesi için hemen halketmesi Allah için zor değil, mesafe ve zamana da ihtiyacı yok!..
  Niğdeli Mustafa Efendinin ahlâk ve huyunun tebeddülatında bariz gördüm ki, bir anda her şeyi değiştiren yaratıcının Hazret-i Hâlık-ı Zülcelâl olduğunu... Rabbımın bu sıfatını ezberlemiştim, amma bu olayda yaşadım. Hiç unutmamak üzere iyi öğrendim. Rabbımın bu ismini, bu sıfatını bir daha hiç bir hâdise ve olay bu abd-i âcize -büyük söz olmasın- bu tür günâhı işletemez, inşallah...
  Nasreddin Hoca’ya karısı sordu:
  “-Yarın nereye gideceksin?”
  Hoca cevaben:
  “-Yağmur yağarsa ormana, yağmaz ise tarlaya gideceğim.”
  Karısı:
  “-Efendi, “inşallah” demedin.”
  Hoca hiddetle:
  “-Bu işin inşallahı kaldı mı hanım?!.. Yağmur yağacak veya yağmayacak. Ukalalık etme! “inşallah” denilecek yeri ben senden iyi bilirim.”
  Sabah baktı, yağmur yağıyor. Ormana gidiyordu. Yolda eşkiyalar hocayı yakalayıp:
  “-Bizi filan köye götür” diye tehdit ettiler.
  Dağ, tepe dolaşarak, ister istemez eşkiyaya kılavuzluk eden Hoca (rahmetullahi aleyh) bitkin hâlde sabah evine dönünce kapıya vurdu. İçeriden karısı:
  “-Kim o?” deyince,
  “-inşallah benim, aç kapıyı!”
  Hoca inşallahı çok okumuştu. Biliyordu. Biliyordu da, şimdi daha iyi anlamıştı. İnşAllâh’ın şahidi olmuştu...
  Yalnız ilm-i zâhirle yetinen, ilm-i batının varlığından rahatsız olan hocam! İnsaf et. Yalnız ilm-i zâhir ile maddeden öteye gidemeyen, teşkilat-ı ilâhîyi kabul edemeyen bir ilmin insan olmaya namzet benî âdem için tahsis edildiğini söyleyemezsin. Mânânın horlanıp, kabul görmediği bir dünyada yaşamanın zulümden öteye gidemeyeceğini, bu mânâsız yaşantının “yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabına ters düştüğünü lütfen görmeye çalışalım. Fiziküstü metafiziği yaşamak amacımız olsun.
  Niğdeli Mustafa Efendi durduğum evin yakınına taşındı. Komşum oldu. Mizacının sertliği doğruluğundan geliyordu. Temiz kalpli, îmanlı, pırlanta gibi, örnek insandı.
  O hâdisenin tesirini üzerinden atamıyor, beni her gördüğünde eziliyor utancından yüzü kızarıyor, “Affet beni, ben öyle insan değildim. Nasıl reva gördüm sana o muammeleyi?” diye üzüntüsünden kahroluyordu. Nedenini anlatmak istedimse de anlatamadım, münasıp bir zemin, zaman bulup da. “Bu hâdise benim bilgisizliğimden kaynaklandı. Senin suçun yok” diyemedim. Belki o da o yönlü terbiye olmaya muhtaçtı. Uygun bir zamanda sordum:
  “-Cinâyet işlemeye müsait gibi bir hâlin vardı!”
  “-Doğru” dedi. “O anda kendimde değildim. Muhakemem de yoktu.”
  Nasrettin Hoca’nın inşallahı iyi anlayıp, şahidi olduğu gibi, ben âciz de anlamıştım Hazret-i Allâh’a yerli ve yersiz ukalalık edilmeyeceğini. Nefsime çok çok ağır gelen bu tertîb-i ilâhîyyenin zulüm olmayıp, neticenin rahmet-i ilâhîyye terbiyesi olduğunun şahidiyim. Laf ile “Hazret-i Allâh’ı biliyorum” demenin şahit olmaya, “şahidim” demeye yeterli olmadığını, bu şahitliğin ancak avamın îmanında yadırganmayacağını Rabbım bu uyarı rahmeti ile bu abd-i âcizine iyi anlattı. Tertip edip fakirine lâyık ve münasip gördüğü bu eğitimden Hazret-i Allâh’a müteşekkirim.
 

Zorlamakla Çıkmayan Raf

  Ankara’da Cebeci Caddesi’nde bir mensucat mağazası açılıyordu. Tavana kadar istenen raflarını biz yaptık. Yerlerine monte için çalışıyoruz. Mağazanın bir tarafının raflarını yerine koyduk. Ortadaki rafı da ferahlıkla yerine koyduk. Üçüncü raf ise üçünü birbirine bağlayacaktı. Ölçüsünü iyi almış, ferahlık da vermiştim. Rafı sıkıca yerine itekledik. Yerine oturmaya 25 cm. kadar boşluk vardı. Raf sıkışmış, gitmiyordu. Geri de çıkmıyordu. İşçilerimle saatlerce uğraştık. Bir milimetre oynatmak mümkün değil! Bitkin hâlde idik. Caddenin karşısında kalabalık ameleler kat betonu atmışlar, istirahat ediyorlardı.
  “-Amelelere söyleyin, beş dakika yardım ederlerse emeklerini fazlası ile veririm” diye haber göndermiştim.
  Her hâlde çok yorulmuş olacaklar ki, hiç ilgilenmediklerini karşımda görüyordum. Bu durumda çareler bitmişti. Yalnız Hazret-i Allâh’a yakarmaktan başka ne imkânımız ne de gücümüz vardı.
  Tasavvufun askeri usul ve adabına benzer yönleri vardır. Şikâyetin varsa evvela onbaşıya şikâyetini bildirirsin. Şikâyetinin önemine göre merciini mutlaka buldururlar. Tasavvufta da askerlikte olduğu gibi disiplin başta gelir. Disiplinsiz ne asker olur, ne de derviş.
  Tasavvufta “edep” denir; edebe riayet edilerek yapılan müracaatlar ind-i ilâhîde reddolunmaz. Bu hâl zâhiri ulemanın bilgisi dışındadır. Zâhiri bilgi yeterli değildir. O bakımdan “Allâh’tan istemiyor da, kuldan istiyor” zannederler. Hele evliyâullahın merkadini ziyaret eden dervişin ne hâlini bilirler, ne aşkını bilirler, ne de zuhur eden mânâdan haberleri vardır. Bu yönlü zuhurat ve edep inançları ve bilgileri dışındadır. Bu bilgi ve tutumları ile yüzde doksan inananları rencide ederler.
  Bilmezler ki, kişinin maddî ihtiyaçlarını sebeplere bağladığı gibi, kulun mânâ ihtiyaç ve terakkiyatını ve mânâ rızkını da sebeplerde tecelli ve zuhur ettirir. Kul her mevzuda sebebine tevessül eder. Bilir ki, halkeden Hâlık-ı Zülcelâl’dir. Karnın aç ise ekmeği, susadın ise suyu bul. “Allâh’tan isteyeceğim” diye ukalalık etme. Bütün yaratıkların ihtiyacını o halketti. Haddi aşma. “Ben doğrusunu daha iyi biliyorum” diye yaratanına karşı bu tutumunla saygısızlık ediyorsun. Îmanlı hem cinsine de bilmeden zulmediyorsun. İyi dikkat et! Bu tutumunun Ümmet-i Muhammed’i toplum olarak ve ferden nereye götürdüğünü bariz görebilirsin. Korkarım ki, bu gidişle Hazret-i Resûlullah’ın türbe-i saadetlerini ziyaret eden ehl-i aşkı küfürle itham edeceksin! Vahhabiler ve İbn-i Teymiyeciler gibi!....
  Rabbıma boyun büktüm. Mânevî sebeplere müracaat ettim. Gayr-i ihtiyârı elimi dokundum. Raf sanki yürüyordu!.. Bu rahmet-i ilâhîyyenin bariz zuhuru karşısında abd-i âciz o andaki hâlimi anlatmaktan da âcizim. İşçiler kapıdan girerken kızarak geliyorlardı “ameleler gelmediler” diye. Rafın çıkmış olduğunu görünce:
  “-Nasıl oldu bu iş?” diye bana sordular.
  Fiziki ahvali ben nasıl anlatırdım işçilere?!.. Bu olayı nasıl anlatırım fizikten öte metafizikten nasibi olmayanlara?!...
 

Azrail (Aleyhis-Selam)’ın Merak Ettiği Emr-i İlâhî

  Hoca Efendi korkmuştu. Telaşe ve heyecanla Sultan Süleyman (aleyhis-selam)’a korkusunun sebebini anlattı:
  “-Bugün Azrail (a.s.) çok acaip baktı. Bu bakıştan ömrümün hitam bulduğunu zannediyorum ve korkuyorum. Hazret-i Allah zatınıza çok yetki ve tasarrufat verdi. Lütfen, beni uzak yerlere gönder.”
  Hoca efendinin telaşe ve korkusu Sultan Süleyman (aleyhis-selam)’ı da etkiledi ki, rüzgâra emir verdi.
  “-Hocayı Hint Okyanusu’ndaki Serendip Adası’na bırak” diye.
  Allâh’ın elçisinin emri yerine getirildi. Çok geçmeden Azrail (aleyhis-selam) Sultan Süleyman (aleyhis-selam)’ı ziyaret etti. Hayret ettiğini belirtti ve ekledi:
  “-Şimdiye kadar çok hâdiselerle karşılaştım, böylesini görmemiştim. Bugün vefat edeceklerin listesinde falanca hocanın da ismi vardı. Serendip Adası’nda ruhunun kabzı emrediliyordu. Hocayı bugün burada gördüm. Hayret ettim. Nasıl oluyor, Serendip Adası’nda ruhu kabzedilecek hoca burada. Emr-i ilâhîye uygun, Serendip Adası’na vardım. Hoca orada. Sanki beni bekliyor.”
  Azrail (aleyhis-selam)’ın hayret ettiği gibi Sultan Süleyman (aleyhis-selam) da hayretle sordu:
  “-Demek, hoca vefat etti!..”
  “Korkunun ecele faidesi yok”! Ölümden korkulmaz mı? Elbet korkulur.
  Madde hayatından mânâya geçişin, fiziki hayatın hitamı ile metafizik hayata, muvakkat hayattan ebedi hayata geçiş köprüsü olan ölüm, âdemlikten terakki ederek insan olan bahtiyarlar için ferahlıktır, kurtuluştur. Ölüm ceset hapishanesinin yıkılıp ruhun feraha çıkmasıdır. Ölüm şahsın dünyadaki yaşantısında bilerek yaptığı yanlışlıkların hesabının sorulacağı ilk basamaktır. Ölüm kimsenin kaçmak istese de kaçamayacağı kânun-ı ilâhîdir. Takdir-i ilâhî kadar dünyada kalıp say’-i gayreti ile insan olmanın zevkine erip, emr-i ilâhîye muvafık say’-i gayretini samimi yürütebilen insan bahtiyardır! Ölümün görüntüsü acıdır fakat mukadderdir. Akl-ı selim olanlar neticeye hazırlıklı olmak mecburiyetindedir.
 

Ölümsüz Yer Var Mı?

  Ölümden aşırı derecede korkuyordu. Ölümsüz bir diyar arıyordu. Haber verdiler:
  “-Falanca yerde insanlar ölmezmiş” diye.
  Adam o ülkeye gitti. İtimat ettiği kişilere sordu. Aynı cevabı aldı. Merakla sordu:
  “-Burada yaşlandıkları zaman, hastalıkları iyi olmadığı zaman ölüm yoksa netice ne olur?”
  “-Şu dağın arkasından bir ses gelir, kişi ismi ile çağırılır. O da itiraz etmeden gider. Geri dönmemek üzere... Gidiş o gidiş!... Geri gelen yok. Kimse bilmiyor ne olduklarını.”
  Ölümden korkan adam:
  “-Burası tam benim yerim. Ben her gel denen yere gidecek kadar akılsız değilim” dedi.
  O beldeye yerleşti. Zaman geldi, dağın arkasından ölüm korkusu ile orada ikamet eden adam da ismiyle çağırıldı. Hayretle gördüler ki, “çağrılınca gitmeyeceğim” diyen ucuz kahraman hiç itiraz etmeden gidiyor. Bu hâlini seyredenler:
  “-Hani gitmeyecektin?” dediler.
  “-Gitmeyecektim amma önümden çekeni, arkamdan iteni görmü-yor musunuz?”
  Tedbirini terk etme. Takdir Huda’nındır. Tedbirini aldın amma tertîb-i ilâhîyyeye karşı çıkmaya gücün olmadığını hakîkat gözlüğü ile bakarsan mânânın da maddenin de, zerrede dahi sebepsiz ya-ratılmadığını görür, o zaman gönül gözü gönle rabtolmuş gönül yolunu samîmiyetle görür. İşte aşığın bulduğu yolun ismi “ehl-i tarik”tir. Gerçek şerîat, marifet, hakîkat, bu tertîb ve tanzim-i ilâhîyye ka-rargâhında bulunur ve yaşanır. “O vakit gönle bağlı kalbin arş-ı a’lâ olur” ve takdir-i Huda’nın kânun-ı ilâhînin bu hususta iltiması ol-madığını görürsün.
  Ölüm anında Hazret-i Allâh’a muti, takvâ, vera sahibi kişiler eza çekiyormuş gibi görülse de tereyağından kıl çeker gibi ruhları cesetten ayrılır. Sıklet duymazlar. Cesetleri parça parça olsa da acı duymazlar.
  Şahidi olduğum hâdiseler az değil. Bir kaçını anlatayım, lütfen dinle:
 

Azrail (Aleyhis-Selam): “-Korkma! Hiç Duymuyacaksın” Dedi

  Tahminen sene 1979’larda Yusuf Akbulut Efendi ve bacanağı Şehmuz Efendi muhib, müttaki, Allâh’a verdiği kulluk ikrarının sahibi er kişi idiler. Sanatları mobilya cilası, zamana göre lâk vernik ve boya ustası idiler. Sanatlarında mâhir oldukları gibi ikrarlarında da samimi idiler.
  Sadık dervişlik sıfatı her hâllerinde görülüyordu. “Mızrak çuvala sığmadığı” gibi mânâ da tevhit ehline tertîb-i ilâhîyye miktarı gizli değildir!. Bu türlü tecellileri “gayptan haber veriyor” gibi düşünmeyesin. Gayb yalnız ve yalnız Allâh’ın yed-i kudretinde olup, âdemin ve kemâlat sahibi insanın, insan-ı kâmilin, peygamber efendilerimizin de gücü dışındadır. Bu hususta Hazret-i Allah bildirdi: “O müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan zekât verirler.” (Bakara Sûresi, 3)
  Hazret-i Allah ittika sahibi, müttaki, muti, ihlas sahibi kullarının meziyetlerini bildiriyor. Gayba îmanı, yapılan ibadet ve taatın başında bildirmesi, gayba îman, îmanın ibadet ve taatın anayasasıdır. Bu yönlü inanmayanların ibadet ve taattan mahrumiyetleri tarih boyu görülegelmiştir. Onlar gayba îman etmediklerinden, Allâh’ın din olarak bütün âleme ihsan eylediği tek din olan İslâm’ın âkli ölçüleri ile akıllarına ve mantıklarına uygun gelmeyen yerlerini kendileri tanzim ederler. Gayba îman eden müttaki, ittika sahibi bahtiyarları da akılcı tertip ettikleri, mânâ yoksunu yollarına sokmaya çalışırlar. Örneğini tarih boyu görmek mümkündür...
  Perşembeyi cumâya bağlayan gecelerde turuk-ı aliyede tarih boyu devam edegelmiş derviş topluluğu, vazifeliler nezaretinde Hazret-i Allâh’ın isimlerini zikretmekle bir hafta mânevî doyum ve gıdalarını almaları için ehl-i aşkın mânevî doyumunu sağlayan zikir halakaları tertîb ve tanzim ederler. Zikrin feyizinin hayranı muti derviş bir hafta resmi virdinde toplu zikrin feyzini görür. Hayatın nâ-hoş cilvelerini de füyuzat-ı ilâhî etkisi ile mânevî zevkinin dışında seyreder.
  İşte ehl-i aşk, muti dervişlerden Yusuf Akbulut ve bacanağı Şehmuz Efendi abdestli zikir meclisine giderken kaldırımda bu iki temiz insanı ezerek hayatlarına son vermeye vazifelenmiş, Allâh’ı tanımayan, âdem suretinde mahlûk bu iki temiz insanı “çirkef işlerine gayr-i ihtiyârı vakıf oldular” diye şahitleri kaybetmek için planladıkları gibi kaldırımda yürüyerek zikir meclisine gitmekte olan iki derviş bacanağı kamyonetle takriben 300 metre sürükleyerek ezdiler.
  Bunu şunun için anlatmaya çalışıyorum: Hâdiseden bir hafta evvel Yusuf Efendi bu olayı olduğu gibi bana anlattı. Şahidi oldum.
  Hazret-i Allâh’ı bilmen için vesilelerdeki metafizik olayların zâhirde zuhurunu gör ve yaşa! Bu türlü mânânın zuhuruna inancın kadar muttali olursun. Bu türlü mânânın zuhuru îmanla bezenmiş tevhid kalasının köşe taşlarıdır. Uzak durma ki, Allâh’a olan îmanında ve cümle peygamber efendilerimizin Hazret-i Allâh’ın elçileri olduğuna, birini diğerinden üstün görmeden, getirdikleri şerîatlara hürmetkâr olup, mensubu olduğun ve yükümlü olduğun şerîata gösterdiğin saygı ve hürmet kadar şahadetinde sadık olursun. İyi dinle. Allah sadık kullarına neler ihsan ediyor?!.
  Kazadan bir hafta evveldi. Yusuf Efendi bana geldi. Mânâsında gördüklerini şöyle anlattı:
  “-Azrail (aleyhis-selam)’ı gördüm. Bir hafta ömrümün kaldığını söyledi. Bir hafta sonra emr-i ilâhîye göre canını alacağım. Hiç korkma! Başkaları gibi değilsin. Sen sadık, muhib, âşık dervişsin. Canını alacağım, hiç acı duymayacaksın.”
  “-Ferah olasın diye bak, canını aldım ve tekrar iade ettim. Bir şey duydun mu?” diye sordu bana.
  “-Hayır, hiç bir şey duymadım” dedim.
  Buyurdu ki:
  “-Hiç korkma böyle olacak.”
  Gecenin sabahı mürşidi olarak heyecanla bana anlattı. Bu mânânın tabire ihtiyacı yoktu. “Ceseden ayrılacağız” diye üzüldüm, amma “öbür âleme dergâhımdan bir gelin daha götürdüler” diye ayıp olmasın, seviniyorum!...
  Bu yolda Hazret-i Allâh’ın emirlerine sadakatle yaşayan ehl-i zikir, ehl-i şükür, ehl-i tarik erbabına ve Allah için, maddî hiç menfaat beklemeden yaşayan şeyh efendilere de “Allâh’ın gelinleri” denir.
  Yazmaya çalıştığım kuvvet ve kudret-i ilâhînin varlığının imtihan dışı, metafizik zuhuratları hikâye gibi dinleyip umursamaz isen acırım, sermayesini kullanacak yerini bilemediği için iflas eden tüccara benziyorsun diye!
 

Battal Gazi Dört Yol Kavşağında Ticari İşlerin Her Dalında Mâhir, Beyaz Eşya Satan, Sermayesi Yeterli, Bu Fakire Karşı Hürmetkâr Cevat Ünal Bey Vardı

  Sene 1980’de bu abd-i âcize, dehşetinde kaldığı, uyku uyanıklık arası gördüğü hâl-i yakazayı, etkisinden kurtulamadığı görgüsünü bana anlattı. Dedi ki:
  “-Hacı baba, dehşetinden kurtulamıyorum. Rüyamda anarşistler geldiler. Beni, iki oğlum Necmettin ve Naci’yi ve tezgâhtarı da öldürdüler. Diyorum ki: İyi ki küçük oğlumu Mustafa’yı öldürmediler. Büyüyünce bu iş düzenini o yürütür. Yegâne, tek tesellimdi Mustafa’nın yaşıyor olması.”
  Olaydan bir hafta kadar evvel evime gelmişti. Görüştük. Gördüğü mânâyı “hayırdır, inşallah” diye dua etiysem de bu tecelliyat-ı ilâhî kelimelerle savuşturulacak cinsten değildi.
  Bir hafta sürdü, sürmedi her zaman haraç almaya alışık bu tür teşkilat gene gelmişler. Cevat Efendi, tabancası çekmecede imiş, çekmeceye doğru giderken şöyle diyormuş:
  “-Param yok. Canımızı mı alacaksınız?”
  Silahın olduğu yere yaklaştığını hissetmişler ki, tabancalarını ateşleyip, mağazada kimseyi canlı bırakmadan üçünü de öldürmüşler. Allah makamlarını cennet etsin. O karışık günleri milletime bir daha göstermesin, âmin.
  İnsanlar fiiliyatına göre mükâfat veya mücazat alırlar. Fiilleri ise tıynet, edep ve îmanlarının birleşik ürünleridir. Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Hazret-i Allâh’ın ilminin dışında hiç bir ilim yoktur. Beşer için dünyevi ve uhrevi ilmin özü Allâh’ı bilmekten gelir. Zâhiri ilim zâhirden alınıyormuş gibi ise de her ilim Hazret-i Allâh’ın yed-i kudretindedir. Zâhirde sebebine tevessül onu istemektir. Mânâ rızkını istemek de aynıdır. Hazret-i Allah (c.c.) “benden iste, vereyim” buyurdu. “Talebenâ, vecedenâ.”
  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)
  Gene Hazret-i Allah bildirdi: “Bu âyetleri ancak akl-ı selim, kâmil insan okur.”
  İnsanların dünyadan ayrılışlarındaki hâl ve zuhurat o kişinin mânâ ve Allâh’a yakınlık ve uzaklık kimliği değildir. Îmansız ve zalim ferah ölümle ölmüş gibi olsa da, ölüş mânâsının işkence misali zuhuratı mukadderdir.
  “Bu dünyada a’mâ, âhirette a’mâ.” Yevm-i mahşerde bu kişiler diyecekler ki: “Ya Rab! Biz dünyada görüyorduk, şimdi neye a’mâ olarak haşrolduk?” Cenab-ı Hak buyuruyor: “Sizler dünyada iken hakîkatleri görmüyordunuz. Burası hakîkat âlemi. Buraya göre gözünüz yoktu ki. Hakîkatleri elbette göremezsiniz.”
  Hazret-i Mevlana’nın izah ettiği gibi “evvel minareyi gör, âlemini gör, âlemdeki kuşu gör, kuşun ağzındaki tüyü gör.”
  “Görüyorum” diye iddia ediyorsun amma gerçekle ilişkili değil. Olsa idin mânâ çirkinliklerine tevessül etmezdin. “O müttaki kullarım gaybe îman ederler” düsturun olurdu. Hazret-i Allâh’ın mânevî tertîb ve tanzimine uyum sağlamak için çaba sarfederdin. Hiç olmazsa yaşayan bahtiyarları rencide etmezdin. Kabul edemesen dahi aleyhlerinde bulunmazdın. Zamanımızda bu saydıklarımın şahide gereği yok. Bütün çıplaklığı ile arz-ı endâm ediyor!... Kazvinlinin sırtına dövme yaptırdığı arslan resmine benzettin:
 

Kazvinlinin Sırtına Aslan Resmi Döğdürmesi

  Kazvinli hamamda döğme ustasına hitaben:
  “-Sırtıma öyle bir arslan resmi döveceksin ki, kükremiş olsun; görenler hakîkat zannetsin.”
  Döğmeci sanatının ehl-i idi. Eskiden döğme iğne ve barutla yapılırdı. Kükremiş arslan resmini yapmaya başlamıştı usta. Ucuz kahramanın canı yandı.
  “-Öldüm!” dedi, “nereyi yapıyorsun?”
  “-Kuyruk sokumu” deyince:
  “-Bırak, kuyruk sokumu olmasın.”
  Usta başka yere geçti. Zevzek adamın gene canı yandı. Neresini yaptığını sordu:
  “-Pençesini yapıyorum” deyince:
  “-Pençesiz olsun” dedi.
  Yaygaracının sızlanması devam ediyordu: “Yelesi de olmasın; kafası da olmasın” deyince usta çığlık attı:
  “-Yetişin müslümanlar! Kafasız, kulaksız, pençesiz, yelesiz bir arslan nerede görülmüş?!.. Ben ne yapayım?..”
  Bir nara da ben atayımda dinle: Semâvî din, tevhid dîni bir tânedir. Başka din olmadığı hâlde kendi tekelimizde de göstermeye çalışarak İslâm’ı yalnız “bizim dînimiz İslâm, gerisi İslâm dışı, gayr-i müslim. Onlar inansın, inanmasın, hepsi de kâfirdir ve gâvurdur” dedik. Hâlâ diyoruz…
  Emr-i ilâhîye de muhalefet ederek, “İslâm’ın beş şartı var” diye aynı vatanda yaşayan temiz müslümanlara da “kâfir” gözü ile baktık. “Küfür” yaftasını babamız da olsa boynuna taktık.
  Hırıstiyan misyonerleri bizim dînimize bizim kadar tahribat yapamadılar, yapamazlar da. Allâh’ın mânevî kurduğu teşkilatı kabul edemedik. Dîn-i İslâm’ı hâşâ, “Allâh’a biz öğretmeye” çaba sarfediyoruz.
  Amma Hazret-i Allah mânevî teşkilatın her zaman mevcud olduğunu gene bariz ilân etti. Bu ilân her zaman tetkike hazır. Değil yirminci asır, kıyamete kadar bu açık ilânı, mânevî basılan bildiriyi çözemeyecekler. Onun için devletlerarası din diyaloğunu zâhiri ilmin gücünün dışında. Bu, dinler arası diyaloğu ehl-i tasavvuf, mânâ ehl-i sağlayacak. Çünkü onların îmanının özü olarak:
Yetmiş iki milleti bir göz ile görmeyen, Halka müderris olsa hakîkatte asidir
  Denildi. Çok doğru… Maalesef bu doğruyu görme gözlüğü zâhiri ulemada yok. Çünkü madde mânâ için vardır. Kasd-i ilâhî ebedi hayatı tanzim içindir. Benî âdem için yaratılan, küllî rahmettir. Gazab-ı ilâhî gibi düşünmek hakîkat dışıdır, îmana da ters düşer.
  Hele, dünya ceza yeri değildir. Cenab-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri’nin fiili sıfatlarının tecelli yeridir. Bi-zatıhi değil, izâfidir, mecâzîdir.
 

Melâikeler: “-Emr-i Hak Zuhur Edecek. Müdahele Etmeyin!” Dediler

  Kızılcahamam’la Gerede arası Ovacık köyü vardır. Ovacıklıların tasvip edilemeyen, ezadan başka görünümü olmayan tuhaf bir adetleri vardır. Cenazelerini kış, yaz demeden, binbir meşakkatle, nerede vefat ederse etsin, köy mezarlığına defnetmek için ne eza ve meşakkatlere tahammül ettiklerini köyün gençlerine soracaksın. “Köy” dedi mi, ölüler diyarı gelir akla. Diriler orada yaşamazlar. Hepsi de şehirlere kaçmışlardır. Köyde bir-iki ailenin kaldığı söylenir. Onların da bu işkenceden canları yangın. İmkânsızlıktan, mecburi ikâmet ediyorlar. Amma duyduğuma göre “cenaze getirecekler” diye akılları çıkıyor.
  Cennet-mekân Memiş Aydın’ın babası Hacı Eyüp Efendi’ye bir mecliste dedim ki:
  “-Ben de şahit olayım, haydi, vasiyetini yap. “Benim cenazemi köye götürmeyin” deye.”
  Hürmetli ihvanımızdı. Buna rağmen “dirilere yaptıkları eza ve zulümden hacı efendiyi kurtarayım” dedim amma hiç oralı olmadı. Vefatında evlatları benim fikrime göre Ankara kabristanına defnettiler. Hazret-i Allah cümlesine rahmet eylesin, âmin.
  Gene köydeki kabristan hayranlarından bir zât vefat etmişti. İşkenceye kararlı, cenazeyi köye götürdüler. Kabristan Ankara-İstanbul yolunda 125. km.’den sonra sola ham yolla 13 km. daha gidilecek. Kar yolları kapattığı zaman 13 km.’yi omuzlarında götürecekler.
  Gene böyle bir cenaze dönüşü idi. Marangoz Durmuş’un kullandığı arabanın arka koltuğunda Hacı Mehmet Pîreli ve kayınbiraderi Hacı Ali Bildik Efendi vardı. Ankara’ya geliyorlardı. Hacı Mehmet Efendi anlatıyor:
  “-Üzerimize bir ağırlık çöktü. Ben arkadaşlara:
  “-Konuşun, neye susuyorsunuz?” dedimse de ihtiyârımızın dışında bir hâl…
  Tekrar:
  “-Allâh’ı zikredelim” dedim.
  Bir-iki, zoraki “la ilâhe illAllah” dedik. O da olmadı. Bir hâl-i yakaza gördüm. “Kaza geçireceksiniz” dediler. Toparlandım. Şeyhimi rabıta ettim.
  Rabıtanın özetini anlatmaktan geçemeyeceğim: Rabıta, Hazret-i Allâh’ın verdiği mânevî vazifeyi yerine getirmeye vazifeli nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî kuluna tertîb ve tanzimi ilâhî gereği, dileğini Hazret-i Allâh’a lâyık kullarının gönül kapısı, aşk mehengi mürşidine rabtolmaktır ki, nâ-ehlin zanettiği gibi “küfür” olmayıp her yönüyle îman tecellisidir. Bu yönlü ilticalar cevapsız kalmaz. Allâh’a kulluk vecibesinin düstur-ı ilâhî üzere samimi olan insan rabıtanın Hazret-i Allâh’ın tertibi ve tanzimi olduğunu bilir. Allâh’tan başka ilâh tanımayan kullarına ihsan ettiğini bilen, samimi kul için Rabbımın inanan kuluna bahşettiği rahmet terazisidir. Bu rahmet-i ilâhî hilâfına “bir şeyler biliyorum” edası ile rabıtayı küfür zannedenler dikkat edilirse kendileri “küfür” üzeredirler! Bazen kulların akılları ermese dahi üstadlarından duyduğuna itimad ederek, samîmiyetle yapılan rabıta da ind-i ilâhîde reddolunmaz. Çünkü Allah için muteber olan merci suret değil, sirettir.
  İşte Hacı Mehmet Efendi’nin rabıtası cevabını bulmuş. Zuhurunu şöyle anlatıyor:
  “-Gavsü’l-a’zam Abdulkadir Geylani Hazretleri ile geldiniz. Arabayı düz bir tarlanın ortasına bıraktınız. Melâikeler dediler:
  “-Müdahale etmeyin! Emr-i Hak vaki olacak.”
  Bu vesile-i ilâhî karşısında kader-i ilâhînin kazaya dönüşmesine rızâ gösterip boyun büktünüz. Melâikeler arabayı bir kayaya vurdular. Kendime geldim. Araba normal yoluna gidiyordu. Beş dakika sürmedi, bir tırın altına girdik.
  Arabayı kullanan Durmuş olay yerinde vefat etti. Allah rahmet eylesin. Benim ayağımın kaval kemiği kırıldı. Kayınbiraderim Ali Bildik’in göğüs kaburgaları, göğüs kafesi tahrip olmuştu. Kaburgalar akciğere baskı yapıyordu.
  Emr-i Hakk’ın şahsında zuhur edeceği Durmuş Usta genç yaşında vesile-i kaza ile ömrü hitam bulmuş, Hakk’a yürümüştü. İyi insan olduğunu, arkadaşları ve tanıyan esnaf hep anlatırlar temiz insan olduğunu. Allah gani gani rahmet eylesin.
  Kaza ve kader üzerinde durulması “rahmet olarak yasaklanmış.” Rabbımın uyarısı olarak bazı kazalarda zuhuru görülen metafizik zuhuratı inanan insanların îman takviyesi yönünden tecelli eden, öğretici olan zuhuratları ifşa etmekte sakınca göremiyorum. Varsa Hazret-i Allah samîmiyetimize bağışlasın.
  Kaza, kaderin zuhurudur. Maddede ve mânâda zuhur eden her şey kazadır. Kader ise tertîb ve tanzim-i ilâhîdir. Akıl ve mantık gücü ile izahı mümkün değildir. Yaratılışın nedeni olan benî âdemin yeryüzünde mevcudiyeti de kazadır. Kaza-kader mevzuunda dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Kudret-i ilâhî karşısında beşere hayrını, şerrini az çok idrak edecek kadar Hazret-i Allâh’ın benî âdemin insan olması matuf, madde hayatının idamesi için tahsil ve terbiyesi miktarı yaratanını da hissedecek kadar akıllı ve mantıklı kıldı. Burasını bilmeden karıştırıyoruz.
  Hazret-i Allâh’ın elçilerini, elçilerinin vekillerini, yeryüzünde ve gökteki âyetleri okuma kabiliyetini ihsan ettiği kâmil insanı, semâvî kitaplar ve saifelerini lütfedip göndermese idi, benî âdem Yaradanını nasıl hisseder? Nasıl kulluk yapacağının ölçeğinden mahrum, aklın ürettiği din ihdas eder. Çünkü dinsiz bir insan müeyyidesiz gemiye benzer. Tarih bu türlü hâdiselerle dolu doludur. Zamanımızda bu tedirginliği bütün çıplaklığı ile görmek mümkündür. Din felsefesinin bariz ürünlerinin tevhid dînini yansıtmadığı gibi… Hazret-i Allâh’ı yeteri kadar tanıyamaz. Dolayısıyla tanıtamaz da!...
  Bir sınıf âdemde aşk-ı gönülden uzak, sevgi ve hoşgörüden uzak, yaratılışın nedeni güzelliklerden nasipsiz. Anlattığı şerîat da yalnız korkutucu. Çünkü zamanda zuhur eden güzellikler ictihâdından mahrum bırakılmış kişi aldığı tedrisatın mahkûmu. Sanırsın ki, gazab-ı ilâhî deposu!... Ehl-i zikir, ehl-i aşk, ehl-i hakîkat, nasipsizi ile tarih boyu gerçek inançlarla hem fikir olamamışlardır. Nedenini yeri geldikçe yazacağım, inşallah.
  Gördüğüm kadarını üzülerek anlatmak istiyorum: Batılın müşterisi kadar hakîkat ilminin müşterisi maalesef “yok” diyecek kadar az. Allah cümle kullarını kulluğunu idrak ederek emr-i ilâhî üzere yaşamak nasib-i müyesser kılsın. Merhum Ziya Paşa aklın ilâhî emir karşısında yerini ne güzel göstermiş:
İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez.
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.
 

Hacca Gitmem Ve Sakal Bırakmam İçin Mânevî Emir

  Allah gani gani rahmet eylesin, çok töleranslı, çok müsamahalı, merhametli Hacı Mustafa Yardımedici şeyhim, mürşidim, efendim bir gün bana dedi ki:
  “-Galip Efendi, kırk yaşında sakalını bırak.”
  Dedim ki:
  “-Efendim, ben kırk üç yaşımdayım!”
  “-Peki, elli yaşında bırak” diye müsamaha gösterdiler.
  66 senesinde sabah namazdan sonra mânen emir verdiler: “Sakalını bırak. Hacca giderken iki parmağınla tutacak kadar olsun.” Bu ilâhî emre çok sevinmiştim. Zira durumum ve imkânım haccetmeye müsait değildi. Mânevî emirde “iki parmağınla sakalını tuttuğun zaman gideceksin” deniyordu. Mânevî emirin “acabasız îman”a idi hitabı. O bahşettiği hasletimi Rabbım korusun, cümleye îman yoksunluğu vermesin, âmin.
  Sene 1966. O günden bu yana sakalımı sünnet-i seniyeye uygun bıraktım. O sene Rabbım öyle ihsan etti ki, üzerime farz olarak, kayınpederim Şeyh Hacı Mustafa Efendi ile dört otobüs, hac yolculuğumuzun güzergâhı Kudüs-i Şerîf’i ziyareti de Rabbım kısmet etti. Kubbetü’s-sahra’da Muallak Taşı’nın bulunduğu taşın altında iki rekât namaz kıldık. Peygamber efendilerimizin ayrı ayrı mihrapları var. Mihrapsız yer yok. Hangi mihraba yönelir, namaz kılar isen caizdir. Şerîatlararası diyaloğu orada görmek mümkün. Her mihrapda namaz kılmak insan olmaya namzet, birlik, beraberlik zevkini, mânâsını hissederek yaşayan, dinde ayrılık görmeyen ehl-i aşkın mihrapları burada… Mümkün mertebe çoklarında namaz kıldık.
  Peygamber Efendimiz’in Mirac’a çıktığı yerde kayınpederimin arzusu ile fakir zikir halakası tanzim ederek Rabbımın isimlerini o mübârek yerde doya doya zikrettik, sabah namaz vaktine kadar.
  Mescid-i Aksa tamir ediliyordu. Mescid-i Aksa’nın alt katında sabah namazlarını kıldık.
  Güneş doğduktan sonra diğer ziyaretleri yaptık.
  Cümle peygamber efendilerimizin geçtikleri tevatüren söylenen Hutte kapısından toplu hâlde İslâm’ın giriş kapısı kelime-i tevhid çığlıkları ile geçtik.
  Hususi olarak otobüslerle el-Halil’e gittik. Her kutsal yerin hazzı, duygusu başka başka… El-Halil’in hududundan girerken bana öyle bir hâl oldu ki, izahı mümkün değil!.. Hazret-i Allâh’ın “Halilim” yani “sevgilim” hitabını mânâ yapım her an devamlı işitiyordu. Bu işitme kelime değil, hâl tecellisi idi. İşitiyordum. Hitab-ı ilâhînin sarhoşu olmuştum. Gözlerimden yaşlar boşalıyor, ihtiyârımla değil, gayr-i ihtiyârî şelale misali akıyordu. Taraf-ı etrafımdan sıkılıyordum “riya zannederler” diye amma ihtiyârım akan yaşı durdurmama yeterli değildi. Özellikle İbrahim (aleyhis-selam)’ın merkad-i şerîfinde Rabbım koruduğu için deli olmadım da, ne mi oldum?… Hâlâ o aşkın delisiyim.
  24 saat kaldık. Yusuf (aleyhis-selam)’ın atıldığı kuyunun etrafında halaka kurduk. Rabbımı zikrettik.
  Sakın demeyesin “Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed’ten aldı da beni İsrail’e niçin verdi?” İslâm ve îman ölçüsü ile bu günâhımızı bilse idik elbette ruha üzüntü veren zuhurat olmayacaktı.
  Rabbımı noksan sıfattan tenzih ederim; 1966 senesinde gördüğüm mânevî ahvalde değişen bir şeyin olduğunu zannetmiyorum.
 

Selman-ı Farisi (R.A.)

  Ashab-ı güzinden, ehl-i suffanın ileri isimlerinden, değişik şerîatları yaşamış, Hazret-i Resûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem)’in getirdiği en son şerîat-i garrâya tâbi olan, insanların kıyamete kadar maddî, mânevî hayatlarını düzenle yürütecek, yaratılan güzellikleri uhdesinde bulunduran, mekârim-i ahlâkın tamamını cami şerîatta karar kılmış, kemâlatlı tecrübeleri yaşadığı zamanın, ilericiliğinin hayranı, geriye bakmadan emr-i ilâhî üzere yaşantısında biat ettiği Allah elçisinin izinden ayrılmayan büyük insan, mânâ anlamı ile büyük derviş!… Hendek harbinde Peygamberimiz Efendimiz’in tecrübesine itimatla istişare yaparak fikirlerine kıymet verip Medine-i Münevvere’nin düşmanın saldıracağı yerlerine hendek kazdırması ve bilfiil kazı işinde çalışması tarihi vakıadır… Hayatının çok yönü metafizik olaylarla dolu dolu…
  Bir tânesini anlatayım: İyi dinle. İnanıp inanmamakta özgürsün. Bilmem, hakîkat dışında yaşayanlara özgürlük yakışıyorsa; ben inanmıyorum, Allah ve elçisini tanımayanların özgürlüğünün gerçek özgürlük olduğuna.
  Peygamberimiz Efendimiz Selman-ı Farisi (r.a.)’a:
  “-Ya Selman, sizlerden bir kişi vefat etti. Onu sen gaslet, başkalarına gösterme. Perde çek” buyurdu.
  Selman-ı Farisi anlatıyor:
  Emr-i peygamberi üzere gaslediyordum. “Acaba temizlemek icab ediyor mu?” diye elimi ölünün avret mahalline götürdüm. Elimi itekledi. “Yanlış mı gördüm” diye tekrar elimi götürdüm. Gene daha şiddetle itekledi. Geri çekildim.
  “-Sen ki ölüsün, diri işi işlersin” dedim.
  Gözünü araladı da:
  “-Selman! Hazret-i Resûlullah sana ne emir verdi ise onun dışına çıkma. Beni vakitli yerime gönder” dedi !...
  Bir hâdiseye şahit olmuştuk. Benzerliği olduğu için cennet mekân kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi Selman-ı Farisi (r.a.)’ın bu metafizik olayını anlatmıştı.
  A’mâ Yaşar Efendi’nin babası vefat etmişti. O zât ehl-i takvâ, vera sahibi, sadık, âşık dervişti. Vefat ederken vasiyet etmiş “beni efendi yıkasın” diye. Efendiye vasiyeti bildirdiler. Efendi:
  “-Ben hiç cenaze yıkamadım. Bahri hafıza haber edin, gelsin. Bana vekâleten cenazeyi yıkasın. Ben de suyunu dökeyim” dedi.
  Bahri hafız hoş sohbet, dergâhın naibi, bilgisi Allâh’a kul, Peygamberimiz Efendimiz’e ümmet olmaya müsaitti. Şahidim: Her hâli dervişti.
  Bahri hafız anlatıyor:
  Cenazeyi yıkarken bir tarafını yıkıyorum, sıra öbür tarafa geldi mi kendi ihtiyârı ile dönüyor. Kolunun birini yıkıyorum, diğerine el atmadan uzatıyor. Garibime gitti. Dedim ki:
  “-Pezevenk, kendi kendini yıkayacaktın da, “efendi yıkasın” diye niye vasiyet ettin?”
  “Pezevenk” tasavvufta bildiren, görüştüren, ara bulucu anlamında mânevî iltifattır. Allâh’la biliştiren, özünü taşır mürşidin vazifesinin. Özet olarak ifadesi idi. Böyle safiyetli, anlamlı hitabların kanal-ı mecrasından saptırılıp kerih, insanlığın yüz karası, edep dışı biliştirmede icra-yı sanat edinip kullanılmaya başlanınca bu anlamlı taltifler mutasavvufinin iltifatı olmaktan çıktı. Ahlâksızın alameti, bilinç levhası oldu. Tavsiyem, toplumda anlamı değiştirildi, bırak onların olsun.
 

Anam

  Zamana göre bilgili, okuryazar, saliha, kırık çıkık ustası, fakir ve fukaranın da anası meziyetleri ile örnek dervişti. Anamın bazı unutamadığım meziyetlerini insanlığa örnek olsun diye anlatmaya çalışacağım:
  Çocukluğumuzda iki erkek, iki kız kardeştik. En küçükleri bendim. Bizlere hurafeye kaçmadan, inandığı Hazret-i Allâh’ı ve Resûlunü iyi tanıttı. hâlâ çocuklukta edindiğim o îman sermayesinin insancıl yönü hayatım boyu rehberim ve düsturum oldu. Hele biz çocuklarına çok zaman dilinden düşürmediği şu nasihatını levhalatmak lâzım amma levha yapsan tatbik edecek kaç müşteri bulursun?
  “-Birazdan babanız gelecek. Allâh’ın tahsis ettiği sizlerin rızkınızı size ulaştırmak için ne müşkilat, ne meşakkat çekiyor, biliyor musunuz? Eve gelince adamcağızı bir de siz üzmeyin!..” diye bizlere babamı çok yücelerde gösterir, sevgi ve hürmette Allah ve resûlunden sonra babamı sevdirmişti anam...
  Babam sinirli ve biraz da huysuzdu fakat beraber geçirdiğimiz zaman içinde birbirini kıracak ne bir söz, ne bir çekiş, ne de birbirine küsü tuttuklarını bilmem. Şöyle bir örnek vereyim, daha iyi anlaşılacağını umarım:
  Anam 1945 senesinde âhirete yürüdü. Şu an 1999 bitmek üzere. Ailem Hacı Fatma Hanım anama muhabbetinden dolayı kaynanasının ruhuna her gün Fatiha, arasıra Yasin okur. Başka söze ne gerek var? Kaç tâne kaynana gösterirsiniz ki gelini ruhuna fatiha okusun?!
  Memleketimizin eşrafından müteahhit bir zatın kazada omurga kemiğinde kırıklık olmuş da, anamı çağırmışlardı. Tahminen 13 veya 14 yaşımda idim. Beraber gitmiştik anamla. Tıp doktorlarının ortopedi yönünde pek ihtisasları yoktu. Pek muvaffak olamıyorlardı. Bazen anama gönderirlerdi “bizim bu dalda ihtisasımız yok” diye. Pratik yetişmiş kırık ve çıkıkçılar haklı olarak yaptıkları ustalıklarla toplumların itimatlarını daha çok sağlamışlardı. Tıpda bu problem de çözüldü, elhamdülillah; ortopedi dalında da toplumların pratik ustalara ihtiyaçları kalmadı. Ortopedi de tıp dalında yerini buldu. İtimat edilir duruma geldi... Eski ortopediyi, icraatını haramiyyet dışındaki güzelliklere önem vermeden her güzelliği din dışı gösteren, içtihatsız şerîatıyla kendini kabul ettirmeye çalışan dîni yaşantıyla kıyaslar isek, bu anlayışın mânâsız maddenin kuru izahına gönül mahrumiyeti ile insan olma kapısını benî âdeme kapatmış, her yönlü ihtiyacın aşk zannedildiği, gönülsüz ve mânâsız yol tercih edilmiş, îmanı maddî çıkarlar sağlamıyorsa hakîkatten kaçan, hakîkatlerin zuhuru ile rahatsızlık hissedenleri pratik sınıkçılara benzetiyorum...
  İnşallah medeniyyet, teknoloji, cumhu­riyet, demokrasi, tamamı ile insan haklarını uhdesinde toplamış lâiklik… Bu güzelliklerin İslâm’ın öz malı olduğu idrak edildiği zaman, pratik kırık çıkıkçılar ister istemez yerlerini ortopediye bırakma mecburiyetinde kalacaklardır. İşte bu gerçekleri anlatıp da kabul edecek merci bulamıyorum. Ümitliyim olacak inşallah.
  Anam pratik sınıkçı idi. Amma ihtisası vardı. Müteahhidin beline el attı.
  “-Allâh’ın izni ile iyi olur, şu kadar para alırım” dedi.
  O güne göre beğenilir bir rakamdı. Sancılar içerisinde kıvranan zât hiç pazarlığa girmeden:
  “-Kabul!” demez mi?.
  Yeni dokunmuş çirişli kara tezgâh bezi top hâlinde getirtildi. Bel kemiğini yerine düzelttikten sonra mumya gibi sıkı sıkı sardı anam. Sıkı tenbih etti:
  “-Bu sargıya hiç dokunulmasın. Zamanı geldimi ben açacağım!.”
  Şifa temennileri ile dışarıda bizi bekleyen faytona bindik. İçim daralıyordu. Anamı alışa geldiğimin dışında, değişik zihniyette görmüştüm ve çattım:
  “-Ana sana hiç yakıştıramadım. Fırsat düşkünleri gibi sıkılmadan nasıl söyledin “şu kadar alırım” diye?”
  Yüzü cidden kızaran anam:
  “-İleri gitme. Bu hâdiseleri ölçecek kabiliyette değilsin!” dedi.
  “-Bunun kabiliyetle ne ilgisi var? Düpe düz fırsattan istifade ettin” dedim.
  Anam benim anlayacağım türden anlatmaya çalıştı.
  “-Senin aklın ermez” diye söze başladı,
  “-Hazret-i Allah o kişinin belini niye kırdı, bilir misin?! Bilemezsin! Ben müracaatımın cevabını burda buldum. Alışa gelmiş fakir fukara elime bakıyor. Ben onlara ne vereceğim? İmkânlarım da bitmek üzere. Ne yaparım ben?!..” Anladım ki, Hazret-i Allah benim sıkıntılı müracaatıma cevap vermişti. Belini kırarak neticenin şifa ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Çünkü iyi olunca fakir fukaraya vereceğim parayı ondan almam için Hazret-i Allah öyle tertip etti. Şimdi anladın mı?” dedi.
  Ben gene anlamamıştım. Amma anamın gözlerinin dolu dolu olması beni duygulandırmıştı. Anacığımın o mübârek sözlerini şimdi çok daha iyi anlıyor ve yaşıyorum. Makamı cennet olsun... Merhamet timsali, örnek insandı anam... Yaşlı Çorumlular iyi bilirler anamı.
 

İyi İnsanların Ölümleri De İyidir. Onlara Gıbta Edilir

  İkinci Cihan Harbinde asker idim. 1941 senesinde asker oldum. Harp bitti. 1945 senesinde terhis olduk. Askerden üç sefer izinli geldim. Evli idim. Üç kızım vardı. Ben anamı sevdiğim kadar anam da beni çok severdi. Dua etmiş “ya Rabbi! Bir gün oğlumu göreyim, başka bir dileğim yok” demiş. Öyle oldu:
  Babam Fuani kaplıcasını işletiyordu. Fuani kaplıcası Çorum-Amasya hududu üzerinde. Hamam kısmı Çorum sınırında, arazisi ise Amasya sınırı içinde idi. Hamamın 37 derece ısıda, çelikli cilt hastalıklarına şifalı gür suyu vardı. Hamamın iç kısmında dışarıdan görülen, fizik üstü, metafizik yaşamış hâlâ Rabbımın orada metfun bulunan zatı vesile kılıp, yakın beldelerin îmanlarının zuhuru olarak sadık kişilerin sıkıntılarının teselli kaynağı, rahmet-i ilâhîye vesile, bariz görünen tasarrufatın şifa mercii, ismi pek bilinmeyen, halk arasında “Uyuz Dedesi” diye anılan evliyânın türbesi vardı. Şahidi olduğum olayları izaha çalışacağım:
  Cilt hastalıklarına şifa veren bir kaynak suyunu da Hazret-i Allah oraya ihsan etmişti. Vesile idi. İyi dinle: Harp bitmiş amma bütün dünyada ekonomik kriz ve yokluklar devam ediyordu. Şekerin kilosu beş liraya çıkmış, kimse alamıyordu. Milletçe uyuz olmuştuk. Koyun sürüleri de uyuz olmuştu. Hamamın atık suyu evliyânın yanından dıştaki büyük havuza akıyordu. Sürüler o arkın üzerinden sürü hâlinde geçirilir, geçerken de sürünün üzerlerine eller ile su serpilir, kimisine damla dahi düşmez fakat bi-iznillahi teâlâ bir kaç gün içinde sürüde uyuz kalmazdı. Her taraftan sürüler gelir, şifa bulurdu. Şikâyet eden, aksini söyleyen bir ferde rast gelmedik. Koyun başı ücret alırdık. O sene hamamın masrafını o sürüler karşıladı. Her beldeden akın akın sürüler gelirdi. İşte muazzam bir metafizik olay. Fiziki izahı olmayan, îmana ve ruha ferahlık veren, fiziki olayları çürüten metafizik binlerce şahitli olay!...
  Terhis oldum. Hamama geldim. Maksadım babamın elini öptükten sonra 35 km. mesafede bulunan memleketim Çorum’a gitmekti. Çorum’da bizden kimse kalmamış. Hamama taşınmışlar, babam yalnız olmasın diye. Ailemin hepsini hamamda görünce sevindim. Anam hasta idi. Beni görünce “duam kabul oldu” diye Cenab-ı Hakk’a hamdetti. Anamla bir gün görüşebildik.
  Tedavi için babam, “beni de geldi” diye ferahlıkla anamı Çorum’a götürdü. Doktorlar hastalığına “lösemi” demişler. Anamın nasıl öldüğünü anlata anlata bitiremiyorlar. Öleceği gün “bugün benim düğünüm, bayramım” diye eline kına yaktırıyor. Hacı Mustafa Anaç kayınpederim şeyh efendiyi çağırtıyor. Şeyh efendiye:
  “-Mustafa Efendi, bugün ben vefat edeceğim. Bana tövbe-istiğfar verdir” diyor.
  Beraberce gümbür gümbür tövbe-istiğfar okuyorlar. Bir ara şeyh efendiye:
  “-Allah senden razı olsun Mustafa Efendi. Benim derviş olmama sebep oldun. Derviş olmanın Allâh’ın lütfu ihsanı olduğunu yaşadım. Şu an da gününü görüyorum. Gideceğim makamımı görüyorum. Allah sizlerden razı olsun. Beni ikna ettin. Rabbımın lütfu ile derviş oldum. Bana hakkını helâl et” der.
  Ali Haydar Ahıskavi Hazretleri’ne anamın da, babamın da biat etmelerine Mustafa Anaç Efendi vesile ve sebep olmuş idi.
  O gün ruhunu teslim etti. Ben hamamda idim. Anamın vefatı ailemizin nizamını bayağı sarsmıştı. Eskisi gibi değildi. Teneşirde anam yıkanır iken hoca hanımlar şahadet getirirlerken herkesin gözleri önünde anam sağ elinin şahadet parmağını yukarı dikmiş! Bunu gören hanımlar hem korkmuşlar. Hem de çığlık atmışlar, “nasıl ölü bu?” diye…
  Hazret-i Mevlana’nın duyurduğu gibi: “Biz öyle padişah mıyız ki, taht üzerinden inip tabuta binelim?!.. Bizi taht üzerinde gördünse hep öyle göreceksin…”
  Hazret-i Allah verdiği rahmetini geçici vermiyor. Dünyanın kadrini bil. Dünyadaki maddî ve mânevî kazanç kapısını başka âlemde bu kadar kazançlı bulamazsın. Bu kazancı kaçırma. Allâh’a kul olmak kasdi ile peygamber efendilerimizin getirdiği tertîb-i tanzim-i ilâhîyi zamanın yaratılan güzellikleriyle çatışmayan, içtihat görmüş şerîat nizamına uygun yaşamak istiyor isen -ki, mecbursun- fiziki olaylarla yetinme. Bariz rahmet-i ilâhî olan fiziküstü, metafiziği de yaşa. Madde ve mânâyı da yaşamak kasdiyle yaratıldın. Benî âdem insan olmaya her an müsaittir. İnsan olmanın reçetesi yalnız benî âdeme verildi. Bir daha eline böyle imkân geçmeyebilir. Gafil olma.
  Bu abd-i âcizin tecrübesi ile sabit önerilerine kulak ver, evvel Allah. Şerîatı ile yükümlü olduğun Allah elçisine, elçisi hayatta değilse Allâh’ın vazifeli kıldığı vârislerine ve anacığına hürmette ve hizmette sakın kusur etme. Çünkü hiç bir evliyâ görülmedi ki, bu rahmet-i ilâhîyi bilemeyip, nankör olsun!... Bu yönlü muhib bahtiyarların huzur-ı ilâhîye küfürle gitmesi de kânun-ı ilâhîye, rahmet-i ilâhîye uygun değildir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Allâh’ın bildirisi, vârisü’n-Nebî evliyâya inanıyorsan anlarsın. Abd-i âcizin sözlerini, mübârek olsun derim... Hâlâ Hazret-i Allâh’tan da sıkılmadan, bildirisini bilerek veyahut bilmeyerek tahrif ederek, basit anlamda her sahada kullanılan “dost” hitabını vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî, Hazret-i Allâh’ın irşâd vazifesi ile yükümlü kıldığı mürşidi belli ki kasıtlı eşdeğer göstermeye çalışdığın “dost” diye tefsir ve meâllerinde dahi gerçeği diyemedin! Neden? Aynı ilâhî anlamı taşımayan “evliyâ”nın mânâsını basitleştirerek her mevzuda kullanılan, günâhı kebâirde dahi yerini bulmuş, “evliyâ”nın anlamında yeri olmayan “dost” kelâmı ile eşdeğer göstermenin tahribatını hâlâ göremiyorsan bu abd-i âciz anacığımı sana nasıl anlatabilirim?!..
  Hele hele yazdığım metafizik eserinin 60. sahifesine 55 sene evvel irtihâl eden anacığıma hâlimi arz edişimin cevabı olan “kudret mührü”nü Rabbımın mânevî vazifemi tasdik mührünü nasıl anlatırım?!.. El insaf ekranda yok, printırın hiç dahli yok, şahitler huzurunda 80 yaşındaki bu abd-i âciz şöhret ve varlık gösterisine gençliğimde bile iltifat etmedim. Olmadık bir şeyi gösterme zevki hayatım boyu olmamış, olmayacak da inşallah… Bu fakiri tanıyanların ve mânevî vazifesine inananların îmanlarına çerçeve olsun istiyorum. İstersen gene inanma ve anlama. “Üzülmeyeceğim artık” diyorum “vız gelir!...” amma gelmiyor!... Çünkü gönülle ilgin kesik. Acıyorum. Hazret-i Allah gönül kapını açsın. Hakîkat düşmanlığın bitsin inşallah!...
 

Alkolik Derviş Ali Efendi

  Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseyi kırsa, ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâseSenenin on bir ayı Ankara Hacıdoğan’daki atölyemin duvarına sızıp kalan alkolik Ali Efendi vardı. Çok alkoliklerin o civar meskeni idi. Orada “elmas bakkal” diye insanlık dışı, hiç gülmeyen sanki insanların helakı için programlanmış bir robot açık içki satar bakkaldı. Ama ağırlık açık içki satışında idi. Eksilmeyen müşterisini açıktan görmek ve saymak zor değildi. Sıkıştıkları zaman müracaat kapıları benim kapımdı. Nedense o zavallılara karşı acıma hissi ile karışık bir yakınlık duyardım. Arasatta kalmış, ne cennet aşkı, ne de cehennem korkusu kalmamış, kaza-zede bu insanlara acımamak ve yardımcı olmak hissini taşımayan benî âdeme de aynen acırım!.. Bu kaza-zedelere asalet ayrımı yapmak haddim değil.
  Hayatına bir nebze ısrarım üzere vakıf olduğum Ali Efendi vardı. İtfaiye meydanında Kurtuluş palasın sahibi; Samanpazarı Kurşunlu caminin bulunduğu ana yolun karşısı dizi evler de Hacı Ali Ağa’nındı. Zengin, hatırı sayılır, takvâ bir zattı. Hacı Ali Ağa her gün elmas bakkala on iki lira elli kuruş gönderirdi. Oğlu Ali Efendi’nin günlük nafakası idi. Hesaplanmış, peynir ekmekle içkisine denk geliyordu. Bu durum Ramazanın birinci günü biter, Ali Efendi üzerindeki para etmeyen çadır bezinden yapılmış elbisesini çıkarıp, o gün alınmış lacivert elbise sırtında, kravatı bağlı temiz gömlek, siyah fötr şapka, yeni ayakkabı ayağında hemen erkenden bana gelirdi. İlk senelerde garibime giderdi amma alışmıştım Ali Efendi’nin bu hâline. Benden yaşlı idi amma elimi zorla öperdi. Edepli dervişti. “Bugün nerede iyi bir vaiz var” sorardı bana. Beraberce giderdik. Namaz kılar, dinlerdik,mânâdan nasib almış vaiz efendiyi. Vaizin gönül kapısı kapalı ise dinlemezdik. Dinlesek de ne verebilirdi hakîkat yoksunu hakîkat yolcularına? Allah yolunda canını feda edip feryat edenlere ey hakîkatlerin garibi vaiz ! Nefsine vaaz etmeden bana vaaz etme! Para etmez… Allah kitabında nasa emredip de kendi nefislerini unutana Allah lanet ediyor…
Öyle bir söz söyle ki, sözünden ibret alsınlar;
Söz bilmez isen sükût eyle, seni bir âdem sansınlar!
  Gönülden bir şeyler gösterebiliyorsan ne mutlu! Salâhiyetin kadar ihsan eyle. Eğer bu hususta yetkili değilsen kuru dava ile dinleyenlere ne verebileceksin?
  Ali Efendi Ramazanı çok güzel geçirir, maalesef bayramın birinci günü üzerindeki giysiler değişmiş, çadır bezinden yapılmış, satışa gelmeyen giysileri sahibini bulmuş… Ali Efendi atölyenin dış köşesine sızmış… Tekrar öbür Ramazana kadar Ali Efendi’yi hep böyle bulursun.. Ramazanda bu anormal hâlin nedenini sordum. Müteessir, üzülerek dedi ki:
  “-Efendi, haddi aştım. Hazret-i Allâh’ın emirlerine derviş olduğum hâlde isyanda haddi aştım. Bir gece mânevîyattan tarikat şamarı yedim ki, karyoladan aşşağıya düştüm! Harabat ehlinden oldum. Ramazan müddetince aslıma rücu ediyorum. Ne olur efendi, beni ayıplama!.”
  Muhabbetle sarıldım:
  “-Seni nasıl ayıplarım?! Ayıplarsam inancıma karşı ayıp olur. Ancak dua ederim aslına rücu edesin diye.”
  Şunu yaşadım ve gördüm ki, merhamet îmandandır. Îmanın dışa yansıması, şahadetin anlamının, esas özünün zuhurudur. Âdemin acıma hissi fıtratında mevcuddur. Merhamet ise beni insanda îmanın dıştan görünüşü, küllî mevcudatla olan muamelatında zâhiren görüldüğü gibi batınen de görülebilen, madde vemânâda zuhuru yalnız insana bahşedilen rahmet-i ilâhîdir!..
  Ali Efendi’ye belki motamot böyle demedim. Amma mânâ değişmez. Sözün şekli ne değiştirir ki? Ali Efendi’nin babası Hacı Ali Ağa atölyeme geldi:
  “-Galip Efendi kim?”diye sordu.
  “-Buyur hacı efendi, benim” dedim.
  Gözleri yaşlı yaşlı kucakladı. Elini öptüm. Hâli söylemeye gerek yok, anlatıyordu acı haberi:
  “-Ali’mi kaybettik” dedi. “Bilemedim Ali’min hâlini. Ali’m meğerse ne imiş, bilemedik. Ali’me bilmeden çok eza ettik. Ölümünden on beş gün evvel yıkandı, tövbe-istiğfar edip vakit namazlarını kıldığı gibi, gücü nisbetinde kaza namazları da kılıyor, boş zamanı yoktu. Hep Allâh’ın isimlerini zikrediyordu. Kelime-i tevhid ve şahadetle son nefesini verdi. Hep “Galip Efendi” diye sizin isminizi söyledi, aşkla. Merakımla geldim Galip Efendi’yi görmek için. Âlimin sana borcu var mı? Ödeyeceğim” dedi.
  İşçilerim dâhil topluca ruhuna Fatiha okuduk. Allah kusurlarını afetsin, makamı cennet olsun. Biz beşer olarak böyle düşünüyoruz. Yoksa hayatının son onbeş günü bizlere bir şeyler anlatmıyor mu?..
  Bu abd-i âcizin sözüne kulak ver. Ekici ol. Haddini aşan hâdiselerde bilici olma. Harabat ehline hor bakma!..
Her tabîbe âşikâr etme derûn-ı derdini,
Her ne derdin var ise eyler devâ, Allah kerîm.
  Derdinin devası için ehlini bul. Bir şair şöyle yazmış:
Her doktorun ilacı bu derde deva olmaz.
Tabib gerçek değilse rahmet gönüle dolmaz.
Hep mi sahte oluyor? Doğrusu yok mu bunun?
Aradın da buldunsa cemale gider yolun.
 
“Nasıl bulunur? Deme. Nasip meselesidir.
Tertîb-i ilâhînin kuluna hediyesidir.
Böyle emretmiş Allah, aramadan bulunmaz,
Kısmette yoksa eğer semtinden de geçirmez.
 
Nedim-i ilâhîdir, âdemi insan eder.
Mânevîyat olmadan neye yarar ki beden?
Bizce ilâhî nedim Kuşçuoğlu Galip’tir;
Onun tüm dervişleri Hak yoluna taliptir.
 
Maddede ve mânâda onu çok seviyorlar,
Kimseye verilmeyen Hak mührü veriyorlar.
Şükrederim Rabbıma “Gâlibîlik” lütfetti.
Vârisü’n-Nebî, mürşit vesile bu fakiri derviş etti.
 
İsmail Coşkun
 

Yakınında Mürşit Varken Neden Kahramanmaraşlı Mürşide Müntesip Oldun?

  Bir zaman ben de kendime çok sordum bu suali. Bunun için hakîkat garipleri bana düşman gibi tutumları ile devenin nalbanda baktığı gibi baktılar.
  Şeyh Ali Haydar Efendi, Ahıska muhaciri Hacı Bekir Baba’nın halifesi idi. Kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi, Ali Efendi’nin halifesi idi. Allah cümlesinden razı, makamları cennet olsun.
  Çorum Fuani kaplıcasının çok tarlası vardı. Heves ettik, teşkilat kurduk, tarlaları ektik. O beldede hatırı sayılan Piroğlu Halil Efendi’nin arazisi çoktu. “Ekebildiğiniz kadar benim tarlalarımdan da ekin” diye ısrar etmişti. Hayli ektik. Şeyh Hacı Ali Efendi’nin mesleği bostancılıktı. Şeyh efendinin de isteği üzerine bir tarla da onun için sürdük. O semt münbit, bol mahsül veren bir toprağa sahipti. İşittik ki bire kırk veriyordu. Fakat biz bilemedik, toprağı derinden dört sefer aktardık. Çorum’da toprağın verimi öyle idi. Amma o belde yüzünden sıyrılır ekilirmiş. Derinden mahsul çıkmaz imiş. Nereden bilecektik? Mahsül cidden verimli olmadı. Şeyh efendinin ektiği bostan tarlası da ektiklerimizi büyütemedi!..
  Şeyh efendinin yeni koşuma girmiş genç atı ve atın koşulduğu yaylı bir arabası vardı. Çıkan mahsülü arabaya koyduk. Efendi Çorum’un kazası Mecitözü’ne bir manava götürecekti. Ali Efendi:
  “-Galip Efendi benimle gelir misin?” dedi.
  Benim de işim vardı. Araba gittiğine göre “rahat olur” diy ben de yola koyuldum. Bir maksadım da biat ederek, dersimi alacaktım. “Yol boyu tarif eder” diye seviniyordum. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Efendi arabanın yanında yürüyordu, ben de edeben yürüyordum. Yürüyeceğimi bilse idim gelir mi idim? Bir ara:
  “-At daha, genç olduğu için kıyamıyorum hayvana” demez mi?..
  İçimden eşşek alıp beygir satıyordum amma “benim derviş olmama ne mânisi var” diye nefsimle mücadele ederken geriden nefes nefese bir köylü vatandaş bize yetişti. İki kişi yürürken üç kişi olduk. Soluğunu daha toplayamamıştı zavallı; söze başladı amma beceremedi. Benim arzumdu arzusu; giriş yapamadı zavallı.
  “-Efendim, burada bir zât varmış” dedi. Şeyh efendi:
  “-Evet, ben de duydum, varmış” dedi.
  “-Büyük zatmış” dedi. Şeyh efendi:
  “-Evet, büyük zatmış” dedi.
  İsteği kabul edilmediği gibi istihza olunan vatandaş yavaş yavaş geri kaldı. Ben mânen harap olmuştum. Dedim ki:
  “-Efendi! Garib söylemeyi bilemedi. Ders isteyecekti. Lütfetseydiniz!
  “-Galip efendi oğlum, bunlardan ne istifade olur?” demez mi?
  Zaten yorulmuşum, dünya dar geldi bana… Babamın, anamın da şeyhi idi. Fakiri çok severdi. Dişimi sıktım. Terbiyemi bozmamam için Hazret-i Allâh’a çok çok yalvardım. Ders istemediğime de hamdettim.
  Çok seneler sonra “biz seni Maraş’a bağladık ve oradan hâdiselerle biz kaçırdık seni” dediler.
  İşte ledünni ve metafizik olay. Akılla, mantıkla ölçebilir misin? “Ölçüyorum” zannedersin amma netice Hazret-i Allâh’a usulüyle teslim olmuş insanların her düzenini Hazret-i Allah düzenler, tanzim eder. Ehl-i aşk her zuhurata teslimiyetinden ötürü neticeyi bilemez. Amma bilir ki, merciine teslim olan dünya ve âhiret mahrum olmaz. İnsanlarda bu yönlü güç olduğundan değil, tertîb-i ilâhî olduğu için. İşte akılcı dînin çözemediği gerçek dervişin virdi: “HasbünAllâhu veni’me’l-vekîl (teslim oluyorum ya Rabbi, her mevzuda vekilim sensin” der. O ne güzel vekil, o ne güzel kefildir.
 

On Beş Sene Önce Şeyhimi Rüyamda Görmüştüm

  Rüyamda tek sıra dizilmiş insanlardan uzunca bir sıra. Tek tek Peygamber Efendimiz’i ziyaret edeceklermiş. Sıranın sonuna geçtim. Hayli bekledim. Sıra bana gelmişti. Büyücek, ahşap bir kapıdan içeri girdim. Sağ tarafta topraktan yapılmış bir sedir, hasır üzerinde Peygamberimiz Efendimiz oturuyordu. Yüksek sesle kelime-i tevhîdi zikrederek girdim içeriye. Peygamberimiz Efendimiz’i görünce bayıldım. Yere düştüm. Efendim gözlerimden öptü beni. “Muhammedün Resûlullah” diye yerden kaldırdı. Efendimiz’in cemalini hafızamda muhafaza etmem için hayli seyrettim.
  Tahminen on beş sene sonra şeyhim efendime intisab ettim. Gördüm ki, nur-ı muhammedi şeyhim efendimin suretinde tecelli ediyordu. Muhammedün resûlullah’ı o şahsiyette görüp, orada öğrenecektim. Hâlık-ı Zülcelâl öyle tanzim ve tertip eylemişti. Dîni tahsil ve terbiye gören hoca efendilerimiz de sır olmayan, kıyamete kadar devam edecek bu gerçeği bilseler idi Dîn-i İslâm’a mânâ düşmanlığı yapamadıkları gibi, istifade yönüne giderler, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da beyan edilen vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîyi, evliyâullahı dışlayamazlar, mânâ gülüncü olmazlar idi. Hem de Hazret-i Allâh’a zulüm isnadından kurtuldukları gibi, inanan, inandığını yaşamaya çalışan ehl-i aşkı, ehl-i tariki, her gün, her saat rencide edemezler, Allâh’ın gerçek gelinlerini rahatsız etmekten hiç olmazsa imtina ederlerdi.
  İnanan Allah dostları hubbul vatan mine’l-îman (vatan sevgisi îmandandır) gerçeğinin hayranı, “vatanı olmayanın îmanı olmaz” düsturunu virt edinmiş, askerine küçük “muhammed” sıfatını bayraklaştırıp tarih boyu cengâverliğini îmanından almış necip milletin üzerinde nazar-ı ilâhî olan kahraman ordumun Hazret-i Allah nazarını üzerinden eksik etmesin. Bazı çıkarcı güçlerin mevzi tutumları kahraman ordumuzun Muhammedçik inancını sarsmasın. Kıyamete kadar bâki kılsın, âmin. Ve selâmün ale’l-murseliyn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemiyn...
 

Kızım Sevil’in Kıyameti

  Tahminen 1955’lerde idi. Bir rüya gördüm. İbadullah Camisindeyim. Cemaat tekbir getiriyor. Ben camiden içeriye girerken bir meczup bana hitaben:
  “-İki gün sonra kıyamet kopacak” dedi ve ordan kaçtı.
  Dehşeti ile uyandım. Rabbım tabirinin de iç âlemime mânâsını ihsan eyledi. Tabiri şöyle idi: Kurban bayramının üçüncü günü kıyamet kopacak! Kurban bayramına üç ay gibi uzun bir zaman vardı. Belirtilmemişti, ferdi kıyamet mi, yoksa umumi kıyamet mi kopacaktı?
  Nasreddin Hoca Efendi’ye:
  “-Büyük kıyamet küçük kıyamet nedir?” diye sordular.
  Hoca Efendi cevaben:
  “-Bunu bilmeyecek ne var? Karım ölür ise küçük kıyamet kopar, ben öldüm mü büyük kıyamet kopar” buyurdu.
  Hazret-i Allah bizlere, kaderin kazasının zuhurunu bizim âczimize uygun rahmet-i ilâhî olarak gizli tutmuş, bizim hayrımıza lütfetmiş de, bunu anlayamamışız cehaletimizden. Bu yönlü cehlimizden keşf-i kerâmet isteriz!...
  Kıyametin kopacağına üç ay vardı bugünden. Nasıl bir kıyamet kopacaktı? Bu merakla çok zor durumda idim. Üç ay yaşamak âczimin ürettiği ürün çekilmesi zor, her gün ayrı ayrı azap idi. Umumi kıyamet olamazdı. Böyle bildirmişti Peygamberimiz Efendimiz:Yeryüzünde Allâh’ı zikreden kalmadımı siz kıyameti bekleyiniz.
  Yeryüzünde ehl-i zikir, ehl-i şükür, ehl-i tevhid, ehl-i aşk insanlar bilinçlendikçe gün-be-gün çığ gibi büyüyor, el-hamdülillah. Hazret-i Allâh’ın haram kıldığının dışında cümle güzelliklerin İslâmiyet olduğunu idrak eden ve anlayan “Allâh’tan başka ilâh yok” diyenlerin gayr-i müslim değil de, “müslim kardeş” olduklarını idrak eden hakîkat ve gönül ehlinin mevcudiyetinin gün-be-gün çoğaldığını söylemek kehanet değil!...
  “Acaba, nasıl kıyamet kopacak?” perişanlığı ile üç ay doldu. Kurban bayramına erişmiştik. Gün sayısı bitti. Saatler gün kadar uzamıştı.
  Aman ya Rabbi! Bilerek yaşamak güzel; bilmeden, teslimiyetle yaşamak daha güzel. Varlığını hissedip de kulluk yapacak kadar zatını tanımamak ne feci!
  Bayramın ikinci günü en küçük kızım Sevil hastalandı. Ateşi vardı. Ankara Anafartalar Caddesinde Adliyenin karşısında kuleli evde iskân ediyordum. Karşımızdaki arada Sami Ulus Çocuk Hastahanesi vardı. Annesi ile hemen gönderdim hastahaneye. Doktor muayene etmiş. Zatürre teşhisi koymuş ve çıkışmış:
  “-Hanım! Geç bırakmışsınız çocuğu. Götürün, dikkat edin” demiş. İlaçlar yazmış.
  “-İki gün sonra tekrar getirin, göreceğim” demiş.
  Hani bir fıkra vardır. Yeri değil amma ben gene diyeyim: Efendisi köleye:
  “-Köle, ben seni Çarşambaya kovacağım” demiş. Köle de:
  “-Zahmet etme ben Salı günü kaçıyorum” demiş.
  Bayramın üçüncü günü oldu. Bekliyorum, kıyamet kopacak diye. Akşama yakın sübyan çocuk ruhunu teslim etti.Kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn okudum ve günâhsız yavrumun çenesini bağladım. Anası ile ikişer rekât namaz kıldık. Sanki ailede zuhur edecek emr-i ilâhînin tecellisine gönüllü idi yavrum. Her yönü ile metafizik olay… Hikâye gibi dinleme, ibret al! Yoksa nefsine bile bile zulmedersin...
 

Şehitlerle Sohbet!...

  Çorum Üçtutlar mahallesi, Sağrıcı sokak, Osmancık caddesinde iki katlı, dedemlerden miras kalan konakta iskân ediyorduk. Sokağın içerisine uzanan kısmında bilmem ne harbinde şehit olmuş iki erkek, bir kadın, bir de oğlan çocuk Tosyalı şehitler orada medfun idiler. Kabirlerinin bir kısmı komşu evde kalmış. Kabirleri çoktan kayıp olmuş. Amma o mübârek şehitler orada kıyamete kadar mevcut. Hazret-i Allah şefi kılsın!..
  Zaman zaman orada mevcudiyetlerini belirtmeleri hâdiselerle bariz görüle gelmiştir. Tevatüren anlatırlar: Babamın babası dedem şehitlerin bulunduğu yeri hayvan ahırı yapmış. Hayvanları koyduğu günün sabahı bütün hayvanlar çarpuk çurpuk çıkmışlar. Dedeme gece mânâsında:
  “-Biz buradayız. Burayı temiz tut. Malınla sana işaret verdik. Anlayış göstermez isen canına olur” demişler.
  Dedem hayvan ahırını kaldırmış. Orayı temiz tutmuşlar.
  O kısım Ahmet amcama düşmüş. Amcama da görünmüşler. Amcamlar da orayı kiler olarak temiz tutmuşlar. Amcam vefat edince ailesi teyzeme bir ev alınarak orası da konağa eklenmiş. Babamın vefatı ile kardeşlerim müstakil tapulu orayı bana uygun görmüşler. İtiraz etmedim.
  Ankara’da idim. Tapusu üzerime devrolduğu gece şehitlerle sabaha kadar sohbet ettik.
  “-Çok sevindik buranın sana geçtiğine” dediler.
  Ben de o mübârek şehitlerin orada olmalarının Allâh’ın bir lütfu ihsanı olduğunu belirttim.
  Mali durumum müsait değildi. Orayı iskâna müsait hâle getirip kiraya verecektik, “Ankara’da benim ödeyeceğim kiraya katkısı olsun” diye. Evin yapılmasını kayınpederim Şeyh Hacı Mustafa Efendi yürütüyordu. Kendisine rica ettim:
  “-Efendi, şehitlerin olduğu yeri türbe gibi çevirelim” dedim.
  “-Eğer türbe gibi yapar isek kimse burayı kiraya tutmaz, korkar, duramazlar. Ben orayı temiz tutulacak yatak yorgan yığmak için yer yaparım” dedi ve öyle oldu.
  Ankara Sitelerdeki iş yerini yaparken mecbur oldum, damadım Hacı İzzet Efendi istedi, ona sattım. “Temiz tutun!” diye tenbih ettiğim hâlde oraya banyo yaptırmışlar. Malûmatım yoktu. Başları felaketten kurtulmadı. Onlar da evi sattılar. Başka yerlere gittiler.
  “Neye bu kadar anlatıyorsun?” dersen: Orayı türbe yapma imkânı bulamadım üzgünüm. Kitaba yazdım ki şimdi yerine apartman yapılmış. Orada duranların, rahat olacaklarını zannetmiyorum.
  Orada Tosyalı şehitler yatıyor. Sabır ile makam almış evliyâya benzemezler, dikkat edin! Bu fakir hayatta iken şühedaya hürmeten bir şey yapılır ise türbeyi ben yaptıracağım imkânım nisbetinde. Îmanlı müteşebbise katkım elbet olacak. Orada medfun şehit kardeşlerim beni affetsinler. Kaynağı tavında dövemedik, maddî imkânsızlıktan. Buna şehitler şahit, Rabbım şahit!...
  İşte yaşayanlar için fırsat: Kıyamete kadar Metafizik. Rahmet-i ilâhî, büyük hâdise hâlâ mevcut olay!...
 

Hasanı Basri Hazretleri Ve Şaman

  Tabiinin efendisi el-Hasan el-Basri (r.a.)’ın ateşperest şaman bir komşusu vardı. Rivâyet ettiklerine göre şaman son günlerini yaşıyordu. Öyle duyurmuşlardı. Hasan el-Basri (r.a.) “komşu hakkından Hazret-i Allah sorar” diye ateşperest şamanı ziyarete gitti ve gördü ki, şaman inancının icabı ibadetle meşgul. İncitmeyecek şekilde selam verdi.
  “-Ne yapıyorsun, nasılsın?” diye hatırını sordu.
  “-Ölüyorum Hasan, gördüğün gibi. Îmansız gitmeyeyim diye tanrıma ibadetle meşgulüm.”
  “-Şaman, âlemlerin Rabbı Hazret-i Allah benden sorar, niçin gerçeği söylemedin diye. Ateş ilâh olamaz. İnsanlara hizmet için yarattı Hazret-i Allah onu. Çok mevzuda Allâh’ın tertîb ve tanzim kıldığı nisbette istifade edilir. Emr-i ilâhînin takdiri dışında bir güce sahip değildir. Ben senin ilâhını ilâh olarak kabul etmediğim için onun kâfiri sayılırım. Buna rağmen sana zarar veren ilâhın tüy diye bir şey bırakmamış kafa kısmında. Amma bana Allâh’ımın muhafazası ile zarar veremez” dedi.
  Ellerini bileklerine kadar ateşe soktu. Bekletti. Dehşetle ve hayretle bakan şamana ateşe giren yerlerini gösterdi. Şaman hayretle gördü ki, ilâhlaştırdığı kulunu yakan ateş kâfirini yakamıyor. Metafizik bu olayı gören şaman bitkin hâlde dedi ki:
  “-Hasan, bu sahtekârlığı ortaya çıkardın. Beni bu yaşta dinsiz bıraktın. Ben dinsiz ne yapacağım? Bütün ömrümce yaptığım ibadet ve taatın müflisi kıldın. İflas ettirdin. Niye seneler evvel uyarmadın kâfir komşunu?!”
  Hasan el-Basri dedi ki:
  “-Şaman, geçen bir şey yok. Hatanı bilerek Allâh’a yönel. Îmanım odur ki, Rabbım seni rahmeti ile ihyâ edecek.”
  Şaman ümitsiz sordu:
  “-Cennetine de kor mu beni?”
  “-Rahmeti sonsuz Rabbım elbette îmanlı kuluna cehennemi lâyık görmez. Cennet-i a’lâyı îmanlı kulları için yaratmıştır, şüphen olmasın” dedi.
  “-Senet verebilir misin?”
  “-Tabi, niye olmasın?”
  Senet yazdı, verdi. Yazılı senede baktı da şaman:
  “-Şahitsiz senet neye yarar?” Dedi.
  Hasan el-Basri Hazretleri senedi aldı, dışarı fırladı.
  “-Şaman müslüman olacak, şu senede imza atın” deyince, senedi kime uzattı ise memnuniyyetle hemen imzasını attılar. Senedi getirdi, şamana verdi. Eline senedi alan şaman Hasan el-Basri Hazretleri’nin tarifi üzere, şimdiye kadar yaşadığı hayata tövbe ve istiğfar ederek kelime-i tevhid getirdi. Allâh’tan başka ilâh olmadığını şahitler huzurunda ikrar etti ve ruhunu teslim etti. Dîn-i İslâm’la şereflenen şaman İslâmi prensipler üzere techiz ve tekfin olunup İslâm kabristanına defnedildi.
  Hasan el-Basri (r.a.) kale fethetmiş bir kumandan edası ile evradını, ezkarını okumak kasdı ile huzur-ı ilâhîye boynunu büktü. Âczini ve yüce varlığa özel olarak yokluğunu itiraf edecekti, olmadı. Yapamadı. Îmanı feryad ediyordu: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!..
  Elbette din dışı olanlara İslâm’ın güzelliklerini gösterebiliyor isek gösterelim. Îmanın dışa yansıyan göstergesi vazifemiz fakat cennet senedi vermek ukalalığın, küstahlığın, “men araf sırrı”ndan habersiz cehlin cehli…
  “-Nasıl düşünemedim, bunu? Hazret-i Allâh’ın merhameti, af ve mağfireti sonsuz, amenna. Fakat ben haddi aştım. Senet verdim” diye Hasan el-Basri hicabından kafasını duvara vuruyordu:
  “-Ya Rabbi! Beni affet” diye…
  Hasan el-Basri diyor ki:
  “-Tövbe, istiğfarım kabul olmuş. Affolunduğumun görüntülü tecelliyatı ilâhî zuhuru îmanıma ferahlık verdi. Gösterdiler; şaman cennet-i a’lada bir köşkte. Dedi ki:
  “-Hasan,Allah senden razı olsun, ne söyledin ise hepsini fazlası ile Rabbım ihsan etti. Bağırıp durma. Artık senedine ihtiyacım kalmadı. Bağırıp durma, al senedini.”
  Senedi aldım. O mânevî hâl kayboldu. Fakat beni harabeden senet elimde idi. Varlık, güç Allâh’a mahsus, iyi anladım. hayatım boyu bu olayı rehber edindim !...”
 

Hasan El -Basri (Kuddise Sırruhû)

  Peygamberimiz (s.a.v.)’in hanımları Ümmü Seleme (r. anha) Hasan el-Basri’ye süt verdi, emzirdi, elinde büyüttü. O, küçücükken Fahr-i cihanın bardağından su içmiş, dizine oturmuş, düâ almıştır. Hasan doğduğu zaman Hazret-i Ömer (r.a.)’a götürdüler. Buyurdu ki:
  “-Bu masum yavru güzel yüzlüdür: “Hasan” diye isim koyun!.”
  Ümmü Seleme (r. anha) onun için:
  “Allâh’ım dinde Hasan’ı imam kıl... Ümmet ona iktida edip, uysun” diye dua etmiştir...
  Hasan el-Basri (k.s.) hep abdestli gezerdi. Yetmiş yıl bu adabı terk etmedi. Zamanın en büyük âlimi idi. Herkes onun mânevî ilmine muhtaç idi.
  Bu abd-i âcize verilen icazetin, silsile-i meratib tanzim-i ilâhînin üçüncü rahmet basamağıdır, Hasan el-Basri. Birinci basamak Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz, ikinci ise Allâh’ın çekilmiş kılıcı, Rasul’ün amcasının oğlu, doğuda ve batıda at koşturmuş Efendimiz Ali bin Ebi Talip’den, tâbiinin Efendisi el-Hasan el-Basrî’den devam eder silsile-i meratip. İcazetimdeki silsile-i meratibi olduğu gibi yazarım amma “sahtekâr ve çıkarcı din istismarcılarına yardımcı olurum korkusu” ile buraya kadar ifşa ediyorum yol büyüklerini.
  Tasavvuf vazifelilerini bi-zatihi Hazret-i Allâh’ın emri ile tertîb ve tanzim-i ilâhîden başka düşünmek mânevî bilgi noksanlığıdır. Gerçeklerden uzak kalışının ve hakîkat yoksunu oluşunun göstergesidir!
  Tasavvufun kolları tarikatlar kıyamete kadar devam edecektir, aşikâr veya gizli. Şüphe olunmaya. İşte ilm-i zâhirle iktifa edip, ilm-i batını ki hakîkat ilmini aklın düzenlediği felsefe ile bağdaştıramayıp, zaman zaman inkâra dönüştürmeleri… Bakabildikleri açıdan öyle görülür. Fakat anlayamadığım yönü ilmin her dalı güzeldir. İlim Allâh’ı bilmektir. Hakîkatları inkâra götüren ilim nedir? “Benim dediğim dedik, çaldığım düdük” iddiasında fikr-i sabit hastalığına tutuldunsa bu hastalığın tedavisine kimsenin gücü yetmez. Umulur ki, tövbe, istiğfar edile.
  Menfaat-ı dünya ve hatır nesne için bildiği hâlde beyaza “siyah” diyerek beyazı lekeleyen menfaat hatırı yağcılarının cemiyet oldukları görülemez. Çünkü fitnenin ittifakının bâkilik sıfatı olmadığı gibi zuhuru tahribatından sonra görünüm değiştirmeye mecburdur!. Tasvip edenlerin tatmin olmuşlarını toplum olarak gösteremezsin. Gerçeği gören ve yaşayan ehl-i aşkı, ehl-i hakîkati inkârlarıyla ne kadar rencide ettiğini ne zaman anlayacaklar? Bunların mânâ kaybının hesabını mânâ mahkemesinde verebilecekler mi? O özlemi duyulan mahkeme dünyada olsa idi mânâ şahitlerinin şahadetleri ile davayı kaybeder, hatasını anlar, hakîkate yönelirlerdi. O zaman imtihan dünyası yaratılış hikmetini kaybederdi. Şahıslar kendi üzerine alınmasın, Allah cümlesini zü’l-cenaheyn eylesin. Bu abd-i âcizin mizacı kimseyi incitmeye ve üzmeye müsait değil. Velakin kusura bakmayın, kimsenin hatırı için beyaza “siyah” diyemiyorum.
  Ey benim mübârek kardeşim! Dîn-i İslâm’ı dünyaya beraber tanıtalım. Dünyada mevcut, Hazret-i Allâh’a inanmış kişilere “sen de müslümansın, bu yönlü hep kardeşiz” deme cesaret ve bilgisini bilelim. Allah için cümle âleme ilân edelim... Âmentüye îman ettiğimizi, bütün peygamber efendilerimizi, semâvî kitapların, suhuflar da dâhil hepsini kabul edip, îman ettiğimizi de ilân edelim. “Beş şartı var” diye İslâm’ı yaşanmayacak hâle getirmeyelim. Lütfedilen rahmet-i ilâhîyi gazab-ı ilâhîye dönüştürdük. Bilgisizce yaptığımız hatalardan kurtulalım. Eğer biraz daha bu yanlış tutumlarımızda direnir isek, fazla ileri gitmeden şu kadar arzedeyim: Allah nurunu tamamlayacaktır” âyet-i celîlesinin elbette zuhuru görülecektir. Dost acı söyler.
  Bizden değil, Muhammedi sıfatı taşıyanlardan değil, muâsır milletlerden zuhur etmeye başladı bile İslâm’ın gerçek güzellikleri!..
  Bu depremde (17 Ağustos 1999 depremi) İslâm’ı bilmeden, İslâm’a yakışan icraatların samîmiyetle nereden zuhur ettiğini milletçe gördük. Çok duygulandık. Allah cümlesine gerçek îman ve mânâsı değişmemiş Kur’ân ihsan etsin. Örneğe ne hacet, milletçe, doğal deprem afetinin dünyada misli ender görülen bütün azameti ile bizleri perişan ederek, âczimizi ve beceriksizliğimizi bize çok pahalı ödettiren laf ebeliğinin işe yaramadığını; rüşvetle “yürüyor” zannedilen işlerin neticesini milletçe gördük. Hüsran olduğunu, nice ocaklar söndürdüğünü, depreme karşı inşaat bilincimizin yetersizliğinin milletçe nelere malolduğunu bütün çıplaklığıyla dünyanın gözleri önünde sergileyen Rabbımın bütün âczimizle rahmetine sığınıyoruz. Bir daha cemî kullarına buna benzer kaderin tecellisi kaza göstermesin. Âmin, ve selâmün ale’l-murselin.Bazı, bilgileri müsait olmayan kişiler “faideli olacağız” zannıyla “bu başımıza gelen bize Allah tarafından bi-zatihi verilen cezadır” diye hakîkat dışı laf ederler. Hayır, hayır! Bin kere hayır! Dünya menduptur, en büyük kazanç yeridir, ceza yeri değildir. Yanlış düşünme. Eğer dünya ebedi hayat olsa idi, gidiş gelişimiz bizim yedimize verilse idi ileri sürdüğün bu ilmini düşünebilirdik.
 

Kaderin Tecellisinin Zuhurudur Kaza

  “Eğer insanların günâhına göre dünyada ceza verilse idi yaşayan benî âdem kalmazdı” diyen büyüklerimiz gerçeği bizlere anlayacağımız lisânla anlatmışlar. Yanlış bilgimizle adâleti bilemeyiz, amma Hazret-i Allâh’a din öğrettiğimiz gibi adâleti de öğretiriz!
  Günâhsız sabi sübyanların içlerinde çok çok müttaki insanların başlarına gelen kazaların günâhlarının cezası olduğunu nasıl düşünebiliriz?!.. Tecelliyat-ı ilâhîlerde elbette beşer için çok öğretici ibretler vardır. Dünya geçici ve muvakkat bir yerdir. Geliş ve gidiş kulun elinde değildir. Tertîb-i tanzimi ilâhîler kulun hoşuna gitmese de rahmettir. Hiç şüphemiz olmasın! Zulüm ve merhametsiz icraatları kula uygun görmezsin de Allâh’a nasıl yakıştırırsın?
  Şunu da hatırdan çıkarmayalım: Hazret-i Allâh’ın takdiri kaderdir. Tecellisi kazadır. Dünyada emr-i ilâhîye uygun yaşayan toplumlara kaderin zuhuru kaza mutlaka tecelli eder. Fakat hafif geçer. Bazan rüya âleminde zuhuru acısı duyulur; bununla geçmiş olur. Hazret-i Allah buyurdu ki: Ben kullarımı seversem rahatsız olmasınlar diye yağmuru da gece yağdırırım.
  Kader-i ilâhî, kazaya mutlaka dönüşecek. Kazaya dönüşmesini yadırgamak Allâh’a bilgisizlik isnad etmektir ki, zat-ı ilâhîye karşı küfürdür. Dikkat et!. Muvakkat, geçici bir hayatın her dalından istifade et de, ebedi hayatını kaybetme!...
  Hani, çocuğun elinde altıntop vardı. Ticari hayatı hemcinsini kandırmaktan ibaret sanan zalim çıkarcı çocuğun elindeki altıntopu görünce dayanamadı. Sahip olmak için kurnazlığını sergiledi de bir sürü boncuk, cıncık teklif etti çocuğa. Çocuk dedi ki:
  “-Bunlara ne hacet? Beni neşelendir; şu yüksek taşın üzerine çık, eşek gibi anır, vereyim topu.”
  Bu olayı izleyen seyirciler de vardı amma menfaat galebe çalmış, gözü toptan başka bir şey görmüyordu. Çıktı taşın üzerine. Öyle anırdı ki, eşşekler duysa idi o vakarsız menfaat anırmasını eşeklikten sarf-ı nazar ederlerdi. Çocuğa:
  “-Nasıl, oldu mu? Beğendin mi eşekliğimi? Beğendinse ver topu” dedi.
  Taklide gerek yoktu. İki ayağı noksandı hayvanın. Çocuk dedi ki:
  “-Sen eşşekliğinle anladın bu topun altın olduğunu, ben insanlığımla bilemez miyim?!..”
  Böyle menfaat-i dünyanın galebe çalıp hayvanlığı insanlıktan üstün tutan, benî âdem suretinde nice hayvanlar görürsün, bakmayı biliyorsan!.
 

Fil Lokması

  Hasan el-Basri (k.s.) haftada bir gün vaaz ederdi. Karşısındamânâdan anlayan gönül ehl-i oldukça şevke gelirdi. Eğer öyle birini muhatab olarak göremezse sükût ederdi. Bir gün yine memleketin â’yan ve eşrafı, beyleri Hasan-ı Basri (k.s.)’nun vaazını dinlemeye gelmişlerdi. Hasan-ı Basri kürsüde oturmuş, sükût ediyor, bir türlü söze başlamıyordu. Cemaatten biri:
  “-Efendim, buyursanıza!... Kabilenin bütün beyleri geldiler. Sizi dinlemek istiyorlar” dedi.
  Hasan-ı Basri (k.s.) zamanının yüksek seziş sahibi, âlime ve gönül ehl-i Râbiatü’l-Adeviye’yi kasdederek:
  “-Direğin arkasındaki ihtiyâr hanım geldi mi?” buyurdular.
  “-Hayır, gelmedi” dediler.
  “-O hâlde bugün ders yapamayacağız. Zira biz fil için hazırladığımız lokmayı, karıncanın ağzına nasıl sığdırabiliriz?” dedi ve kürsüden indi.
  Hasan-ı Basri’ye sordular:
  “-Müslümanlık nerde?” Cevaben buyurdular ki:
  “-Toprak altında…”
  Bu abd-i âciz de bugün merciine ve yetkililere soruyorum. “Allah aşkına” diye söze başlayamıyorum ve garipsiyorum, çünkü 44 senedir aşk mektebinin hem öğrencisi, hem de öğretmeniyim... Sizler de öğretmensiniz amma gönül tarikinden habersiz, maddeyi küll olarak mânâ zannı ile yaşantınız ve izahınız benî âdemin mânâ lokmasını üretmenize uygun gelmiyor.
  Hani, Nasreddin Hoca’ya keçiboynuzu ikram ettiler. Reddetti ve cevaben:
  “-Bir dirhem bal için bir çeki odun çiğneyemem” buyurdu.
  Hoca balın halisini yiyordu. Çünkü evliyâullahtandı. İrşadı espri yönünden verilmişti. İhtiyacı yoktu, vârisü’n-Nebî’nin odundan bal çıkartmasına!
  Âdemin ahlâklanması dıştan başlar. O ahlâk-ı hamidenin mecrası içe dönüktür. İçte, mekârim-i ahlâk şehrinde mesken edinmeye başlar. Bu ahlâkın öğretmenleri peygamber efendilerimizdir.
  İşte o hakîkatlerin zâhirde zuhuru şerîattır!.. Mânâsı, tarikattır, marifettir, hakîkattir!..
 

Din Otoritelerinden Ricam Odur Ki:

  Hacı Bayram-ı Veli (k.s.) Hazretleri’nin hakîkatin zuhuru sesini dinle. Gönül şehrini ne güzel anlatıyor:
 
Çalabım bir şâr yaratmış,
İki cihan âresinde (arasında)
Bakıcak dîdar görünür,
Ol şârın kenâresinde.
 
Nâgehan ol şâra vardım,
Anı ben yapılır gördüm,
Ben de bile yapıldım,
Taş u toprak âresinde
 
Ol şârdan oklar atılır,
Gelir sineme batılır.
Âşıklar canı satılır,
Ol şârın bazâresinde.
 
Şâkirtleri taş yonarlar,
Yonar üstâda sunarlar.
Allâh’ın adın anarlar,
Her taşın her pâresinde.
 
Şâr dedikleri gönüldür,
Ne âlimdür, ne cahildür.
Âşıklar kanı sebüldür,
Ol şârın bazâresinde.
 
  Muhterem hocam! Medar-ı iftiharımız müftü efendilerimiz! Hazret-i Allah cümlenizi maddî ve mânevî ilmin sahibi, zü’l-cenaheyn eylesin. Vazifeniz resmi olduğu kadar, mânevî mesûliyyetiniz de resmi! Bunu müdrikim. Garipsediğim bir şey var: Yolu gönül bahçesine uğramayan, hakîkat çeşmesinden su içemeyenler merakımı mazur görün. Şahsi susuzluğunuzu ne ile gideriyorsunuz?! Susuzlara çeşmeyi ve suyu nereden gösteriyorsunuz?
  Fer’i olup gerçeği yansıtamayan, gönül kapısını açamayan, mânâ yoksunu, gönül dışı ibadet ve taatlar emr-i ilâhî olsa da kasd-i ilâhî olamaz. Yukarıya Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin gönül penceresini açmaya çalıştım görebiliyor musun? O pencereden bakabiliyor musun? Gördüklerini îmanına çerçeve yapabildin mi?
  Hazret-iAllâh’ın iki cihan arasında bir mânâ şehri yarattığını ilân ediyor Hacı Bayram-ı Veli (k.s.): “Şar dedikleri gönüldür. Gönül Allâh’ın nazargâhıdır. O şehrin kenarından da baksan didar görürsün” diyor. O şehrin Hazret-i Allah mürşidi kâmil = nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî’nin nazarında mevcudiyetini gösterdi. Plan ve projesi ezel-i ervâhda Hazret-i Allâh’ın lütfu ihsanı ile mevcut! “Kelime-i tevhid kalesi” diye de isim verilmiştir. Ehl-i aşkın, ehl-i zikrin gönül karargâhıdır.
  Muhammed İkbal’in acıdığı zümreden olmayasın: “İlim yığmışsın, gönlü ihmal etmişsin: Acıyorum kaçırdığın servete.”
  Bizler sizlerin ilminizle ibadet taatımızın maddî yönünü götürmeye çalışıyor ve gayret ediyoruz. Sen de gönül pazarına uğrasan da biraz alış veriş etsen ne kaybedersin?!..
  Hazret-iAllâh’ın emr-i hilâfı dışına çıkmadan, günâh-ı kebâire kaymadan, Allâh’ın zamanımıza mahsus halkettiği güzelliklerini arayalım bulalım. Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulur ise alsın hitabı izaha muhtaç değil. Güzellikler nedir? Beraber bakalım... îmanın şartı olan âmentünün ruhuna uymayan bizleri enâniyet bataklığına itekleyen gaddarca düşüncenin şerrinden îman nurunu muhafaza edelim, temiz tutalım! “Allâh’tan başka ilâh yok” diyene “müslümansın” demek ilmini, taltifini hemcinsimizden esirgemeyelim. Herkese tepeden bakmayıp, hemen kâfir, gâvur, gayr-i müslim damgasını vurmayalım. Peygamber efendilerimizin birini birinden üstün görerek fitne çıkarmayalım. Şerîatıyla yükümlü olduğumuz peygamberimizin yolunu izleyelim. Cümlesine bildiğimiz kadar hürmette kusur etmeyelim.
  Her meslek içtihatsız yürümediği gibi şerîatı da zamana göre içtihatsız götürmeye kalkışmayalım!
  “İslâm’ın şartı beştir” diye kânun-ı ilâhîye ters düşmeyelim.
  Yanyana yaşayan hemcinsimizin birinin diğerine düşman olmalarına sebep olmayalım. Şimdiye kadar bu hatayı işleye geldik. Allah rızâsı için bir daha bu günâh bataklığına düşmeyelim.
  Âyetin hilâfına hadis-i şerîf gösterme cüretinden sakınalım! “Akılcı din” ihtas etmeyelim.
  Âdem (safiyullah)’tan kıyamete kadar semâvî din İslâmiyet’tir. Peygamber efendilerimiz din getirmediler. İnsanların kemâlatına uygun, Dîn-i İslâm içinde şerîat getirdiler. Cümlesi İslâmiyet üzere geldiler. Bütün insanlığa bu gerçekleri duyurmak zevkinden mahrum olmayalım.
  Mana-yı tasavvufu inkâr cehalettir, iyi bilelim. Bu gerçeklerin ilânını İslâmi yönü ile anlatabilir isek; gerçek İslâm, cumhuriyet, demokrasi, lâiklik, insan hakları İslâmiyet’i bu güzellikler dışında mütâlaa etmek, aslından saptırmak İslâm’a vurulan büyük darbe ve gerçekleri tahrif olur. Böyle olunca ne olur? Beraber görelim, bütün insanlıkla…
  Dost olalım. Hiçbir ülkede İslâmiyet’i bilgisizce horlatmayalım. Bu durumda ilmine herkes hürmet gösterir. Şerîatına kimse küfretmediği gibi saygılı olacağından şüphen olmasın. Din özgürlüğün kabul edilir. Teşkilatına özerkliğin verilir. Başkanını din oteritelerinin kendi aralarında seçme hürriyeti elbet verilir. Bilenler katında yerimiz olur. Din istismarcılarının ipliği pazara dökülür. Sahte ilim adamları, sahte mürşitler, meşihat karşısında tuzun suda eridiği gibi yok olurlar!...
  Müftü efendiler! Allah rızâsı için Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz hürmetine yardım edin!... Sabit fikirli ve tutucu olmayalım. İslâmiyet yaratılmış güzelliklerin anlam ve ismidir; anlatalım... Bilmem yazdım mı? Yazmış isem tekrarı da rahmettir:
  Nil nehrinin mevcudiyetinden habersiz bedevî Mısır sultanını ziyaret için çok kıymetli hediye bir desti su ile ziyarete gitmişti, bedevî için çok değerli olan bir desti su “herkes için aynı değeri taşıyor” zannı ile. Nil nehrinin karşı yönünden geçtiği için Nil’in mevcudiyetinden habersiz, “Mısır sultanının da su ihtiyacını temin ettim” zevki bedevîyi hakîkat yoksunu, gülünç olan varlıklı kılmıştı. Tavırları açık gösteriyordu bedevînin bilgisizliğini.
  Şahsi akıl ve mantığının ölçüsü ile ne yaptığının bilincinde olmayan bedevînin bu tavrını garipseyen sultan hoşgörü ile karşıladı. İyi anlamıştı bedevînin Nil’den habersiz yaşadığını. Sultan taltif etmişti bedevîyi “hediyenin değerlisini bulmuşsun”diye.
  Adamlarına emir verdi “giderken misafiri Nil’in yanından götürün” diye.
  Öyle oldu. Bedevî Nil nehrini görünce inanamadı. Tetkik etti. Baktı. İçti. Sordu:
  “-Her zaman bu su burada bulunur mu?” diye.
  “-Evet, hep akar” dediler.
  Yapmacık varlık gösterilerinin mahcubiyetinin etkisi altında fenalık geçiren bedevî feryat edercesine:
  “-Ne büyüksün, ey sultanım! Benim bilgisizce tutumumu yüzüme vurmadın, ey settâre’l-uyûb! Ben bir desti suyun varlığı ile varlık iddia ederken, enâniyet ukalalığıma sabır gösterdin de, Nil nehrinin mevcudiyetini gizli tuttun. Ben haddini bilmezin bilgisizliğime tahammül gösterdin. Nil’in mevcudiyetini de sen gösterdin. Göstermese idin ayıbım olan bu varlık ve çirkin enâniyetten nasıl kurtulurdum? Yaratanıma kulluk vecibemi yerine getirmemin zevkine nasıl ererdim? Benim perdemi açtın. Artık bir katranın esiri olmam! Zira ummanı gördüm…”
  Ya Rab! Bize ezel meclisinde bir damla ilim vermiştin; bu damlayı varmak için yanıp tutuştuğu ummana sen eriştir!...
 

Tiryaki Sigarayı Nasıl Terkeder?

  İlkokulda başlamıştım sigaraya. Anam sigara içtiğimi anlamıştı. Evin helası bahçe nihâyetinde idi. Evlerin içinde hela olmazdı. Olmasını kabul edemezlerdi. Apartman hayatının ilk yaptığı yenilik helânın yüznumara olup dairenin başköşesinde yer alması idi. Anam heladaki sigara artıklarını görmüş, benim sigara içtiğimi anlamış:
  “-Baban helada sigara içmez, ikinizden başka evimizde erkek olmadığına göre sigara artıklarını sen atıyorsun” diye nasihata başladı.
  Neler demedi ki:
  “-Zehirlerin en fecisi. Yavaş yavaş insanın sıhhatını kemirir. Allâh’ın verdiği sıhhat emanetine de hiyanetlik oluyor!...”
  Daha neler saydı, döktü. Ben saygı ile dinledim. “Hayır, içmiyorum” diyemiyordum. Anacığımın terbiye sisteminde yalana yer yoktu. En büyük suç yalan söylemekti. Anama diyemiyordum. Nasıl derdim ki, herkesin yaptığı gibi ben de arkadaşlarımın yanında erkekliğimi kanıtlıyordum. Sigara içmek erkek işi, içmemek arkadaşlar arasında zül idi.
  Zamanımızda erkekliğini dumanda seyredip zehrin tahribatını hiçe sayan erkeklerin adedi hayli kabarık olduğu gibi, erkek tıynetli kadınlar da sigara tiryakisidirler. Anacığım gayr-i ihtiyârî gizleyemediğim düşüncelerimi yüzümde okumuş olacak ki, babamın evde yedek bıraktığı sigaradan getirdi ve bana ısraren:
  “-Anladım, sen sigaradan vaz geçmeyeceksin. Üzerine düştükçe daha kıymetlenecek. O kerih yerlerde gizli gizli içme, yanımda iç” diye ısraren içirdi.
  Anam işin doğrusunu yapmıştı. Seneler, seneler geçti. Okuldan ayrıldım. Sanatkâr oldum. Evlendim. Çoluğa çocuğa karıştım. Tıynetimde mevcud, seve seve taşıdığım her şeyin zirvesine çıkma merakı tiryakiliğimde de görülüyordu. Kalın kulüp sigarasından günde iki paket içiyordum. Sigaranın dumanının israf olmasına dayanamıyordum, çekiyordum içime, dışarıya bırakmaya gönlüm razı değildi. Tekrar yutuyordum, bronşlarım tıkanmış zor nefes alıyordum. Boğazımı açmak için çıkardığım ses komşu çocuklarını korkutuyormuş. Hanıma rica etmişler:
  “-Ne olur! Galip usta öyle ses çıkarmasın, çocuklar çok korkuyor” diye.
  İhtiyarımla değildi. Ne yapabilirdim?!.. Bırakmayı çok denedim. Askerde parasız kaldığım zamanlar bıraktım. İmkânım oldu gene devam ettim. Hastalandım, doktorlar “içme” dediler. Hastalığım iyi oldu, gene içtim.
  Biliyordum, kokusunun kerih olduğunu. İsrafat yönünden haram olduğunu. Vücud Allâh’ın emaneti ona yapılan tahrifatın da haram olduğunu biliyordum. Sadık ve muhib bir derviştim. Şeyhime çok bağlı idim. Nasıl bağlanmazdım ki, Hazret-i Allâh’tan istedim, arzuma göre ihsan etti. Şeyhim efendim iş yerimde, kasdi ben değildim amma nedense çok tesir etti, etkilendim, duygulandım, utandım, anladım, Rabbım benim için halketmişti efendimin sözlerini; diyordu ki:
  “-Sigara içenin virdi ve zikri duman hâlinde, sigara içmeyenin ise nur hâlinde Hazret-i Allâh’a arzolunur.”
  O kadar başımı önüme eğdim ki tarifi mümkün değil. Sanki yeni keşfetmiştim, hayatıma kasdeden, çocukluğumdan bu yana santim santim abd-i âcizi zehirleyen haini! Yaptığı yetmediği gibi Rabbımın hayran olduğum isimlerinin zuhuratı nur-ı ilâhîyi dumana çevirmesi bir anda kahretmişti beni. Vücuduma yaptığı tahribatı yetmemişti sanki! O anda çıplaklığı ile görüyordum. Sigaranın tahribatı hakkında neler söylenmemişti, neler... Çilem dolmuş, vakti, saati gelmiş, efendimin lisânı ile lütfetmişti Hazret-i Allah (c.c.)....
İksir-i a’zamdır nutk-ı ehlullah,
Yek nazarda hâki kimyâ ederler.
Hakk’ın esrârından onlardır âgâh,
Velâkin surette ihfâ ederler!.
  Efendimi yolcu ettim. Almanya’dan kenarı çakmaklı tabaka getirtmiştim. Keserin altına aldım, sigarası ile birlikte ezdim. İşçilerim “yapma usta, bize ver” dedilerse de kimseye vermedim. Ezdim. Ezerken de Hazret-i Allâh’a müracaat ediyordum. Müracaatım cehlimden idi. Allâh’ın varlığına, bu abd-i âcizin âczime uygun değildi. Sizler sakın aynı küstahlığı yapmayasınız diye uyarıyorum. Ne mi demiştim? Dinle:
  “-Ya Rabbi! Bu andan itibaren sigara içmiyorum. “Bana bu hususta güç ver” demiyorum. Kendi gücüm ve irâdemle içmiyorum. Gör kulunun sadakatını!”
  Şu anda sigarayı terk etmem kırk beş seneye yaklaştı. Hiç yaklaştırmadım yanıma. Cehlimden varlıkla küstahlığımın cezası sigaradaki nikotin zehrinin özlemini hâlâ atamadım üzerimden! Bugün bırakmış gibi hasretini çekiyorum amma şurasını Rabbıma hamdederek söylüyorum, yaşadığımı seneler sonra iyi anladım: Kayınpederim Şeyh Mustafa efendiye anlatmıştım da şöyle buyurmuştu:
  “-Hazret-i Allâh’a öyle müracaat olmaz, hata etmişsin. Âczinin dışına çıkmışsın. Başkalarında mazur görülse de senin mânevî vazifen var. Dikkat et, avamda müsamaha ile karşılanan tutum has kullarında küfür niteliği taşır. Nefsinde enâniyete ne kadar hak tanır da yer verirsenmânâdan o kadar yoksun olursun. Enâniyet ve varlık Allâh’a mahsustur. Kulda görünümü sahtekârlıktır!...”
  Maksadın hayatında yaşadığın metafizik hâdiseleri yazmak değil mi idi, sigarayı nereden sokuşturdun?...
  Metafizik izaha dikkat edersen başkalarına fizik olan bu abd-i âcize metafizik oldu.
  Bu kitap küll olarak tasdik-i ilâhî ile metafizik olduğu gibi; sadık derviş sakın sadakatında cıvıklık yapma, unutma ki gönül şehrinin kapısının anahtarı itimatla teslimiyettir.
  Gavsü’l-a’zam Şeyh Abdulkadir Geylani (k.s.) mânevî evlatlarına şöyle buyurdular:
  “-Evladım! Sana iki şey tavsiye ederim: Birincisi, evliyâya hizmet, ikincisi, fukaraya himmet.”
  Her şey Allâh’ın yed-i kudretinde olduğuna îman eden “küllî şey’in sebebâ” hitabının anlamını idrak eden kullara, Hazret-i Allâh’ın yarattığı hayır ve şerrin sebeblerini eş değer bilip şahit olanlara sözüm!... Diğerlerine de var sözüm. Lütfen, dikkatli olalım! Bütün sebeblere az çok itimat ediyorsun da neden rahmet-i ilâhîyyeye vesile kılınan insan-ı kâmili sebeblerin dışında tutmaya çalışıyorsun?! Yol sahtekârlarının mevcudiyeti ölçü değil. O zalimleri sebep gösterme. Sen de biliyorsun ki, ölçüsü bu değil!... İnan, bu abd-i âcizin beşeri zaafımı her zaman görmek mümkün. Fakat Rabbımın lütfu ihsanı hayatımda ne sahtekârlığa, ne de düzenbazlığa yer bırakmamış.
  Sene 1999. 44 senedir Hazret-i Allâh’ın lütfu ihsanı olan irşâd vazifemi havf u reca üzere götürmeye çalışıyorum. Lütfen bu abd-i âcize itimat et. Zarar etmezsin. Tertîb-i tanzim-i ilâhîyyeye uygun yaşamaya yakınlığın ve meylin cüz’î irâdende görülsün!... Lafla peynir gemisini dahi yürütemezsin..
  “Ölmeden evvel öl” sırrını anla da memduh olan bu dünyada noksanını bil ve düzelt. Öbür âleme bırakma. Hürmetlerimle!
 

Özet

  Yazmaya çalıştığım bu kitabın özeti fiziki yaşantıdan başka metafizik hayatı ve varlığı kabul edemeyen ilim sahiplerinin yaşantılarında ve duygularında benimsedikleri ilimlerinde fiziğin gerçeğini oluşturan metafizik tecelli ve zuhurata yer veremedikleri gibi düşünemediklerinin noksanlığını gören ve yaşayan bu abd-i âciz, hayatımda zuhurunu hayranlıkla yaşadığım, şahit olduğum metafizik olayların izahından sakınca görmediğim kısımlarını samimi izahımla hemcinsimin bir nebze gönül bahçesinin kenarından bakmasına yardımcı olabilirsem mutlu olurum.
  Hacı Bayram-ı Veli (k.s.) “kenarından da baksan didarı görürsün” buyuruyor. İçeriye girmek mânevî rızık meselesi; ezel-i ervâh rızkı. Kul iradesini o yöne yönelttiği zaman o yolda kul şevk ile zevki ile görgü ve yaşantısındaki hakîkatlerin maddede ve mânâda zuhurunun tecellisi ile yaratanına karşı hayranlıktan başka sermaye ihtiyacı duyamaz. Bütün güzelliklerin yaratıcısı olan Hazret-i Allah, maddenin ve mânânın tek yaratıcısı olduğuna îman eden kullarını sonsuz rahmeti ile nâ-ehlin nazarından gizlemiş, dünyasını rahmeti ile ihyâ eylediği gibi ebedi âleme mahsus kıldığı rahmeti olan tertîb-i ilâhîyyeden de fiziki ve metafiziki rahmetinden nasibli eyleyip, havf u reca üzere ilâhî aşkın saliki kılmış.
  İlâhî aşkın varlığı Hazret-i Allâh’ın maddî ve mânevîyatın aslı olan varlığını, elçisinin getirdiği hakîkatın zâhirde zuhuru görülen şerîatın dışında aşk-ı ilâhîyi mütâlaa etmek îman taşıyan kula yakışmadığı gibi, o hakîkat garibi kişinin aşk-ı ilâhîden bahsetmesi hâl ehl-i tarafından horlanır. Avam nazarında da gülünç olduğu vakıadır.
  Bazı mecnunlar -ki, onları normal şerîatüstünde göremezsin- bazılarının yaşantıları gerçeği yaşamaya çalışan çok kişilere ürperti verir. O kullar ilâhî nizam üzere değillerdir amma samîmiyetleri ölçüsünde mânevî muhafaza altındadırlar. Hayatları yalnız kendilerine mahsus, istisnaidir. Bu tür yaşayanların yaşantılarından örnek alınmadığı gibi hiçbir zaman bu şahıslar madde vemânâda rehber de edinilmezler!. İşte “Hazret-i Allah delisinden de, velisinden de vaz geçmez” hitabının anlamı budur. Bu gerçeği bilen akl-ı selim insan onları incitmemeye çalışır, haddini bilir.
  Hulasa eder isek:
  Nizam-ı ilâhî odur ki, Allâh’ı bilip, emr-i ilâhî üzere dosdoğru yürümektir. Kasd-i ilâhî mânâ olup yalnız fiziki yaşantının verdiği, maddeden öte gidemeyen, kişinin inancı ve hayvani istekleri insan olmaya yeterli olmadığı gibi yaşatmaya da müsait değildir. Emr-i ilâhîyi yaşamasına yalnız fiziki îman yeterli olmayıp, emr-i ilâhîye uygun mânâ ve metafizik ilmî elzemdir!...
  Delilsiz hiçbir yere kul iradesi ile gidemez. Hazret-i Allah rahmetine vesile delili gerekli kılmıştır. Âczini bil, bu gerçeği iyi anla! Anlayamıyor isen dikkat et, gurur, kibir, ucup varlığını sarmış, her yönünü. Kulu kulluktan çıkaran ilâhî düzenbazlık sıfatı benliğini ihata etmiş. Maddende vemânânda Hazret-i Allâh’a yer kalmamış. Diyemiyorsun amma ben söyleyeyim: “Sen kurnaz bir ilâh olmuşsun!” Kendinden başka ilâh kabul etmiyorsun. Dolayısı ile Hazret-i Allâh’ın maddî ve mânevî tertîb ve tanzimini akıl kantarında tarttığın için yanılıyorsun. Mânâyı kabul edemiyorsun. Bu zihniyetin devam ettiği müddetçe gönül yolunu tıkıyorsun.
  Bu yolun başı ve intası mânâdır. Bu çarpık tutumunla gerçekler değişmez, iyi bilesin. Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği mânevî teşkilat-ı ilâhîyi kabul edecek inanç yönün zayıf! Metafizik yalnız benî âdem için değil felekiyat, cemadat, hayvanat, canlı cansız her yaratılmış içindir. Maddesi görüldüğü gibi, mânâsı da ehlinin müşâhedesine bahşedilmiştir.
  Her fiziki tecelliyat beşerin ölçüsü dışında, fizikin üstünde metafizikle dolu doludur. Ama biz bu rahmet-i ilâhîyyeyi fiziki zuhurattan ayrı müşâhede ederek bilgimizin ve görgümüzün dışında tutmuşuz. Keçiboynuzunu biliyoruz da içindeki az da olsa balın mevcudiyeti ilgimiz dışında. Arının yapımına sebep olduğu balı yeriz de metafizik yönünü hâlâ çözemedik. Çözmemiz de kıyamete kadar imkânsız. Hiçbir metafizik zuhuratın izahına Hazret-i Allah beşerin akıl ve mantığını muktedir kılmamış. İnsaf edelim, metafizikten hiçbir problem çözmeye muktedir olamayan, yalnız fiziki yaşantımızda bizlere yön gösteren aklımızın gerçek yaratanımızı bilemeden, madde vemânâdan müteşekkil benî âdemin insan olmasına katkısı olabilir mi? Hayır! Hayır!
  Şu hâlde Allâh’ı dışlayıp aklı rehber edinmemiz yeterli mi? Hayır, bin kerre hayır!.. Metafiziği ve mânâyı yansıtmayan ilim “çok cazip imiş gibi” gösterilse de gayba îman eden müttakileri, ehl-i zikri, gerçeği itminan-i kalble yaşamaya çaba gösteren ehl-i aşkı doyuramadığı gibi, ehl-i hakîkatin mânâdan tecride zorlanması mânâyı yaşayanları tuğyan ettirir.
  Her maddenin ayrıca mânâ yönü vardır. Mânânın da metafizik yönü vardır. Madde de zuhuru görülen metafizik hâdiselere beraber bakalım. Benî âdemin yaratılışının nedeni metafiziktir. Beş duyunun zuhur mercii fiziki gibi görülse de bakabiliyorsan aslının metafizik olduğunu görürsün. Metafizik tecelli ve zuhurat mercii ancak ve ancak benî âdemdir!.. Âdemin müşterek organlarının çalışması ilim dalında bir nebze izah ediliyorsa da küll olarak ancak fizik üstü meta olmasının inkârı mümkün mü? Milimetrik ölçülerle tanzim ve tertip edilmiş felakiyata “kendiliğinden oluşmuş” diyen zihniyet bugün gülünç olduğu gibi, bu çarpık fikir ve safsata dolu ilim yarın insanlığın daha bariz utanç menbaı olacaktır.
  Darvin’in iflas etmiş, insanın maymunun tekâmülünden oluştuğunu ileri sürdüğü anlamsız faraziyesini Darvin de çürüttüğü hâlde hâlâ ilimle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan “Allâh’ın lütfettiği ilâhî kânuna ters düşsün yeter” zihniyetinin yarattığı tahribatın ürünü bozuk zihniyetleri nedense hâlâ atamıyoruz.
  Maddî ve mânevî ilmin tesadüfi hiçbir yönü olmadığı gibi tertîb-i ilâhîyyenin dışında bir zerrenin mevcudiyetini dahi düşünmek hakîkat hilâfınadır. Kendi kendine oluşan bir zerre dahi olsa başlı başına güç demektir ki, tevhit gerçeğine aykırıdır.
  Tevhîdin dört mertebesi vardır: Kelime-i tevhid, tevhîd-i ef’al, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zattır. Bu sıfatların cemini îman yönünde müşâhede eden insan mü’mindir. Kelime-i şahadet merciidir. Gerçek îmanı o hakîkat ehlinde görürsün. İslâm’ın gerçek yüzünü orada müşâhede edersin. Gerçekleri bilerek yaşayan insan şahsı için olduğu kadar toplumlar içinde önemli ve lüzumludur. Hayvanlarda da metafizik tecellilerin az da olsa belirtileri görülür. Köpeklerin felaketleri gelmeden evvel hissettikleri deprem yıkıntılarının altındaki canlıları haber verdikleri gibi sahibine ve taraf-ı etrafına sadakatinin mevcudiyetine şahit olduk. Yaratanına yeterli îman etmeyen benî âdemle ölçüye alamazsın. Öyle ölçüye kalkışman köpeğe karşı adâletsizlik olur!..
 

Beyazıt Bistami’nin (K.S.) Köpekten Aldığı Hikmetli Hâl Kelâmı

  Beyazid-i Bestami (k.s.) dar bir aralıktan geçerken köpek ters istikamete gidiyordu. Yanına yaklaştığı zaman Beyazit “köpek üzerime sürünmesin” diye eteklerini topladı. Duvara sıkışıp, köpeğin geçmesini bekledi. Köpek Beyazid’ın bu hâlini ayıpladı da lisân-ı hâl ile:
  “-Ya Beyazid, benden neye bu kadar çekindin? Beni çok mu hâkir görüyorsun. Benî âdeme bahşedilen şer’-i şerîfe göre tüylerim ıslak ise siler, telafi edersin. Eğer kuru ise bir şey icap etmez. Bu kadar telafisi mümkün olan olayı abarttın da beni hâkir gördün, incittin. Merak ediyorum, içindeki pislikleri nasıl temizleyeceksin?!..”
  Beyazid Bestami yaptığı yersiz hakaretten utandı. Özür diledi ve köpeğe:
  “-Arkadaş olalım” dedi.
  Köpek:
  “-Benimle arkadaşlık da yapamazsın. Ben her gün tahsis edilen rızkımı almak için ne hakaretlere maruz kalırım, her lokmada mutlaka dayak yerim, hakaret görürüm. Ya Beyazid, sen bunlara mütehammil yaratılmadın, git yoluna... Benimle arkadaşlık yapmaya ne sabrın, ne tahammülün, ne de izzet-i nefsin müsait değil.”
  Beyazid bu hâl hitabı karşısında perişan oldu da, “köpeğin bile arkadaşlığına lâyık değilmişim” diye üzüldü. Daha tedbirli yaşamaya çalıştı. Bu kıssa gurur, kibir ve ucubdan kurtulamayıp, kurtulmak da istemeyenlere ithaf olunur !...
 

Deniz Kaplumbağası

  Deniz kaplumbağası kumu eşer, yumurtalarını çukura gömer, bir daha gelmemek üzere orayı terk eder. Zamanı gelince yumurtadan çıkan kaplumbağa yavruları kumdan çıktığı gibi denize koşar. Öğreteni bulunmayan deniz kaplumbağa yavruları yumurtadan kumun yüzeyine çıkar çıkmaz sürüler hâlinde süratle denize koşarlar. Ters istikamete gideni göremezsin. Yumurtadan henüz çıkıp gözlerini dünyaya yeni açan yavrunun bu şaşmayan bilgisinin akıl ve mantık yönünden izahı mümkün mü? İşte fizik üzeri metafizik olay...
  Bütün metafizik zuhuratı anlatmak beşerin gücü dışındadır. Yaşayarak zevkini alacaksın. Maddenin üzerindemânânın hâkimiyetinden habersiz inanca bilmem îman demek doğru mu? Bu îmanın Hazret-i Allâh’ın varlığının sonsuz rahmetini yansıttığını nasıl kabul eder, ne ile izah edersin?!...
 

Eşek Arısı

  Eşek arısı öldürmeden, iğnesi ile uyuşturduğu salyangozun yanına yumurtalarını bırakır ve bir daha dönmemek üzere orayı terkeder. Arı yavruları yumurtadan çıkar, konserve olan salyangozu öldürmeden yerler. Uçma çağına gelince salyangoz bitmiştir. Gıdalarını uçarak hayatları boyu temin etmeye çalışırlar.
  İngiliz âliminin Allâh’ın varlığını kanıtladığı delillerden aldım. Baştan sona her yönü ile metafiziktir. Bütün nebatat, hayvanat, felekiyat her yaratığın madde yönü olduğu kadar mânâ yönü de vardır. Hele benî âdemin maddesinden mânâsı daha çoktur. Âdem insan olma şerefine erdiği zaman küll olarak her yeri ve yönü ilemânâdır, metafiziktir. Mânâ kulu küll olarak ihata eder ki, her yönü mânâ olur.
  Mecnun’a neşter vurdular da, feryat etti:
  “-Neşteri vücudumun neresine vursanız Leyla’ma vuruyorsunuz!” diye neşteri uzak tutmalarını söyledi.
  İşte tasavvufta mertebeler vardır. O mertebelerde ifna olunur. Fena fi’ş-şeyh, fena fi’r-resûl, fena fillah, beka billah, kurbiyet diye. Bunlarda yok olmak demek o varlıkta var olmaktır.
 

Sanattan Anlayan Mühendise, Kalifiye İşçiye Ve Karnı Doyurulan Kültürlü Sürveyanlara Ülkemizde İhtiyaç Var. Bütün Mesûliyeti Yetiştirdiğimiz Bu Elemanlara Bırakalım

  Bilmeyen öğretmen, hazık olmayan doktor, hak ve hukuk tanımayan avukat, eline alet dokunmamış mühendis, teknisyen ve iş adamı her yerde palavracı ve geveze gezer. İnşaatın yabancısı değilim. Hayatımın belirli yönünü inşaatta geçirdim. Mizacım gereği her teşebbüs ettiğim işin aslını öğrenmek ve gereğini yapmak hayatımda hastalık derecesinde yer etmişti.
  Hazret-iAllah buna benzer afet ve musibetlerden cümle yaratıklarını korusun. Âmin, ve selâmün ale’l-murselin. Her depremde ve felaketlerde âczimizin ürünü suçlu ararız. “Depremde yıkılan binaların tek suçlusu müteahhit” deriz. Gücümüz yeterse yakasına yapışırız. Gerçeği bilemiyoruz. Bilemediğimiz için bina ticareti yapan müteahhidi tek suçlu görüyoruz. Şunu iyi bilelim: Umumiyyetle müteahhit ne sanatkârdır, ne alet kullanan mühendis, ne kalifiye usta, ne de kalifiye işçi değildir. Bu meziyetlere sahip olan müteahhidi tenzih ederim. Ekseri parası olan veya borçtan korkmayan, ticaret kasti ile -bilgisi ile değil- parası ve kredisi ile inşaat yaptırandır müteahhit. İstisnaileri elbette vardır. Amelelikten yetişmiş, kürek tutmayı, kazma sallamayı, mala kullanmayı bilen ve malzemenin sıhhatine aşina, işinin ehl-i müteahhide değil bizim, dünyanın ihtiyacı var. O müteahhide kalifiye işçi ve kalifiye usta gerekli.
  Devletin ve belediyelerin açtığı ve açacağı kalfa okullarından diploması olan, rüşvet yemeyecek, inşaat kontrolünde geniş salâhiyetli, aldığı maaşla hayatını götürebilen, ruhsatlı ve ruhsatsız yapılan binaların mesûliyetini taşıyan, salâhiyetli, imza sahibi her belediyede, belediyenin büyüklüğüne göre belediye hudutlarını kontrol edebilecek, adedi lüzumuna göre, tanzim ve tertip olunan imarın esasını, mesûliyetini, güvencesini imzası ile tasdik eden, imza ettiğinin tek mesûlü, masası olmayan, Allâh’ı bilen ve korkan, hırsızlık yapmayacak tek mesûl sürveyanlara şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; işten anlayan, sanatının sıhhati belgelenmiş demirciyi, duvarcıyı, sıvacıyı, beton kalıpçısını yetiştirecek okullara, kurslara, bu hususta imtihan edecek imtihan heyetine ihtiyaç var!... Eğer bu teşkilat kurulmayacaksa gülünç olan bu tür suçlamalar tarih boyu devam edecek. Müsebbibi bulunamayıp, işten anlamayan kalitesiz işçilerin bilgisizce yaptıkları hataların vebalini, bilmeden üzerine alan, meydanda gördüğümüz tek mesûl inşaat tacirlerinde bularak esas suçluların bilinmemesini vicdani adâletle bağdaştırabiliyor muyuz?.
  “Çözüm nedir?” diye bu abd-i âcize sorar isen –ki sormazsın; gene de sorulmuş gibi söyleyeyim-: yukarıda belirttiğim kalifiye işci, kalifiye usta, inşaatın inceliklerini iyi bilen, imzasının sahibi binlerce sürveyana hemen ihtiyaç var.
  Diğerlerinde de aranılması elzem olduğu gibi, sürveyan için Allâh’ı bilmek ve korkmak ilk aranan meziyet olmalıdır, havf u reca üzere olanları tercih edelim !..
  Bu izahımı garipseyenler zamanımızda pek çok olabilir. Bu çokluklar gerçeği değiştirmez. Hayatımız denemelerle geçmesin. “Atı alan üsküdarı geçti” biz hâlâ atın çalındığı yerde laf ebeliği yapıyoruz, millet olarak.
  Hurafe ve bid’atsız bilmemiz gerekli, maddesi ve mânâsı ile Allâh’ın var olduğunu, fiili sıfatları ile her yerde mevcud olduğunu, zati sıfatları ile mekândan münezzeh olduğunu, “şuradadır” diye zatına mekân göstermenin bilgide noksanlık ve küfür olduğunu... Peygamber efendilerimizin cümlesi Allah elçileri ve Allâh’ın kuludurlar; emr-i ilâhîleri bizlere anlatmak, yaşantıları ile örnek olmak için gönderilmişlerdir. Cümlesi mekârim-i ahlâk üzeredirler. Birini birinden ayrı görmememizi hasseten emrediyor Hazret-i Allah. Tâbi olduğun peygamberinin getirdiği şerîatı yaşamakla yükümlü kılındın. Zamana göre madde vemânânın daha güzelini bulan bahtiyara hayranım!...
 *** 
  Özetleyecek olur isek:
  Yukarılarda da izah etmek istediğim semâvî din İslâmiyet’tir, başka din yok.
  Peygamber efendilerimiz din getirmediler, cümlesi İslâmiyet üzere geldiler.
  Getirdikleri şerîatları ile isim almışlardır.
  Şerîatın gerçek anlamı insanların üzerinden yaşama hakkını elinden alan, batıl inanç ve hurafelere itekleyen, insafsızlığı ve merhametsizliği din olarak empoze etmek saflığının verdiği duygularla “kaş yapıyorum derken göz çıkaran” tecrübesiz ve deneyimsiz ulemanın anlayışı ve uygulaması değildir!
  Her devirde bilen ulemanın ictihâdî ile günâh-ı kebâir dışında güzellikleri uhdesinde toplamış, hakîkatın zâhirde yansıdığı zaman aldığı isme “şerîat” demeyi bildiği zaman rahmet-i ilâhîyyenin tecellisini her sahada görmek ve mutmain olmak... İşte o zaman şerîat ilâhîdir. Doğaldır. Kişi bu îmandan gerçekten uzaklaşamaz. Her şeyin aslını bulmaya ve yaşantısında gerçeği tatbikten başka yol olmadığını, pratik de olsa kişi nefsinde tatbikten başka yol olmadığını bilir.
  Bu türlü gerçek îman sahibi hemcinsine hileli bir şeyin icraatını yapamadığı gibi, bilemediği san’atta da “biliyorum” sahtekârlığına cür’et edemez.
  Şurasını iyi bilelim ki: Tasavvufsuz yaşanan din sâlikine bu îman ve meziyetleri veremez. “Verir zannı” ilmî ve mânevî gaflettir. Yaşıyoruz, örneğini dışarıda arama. Ne tarafa baksan mânânın maddeye dönüştürülmek istendiğini gözlüksüz görürsün!..
  Pratik olarak, inşaat yapanlar neye dikkat etmeli:
  1- Kumun temiz olmasına dikkat etmeliyiz. Kirli kuma çok çimento koymak bir şey değiştirmez. Deniz kumu inşaatta kullanılmaz. Çünkü üzerinde tuz tabakası vardır. Kum çimento ile intibak edemez. Kum vazife yapamaz. Fevkalade yıkanır, tuzunu kaybederse kullanılır.
  Beton kumu çakıllı olacak. 1 metre küpe sıhhati malûm 7 torba çimento ile iyi karıştırılıp, harcı kocatmadan kalıba boş yeri kalmayacak şekilde, fazla sulu olmamak şartı ile dökülecek. Betonun sıva yapılmış gibi düzgün çıkması bilmeyenlere cazip gelse de bilenler için pek cazip değildir.
  2 - Demir döşendikten sonra inşaata gelen mühendis veya resmi sürveyan tarafından kontrol edilecek.
  3 - Betonun canı sudur. Hele sıcak havalarda yeterli su verilmez ise beton yanar, toprak olur. Havanın sıcaklığına göre su verilmeli.
  4 - Tuğlanın dayanıklısı tercih edilmeli. Duvar örülmeden evvel tuğlaya suyu verilmeli. Su verilmez ise harcın suyunu tuğla alır. Harç susuz kalır, toprak olur. Yalnız çimento ile harç yapıp, duvar yapmak doğru değildir. İçine su hulul etmediği için çimento yanıp, toprak olmaya mahkûmdur. Söndürülmüş kireç ve kumla yapılan harç içine hemen kullanacağımız kadar çimento katmak duvarı daha sağlam kılar ve harcın suyu çimentoyu besler. Çimento kattığımız her malzeme susuz bırakılmayacak.
  5 - Sıvada ister kaba, ister ince sıva harcına çimentosuz müsâade edilmeyecek ve duvarlar da susuz bırakılmayacak. Pratik izah ettiğim bu duvar kolon kadar güçlü olup, yıkımı da zordur.
  6 - Asmolinli tablalarda duvar ve kolonlar sağlam ise demir filizlerin uçları ve yukarıdan gelen kolon demirlerinin uçları bükülüp kanca yapılacak.
  7 - Bu vazifelerini yerine getirdikten sonra, ibadet ve taatta olduğu gibi, küll olarak bileceksin ki, her şey onun varlığı ile kaim olan Hazret-i Allâh’a tevekkül edip, edeple havale edeceksin.
 *** 
  “Yazmak istediğim yaşadığım ve gördüğüm metafizik olaylar nerede ise hayatımın tamamını kapsadı ve bu rahmet zuhuratının zevk tecellisi ile Rabbıma hamdederek, itminan-ı kalble havf u reca üzere mutmain yaşıyorum” dersem mübalağa etmiş sayılmam.
  Hazret-i Allâh’ın varlığını, tertîb-i tanzim-i ilâhîyeyi, mânevî düzenin ancak Allâh’ın yed-i kudretinde olduğunu bariz bildiren o kadar çok tecelliyat-ı ilâhîler var ki, yazmaya çekiniyorum.
  Bu abd-i âcizi enâniyet bataklığına iteklemesinden korkuyor, nefsanî zevk ve duygularıma kapılmak gafletinden Rabbımız Hazret-i Allâh’a sığınıyorum. Amma ilim adına tertîb-i tanzim-i ilâhîyeyi, Hazret-i Kur’ân’da açık ve sarih Hazret-i Allâh’ın beyan ettiği, Peygamberimiz Efendimiz’in hasen olan hadisleri ile tebliğ edildiği hâlde, bir kaç düzenbazın sahtekârlığını esasmış gibi, tetkike ve tahkîka lüzum görmeden, nefsanî duygu ve icraatlarının ürünü, tertîb ve tanzim-i ilâhî olan mânâ-yı hakîkatı ve mânevî düzeni ehl-i aşktan, ehl-i hakîkatten utanmadan, çekinmeden, hakîkat dışı çarpık fikirlerini Allâh’tan başka tanıyanı olmayan ehl-i hakîkatın gözüne baka baka “mânevîyat diye bir şey yok, yalnız bizleri ilgilendiren “akıl” diye bir güç var ki, bizi ancak o ilgilendiriyor; Allah kelâmı olan Hazret-i Kur’ân’ı anlayışımızda mehengimiz akıldır; onunla mütâlaa ederiz” demiyorlar mı? Bu abd-i âciz kahroluyorum!
  Zaman ulemasının ekserisi gönül ve aşk-ı ilâhîden zuhuru beklenen rahmet-i ilâhîyyeden, metafizikten yoksun, ilm-i ledünniden, habersiz. Ruhi doyumdan mahrum tedrisatın mahkûmu kitlelerin ilim adına yapılan icraatlarla tatmin olmadıkları gibi, cümlesi rahatsızdır. Samimi olanlarda da belirgin görülüyor: Ruhi çöküntüden cümlesi tedirgin. Hakîkat yoksunluğundan rahatsız olan milyarlar, bu akılcı dînin kaza-zedeleri müşterek tasamız ve sıkletimiz. Rabbımın lütfu ihsanı ile geleceğimizden ümitliyim. Bedevîce değil, medenice ümitliyim.
  Bütün azameti ile ismi bilinmese de, medeni milletlerde ümmet-i Muhammed’in ibadetine ve taatına benzerliği olmasa da, İslâmi güzelliklerin aslını yaşantılarında yansıtan toplumların adetlerinin günbegün arttığını görmek kıvanç veriyor, değil mi? Bizi yaşamaya mecbur ettikleri cumhuriyet, demokrasi, insan hakları olarak lâiklik… Bu güzel idare tarzını onlardan aldık ve gördük ki, bu adâlet ve güzellikleri İslâm’ın dışında mütâlaa etmek İslâm’a ihanettir...
  Âdem (aleyhis-selam)’dan kıyamete kadar tevhit dîninin “İslâmiyyet” olduğunu anlayamadık ve anlatamadık; ümmet-i Muhammed olarak bizim ilân etmemiz gerekli iken bu tür bilgisizliğimizi bilemedik ki, anlatalım!
  Ve İslâm’ın özü olan güzelliklerin İslâm dışı zannettiğimiz toplumlarda zuhurunu gördükçe kanun-u ilâhîyeyi yeteri kadar anlayamadığımızın utancını duyuyorum.
  En son en mütekâmil şeriat-i Muhammediye’yi yaşayan toplumlarda bu güzellikler daha çok beklenirdi.
  Hâlâ bu noksanlığın sancısını hissedemediğimize göre Allâhu âlem, ithâl malı gibi, Dîn-i İslâmiyet gereği cümle kullarının muhtaç olduğu güzelliklerin muâsır milletlerden geleceği görülüyor.
  Şunu kesinlikle bilelim ki: Bu nâ-hoş hâlimizin mesûlleri peygamber efendilerimiz ve cemî evliyâullah elbette değiller!...
 

ÇÖZÜM

  Zamanı geçirmeden meşihat kurulsun. Yani tasavvufi imtihan heyeti her devirde gerekli. Hurafe dışında kalmış ehl-i tarikin kadri bilinip mânevî ve insâni yönünden ve yaşantısından istifade edilmeli.
  Bu abd-i âcizin yaşadığım Hazret-i Allâh’ın rahmetine bu yolda nâil olduğum gerçekleri izah etmeye çalışmam belki garibinize gidecek. Lütfen, anlamak için iyi düşünün! Şahitler huzurunda Şeyh Nurullah Efendi’ye Atatürk’ün vaad ve ifşa ettiği gerçeği dinleyin:
  “-Efendi Hazretleri biliyorsunuz, tekke, zaviye ve türbeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi? bilmiyorum. Ömrüm olursa zamanı gelince onları yeniden ben açacağım.”
  Makamı cennet olsun. Genç yaşta vefat etti. Maddî ve mânevî yaşantımda şahidim: Asla dinsiz değildi. Islahatı tamamlayamadı ki, gerçek icraata yönelsin!... Mânâ vazifesi o kadardı.
Her ne kılmışsa adâlettir, Cenâb-ı Kibriyâ,
Her kazâya her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.
  Îman dağarcığından bu gerçeği zayi etmeyin…
  Allâh’ın selamı, selameti cümle kullarının üzerlerine olsun..
      Galip Hasan Kuşçuoğlu
      Eylül 1999, Antalya

SÖZLÜK

Abd-i âciz: Âciz kul
Abes: Boş şey
Âfâkî: Dış âleme âit
Âgah: Bilen, haberdar
Âguş: Kucak
Âhenk: Düzen, tertip
Âhir zaman Nebîsi: Son peygamber
Ahit: Söz verme
Ahlâk: Güzel huy sahibi olmak
Ahsen-i takvim: En güzel yaratılış
Akâid: İnanç esasları
Akılcılık: Her şeyi akıl ile ölçmeye çalışmak
Akl-ı selim: Sağlam akıl sahibi
Âlem-i Lâhut: Lâhut âlemi, mânevî âlemlerden biri
Alleme’l-esmâ: Meâlî: “Ona (Âdem’e) isimleri (eşyâyı) öğretti” demektir. Fakat Hz. Âdem için “bütün isimleri, eşyânın hakîkatini bilen” anlamında kullanılan bir sıfat ve tasavvufta bir makamdır.
A’mâ: Kör
Amel-i tevhîd: Allâh’ın birliği düşünülerek yapılan davranış
Angarya: Lüzumsuz
Ârif: Allâh’ı bilen kişi
Ârifân: (Tekil: ) Allâh’ı bilen kişi, (çoğul: ) bilenler
Âşinâ: Yabancısı değil, bildik
Âsûde: Mutlu, huzurlu
Ateş-gede: Ateşe tapanların ateşe taptıkları yer
Avam: Halk tabakası
Âyine-yi nur-ı Huda: Allâh’ın nurunun aynası
Ayna-yı Rahmân: Rahmân’ın aynası
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Ebedî, sonu olmayan
Bâtıl: Gerçek olmayan
Bâtınî: Mânevî yönle ilgili
Bedevî: Medeniyetten uzak yaşayan insan
Bende: Köle
Bende-i dergâh-ı ehlullah: Allah dostlarının dergâhına hizmet eden
Benlik: Kişinin kendini düşünmesi
Beytullah: Allâh’ın evi, Kâbe
Beyyinât: Açıklamalar
Bî-harf ü savt: Harf ve ses olmaksızın
Biat etmek: Söz vererek bir kişiye bağlanmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Bî-hadd ü hesap: Hesapsızca, sınırsız
Bi-lâ-istisnâ: İstisnâsız
Binâen: Bunun üzerine
Bî-şek: Şüphesiz
Bîzar: Sıkıntılı
Bi-zâtihî: Tam kendisi
Burhan: Kesin delil, sürekli olan kerâmet
Cebriyye: İnsanın fiillerinde irâde sahibi olmadığını, herşeyin kader gereği yapıldığını iddia eden mezhep
Cefâ: Eziyet, sıkıntı
Cehrî: Açık, yüksek sesli
Celbetmek: Çekmek, cezbetmek
Cemâdat: Ağaç, taş gibi cansız varlıkların tümü
Cemî: Bütün
Cesâmet: Büyüklük, ağırlık
Gavsü’l-A’zam: En büyük yardım edici, tasavvufta en büyük makâmın sahibi, Abdülkâdir Geylânî Haz.
Gâvur: Hiçbir hak hukuk tanımayan, gaddar, vicdansız, dinsiz
Gayret: Çaba
Gayretullah: Allâh’ın emri
Gayri: Yabancı, başka
Gazab-ı ilâhî: Allâh’ın gazabı
Gılef: Kılıf
Güzellikler manzumesi: Güzelliklerden oluşmuş
Habip: Sevgili
Hafî: Sessiz, gizli
Hâfıza: Bellek, hatırlama melekesi
Hakîkat hilkati: Hakîkat âlemi
Hakîkat: Öz, kesinlik
Hakka’l-yakîn: Hak ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek,
Hâl ilmi: Yaşanarak öğrenilen ilim, tasavvuf
Halel: Sakınca
Hâlık: Yaratıcı
Hâl-i yakaza: Uyku ila uyanıklık arası
Halvet: Birlikte olmak, bir arada bulunmak
Hasebi ile: Dolayısı ile
Hasenât: İyilikler
Hasene: İyilik
Hasmâne: Düşmanca
Hâşâ: “Olmaz böyle birşey ya” anlamına bir söz
Havîtır: Kalbe gelen şeyler
Havf u recâ: Korku ve ümit
Havfullah: Allâh’tan korkmak
Hayâ: Utanma duygusu
Hayal: Gerçekleşmesi mümkün olan veyâ olmayan şeyleri düşünmek
Hayvânât: Hayvanlar
Hazan: Sonbahar
Hâzık: Mesleğini iyi bilen
Levh-i mahfuz: Korunmuş kitap, her şeyin yazılı olduğu Allah katındaki kitap
Heyhât!: Boşuna!
Hidâyet ulaşmak: Doğru yolu bulmak
Hıfz: Hıfzetmek, ezmerlemek
Hikmet: Bir şeyin içyüzü, esâsı, asıl sebebi
Hikmetullah: Allâh’ın hikmetlerinden
Hilkat: Yaratılış
Hünsâ: Kadın veyâ erkek olduğu net olmayan
Hurafe: Yanlış ve asılsız inanç
Huda-yı nâbit türemek: Her yerde çoğalmak
Hükm-i İlâhî: Allâh’ın hükmü, karârı
Hüsn-i zan: Bir kişi veyâ olay hakkında iyi düşünmek
İcmâ: Bir şey üzerindeki fikir birliği
İcrâ-yı sanat: Mesleği yerine getirmek
İçtihad: dîniyorum
İfnâ olmak: Son bulmak, yok olmak
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhâta etmek: Kuşatmak, içine almak
İhfâ: Gizlemek
İhlas: Samîmiyet
İhsan: Bağış, Allâh’ı görüyormuş gibi davranmak
İhtiyar: Seçme kâbiliyeti, yaşlı
İhyâ: Yaşatma, diriltme
İhyâ omak: Dirilmek, hayata geçmek
İkrah: Nefret ettirmek, çirkin göstermek
İksir-i a’zam: En önemli ilaç
İktifâ: Yetinmek
İhtivâ: İçermek, kapsamak

  
İllet: Sebep, hastalık
İlme’l-yakîn: Bir şeyi hakkında bilgi edinmek sûretiyle bilmek
İlm-i dirâset: Okuyarak öğrenilen ilim
İlm-i Fıkıh: Fıkıh ilmi, dînin ibâdet ve muâmelat yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i Hıdr: Hızır (a.s.)’a verilen ilim, ledünnî ilim, tasavvuf
İlm-i Kelâm: Kelâm ilmi, dînin inanç esasları yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i nâfi: Faydalı ilim, kişiye dünyada ve âhirette faydası olan ilim
İlm-i Tevhîd: Allâh’ın birliği ile ilgili ilim (kelâm, akâid, tasavvuf)
İltihak: Katılmak
Îman-ı zevkî: Îmandan zevk alma derecesi
Îman etmek: İnanmak
İmtisal: Örnek almak
İnfisal: Ayrılmak, terketmek
İnsan-ı kâmil: Kâmil, örnek insan
İntisap: Bir kimseye veyâ yere bağlanmak
İnzal: İndirme
İrâde: Dileme, bir şeyi yapma isteği
İrfan: Allâh’ı bilme
İrfâniyyet: Allâh’ı bilme
İrfanlı: Bilgili, kültürlü
İrşad: Yol göstermek, rehberlik
İsmet: Günâh işlemeyen
İstidraç: Müslüman olmayanlarda görülen fizik ötesi olaylar
İstihâre: Bir şey hakkında Allâh’tan rüyâ yolu ile bilgi istemek
İstismar: Sömürmek, kötüye kullanmak
İçtihat: dîni yorum
Îtikad: İnanç

İttibâ etmek: Tâbi olmak, uymak
İzâfî: Herkese göre değişen
İzn-i İcâzet: İzin, temsil yetkisi verme
İzzet: Değer, şeref
İzzete çıkarma: Şereflendirme
İzz u şeref: İzzet, şeref, haysiyet, onur
Kâl ilmi: Söz ilmi, konuşulup da uygulanmayan ilim
Kâbil: Karşılık
Kâdiriyye: Abdülkâdir Geylânî’nin (v. 561/1166) kurmuş olduğu tarîkat
Kâfi: Yeterli
Kâfir: Örten, ekin eken çifçi, gerçeğin üzerini kapatan, gerçeği gizleyen, Allâh’ı inkâr eden
Kâfir: Birşeyin hakîkatini örten, Allâh’a inanmayan
Kâl ehli: İşin sadece konuşma yönünde kalan, özüne vâkıf olmayan kişi
Kalbe hulul etmek: Kalbe girmek, yerleşmek
Kanaat: Olanla yetinme, yeterli bulmak
Kande: Her nerede
Kâşâne: Büyük ev, konak
Katre: Damla
Kavî: Güçlü, kuvvetli
Kavl-i Mustafa: Hz. Peygamber’in sözü
Kenz-i ahfâ (mahfî): Gizli hazîne, ilâhî hazine
Kerâmet: Dindar insanlardan zuhur eden olağanüstü durumlar
Kesb-i azâmet etmek: Daha da artmak
Kevn-i fesat: Var olmak ve yok olmak
Kevnî hakîkat: Maddeilmîile ilgili gerçekler
Kibir: Büyüklenme
  
Kimyâ: Kimyâ ilmi, maddeyi değiştirme ilmi
Kışr: Kabuk
Konak: Büyük ev
Kurb, kurbiyet: Yakınlık
Kutsî: Kutsal, mukaddes, mânevî değeri yüksek
Küllî irâde: Allâh’ın irâdesi
Küll: Bütün
Kürre: Arz, dünya, kütle
Kütüb-i Sitte: Hz. Peygamber’in sözlerini toplayan en güvenilir altı hadîs kitabı
Lânetlemek: Kötülemek
Len-terânî: Allâh’ın “Beni göremezsin” anlamında Hz. Musâ’ya hitâbı
Levh-i dil: Gönül dili
Lîk: Lâkin, fakat
Mâ-adâ: ...dan başka
Ma’bûd: Kendisine tapılan, Allah
Mahlûkât: Yaratılmış her şey
Mahrem: Yakın,
Mahrumiyet: Mahrum olma, onsuz olmak
Mahv: Yok etmek, yok olmak
Mahz-ı atâ: Mutlak bağış, gerçek bağış, bol bağış
Maiyyet: Beraberlik, beraberinde olma
Makâmât: Makamlar
Makâm-ı velâyet: Evliyâlık, mürşitlik makâmı
Maksut: Maksat, gâye
Mâ-lâ-ya’nî: Boş, faydasız
Mâlik olmak: Sahip olmak
Mârifet: Bilgi, Allâh’ı bilme
Mârifetullah: Allâh’ı bilme
Mâzur olmak: Özürlü olma, mâzereti olma
Meâl: Anlam
Meçhulât: Bilinmeyen şeyler
Medar: Kaynak, sebep, vesile
Mehdî: Kıyamete yakın zamanda yeryüzüne geleceğine inanılan kişi
Mihenk taşı: Ölçü olarak kabul edilen
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Mekr: Tuzak
“Men araf” sırrı: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” sırrı, bu sözün hakîkatine vâkıf olma
Menkıbe: İnsanların güzel hâtırâları
Mensuh: Hükmü lağvedilmiş, geçerliliği kalmamış
Mesmuât-ı ilâhî: Kutsal şeyler dinleme, Allah kelâmı dinleme
Mest: Sarhoş olmuş, gönlü bir şeye aşırı bağlanmış
Meşâyih: Büyük şeyh
Meşrep: Mîzâca uygun yol, tarz
Metafizik: Fizik kânunlarının dışında olan
Materyalist: Maddeyi her şeyin önünde tutan
Meth ü senâ: Methetme, övme
Meyletmek: Eğilim göstermek
Mezmum: Zemmedilmiş, yerilmiş, kötülenmiş
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Mihman: Yakın, sırdaş
Mihrab: Namaz kılarken imamın durduğu yer
Minnet: Borç, verecek
Mestan: Sarhoş
Mistik: Gizemli, tasavvuf ile ilgili
Mistisizm: Batı dillerinde tasavvuf
Mızrab: Kendisiyle sazların tellerine dokunulan âlet
Muâsır millet: Çağdaşlaşmış, uygarlığın doruğuna ulaşmış millet
Muvâzene: Ölçü, denge
Mübtelâ: Bağımlı, düşkün
Mücâzât: Karşılık
Mücerred: Yalın, soyut, tek başına
Muvaffak: Başarılı

  
Muhâl: Gerçeği olmayan
Muhkem âyet: Anlamı kesin olan, yorumla ilgisi olmayan âyet
Muhtar: Seçilmiş
Mukarrebun: Allâh’a yakınlık kazanmış cennetlik kimseler
Mukeddesât: Mukaddes, kutsal şeyler
Mükevvenât: Kâinât, yaratılmış her şey
Murdar: Pis, eti yenmeyen hayvan
Musahhar: Hizmetçi
Müsâmaha: Hoşgörü
Müsâvî: Eşit, denk
Mutasarrıf: Tasarruf eden, harcama yetkisi olan
Muteaddit: Çeşitli
Mutmain: Tatmin olmuş, kanaat getirmiş
Muttalî: İç yüzünü bilen
Müdrik: İdrak etmiş, kavramış
Müeyyide: Yaptırım gücü
Mülâki: Karşılaşmış, tanışmış
Mü’min: Allâh’a tam anlamıyla inanmış
Münezzeh: Yüce, kötü sıfatlardan uzak
Mürde: Bozuk, hasarlı
Mürşit: Rehber, yol gösteren, evliyâ
Mürşid-i kâmil: İnsanlara yol göteren tasavvuf büyüğü
Musevî: Hz. Musâ’nın şerîatine tâbi’ kimse
Müsta’celiyyet: Acele etmek
Müstakîm: Dosdoğru
Müstecâp: Karşılık gören
Müşâhede: Gözetleme, tasavvufta bir makam
Müteallık: İlgili
Mütekâmil: Daha gelişmiş
Mütenâsip: Uygun
Mütesellî olmak: Teselli olmak, avunmak
Müteşâbih âyet: Anlamı kesin olmayan, anlamını ancak ehlinin anlayacağı âyet
Müttaki: Allâh’ın emirlerini titizlikle yerine getiren kimse
Müzekkire: Hatırlatan, zikrettiren
Nâ-ehil: Ehil olmayan, işi bilmeyen
Nâçiz: Zavallı, beden bakımından yetersiz
Nâfi ilim: Faydalı ilim
Nahnü: Arapça’da “biz” demektir
Nâhoş: Hoş olmayan
Nâib: Veki, tarikatte bir görevli
Nâ-mütenâhi: Sonsuz
Nâsih: Kendinden öncekinin hükmünü kaldıran
Nazar ehli: Nazar, mânevî bakış sahipleri
Nazîr: Benzer
Nebî vârisi: Hz. Peygamber’in vârisi, gerçek âlimler
Nedîm-i İlâhî: Allah dostu, O’na yakın kişi
Nefha-i ruhü’l-kudüs: Kutsal ruhun üflemesi, nefesi
Nefsânî: Nefse bağlı, nefsin isteği
Nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis
Nehiy ani’l-münker: Kötülükten men etmek, kötülüğe engel olmak
Neşv ü nemâ: Serpilip, gelişme
Nevruz: Yılbaşı
Nizâm-ı İlâhî: İlâhî nizam, Allah kânunu
Nûr-ı Yezdân: Allâh’ın nûru
Nûr-ı Zât-ı Kibriyâ: Allâh’ın zâtının nuru, ışığı
Nutk-u ehlullah: Allah ehl-i sözleri
Nükte: Şaka, latîfe
Pervâz eylemek: Uçmak, kanatlanmak
Psikoloji: İnsan davranışları ve iç dünyası ile ilgilenen ilim dalı
  
Polat: Demir, demir gibi güçlü insan
Rahmet tecellisi: Rahmetin inmesi, tecelli etmesi
Rahmet-i âhî: İlâhî rahmet
Reh-nümâ: Rehber, yol gösteren
Rahvan: Atın yavaş yürüyüşü
Rakip: Kendisiyle yarışılan kişi
Ravza-i Mutahhara: Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu mekân
Rehber: Yol gösteren
Reh-nümâ: Rehber, yol gösterici
Rencîde: Kırgın
Refik: Yol arkadaşı
Revnâk: Düzen, temel
Riayetkâr: İtâat eden, uyan
Rical: Erkekler, tasavvufta ileri gelenlerden
Rindân: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünün peşine düşen, âşık
Riyâ: Gösteriş
Riyâkar: Gösteriş yapan, sâmîmiyetsiz
Riyâzî: Matematik veyâ beden eğitimi ile ilgili
Rızâ-i Bârî: Allah rızâsı
Rububiyet: Allâh’ın her şeyin Rabbi, sahibi, terbiyecisi olması
Ruhânî: Ruh ile ilgili, mânevî
Rücu: Geri dönme
Rüsvay: Rezil, aşağılık
Rü’yet: Görme, görülme
Sadr: Göğüs, orta
Sahih îtikat: Sağlam inanç
Salât: Dua, namaz
Sâlih amel: Sağlam ve iyi yapılan iş
Salih îtikat: Doğru inanç
Sâlih kul: Dindar, güzel ahlâklı insan
Sarih: Apaçık, besbelli
Savm: Oruç
Sây-i gayret: Çalışıp, çabalama
Şahadet: Şehit olmak
Serâhaten: Açıkça
Şerh etmek: Açıklamak
Şerîat-i mutahhara: Tertemiş şerîat, İslâm şerîati, din kânunları
Seyran: Seyretme
Silsile-i merâtip: Tarîkatte Hz. Peygamber’e kadar ulaşan silsile
Smaç: Voleybolda, yükselerek el ile topa sertçe vurmak
Sîne: Göğüs
Sîret: İç yüzü
Sırr-ı ednâ: En düşük sır
Sufiye: Tasavvuf erbâbı
Sosyoloji: Toplum bilimi
Sübut: Sâbit olmak
Subûtî sıfat: Allâh’ın sıfatları
Süflî: Aşağı dereceden
Suhuf: Sahifeler, kutsal sahîfeler
Sû-i zan: Bir kişi ya da şey hakkında minfî zanda bulunmak, düşünmek
Sukut: Düşmek
Şule: Işık parçası
Suret: Dış yüz, görüntü
Sükut: Susmak
Süluk: Yola girmek, tasavvuf yoluna girmek
Sünnet: Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları
Şakî: Allâh’a inanmayan
Şefî: Şefaat eden,
Şek: Şüphe
Şer: Kötülük
Şeref-yâb olmak: Şereflenmek
Şer’î hükümler: dînihükümler
Şerîat: Din kânunları Şerîat-i garrâ: Parlak, aydınlık şerîat
Şerîat-i garrâ: Aydınlık şerîat, İslâm şerîati
Şerik: Ortak
Şeyh: Yaşlı veyâ büyük kişi, tarîkat lideri
Şiar: Özellik
  
Şimşir-i Huda: Hakk’ın kılıcı
Şinto dîni: Japonların dîni
Şirk: Allâh’a ortak tanımak
Taam: Yemek
Tâat: İtâat etmek, dîni emirleri yerine getirmek, ibâdet
Tahammül: Dayanmak, katlanmak
Tahayyül: Hayal etme, düşünme
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Tâlib: İstekli
Tân: Kötülemek
Tan yeli: Sabah esen rüzgâr
Tanzîm-i İlâhî: Allâh’ın düzeni
Tarîkat: Yol, Allâh’a götüren yol
Tarîk-ı müstakîm: Dosdoğru yol
Tasavvuf: Dînin mânevî yönü, rûhî tarafı
Tavaf: Kâbe’nin etrâfında dolanmak sûretiyle yapılan ibâdet
Tazarru: Yalvarma
Tebliğ: Duyurma
Tebşir: Müjdeleme
Tecelliyat: Zuhur etme, görünme
Tedrisat: Ders okuma
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefsir: Kur’ân’ın yorum ve açıklaması
Tekâmül: Gelişme
Tekeffül: Üzerine almak, kefil olma
Tekke: Eskiden sufilerin, dervişlerin, eğitim gördükleri yer
Tekvin: Yaratma
Telakki: Anlayış
Telepati: Başkası ile duysusal bağlantı kurmak
Temâşa: Seyretme
Temâyül: Meyletme
Tenezzülen zuhur: Merhametinden dolayı yapmak
Terakkî: Gelişme, ilerleme
Tertîb-i İlâhî: İlâhî tertip, düzen
Tesânüt: Birlik, uyum
Teşrî: dînikânun koyma
Teveccüh: Yönelme
Tevekkül: Allâh’a dayanmak
Tevessül: Aracı edinmek, vesile edinmek
Tevfik sâ’ye refik olanındır: Başarı çalışanındır
Tevhîd-i ef’âl: Her olayın hakîkî fâilinin Allah olduğu şuurunda olma
Tevhîd-i sıfât: Allâh’ı sıfatlarında bir olarak bilmek
Tevhîd-i Zât: Zât olarak Allâh’ı bir bilmek
Tevhit ehli: Gerçek dindarlar
Tiğ: Kılıç
Tiynet: Yaratılış, huy, tabîat, karakter
Tolerans: Müsâmaha, hoşgörü
Trans: Bir iş üzerinde fikri yoğunlaştırarak onu gerçekleştirmek
Turuk-ı aliyye: Yüce tarîkatler
Türbe: Dindar insanların kabirleri
Ucup: Kendini beğenme
Uhrevî: Âhiret ile ilgili
Ukbâ: Âhiret
Ulûhiyet: İlahlık
Ulvî: Yüce
Ümm-i Kitâb: Ana kitap, Kur’ân-ı Kerîm
Vâcibü’l-vücud: Var olması mecburi olan
Varak: Yaprak
Vârisü’l-enbiyâ: Peygamberlerin vârisleri, gerçek âlimler
Vârisü’n-Nebî: Hz. Peygamber’in vârisi
Vebal: Sorumluluk
Veçhile: Bu şekilde
Vehâmet: Korkunçluk
Vehim: Kötü duygu, düşünce
Velâyet makâmı: İrşâd makâmı
Velî: İbâdet ve tâat ile Allâh’ın yakınlığını kazanmış kul
Verâ: Yeme, içme, giyinme gibi hususlardaki dîni hassâsiyet
Verâset: Vâris olmak, bir kimseden sonra onun mülkünde kısmen veyâ tamâmen tasarruf sahibi olmak
Visal: Kavuşma
Vuslat: Kavuşma
Yed: El, yan, yakın.
Yed-i kudret: Kudret, kudret eli
Yezdân: Allah
Zâfiyet: Düşkünlük
Zarurî: Mecburi
Zâviye: Eskiden dervişlerin kaldıkları şehrin dışındaki yer
Zekât: Malın belli bir kısmını fakirlere vermek
Zerre: En küçük parça
Zikir: Anmak, Allâh’ı ziketmek
Zikke: Damga
Zillet: Aşağılık vesilesi
Zillete inmek: Aşağı düşmek
Zındıklığa düçar olmak: Zındık, dinsiz olmak
Zuhr-u âhir: En son öğle namazı niyetiyle “Cumâ namazım kabul olmuyorsa” şüphesiyle kılınan ve aslı olmayan uydurma namaz
Zuhur vesilesi: Görünme vesilesi, aracı
Zuhur: Görünmek, ortaya çıkmak
Zühd: Dünya malına meyil etmeme
Zü’l-cenâheyn: İki kanat sahibi, hem şerîati, hem de tasavvufu bilen
Zülf, zülüf: Saç