METAFİZİK 2

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN
ADI İLE BAŞLARIM

HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.

KISALTMALAR


a.s.: aleyhis-selâm (ona selam olsun)
a.s.s.: aleyhis-salâtü ves-selâm (salât, en güzel dua ve selam onun üzerine olsun)
c.: cilt no
c.c.: Celle Celâlühû (Allâh’ın şânı ne yücedir!).
Hz: Hazret-i (yüce, büyük)
k.a.v.: Kerremallahü vechehû (Hz. Ali için kullanılan bir ifadedir. Allah onun yüzünü puta tapmaktan korumuş, tertemiz tutmuştur, demektir.
k.s.: kuddise sırruhu (sırrı, makamı mukaddes, kutlu olsun)
k.a.s.: Kaddesallahü sırrahû (Allah sırrını mukaddes kılsın)
k.a.e.: Kaddesallahü esrârahû (Allah esrârını mukaddes eylesin)
r.a.: Radıyallahü anhü anhâ, anhüm (Allah ondan, onlardan razı olsun)
s.: sayfa
s.a.v.: Sallallahü aleyhi ve sellem (Allah onun şanını yüceltsin ve ona selam etsin)
S.O.S.: save our salves (Denizde boğulmak üzereyiz, bizi kurtarın!)
s.t.a.v.: Sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem (Yüce Allah onun şanını yüceltsin ve ona selam etsin)









BAŞYAZI

  Kullarına rahmetinden irade ihsan eyleyip, âdem olarak yeryüzüne gönderen, “yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının anlamı, “ekiniz, biçiniz, yiyiniz” hitab-ı ilâhîsinden sorumlu olduğunu müdrik, efdal ve şerefli mahlûk, kâmil hazret-i insan!…
  Eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan -olamayacak da- gerçeğini kelâm-ı kadîm’de açık bildiren, İhlas-ı Şerîf’le noktalayan Hazret-i Allâh’a hamdim, şükrüm, tazarrum ve niyazımdır.
  Hazret-i Allah Musa aleyhis-selâma vahyetti:
  “Fir’avn’a git, çünkü o iyice azdı.” (Tâhâ Sûresi, 24)
  Rabbi’şrah lî sadrî ve yessir lî emrî vahlül ukdeten min lisânî yefkahû kavlî.
  “Rabbım sadrıma genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz ki, sözümü anlasınlar.”(Tâhâ Sûresi, 25 – 28)
  Ve üfevvidu emrî ilallah, innallahe basîrun bi’l-ibâd.
  “Ben işimi Allâh’a ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir.”(Mü’min Sûresi, 44)
  Musa aleyhis-selâmın âczini itirafı, Hazret-i Allâh’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bildirdiği biz âcizlere örnek yakarışı. Bu abd-i âciz de takliden senelerdir sohbetlerime aynı iltica ile başlamanın zevkini alıyorum. Aynı ilticaya takliden devam ediyorum. Çünkü gerek madde ve gerekse mânâ eşi, şeriki, naziri olmayan Rabbımın yed-i kudretinde olup yegâne mutasarrıf Hazret-i Allâh’tır. Emrininzuhuruna neyi dilerse, kimi vazifelendirdi ise, onu vesile kılar. Hazret-i Allâh’ın bir nebze de olsa zatî sıfatlarını naçiz şahsına maletmek gafletinden kurtulamayanlar rahmet fukaralarıdır. Bu rahmet-i ilâhîyeden nasib alamadıkları gibi zaman zaman onların Dîn-i İslâm adına mânâ düşmanı olduklarını görmek her devirde mümkündür. O türlü benî âdeme metafiziği kabul ettiremediğin gibi, sözünü de edemezsin. Düşünemez ki dünya hayatının ekseri yönü fiziküstü, metadır.
  Fiziki zuhurat Hz. Allâh’ın fiili sıfatlarının yeryüzünde gökyüzünde tenezzülen zuhurudur. Bu zuhuratlar. Bi-zatihi değil, izâfidir, mecâzîdir. Emr-i ilâhî ile yapılması emredilen ibadet taatlar dahi. Yaratılan benî âdemin yaratanını daha yakînen bilmesi için maddede zuhuru görülen cümle olaylar amaç değil araçtır.
  Fiziki zuhuratların cümlesi araçtır. Yalnız ve yalnız Hz. Allâh’ın bilinmesi amaçtır. Din dahi araçtır.
  Özet olarak izah eder isek, fiziki zuhurat araçtır, metafizik zuhurat amaçtır.
  Yeri geldikçe vazifem ve âmentüye olan îmanımın gereği abd-i âciz lütfedildiği kadar anlatmaya ve yazmaya çalışacağım. Rabbım samîmiyetime bağışlayıp okuyanlara ve dinleyenlere tesirini halketsin. O her şeylere kadirdir.
  Zuhurunu her an ehlinin müşâhede eylediği rahmet-i ilâhîyeyi, enâniyetten, Allâh’ın zatına mahsus sıfatlarını âciz şahsına maletmek gibi cehaletin ve gafletin meyvesi, şirkten kurtulmadıkça rahmet-i ilâhîye olan metafizikten yoksun kalırsın. Zuhurunu görsen dahi “doğal” der, geçersin. Ancak yokluk kapısından bakarsan gerçeği görürsün. Oradan bakmaya tenezzül edemeyeceğine göre hak yolda rehberlik iddiasının anlamı nedir? Tahrip ettiğin yollarda mânevîyatını felç ettiğin mânâ kaza-zedelerinin hesabı elbet sorulur. Verebilecek misin?
  “Küllî şey’in sebebâ.” (Her şey sebeplere bağlıdır.)
  Her şey sebeplerle zuhur eder. İyi bilesin ki sebepler tertîb ve tanzim-i ilâhîdir.Mânânın aslı değildir. Sebebe hürmet ve hizmet ise benî âdemin kemâlatı için tertîb-i tanzim-i ilâhîdir.
  Âdemin samimi inancı ile emr-i ilâhîleri maddesi, mânâsı ve nefsinde tatbiki her ne kadar cüz’î irâdeye bağlı ise de peygamber efendilerimizin bildirisine verâset taşıyan mutasavvıfînin idraki ve görüşüne göre kulun ibadet ve taatı Hazret-i Allâh’ın muhib kuluna ikramı, kulunu ihyâsıdır.
  Bu rahmet-i ilâhîye, Âdem’in yaratılışının sırrı. Hazret-i insan olmasını sağlar. İyi biline.
  Âdem insan olmaya namzettir, müsait yaratılmıştır.
  Allâh’a eş ortak koşmadan, başka mabut edinmeden yaşantısını samîmiyetle emr-i ilâhîye uygun devam ettirebilen kul, Hazret-i Allâh’ın koruması ve muhafazası altındadır.
  Bu abd-i âciz îmanım ve samîmiyetimin nisbetinde dünya hayatımda bunu gördüm, bunu yaşadım… Bu yaşantımın rahmet meyvesini yiyorum. İsteyen nasiplilerin mânevî vazifem icabı ihlası kadar yemelerine vesileyim. Rabbım öyle vazifelendirdi bu abd-i âcizi.
  Zuhurat ve tertîb-i ilâhî ile bu biçare, yaratanıma izahı mümkün olmayan hayranlık, hayranlık, hayranlık duydum. Yaratanıma âşık oldum. İlâhî aşk ne imiş? Âczim kadar gördüm yaşadım, yaşadım. İki âlemde de yaşayacağım inşallah.
  Gerçek sermayem bu. Başka sermaye gibi görünen zuhuratlara iltifatım yok denecek kadar azaldı. Yeri geldikçe izaha çalışacağım. Bu abd-i âcizi iyi dinle!
  Mecaz olan maddeden öteye yol bulamayan nefsimin arzularını da aşk zannederdim. Bunların nefsin isteği ve arzuları olduğunu, vuslatla varlığını ekseriyetle kaybettiğini gördüm. “Halilim” hitabı ile şerefyab olmuş İbrahim aleyhis-selâmın:“Ben batanları sevmem” hitabını iyi anladım. Elhamdülillah.
  Sen de anlamaya çalış. Nur-u aynım, din kardeşim, yol kardeşim. Peygamberinin şerîatına bağlı Allâh’ımız bir kardeşim. İsmin ne olur ise olsun Allâh’ın varlığını kabul eden müslüman kardeşim.
  Hayatı metafizikle uyarılmış bu abd-i âcizin mânevî çığlıklarına kulak ver.
  Mânâya hulûl edemeyen din adamları akılcı bir din ihdas ettiler. Beş duyunun ötesinden habersiz, fizikten öteye yolu olmayan, mânâ nasipsizi toplumlar yetiştirdiler. “Âmentüye îman ettik” dediler.Mânâdan uzak kelime yakınlığı ile yetindiler. “Kur’ân’dan başkası bizi ilgilendirmez” dediler; Kur’ân’ın mânâsını da delik deşik ettiler. Evliyâyı dışladılar, zikrullahı dışladılar, vârisü’n-Nebî, nedîm-i ilâhîyi kabul edemediler. Zamanımızın mânâ sahtekârları ile dolmasına bilmeden zemin hazırladılar. Ehl-i hakîkat sahte din simsarlarının, metafizik garibi materyalist bilgelerin çokluğundan âciz kaldılar. Zâhir uleması mânâyı yaşadıkları zamana göre ölçecek terazi edinmemişlerdi. Dîni tedrisatta da maddeden öteye yolu olmayan, mânâyı yansıtmayan ilme’l yakîn ile yetindiler. Ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn garibi, maddeden öteyi göremeyen, yeryüzünde ve gökyüzündeki âyetlere de itibar edemeyen akılcı bir ilim ihdas ettiler ve ilimlerini inançlarına eşdeğer kıldılar.
  Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v) tarafından Mekke-i Mükerreme’de 30 Ocak 1995 sabah namazından sonra hâl-i yakazada hitab edildi bu abd-i âcize. Bütün insanlık âlemine duyurmaklığım işaret edildi:
  “Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre hazırlansın.”(Hitab-ı Resûl)Ravisi bu abd-i âciz.
  Emr-i Peygamberiyi iyi anla. Tertîb ve tanzim-i ilâhînin dışına çıkmamaya çalıştığının her hâlinde zuhuru görünsün. Zamana göre içtihatsız şerîatı değil, günâh-ı kebâir dışında güzellikleri yaşa. Cümle güzellikleri şerîatın dışında göstermekten vazgeç.
  Günâh-ı kebâir dışında zuhurunu gördüğün güzellikler hikmettir. “Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın”buyurulmadı mı?
  Benim âlim kardeşim! Mânevî zuhuratı ve tecelliyatı kabul edemediğin için teşkilat-ı ilâhîyeyi de elbet kabul edemezdin, dikkat et!
  Mazur değilsin, kânunu bilmemek mazeret olmadığı gibi… Mânâ ile güzelliğini bulan akıl terazisinde tartıyı iyi bilesin.
  Akıl vahy-i ilâhî ile bağdaşamadı ise kişiyi rahmet-i ilâhîyeden mahrum kılar. Rahmet-i ilâhîye ve sırr-ı ilâhî kapısını iradesi ile kapatmış olur. Bilmeden, hakîkatlere yaptığın tahribatı yaşadığın zamanın ictihâdî ölçüsü ile ölçtüğün zaman hatanı sen de anlayacaksın.
  Geçmişi bilesin, ibret alasın. Geri getiremezsin. Gelecek ise Allâh’a ma’lûmdur, bilemezsin.
  Tertîb-i tanzim-i ilâhînin verdiği irade ile yaratanın emrine uygun, günâh-ı kebâirelerin dışında güzellikleri bul. Yaratana kul olmanın zevki ile günü yaşa… Hâl budur!
  Daha evvel yazdığım Metafizikkitabında âciz şahsımda zuhur eden metafizik tecelli ve zuhuratları bir nebze yazmıştım. Daha geniş anlatmak ihtiyacını duydum. İnanan kitlelerin dahi fizikten öteye yol bulamadığı, bulamadığı için de bunalımdan hurafeye meylettiğini her zaman çok kimselerde görmek mümkün.
  Cenab-ı Hakk’ın yeryüzünde halifemi yaratacağım”hitabının anlamının yalnız fiziki yönü olduğu gibi, kasd-i ilâhî “meta”dır. Peygamberimiz Efendimiz Sizin en hayırlınız âhiret için dünyasını, dünya için âhiretini terketmeyendir”buyurdu.
  Fiziki zuhuratları incelediğin zaman aslının meta olduğunu göreceksin. Zira yaratıcı eşi, benzeri olmayan, şeriki, naziri olmayan Hazret-i Allâh’dır.
  Yaratmak ancak, Allâh’a mahsustur.
  Yaratmak cevheri ve arazı olmadan bir şeyi meydana getirmektir.
  Sanat eserleri, yaratmak değildir. Çünkü sanatkâr bir şeyi meydana getirmek için cevhere ve araza muhtaçtır.
  Hazret-iAllah cevheri ve arazı yarattığı gibi benî âdeme ihsan eylediği cevher ve arazın birleşiminden ihtiyaçlarını giderme kabiliyetini benî âdeme cüz’i de olsa ihsan etti.
  “Biz Âdem’e eşyanın ismini öğrettik. Melâikeye sorduk, bilemedi, Âdem bildi.”
  Ey insan olmaya namzet benî âdem (âdem yok demektir) insan olmak imkânı iradene verilmiş. Başka mahlûkata verilmeyen bu rahmet-i ilâhîye, “Yeryüzünde halifemi yaratacağım”bildirisi ile âlemin yaratılış sırrının ilâhî ifşası değil mi? Ruhlar âleminde zatına secde emri verildi. Ruhlar îmanlarının samîmiyeti nisbetinde secde ettiler. Acabâlı secde eden ruhlar olduğu gibi, secde etmeyen ruhlar da vardı. Cenâb-ı Hak rahmetinden yeryüzünü yarattı. İnsan olmaya namzet Benî âdemin ruhlar âlemindeki görünümünün aynı cesedini balçıktan yarattı. “Âdem’e ruhumdan ruh nefyettim” buyurdu Hz. Allah.

* * *

Emr-i İlâhî Ve Tertib-i İlâhîye Karşı İtiraz Eden Şeytan

  Hz. Allah melâike ve cin taifesine Âdem’e secde etmelerini emretti. Çünkü insan olmaya namzet benî âdem melâike ve cin taifesinden efdal yaratılmıştı. Şeytan cin taifesinden idi.
  Enâniyeti şeytanı emr-i ilâhîye ve tertîb-i ilâhîye isyan ettirdi. Çünkü maddeyi bildiği kadar,mânâdannasipsizdi. Cin taifesinden olan şeytan küfrünün semeresi olan enâniyet bataklığından çıkamadığı gibi yaratanına itiraz etmeyi zevk edindi de Âdem’in hilâfete lâyık olmadığını göstermek için Hz. Allâh’tan zaman ve ruhsat istedi.
  Her zuhurat ve olayda maddeden başka ölçü bilmeyen şeytan Âdem’e secde emrine itiraz etti: “Beni dumansız ateşten, Âdem’i de balçıktan yarattın, ben Âdem’den efdalim” diye emr-i ilâhîye karşı küstahça tavır takınınca Hazret-i Allah şeytanı huzurdan kovdu ve lânetledi.
  Her zuhuratın tertîb ve tanzim-i ilâhî olduğundan şüphesi olmayan hâl ehlinin şeytana verilen vazifenin şaşkınlığına Hz. Allah buyurdu “Zaten o kâfirlerdendi.”
  Rahmet-i ilâhîyeden, af ve mağfiret deryasından habersiz, “her şeyi ben biliyorum, benî âdemin şeytandan efdal olmadığını göstereceğim” edası ile olanca küfrünü ortaya çıkaran şeytan, ruhsat istedi Hazret-i Allâh’dan. Allah (c.c) buyurdu: “Benim sadık, îmanlı kullarıma bir şey yapamazsın. Senin arkandan götürdüğün îmansızlar senden farklı değildirler.”
  Böylece şeytanın da vazifesi bilindi.
  Şeytan Hazret-i Allâh’ın gücü üstünde hâşâ güç olmayıp cin taifesindendir. İnsan olmaya namzet benî âdemin, kâmil insanın dahi emr-i ilâhîye sadakatini zayıflatan ve samîmiyetsizliğinin gizli yönünü ortaya çıkaran ve setrini kaldırtan, seçkin kulunu da îmanının korunmasından ötürü aşk-ı ilâhîye itekleyen mehenk taşı. Allâh’ın yarattığı cin taifesinden. Küfrü ve isyanı kendi gördüğü gibi, kula cazip göstererek, tertîb-i ilâhînin zıddına kulu teşvik eden! Bilâ-istisna cümle kulların az, çok malûmu. Bariz görülen imtihan suali.
  İyi bilesin ki şeytan Allâh’ın gücü karşıtı güç değil.
  Allâh’dan başka güç yok. Hesabını ona göre yap.
  Ona fırsat verme!
  Benî âdem hakkında ne diyor şeytan? Duymak ister misin?
  Hz. Allâh’a secde etmeyen enâniyetli kullar için Hz. Allah emretti “Âdem’e secde et” diye. İtiraz ettim, huzurdan kovuldum, lânetlendim.
  Benî âdeme emrediyor “zatıma secde et” diye. Âdem yaratanına secde etmiyor. Merak ediyorum bu âdemin hâli nice olacak?.
  Ehl-i hâl şair ne diyor, dinle:
Türlü, türlü fitneler zülfünden oldu âşikâr
Benî âdem sandılar ki anı şeytân eyledi.
  Ehli hâl şair şeytanın başlı başına güç olmadığını ne güzel ifade eylemiş.
  Peygamber Efendilerimiz masum yaratıldılar. Günâh-ı kebâir işlemekten salimdirler. Hâşâ, ilâh değillerdir. Allâh’tan başka ilâh yoktur, olamayacak da.
  Peygamber efendilerimiz dışında cümle kullar şeytanla gelen suallerin muhatabıdırlar.
  Peygamberimiz Efendimiz’e sordular:
  “—Senin de şeytanın var mı, ya Resûlullah?”
  Buyurdular ki:
  “—Ben şeytanımı müslüman ettim. Ben de kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum, sizler gibi beşerim, yanılabilirim, unutabilirim.”
  Hazret-iAllah cümle kullarını şerîatı ile yükümlü kıldığı Peygamberinin şahsiyetinde ve hayatında zuhuru görülen tertîb-i tanzim-i ilâhîden mânâsı ve maddesi ile asra uyumlu yaşamaktan âciz kullarını mahrum kılmasın, âmin.
  Ezel-i ervâhta, ruhlar âleminde cümle peygamber efendilerimiz masum yaratıldılar.
  “Allâh’ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız”(Bakara Sûresi, 285)
  “Biz Allâh’a ve onun katından bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbata indirilene, Musa ile İsa’ya verilenlerle rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allâh’a teslim olduk, deyin.”(Bakara Sûresi, 136)
  Al-i İmran 84 ve Nisa 152 âyetleri de benzer mânâ taşırlar.
  Sebepli veya sebepsiz, dünyada yaratılışın mânâsını umursamayan, bilâ-istisna Allâh’ın kullarına tepeden bakmayı nefsine sermaye edinmiş mânâ yoksunu, bakışı ve görüşü gerçeklerden uzak, bu zâfiyetine rağmen hakîkat âlimi olduğunu iddia eden nâ-ehil kişiye, bilmem ne denir?
  21’inci asırda yaşadığımız şu dünyada yaratılan mahlûkatın ancak milyonda beşini bildiğimiz ehl-i tarafından bildirilirken, tanzim-i ilâhî olan fiziki zuhurat tecellilerini küll olarak kavramaktan âciz, nazar-ı ilâhîden yoksun “akıl” fiziküstü metayı, yaratanının ihsanını vahy-i ilâhîden nasibini almaya yaklaşmayan kul mânâ zuhuratlarını nereden ve nasıl bilecek?
  Îmanını, aklı ile müşterek vahy-i ilâhîden nasibini almak için iradesini sarf etmeyen kul, Allâh’ın varlığına emr-i ilâhî ile yükümlü kılındığına Peygamberinin Allâh’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik şerefi ile nasıl şereflenecek?
  Bu gerçekleri, Hazret-i Allâh’ın buyurularını hâlâ anlamadı ise her hâli ile yaratanına muhtaç beşer, âciz kul bildiği ve inandığı gerçekleri nasıl anlatsın? Demeyesin.. Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker,ilmî gücün ve bilgin nisbetinde hemcinsini kötülüklerden uzak, iyilik ve güzelliklere teşvik etmen îman hazzıdır.
  Âdem iken insanlığa giden yolun başlangıç basamakları olduğu gibi, insan olmaya namzet kula verilen rahmet zuhuruna vesile; mânâsı ise emr-i ilâhîdir, hafife alma, yaratılan nizam-ı âlemi.
  İlâhî hakîkatler akıldan kalbe değil, kalbden akıla doğru giderler. Allâh’ın varlığını hisseden kalbdir.
  Akıl ise yüzde yüz, Allâh’ın varlığını isbata muktedir olmadığı gibi, yüzde yüz inkâra da yeterli değildir.
  Bütün kâinat Allâh’ın ilim ve iradesinin tecellisidir. Bi-zatihi tecellisi değildir.
  Kâinat ilâhî bir feyizdir.
  Şerîat-i Muhammediyye’de vahdet-i vücud budur.
  Her varlık izâfi varlıktır; mutlak varlık değildir.
  Hiçbir şey varlık sahasında kendi başına ayakta duramaz.
  Hiçbir varlığa muhtaç olmayan yalnız Allâh’dır.
  Hayat vasfı taşısın taşımasın her varlık izâfi bir varlıktır. Allâh’tan gayrısı mutlak varlık değildir.
  Allâh’ın varlığı mutlak varlıkdır, izâfi değildir. Zaruridir, mümkün değildir.
  Mümkün = var olmakla yok olmak kutupları birbirine müsavidir.
  İzâfi = bağlı olduğu nesne ile değişir.
  Her varlık onun varlığından ibarettir. Aynaya vuran ışık kaynağı gibi. Aynadaki akis mecâzîdir ve iğretidir.
  Kâinatın bütün yüzleri iğretidir.
  Cenâb-ı hak mutlak varlıktır. Mâadâsı olan her şey bir görüş ve bir vehimdir
  Muhalefetün li’l-havadis Allâh’ın zati sıfatıdır. Yarattığı hiçbir şeye benzemez.
   El-evvelü Allah, el-âhirü Allah, ez-zâhirü Allah, el-batınü Allah (c.c.).
  Peygamberimiz Efendimiz de şöyle izah buyurdular:
  “Men kâne fî kalbihî Allah, fe-muînühû fi’d-dâreyni Allah (c.c.)”(Kimin kalbinde Allah varsa onun muini, yardımcısı Hazret-i Allâh’dır.)
  “Ve men kâne fî kalbihî gayrullâh, fe-hasmuhû fi’d-dâreyni Allah.”(Kimin kalbinde Allah yok ise onun hasmı Hazret-i Allâh’tır.)
  Allâh’ın varlığını ve sevgisini kalbinde hisseden kulun dünyadaki yaşantısının her yönünde varlığının meyvesi, zamanının güzellikleri olarak zuhuru açık görülür.
  Bilcümle insan olmaya namzet benî âdemin iradesi ile zuhur edeceği rahmet-i ilâhîye yaşantısında hiç görülemiyorsa o âdemin kalbinde Allah yok demektir.

Hazret-i Allâh’ı (C.C.) Kul Nasıl Bilmeli?

  Özet olarak; Kur’ân-ı Hakîm’de Ehl-i Sünnet vel Cemaat mezhebine ve meşrebine göre özetlenmiş Hazret-i Allâh’ın sıfatlarını Hazret-i Kur’ân’da bildirildiği veçhile tekrar yazmanın ihtiyaç ve elzem olduğu kanaatindeyim.
  Hazret-i Allâh’ın varlığı özet olarak:
  Vücudu ile mevcud, sıfatı ile muhit, esması ile zâhir, ef’ali ile malûm.
  Kelâm-ı Kadîm’den alınan, maturidi ve eş’ari mezhep imamlarının bildirileri Allâh’ın sıfatları zati, subuti, fiili olarak izah edilmiş. Bildirildiği gibi izaha çalışacağım. “Metafizik” ile ne ilgisi var? demeyesin.
  Yaratılan her şeyin cevher ve arazı, aslı “meta” değil mi?
  “Doğal” deyip, fazla önemsemediğimiz, yaşadığımız şu âlem maddesi ve mânâsı ile “meta” değil mi?
  Yaratılan kulun yaratanını bilmesi yaratılışın aslı olduğundan, yaratanının bildirdiği kadarı ile eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan Hazret-i Allâh’ın bildirdiği kadar kulun bilmesi “meta” değil mi?!..
  “Bilinmekliğimi diledim, yeryüzünde halifemi yaratacağım” ilâhî hitabına kul, “lâ ilâhe illâ Allah” der. Kelâm-ı tevhîdle, Allâh’ın iradesine bağlılığını kelâmla tasdik eder. “Müslüman” olur.

* * *

Şahadet-i Îmanın Aslı

  Hazret-i Kur’ân’da Allâh’ın bildirdiği îmanın şartlarına inanarak ve inancının samîmiyeti ve sadakati kadar yaşadığı nisbette rahmet-i ilâhîyenin ihsanı ile îman kalbine yerleşir. Âciz kul mü’min, ittika sahibi (müttaki), olur. Hâl ve ahvalinin ilâhî aşka dönüştüğü her icraatında görülür. Müşâhede zevki ile îmanın zirvesine, Allah ve resûlüne şahadetle varılır. Şahadet zevki, İhsan-ı İlâhî ile îmanlı kul, hu (O) esması ile şirkin barınacak yer bulamayacağı hazret-i insan olur.

* * *

Hz. Allâh’ın Sıfatları

  Kul Hz. Allâh’ın sıfatlarını kelâm olarak öğrenmeye çalışır. İkrar eder, müslüman olur ve fiili sıfatlarını gücü kadar zevki ile yaşar. Cevher ve arazın yaratanını bilir, müttaki, mü’min olur.
  Subuti sıfatları: İnsan olmaya namzet kişiye beş duyu olarak bahşedilmiştir. Mahlûkata verilenin fevkindedir hudutludur ufku vardır. Hz. Allâh’ın sıfatlarının ise ufku yoktur nâ-mütenahidir. Yaşayan ve bilen kişi müslimdir, ehl-i îmandır…
  Zati sıfatlarına gelince: yalnız ve yalnız zatına mahsustur. Yaratılan kul sıfatı ve vazifesi ne olur ise olsun, Hz. Allâh’ın zatına mahsus bu sıfatlarının ancak zevki lütfedilir ise zuhurat ve tecellilerinin bir nebze zevkini alır. Şahadet mertebesinde yaratanına âşık olur.
  Âmentünün mânâsı kulun icraatlarında, ibadet ve taatlarında görüldüğü gibi, kulluğunun nedeninde îmanını görmek mümkün olduğu gibi zevkini alması da mümkündür.
HAZRET-İ ALLÂH’IN ZATİ SIFATLARI
  VÜCUD: Var olmasıdır.
  KIDEM: Evveli olmamaktır.
  BEKA: Sonu olmamaktır
  VAHDANİYET: Tek olmasıdır.
  MUHALEFETÜN Lİ’L-HAVADİS: Yarattıklarından hiçbir şeye benzememesidir.
  KIYAM Bİ-NEFSİHİ: Mekâna ihtiyacı yoktur.
SÜBÛTİ SIFATLARI
  HAYAT: Diri olmasıdır. Diriliği ebedi ve ezelidir. Hiçbir kaynağa muhtaç değildir.
  İLİM: Her şeyi bilmesidir. Yegâne âlim odur. İlmin her dalı onun yedindedir.
  SEMİ: Her şeyi işitmesidir. İşitmesinde sınır yoktur.
  BASAR: Her şeyi görmesidir. Cümle yaratılmışların görgü ufku vardır, onun görüşünde ufuk yoktur.
  İRADE: İstediğini dilemesidir. Hiçbir yarattığına karşı sorumlu değildir.
  KUDRET: Her şeye gücü yetendir. Âlemde görülen güç Allâh’ın takdiri kadardır.
  KELÂM: Söylemesidir. Her zerrenin anlayacağı lisânı konuşur.
  TEKVİN: Her şeyi yaratan odur. Başka yaratıcı aramak şirktir.
  Fiili sıfatları ise her yerde mevcuttur.
  İHYA: Diriltmek.
  İMATE: Öldürmek.
  TAHLİK: Yaratmak.
  TERZİK: Rızıklandırmak
  Allâh’ın subuti sıfatlarından Benî âdeme bahşedilen bir zerreden başka nedir?
  Allâh’ın Fiili Sıfatları: yaşatan, öldüren, tekrar dirilten, rızıklandıran.
  Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, cümle âlem Hazret-i Allâh’ın ilim ve iradesinin, yani bilerek dilemesinin zuhurudur. Bi-zatihi değildir, izâfidir, mecâzîdir.
  Yaratılmış zerreden kürreye efdal-i mahlûk, şerefli mahlûk olan benî âdemde de zuhuru bariz görülen subuti ve gerek fiili sıfatlarının tenezzülen zuhuruna bakıp da benî âdeme –haşâ– Allah demeyesin. Sakın ha!. Nâ-ehlin cehlinden de emr-i ilâhîye ters düşen yaşantısından da uzak durasın. Bu yönlü yaşantıların şirkin kapısından ayrılamadığını iyi bilesin.
  Şu tüyleri dahi ürperten hitab-ı ilâhîye dikkat et:
  “Habibim, onlar için dua etme. Senin de duanı kabul etmem.” (Tevbe Sûresi, 75)
  Haşâ, Allah kul olmaz, kul Allah olmaz; Rab abd olmaz, abd Rab olmaz.
  Ehl-i hakîkat, mutasavvıfîn yaratanının lütf-i ihsanı kadar, izâfi olan, yeryüzünde fiili sıfatlarının emr-i ilâhîyi, asra uyumlu, haram olmayan, güzelliklere ters düşmeyen, tâbi olduğu peygamberinin getirdiği şerîatı, Hazret-i Allâh’ın cümle elçilerine ihsan ettiği tek din, Dîn-i İslâm üzere emredildiği veçhile yaşamaya, iradesini samîmiyetle icra etmeye çalışır.
  Sadık kul, muhib ve müttaki kul Allâh’dan başka ilâh kabul etmediği gibi, bir nebze kulun iradesine bahşedilmiş olan subûti sıfatlarının zevki ile yaşar. Zati sıfatlarının gerek âlem-i mânâda, gerekse eşyanın hakîkatinin bildirildiği kadar hayranlıkları ilâhî aşka dönüşür.
  Cümle yaratıklarda bariz görülüp aşk zannedilen mecâzî isteklerin ilâhî hâlin zuhurundan hiçbir zaman kulu terk ettiği görülmemiştir. Nefsi istekler kulun kemâlatına vesile kılınan ilâhî arzulara ters düşer gibi zuhur etse de ilâhî zuhurattır. Îman nurundan ihsan edilen kula yöneltilen hâl sualleri âdem iken insan olmak için halkedilen mânâ basamaklarıdır. İlâhî yardımlara vesilelerle “Ya İbadallahi Ağisna” (ey Allâh’ın kulları bize yardım ediniz) tertibine ve tanzimine sığınarak âciz kul, imtihan gibi görülen rahmet-i ilâhîyeye giden yolun basamaklarından çıkar, çıkar. Kulun ölçüsüne pek uymasa dahi nefsinin de hayrına, istenilen feragatin hâl cevapları, ilâhî aşkın âciz kulda zuhuruna vesile olur ki kul için “Fena Fillâh” (Allâh’da ifna olmak) diye ifade olunmuştur. Beka Billah, Kurbiyyet diye tasavvufi anlamda mânen yükseliş ve yakınlık derecelerinden bahsedilir. Bu makamlarda metafizik zuhuratların kelâm ve fiziki olayların etkisi ile kul âmentü’yü kabul eder. Âmentünün zevki ile nefsinin de ilâhî zuhurata intibakını görür. Yarattıklarına hayranlık duyar ve yaratan Hz. Allâh’a âşık olur. Gerçek aşk-ı ilâhî budur. Ruhlar âleminden ihsan edilmiş, âlem-i dünyada zuhuru görülen ilâhî aşk kulda görülse de yaşadığı asrın ilâhî ilmine muhtaçtır. Gerçek şahitlik mecazdan, mecazın aslına dönüşür. Bu yönlü bilimler, hayranlıklar kulda yaratanına şirk koşmadığı müddetçe kalıcıdır. “Mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır” hitabı, sadık ve muhib kullara bahşedilen, âlemde zuhuru açık görülen, emr-i ilâhînin bariz madde âlemine yansıması rahmet-i ilâhîyenin fiziki âlemde görülenin aslı Metafizik değil mi?
  Dikkat: Müslimin değil “mü’min”in kayıp malı. Âdemlikten terakki ederek insan olan, ittika sahibi, mü’min kulların mânevî rızıklarıdır. “Siz Allâh’ın rızkından yiyiniz” hitabını başka yönlü anlama. Hz. Allâh’ın zati sıfatlarını âciz beşere maletmeyesin. Şirkin çıkılması güç olan bataklığına düşersin.
  Siz mü’minin ferâsetinden kaçının, onlar Allâh’ın nuru ile bakarlar hitabını iyi anlayasın.

* * *

Âlem-i lâhûta pervâz eyleyen ehl-i safâ,
Değil İskender tâcı, taht-ı Süleymân istemez
.

* * *

  Dünya hayatı ve ötesinin zevki ile Hz. Allâh’a ve hak elçilerine şahit olmuş ehl-i îmanın, ehl-i aşkın dünya hayatının geçici zevklerine, yaratanını unutarak iltifatı ve o gafletini aşk-ı ilâhînin fevkinde görmesi ve yaşaması, îmanının mânâsına ters düştüğü gibi, aşk-ı ilâhîde de hiç mi hiç yeri yoktur. Fer’i olan tacın, tahtın dahi isteği nefsinde yeri olsa dahi mânâ ve ilâhî aşkı ile bağdaştıramadığı gibi, rahmet pazarına girmesi tertîb-i ilâhîye aykırı olur. Girse de barınacak yer bulamaz; yoktur ki bulsun. Mânâ dışında bocalamaya mahkûmdur.
  Şeyh Sadî Şîrâzî’nin müracaatını dinle:
  “Ya Rab! Senin ismin anılmadan aldığımız sattığımız her şey çürüktür.”
  Şunu hatırdan çıkarmayalım: Dünya hayatında gerek îmanlı gerekse îmansız, Rabbımızın cümle kullarına tahsis ettiği rızkı elde etmek, meşru yollardan verilen rızkı say’-i gayreti ile almaya mecbur kılınmıştır. Nizam-ı âlem böyle kurulmuştur. Emr-i ilâhîye uygun, bu türlü ayakta durmayı bil. Meyyit gibi başkalarının sırtına binme. Hayat öyle de geçer amma, emr-i ilâhîye ters düştüğü gibi, vakarsız bir hayatla insan olma vasfını kaybeder, sınıfta kalırsın. Emr-i ilâhî üzre elde edilen dünya serveti ehl-i aşka, ehl-i îmana daha lüzumludur, fakat ehl-i îmanın îmanını, ehl-i aşkın aşkını gerek dünyada gerekse ebedi hayatta rahatsız edecek yönde alınmış olmamalı.
  Gayr-i ihtiyârî kabul ettirilse dahi hikmeti, zatına malûm yaşadığı zamanla uyumlu umumun menfaatine uygun zuhurat-ı ilâhîyenin yalnız ehlinde mânâya dönüştüğünün görüldüğü gerçek değil mi?
  Peygamberimiz Efendimiz’in (s.t.a.v) bazı ahvalde mecburiyet hâsıl olduğu zaman zararı en az olanını tercih ettiği rivâyet olunur.
  Bu sualin cevabı ve izahı kişinin îmanı ve aşkı ölçüsünde yaratanına teslimiyettir. Bu teslimiyetin değer ve kadri maddeden öteye yol bulamayan, yalnız akılla noktalanmış felsefecinin çözeceği dava olmayıp, çözüm yeri ancak fiziküstü Metafiziktir. Kitaplarda ve suhuflarda mevcut, zamana göre yaşanacak, haram dışı güzellikleri kapsayan şerîattır. Her şahsın bilsin veya bilemesin gittiği yolun Arabça’da ismi tarîktir, cemi tarîkâttir.

* * *

Her ne kılmışsa adâlettir, cenâb-ı kibriyâ
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerim

* * *

  Eğer varsa elini vicdanına koy, tefekkür et. Hz. Allâh’ın yarattığı, halkettiği canlı ve cansız bir zerrede adâletsizlik görebiliyor musun? Şahsında âciz görüşünün ölçüsünün yanıltısından adâletsizlik gibi zannettiğin şeylerin ilâhî adâlet olduğunu göremiyor musun?!.. Göstermeden müslümanı götürmezler, acele etme!...
  Merak edersen ehl-i hâle sor da bildiği kadarını anlatsın.
  El-insaf, bitmesin mi yaratanına noksan sıfat yakıştırdığın zâfiyetli hayat?..
  Öyle ise bu abd-i âcizi dinle.
  İyi bil! Tekrar eline geçmeyecek geçirdiğin kıymetli zaman. Hiç olmaz ise kazancını bilemedinse ne kaybettin, kaybını bilesin. Yaşayacağın zamanı değerlendir. Afv u mağfiret deryasından nasibini al. Bekleme, kısmetin seni bekliyor. Kısmetlileri bekleyen, vazifeliyi bekletme.
  Vazifeli hani nerede? Diye, cahil nasibsize isteği üzere verilmiş hâl noksanlığına sen de ortak olma. Bilerek ve yaşayarak yemin ediyorum: Dünya “Nûr-ı Muhammedî’siz hiç olmadı, olmayacak da!…” Gayrı düşünmek Hz. Allâh’a noksan sıfat isnat etmektir, küfürdür.
  Nûr-ı Muhammedî îmanlı cümle kulları kapsayan cemî güzelliklere verilen isimdir. Îmanın zirvesi şahadet makamında olanlara mânevî hâldir.
  Peygamber efendilerimiz zincirinin son halakası, âhir zaman peygamberi Hazret-i Ahmet, Mustafa, Mahmut ismi ile taltif-i ilâhîye mazhar olan, başka peygamber gelmeyeceğini Hazret-i Allâh’ın bildirmesi ile peygamber efendilerimizin cümlesinde zuhuru bariz görülen vahy-i ilâhînin rahmet ve güzelliklerin cemî ismi Nûr-ı Muhammedî’nin son halakası “Muhammed” diye noktalandı..
  Cümle peygamber efendilerimiz ve vârislerinde, mü’min, müttaki, ittika sahiblerinde aynı mânânın nurunu görmek mümkün olduğu gibi; verâset taşıyan vazifelilerin vazifesinde de bu türlü rahmet-i ilâhî görülür; metafiziktir. Nûr-ı Muhammedî kıyamete kadar da her îmanlı kişide îmanları nisbetinde mutlak zuhur eder. O niyetle bakmayı bilen nasipliler hâl olarak zuhurat-ı ilâhîyeye ihsan edildiği nisbette aşinadırlar.
   Peygamber efendilerimizde Rabbımızın ihsanı rahmet-i ilâhîyenin tahsisi olan güzellikler hüsn-ü ahlâktır. Cemisi yol, sırat-ı müstakîmdir. Küll olarak Allah elçilerine verilmiştir vârislerine de îmanlarındaki samîmiyetleri kadar ihsan edilmiştir.
  Mensubundan muhib, sadık ve âşıkların nasibleri vârisü’n-Nebî, nedîm-i ilâhîler vesilesinde bu rahmetin sahiblerini bulana kadar emanetçidirler. Emanetler sahibine teslim edildiği zaman teslim eden de mahrum edilmez. “Emanetler sahibine verilmediği zaman siz kıyameti bekleyiniz” buyurdu Peygamber Efendimiz.
  Hz. Allâh’ın cemî kullarına ihsan eylediği rahmetlerin inkârı ise küfürdür. Dikkat et! Gençliğinde dahi yalan düzen bilmeyen, mânevî vazife verilen bu abd-i âciz ihtiyâra itimat et, zarar etmezsin!...
  Bu rahmet-i ilâhîyenin hâl ve hareketlerinde zuhuratı görülen bahtiyarlar için dinle, ne buyuruldu:
  “Siz onları gördüğünüz zaman Allâh’ı hatırlarsınız.”
  Bu tecelliyat-ı ilâhîye küll olarak “Metafizik’tir.”
  Yalnız fiziki zuhuratlardan başka zuhurat-ı ilâhîyeyi kabul edemeyen, maddeden gayrı var olana yeteri kadar inanamayan felsefeci, beş duyunun esiri materyalist: bu zümrelerde görülür ki Hz. Allâh’ın peygamber efendilerimizle ihsanı olan, benî âdeme tahsis edilen, nakle değil de bildiğimiz, çoğunu bilemediğimiz cümle mahlûkata derece derece, kısım kısım, dünyada hayatını maddede yürütebilecek türde verilmiş aklı ön plânda tutarlar da Allah elçileri vasıtası ile tebliğ edilen nakle iltifat edemezler. Tâbir caizse “akılcı din” ihdas ederler.
  Bu tür inanarak yaşayanları her devirde görmek mümkün. Bu türlü felsefecileri rehber kabul eder de fizikten öteye, Metafiziğe yolu olmayan bir düstur ki âdemlikten öteye, insan olmaya namzet ilâhî terakkiyatı kabul edemez.
  Bundan evvel yazdığım Metafizik’de hayli bahsetmiştim, yeri gelmiş iken hâlâ davalarını bitiremediğimiz, Türk milletinin iç yarası Sevr Anlaşmasına imza atanların başkanlığını yapan felsefecilerin reisi, feylesof Rızâ Beyefendiyi anmadan geçemeyeceğim. Hayatında esprileriyle akılcı dîni ne güzel anlatır:

* * *


HOCAM

Ömrümün neşesiz geçti baharı
Neyleyim baharı gülsüz olunca.
Bir tutsam gerektir yar-ı ağyarı
Gurbet illerinde öksüz olunca.

Bana sual sorma, cevap müşküldür
Her sırrı ben sana açamam hocam.
Hakk’ın hazinesi darı değildir
Cami avlusuna saçamam hocam.

Miracı anlatma, o değil hüner
Âşıkım badesiz pek başım döner
Özürüm var sade su içemem hocam
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam.

Feylesof Rızâ’yım, dinsiz anlama
Dini ben öğrettim kendi babama.
Her ipte oynadım, canbazım amma.
Sırat köprüsünden geçemem hocam.

* * *

  Gençliğimde ezberimde tuttuğum kadarı ile bu hicivin neyi hicvettiğini izaha lüzum var mı, bilmem?
  İşte felsefenin üst kâdemesinin nakille gelen emr-i ilâhîye îmanı ve fiziküstü “Meta”yı kabul edemeyen zihniyetteki kişilerin, akılcı, beş duyunun esiri materyalistlerin yolu…
  Tekrar ediyorum: felsefecilerin ekserisi Allâh’ın varlığını ilimlerinin nihâyetinde kabul ederler. Nakli kabul etmezler. Kabul etseler de, dîni meslek edindikleri için, nakli kabul etmiş gibi görünseler de, samimi oldukları zaman icraatlarında yeteri kadar kabul edemediklerini görürsün.
  Yunancadan alınma “Meta” fiziküstü hâldir, nakildir. Tamamı ile aklın ölçüsüne uymaz. Seçkin kişilerin aklının nakille uyum sağladığı görüle gelmiştir.
  Bundan evvel yazdığım Metafizik kitabında Aristotoles ve İbn-i Rüşt’ten bir nebze yazmıştım. Kısa özet olarak tekrarını lüzumlu görüyorum:

İbn-i Rüşd

  Milâdi 1200’lerde vefat ettiği bildirilen meşhur felsefecidir. Avrupa’nın da takdirini kazanmıştır. Avrupa’da Averroistler denilen bir grup, ilmî felsefeden öte gitmeyen, beş duyunun esiri ve mahkûmu olmuş düşünürleri İbn-i Rüşt felsefesini vahy-i ilâh-i gibi kabul ederler.
  Şerîat-i Muhammediyye’ye tâbi olduğu hâlde İbn-i Rüşt’e hayranlık duyan ulema mevcudu küçümsenmeyecek kadar çoktur.
  İbn-i Rüşt âlimdir. Zamanının, Kurtuba’da kadı’l-kudat (kadılar kadısı) denilen meşhur kadılarındandır.
  Aristoteles hayranlarındandır ve onun eserlerini şerh eden büyük felsefecidir. Felsefe feylesofudur.
  Felsefeyi Dîn-i İslâm’la bağdaştırmaya yegâne gayret göstermiş, her felsefecide görüldüğü gibi akılcılık yönü galebe çalmış, aldığı tedrisatın etkisinden kurtulamayıp aklın ötesi vahy-i ilâhîyi az da olsa her ne kadar metafizikten bahsetse de aldığı tedrisatın etkisi olsa gerek mânâya da yakınlığı fiziki zuhuratın üstündeki Metafizik zuhuratın garibidirler.
  İbn-i Rüşd’ün inancı rasyonelliğe dayanır. Rasyonellik akıl ile vahyi aynı ölçüde görmektir. Rasyonalizm ise vahye inanmamaktır.
  Pozitivizm gibi materyalizm ve hatta leninizm ve ateizm gibi insan tabîatına aykırı olan “izm”ler iflas etmiş, büyük darbe görmüştür.
  Örneği: Rusya. Buna benzer devletler tetkike değer.
  İbn-i Rüşt şu senteze varır:
  Akıl ile vahyin vardığı nokta aynıdır. Bunlar birbirinden ayrılmaz sütkardeştirler.
  Bu Allâh’ın fakiri, abd-i âcizde derim ki:
  Zamanın icaplarına göre emr-i ilâhîye uygun Şerîat-i Muhammediyye’yi, tasavvufi içtihat görmüş zamana yansıması, günâh-ı kebâire dışı güzelliklerini yaşamaya çalıştım, çalışıyorum.
  Bu yönlü itmi’nan-i kalb olan hâlimi, ilm-i kelâm üslubu ile derim ki: Hz. Allâh’ın verdiği, elçisi Resûlullah (s.a.v.)’in tebliğ eylediği, 1956 senesinden bugüne (2003) tarîk-ı Kâdirî ve Rufâî’den ihsan edilen kol Gâlibîlik verildi. Vazifeyi lütfeden Hz. Allâh’a âczimle hamdeder, niyaz ederim. Çekinmeden zamanın medeniyetine ve tekniğine uyumlu olma çabası Rabbıma sonsuz güvenle, âczimin idrakini müdrik, Hz. Allâh’ın zatına mahsus sıfatlarına sahip çıkan zavallılardan uzak olmanın gerçek tarîk-ı müstakîm olduğunun bilinci ile Rabbımın elçisi, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e verilen emr-i ilâhî olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın mânâ ve anlamının emr-i ilâhîye uygun yaşantısı ve mübârek kelâmları ile günâh-ı kebâire dışında, yirmi birinci asrın bilincine uyumlu, Rabbımın ihsanı, vârisü’n-Nebî, nedîm-i ilâhî vazifesini taşıyorum. Mesûliyetimi de müdrikim. âczimle Allâh’ıma sığınıyorum ve Âdem aleyhis-selâm’a, dolayısiyle vazifelendirdiği cümle kullarına sunulan ilâhî Metafizik” levha… “Biz Âdem’e eşyanın ismini öğrettik, ona hikmet verdik. Melâikeye sorduk, bilemedi. Âdem bildi…” Bu levhadan sesleniyorum…
  Aklı ve nakli karıştırmayasın. Evet, aynı kaynaktan süt içerler, doğru. Yaratan Ahad, yani zati sıfatı ile bir olduğu için başka kaynak yok.
  Akıl: “Âdem ve cümle yaratılan, bildiğimiz bilemediğimiz, yeteri kadar da bilemeyeceğimiz mahlûkatın cümlesine ihsan edilen cevherdir veya arazdır” tartışıladursun. Nakil, yani vahyi ilâhî ile gelen nakil benî âdem içindir. Âdemin insan olması, güzeli, çirkini, hayrına ve şerrine olacak olayları idrak edip iradesini kullanmasını bilmesi için nizam-ı âlemin aslını oluşturan, elçileri vasıtası ile zuhuru kesin görülerek yaşanan vahiy yolu ile gelen emr-i ilâhîyi ihlas ile yaşamaya azmetmek ve icrasındaki hikmet “Metafiziktir.”
  1999 senesinde basımı tamamlanan birinci Metafizik kitabını Allah rızâsı için inanan kardeşlerimin ilim dağarcığında bulunsun diye vakfımızın hediyesi olarak, yalnız anlayabilmesi yeterli olan kişileri, yolu ve düşüncesi ne olur ise olsun ayrı görmeden fi-sebilillah, bütün vakfımızın markasını taşıyan, yaşı 80’in üzerinde Galip Hasan Kuşcuoğlu’nun bilgisayarda yazdığı kitapları dağıttık ve dağıtıyoruz. Rabbım tesirini halketsin, âmin.
  İkinci Metafizik kitabını yazmak ihtiyacının mânâ zevkimde hazzını duyduğum gibi, o yöne iteklendiğimin maddî ve mânevî yaşantımda arzulu heyecanını yaşıyorum.

* * *

İkinci Kitaba Neden İhtiyaç Duyuldu?

  Evvelde bahsettiğim gibi, Hz. Allâh’ın varlığını peygamber efendilerimizin Allâh’ın elçileri olduğunu maddî ve mânevî hayatımda, düşüncelerimde ve günlük icraatlarımda acabâya yer olmadığını, şimdi daha iyi anladım, anlıyorum. Îmanın zıddına ayrılmış yer de bulamıyorum.
  Âczimin bildirildiği bu abd-i âcizin zuhurat-ı ilâhîye ile mânevî vazifeye lâyık görülen bu naçizin sahip olduğu gücünün görünümü, yaratanın zatını zikrettirmesi tazarru, niyaz, hatalarına istiğfar ve tövbe Rabbımızın kullarına bahşettiği in’am, ihsan ve sadakası değil mi?
  Haddi aşmayalım, Hz. Allâh’a mahsus olan yaratma gücünü âciz beşerde gösterme gafletine kapılmayalım. İyi bilelim ki.
  Cevheri ve arazı olmadan bir şeyi meydana getirmektir yaratmak.
  Cevher ve arazı, her ne kadar dünya hayatında karşılaştığımız olayları, basitmiş gibi algılıyor isek de onun da aslı şüphen olmasın “Metafizik”sel olaydır:
  Hiçbir şey kendi gücü ile oluşmamıştır.
  Güç ise Hz. Allâh’a mahsustur. Sakın naçiz şahsına maletmeye kalkışıp da yaratana karşı patavatsızlık yapmayasın.
  Verilen cüz’î irâdenle, cevher ve araz yok iken, hiçbir şeyi meydana getiremeyeceğini iyi bilmen lâzım.
  “Onun emri olmadan sinek dahi kanadını oynatamaz.”
  “Güç, her şeyi yoktan var eden bi-zatihi Hz. Allâh’a mahsusdur.”
  Yaratılışın nedeni, yaratılan benî âdem de dâhil cümle yaratıklardaki güç gibi zannedilen zuhuratlar yaratanın yarattığına verdiği az çok cüz’î irâde değil mi?
  Misal: Bir karıncanın kendi ağırlığının 75 katını taşıdığı söylenir. Söyler misin sen ağırlığının kaç katını taşıyorsun, ey benî âdem?!.. Verildiği kadar değil mi? Demek ki, vücud cesâmeti de birim ölçü değil. Bilinen herkesin ölçüsü, bilinemeyen, beşerin ölçemeyeceği, yaratanın yarattığı maddî ve mânevî Rabbımın ihsanı öyle güçler vardır ki onlara verilen mânevî vesile gücü beşerin iradesinin çok çok üstünde görsen de o gücün zuhur yeri hazret-i insan, gücün sahibi ise Hz. Allâh’dır. Vesileyi iyi bil, vesileyi sakın ilâhlaştırma!...
  “Kün (ol) emriyle oluşan âlem fe-yekün (hemen oluverir) emriyle yok olacak.”
  Bu gerçeklerde aklı barındıracak bir mekân bulabildin mi? Sırat-ı müstakîmde nakle tâbi yol göreceksin ki bilâ-kaydi şart akıl, aslı vahy-i ilâhî olan nakle uyacak, yeter ki vahy-i ilâhînin sebeb-i nüzulü Allah elçilerini madde ve mânâda rehber edinmeyi bilesin.

* * *

Her ne kılmış ise adâlettir Cenâb-ı Kibriya.
Her kazaya her belâya kıl rızâ Allah kerim.

* * *

  Allâh’ın halk ettiği hiçbir şeyde adâletsizlik bulamazsın.
  Bulacakmış gibi gülünç tavırlarınla sakın Allâh’a patavatsızlık yapmayasın. Her devirde her sahada maddî ve mânevî yollarda da zahmet çekmeden bulabilirsin bu ve buna benzer patavatsızları.
  Patavatsızlığın nasıl olduğunu merak eden hükümdar, patavatsızlığı ile isim yapmış Mehmed’i yemeğe davet etti. Mehmet edepli olmaya azami gayret gösteriyordu.
  Patavatsızlık tıynetinden başka sermayesi olmayan Mehmet patavatsızca hükümdara:
  —Padişahım sen zurna çalmayı bilir misin? Demez mi!..
  Her hâlde iyi zurna çaldığını anlatacak girişimini yapıyor zannetti padişah:
  —Bilmem, dedi.
  —Ben de bilmem, demez mi!.
  Padişah düşünedursun Mehmet gene sordu:
  —Padişahım baban zurna çalmayı bilir mi idi?
  —Bilmezdi.
  —Benim babam da bilmezdi…
  Hükümdar patavatsızlığın ne olduğunu ehlinden öğrenmişti.

* * *

Çok tel kırılır sine-yi kânun-i cihanda
Na-ehle mızrabı tasarruf verilince.

* * *

  Ehil olmayan kişiye yapamayacağı iş verilirse siz o işin kıyametini bekleyiniz.
  Nasreddin Hoca’ya büyük ve küçük kıyametin ne olduğunu sordular. Onların anlayacağı hâl-i lisânla cevap verdiler:
  —Hanım ölür ise küçük kıyamet, ben ölür isem büyük kıyamet demektir, dediler.
  Peygamberimiz Efendimiz’e sordular, “kıyamet ne zaman kopacak?” diye. Patavatsız Mehmet misali soran sahabeye Peygamberimiz Efendimiz üzülerek:
  Kıyamet için ne hazırladın? buyurdular.
  Önemsemediğin bir şeyi önemsemiş gibi tavır takınmak düzenbazlık değil mi? Sorduğun sualde samimi olsa idin hazırlıklı olurdun. Hazırladıkların da gizli olmaz az çok görünür idi.
  Zamanımızda da bazıları çıkıyor Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı fal, kehanet, herkesin anlayacağı çözülmesi mümkün şifre, ebced hesabı ile rakamları dile getirdiğinin iddiasıyla kitleleri inandırarak korkunç kazanç getiren kitap satışı elde ediyorlar.
  Bu gafletten ne zaman uyanacak kitleler?
  Bu yönlü zeki ve kurnaz ehl-i ticaret işine gelen âyet numaraları ile “şifre çözüyorum” edası ile icra-yı sanat eyleyen bu bilge kişiler görmediler mi, duymadılar mı ki 1924 senesinde Mısır’da Kelâm-ı Kadîm’in âyetleri ilk o zaman numaralanmıştı.”
  Bu düzenbazlara gerisini sen anlat.
  Hani bir zamanlar Ticani Tarikatının müritleri, kesin bilemiyorum, hangi tarihte idi- 1950–1960 arası bir tarihlerde idi, yanılmıyorsam “kıyamet kopacak” diye tarih vererek kehânette bulunmuşlardı. Bu bildiriyi bildiren ve bu kehânete inanan halk dağlara çıkmışlardı.
  Neden dağa? Elbet bir bildikleri vardır. Ben hâlâ çözmüş değilim. Her ne ise. Dedikleri gün geldi geçti. Kehânetleri boşa çıktı, elhamdülillah. Perişanlık çeken halk bu bilge kişilere edeple sordular, “niçin kıyamet kopmadı?” diye.
  Cevap hazır, gâyet sakin ve samimi:
  —Biz durdurduk! Dediler…
  “Padişahım sen zurna çalmayı bilir misin? İmza: Patavatsız Mehmet.”
  Şunu arzedeyim Ahmed-et-Ticani Hazretleri Allâh’ın evliyâsı Ticani Tarîk-ı hak tariktir.
  Kemal Pilavoğlu Efendi’nin hukuk tahsili olduğu söylenir. Kemal Efendi’nin İstanbul’da Ticani Tarikinde salâhiyetli bir zatla tanıştığı, intisap ettiği ve o zatın Kemal Efendi’yi hemen irşâda vazifeli kıldığı söylene gelmiştir.
  Böyle şeyh olur mu?
  Bu fakirin bildiği kadarı ile olur. Olur, amma buna benzer vazifelerin yalnız şeyh efendinin muhabbetiyle verilmesi makam tarafından kabul edilir. Yalnız şahsi muhabbeti ile hilâfet vermesi, hilâfet verdiği zatın ömrünün nihâyetine kadar işleyeceği suça ortak olmaktır. O zatın mânevî kazancından da nasiplidir, fakat ehl-i hakîkatin bu mesûliyeti üstlenmesi turuk-u aliyyede yadırganagelmiştir.
  Musa (a.s.) Hz. Allâh’a: Ya Rabbi, kardeşim Hârûn’u bana yardımcı verir misin? Diye, müracaatta bulundu.
  Bu gerçeği anlıyor musun?
  Şunu kesinlikle bilesin ki:
  Asla, peygamber efendilerimiz Hz. Allah (c.c.) emretmedikçe peygamberlik vazifesi veremezler. Hz. Allah (c.c.) emretmedikçe peygamber efendilerimizin vârislerinin de, vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî vazifesi ile vazifelendirmeye yetkileri yoktur.
  Gerek mânevî hayatımda, gerekse yakınlarımda zuhur eden tertîb-i ilâhîye Rabbım bu abd-i âcizi şahit kıldı. Ey hakîkat yolcusu, bu fakire inanır isen bu yolda zarar etmezsin!.
  Öyle bir zata intisap edenlerin samîmiyetleri nispetinde kişilere intisapdan sorulmaz. Amma gerçek bir mürşidi rehber edinmiş dervişin nâil olacağı rahmet-i ilâhîyeye erişmeleri düşünülemez. Fakat hayatı müddetince yaptığı mânevî hataların hesabı o şahsa sorulduğu gibi aynısı mesûliyetini bilerek üslendiği için o zata mânevî vazife veren gerçek olan şeyh efendiyi de aynen mesûl ve sorumlu kılmıştır Hz. Allah (c.c.)
  Bu gibi mânevî vazifenin mesûliyetini müdrik mutasavvıfînin kendi inisiyatifi ile halife tayin etmekten kesinlikle çekinmeleri, Hz. Allâh’ın zatına ihsan ettiği mânevî vazifeye sadakatının ifadesi değil mi?.
  Turuk-u aliyyenin silsile-yi meratibin bu yönlü kıyamete kadar devamı ihsan edildi. Aksini söyleyerek sırat-ı müstakîmi çarpıtmaya kalkışma.
  Yaratanın: Benî âdemin Hazret-i insan olması için cemî kullarına ihsan edilen iradesini, ilâhî gücün çizdiği elçisi ile benî âdeme duyurduğu dünya yaşantısı projesine Hz. Allah “sırat-ı müstakîm” buyurdu.
  İşte bu sıratı küll olarak, gerekse cüz’i mânâsını bozmaya, yok etmeye kimse güçlü kılınmadı.
  Hakîkat gafili olma. İradene bahşedilen müstakîm olan sıratı bozma.
  Emr-i ilâhîye uyum ve icraat gücü, cüz’î irâdene verildi. Sakın dünya yaşantını mânevî iflasa dönüşmüş hâle getirme.
  Onun için dünyaya “imtihan yeri” denildi. Gafil olma!.
  Bu tertîb-i ilâhînin şahidi olarak yazıyorum.
  Kayınpederim yedi tarikten izn-i icazeti olan Hacı Mustafa Anaç Efendi, geniş bir kitleyi kapsayan dergâhına halife verilmesini gece gündüz tazarru niyaz ettiği hâlde halife verilmediğinin hasreti ile âhirete yürüdü. Makamı cennet olsun.
  Veremez mi idi, başkalarının yaptıkları gibi?!.
  İşte bu gerçeği anlatmaya çalışıyorum. Sen de nefsine merhamet et, anlamaya çalış. Sırat-ı müstakîm üzere yürü ki hakîkat yolunda yürümenin zevkine eresin.
  “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” sırrını anlayasın.
  Hacı Mustafa Anaç Efendi mânevî vazifesini Şeyhi Hacı Ali Ahıskavi Hazretleri’nden aldı. Şeyh Hacı Ali Efendi’nin tebliği ve açık zuhurat emr-i ilâhînin tebliği kalabalık şahitler huzurunda olmuştu ve 6 tarikten izn-i icazeti kendisine takdim edilmişti.
  Hacı Ali Ahıskavi Ahıska muhacirlerindendi. Kendisi de Çorumlu Kara Şeyh namı ile anılır Hacı Bekir Baba olarak bilinen ve tanınan Kara Şeyh Efendiden izn-i icazet almıştı.
  Kara Şeyh Hacı Bekir Baba ise -Allah cümlesinin makamlarını cennet eylesin- mânevî vazifesi Mısır’da Tanta ve Nişabih’te Abdurrahîm-i Tantavi, Abdurrahîm-i Nişabihi Hazretleri’nin verdikleri izn-i icazetle, mânevîyatın açık tasdiki ile altı tarikten biat almaya ve ders vermeye yetkili kılındı. Detayları ile anlatacağım inşallah.
  Silsile-yi meratibi daha fazla açıklamayacağım. Çünkü zamanımız mânevîyatı istismara müsait olduğu gibi, menfaat-i dünya ehlinin mânevîyat adına sahte icazet yazmasındaki düzenbazlıklarının huzur-ı ilâhîdeki sorulacak hesabının mesûliyet ortağı olmak istemem. İleride icazeti daha geniş açmaya çalışacağım, Rabbım lütfeder ise inşallah.
  Tasavvuf, mânevîyatın yani fiziküstü metanın zuhurunun dünyada bariz maddî ve mânevî görünümünün zuhur mercii ve aşk-ı ilâhîden Hazret-i insan olmanın mânevî ilim kapısı.
  Tarik ise, kişinin kendi inisiyatifi ile gittiği yoldur. Yolların cemisi ise tarikattır.
  Yaratıcıya ister inansın veya inanmasın, benî âdemin iradesi ile her an değişen, sayamayacağı kadar çok yolları vardır.
  Hz. Allah insan olmaya uyumlu benî âdeme kâmil insan olma yollarını gösteriyor. Kitab-ı Kadim, bütün semâvî kitaplar ve suhuflar, gelmiş ve geçmiş cümle Peygamber Efendilerimiz, tâbilerinin yaşadığı zamanlarına ve yaşantılarına uyumlu emr-i ilâhî ile çelişmeyen yolu gösterdiler.
  Bu yolun ismi tarîk-ı müstakîmdir. Din ise tevhid dîni, İslâmiyet’tir.
  Gösterilen sırat-ı müstakîm üzere yaşamaya samîmiyetle uyum sağlayanlar yol ehl-i anlamına gelen ehl-i tarîk kelâmı ile taltif olundular. Kıyamete kadar ihsan edilen ilâhî rahmet devam edecektir. Şüphe edilmesin. Tertîb-i ilâhîdir. Beşerin tertibi değil… Acaba? diye mütereddid olduğun zaman yolun gerçeğini yeteri kadar anlayamazsın.
  Acabasız, samimi, ihlaslı olduğun zaman tertîb-i tanzim-i ilâhîye olduğunu anlar, yaşar, zevki ile hakîkatlerin mevcudiyetine şahid olursun.
  Ehl-i tarîkin bir ismine de, umumiyetle doğuda “tövbe kapısı” derler, öyle telaffuz edilir.
  Tövbe kapısı kapandığı zaman siz kıyameti bekleyiniz.” buyurdu Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)
  Gene buyurdular ki:
  “Ene medinetün Alî bâbuhâ” (ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır).
  Bu hadîs-i şerîf hasendir. Yaşıyor ve mânevî vazifemin ihsanı şahit olarak yazıyorum, elhamdülillah.
  Sakın bu abd-i âciz için yanlış düşüncelere kapılmayasın. Başkasından değil benden dinle.
  1950 senesinde, Şeyhim Kahramanmaraşlı Ali Sezai Kurtaran Efendi’nin halifesi, gene Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici Efendi’ye metafizik zuhuratlarla intisap ettim. Bu metafizik olayı yeri geldimi açmaya çalışacağım. Şeyhime intisabımdan 14 sene sonra yine metafizik açık zuhurat ve tecelliyat ile kayınpederim Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Efendi’den Tarîk-ı Kâdirî ve Rufâî’den şahitler huzurunda izn-i icazet verildi.
  Makamdan verilen bu vazife teberrük idi.
  Hz. Allah o dergâha başka halife vermedi. Kayınpeder Efendi postu boş bıraktı. “Rabbım dergâhıma sahip vermedin, postu dürdüm, gidiyorum” diye, üzülerek âhirete yürüdü. Makamı cennet olsun, Allah rahmet eylesin, âmin.
  Hz. Allâh’ın bu tertibini kabul edemeyen hakîkat fukaralarının işine gelmeyen bu tertîb-i ilâhîyi kendi çıkarlarına göre ayarlamak zor değildi. Çok dergâhlarda olan bu düzenbazlar kayınpederimin dergâhını da beşeri uydurmalardan mahrum etmediler. Allah hesabını elbet soracak.
  Bu mânevîyat hortumcuları maddede kaynatıyorlar gibi mânâyı da savuştururuz mu zannederler.
  Bilemeden icra-yı sanat edenleri Hz. Allah (c.c.) affetsin.
  Amelde mezhebim Hanefidir. İtikatta mezhebim ehl-i sünnet vel-cemaat, İmam-ı Maturudi. Meşrebim ise giriş kapım alevi, tarikim ise Kâdirî, Rufâî ve ikisinin birleşiminden verilen kol Gâlibîlik’tir.
  1956 senesinden şu ana kadar şerefle, mânevî vazifemi leke sürmeden sürdürmeden taşımaya çalışıyorum, Rabbım muhafaza eylesin, âmin ve selâmun ale’l-murselîn.
  Bu izahı evvelcede yapmıştım. Mevzu değişikti. Tekrarı rahmet olur inşallah.
  Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk -makamı cennet olsun- îmanlı silah ve kader birliği arkadaşları ile karar verdiler. Şöyle ki: Mecrasından saptırılmış, dejenere edilmiş, Türkiye’deki tarikatlar, dergâhlar, zaviyeler ve dolayısı ile şeyhlik, babalık, dedelik 15 sene için ağır ceza-i müeyyidelerle yasaklanmıştı. Müddeti kendi aralarında gizli tutuluyordu.
  Merhum İsmet İnönü bu gerçeği izah etmişti Sayın Bülent Ecevit ve arkadaşlarına.
  İsmet İnönü alınan bu tarihi kararı ifşa ederek “düzeldi ise açabilirsiniz” demiştir.
  (Radikal gazetesinin 28 Şubat 2001 Pazartesi günkü neşriyatından alınmıştır.)
  Orgeneral Kenan Evren Reis-i cumhur iken, kalabalık halk kitlesine ve milletine hitaben şu gerçeği Atatürk’ün Dîn-i İslâm ve îmanlı olduğunu duyurdu. Necip milletin inancı ile fütursuzca oynayan azınlık fakat hakîkatte kendi bilgilerinden başka bilgiyi kabul edemeyen ve Atatürk’ün Allâh’a âhir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v)’e hayranlığından habersiz, gafil ve göstermelik îman bezirgânlarının çağın gerisinde kalmış, hakîkat dışında, çarpıtılmış, içtihatsız, şer’î yaşantıları esas bu imiş gibi Dîn-i İslâm’ı çağ dışı gibi göstermeye yeltendiler. Metafizik yoksunu nakli yani vahy-i ilâhîyle gelen tertîb-i tanzim-i ilâhîyi kabul edemedikleri gibi, Atatürk’e “dinsiz” dediler. Kenan Evren Paşa, gerçeği bilen insan Atatürk’e dinsiz diyen dinsizdir diye milletine ilân etti. Fizikten öteye yol bulamayan, tarih boyu görülen akılcı din uydurdular. Hayli taraf edindiler. Materyalistler dolaylı yönlerden Atatürk’ün zamana uyumlu ictihâdî devrimlerini çarpık düşüncelerine hizmet ediliyormuşçasına göstermeye çalıştılar, çarpıttılar. Atatürk’ü hakîkatle uyumsuz, amma çarpıtılmış zihniyetlerine uyumlu göstererek, Atatürk’ün icraatlarının çok yönünü tasvip etmedikleri hâlde, menfaatleri icabı sahip çıktılar.
  Atatürk’ün dinsiz olmadığını bilen ve milletini her sahada muâsır milletler seviyesine çıkarması için asra uyumlu ictihâdîn lüzumunu ve hazzını benimsemiş hayranlarına selâm olsun diyor, kim? Atatürk’ün ıslaha vazifeli kılındığını diğer yazdığı kitaplarda da ifşa eden Hadimü’l-fukara, Kâdirî, Rüfai ve her ikisinin bugün zuhuru Gâlibî, mutasavvıfînden abd-i âciz, Seyyid Galip Hasan Kuşcuoğlu.
  Yukarıdaki bu ifşaatın inkârı, gerçeklerden çok uzak, beşere ihsan edilen beş duyu terazisinin hemen ölçemeyeceği, zamanla elbet kabul edeceği Metafizik olay, zuhurat-ı ilâhîye.
  Atatürk’ün yaşadığı zamanın meşâyihlerinden Nurullah Efendi’ye tekke ve zaviyeler hakkında gerçeğin izahı:
  —Efendi Hazretleri biliyorsunuz, lüzumuna binâen tekke ve zaviyeleri ben kapattım. Hz. Allah bana fırsat ve ömür verecek mi bilmiyorum, zamanı gelince gene bunları ben açacağım, buyurdular, kalabalık bir mecliste.
  Bu abd-i âcize “Atatürkçü şeyh” dediler. Yanılmıyorsam Milliyet gazetesinde.
  Bazı “profösör”ler böyle düşünenleri güya uyardılar. “İnanmayın, Atatürkçü şeyh olmaz” diye. Hakîkatten yoksun, ahkâm kestiler.
  Hazret-i Allah bu ve buna benzer kişilere hakîkatı gösterip emr-i ilâhîye îman ederek yaşamadıkça emanetini almasın, diye dua ederim.
  Medyada ATV’de Fatih Çekirge’nin tertip ettiği yayında şöyle diyordum:
  Kişinin Atatürk’ün umumu ilgilendiren çağa uyumlu öneri ve icraatlarını tasvip etmesi için dinsiz olması mı lâzım?
  Ben gerçek şeyh olarak Atatürk’ün zamana göre lüzumlu içtihatlarının geç dahi kalındığına inananlardanım. Eğer Osmanlı bu ve buna benzer içtihatları yapmış olsalardı millet ve devlet olarak bugünkü maddî ve mânevî perişanlığa düşmeyecektik. Hz. Allah (c.c.) bugünümüzü aratmasın, diye yaratıcımıza âczimizi itiraf ediyor, îmanlı kitlelere ve milletlere asra uyumlu yaşam, emr-i ilâhîye uygun, tâbi olduğu Peygamberimizin şerîatına sadık ve muhib, sırat-ı müstakîm üzere yaşamak nasip eylesin.
  Âmin ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’lâlemîn.
  Atatürk’ün vefatından 15 gün önce zamanın başvekili ve hariciye vekili vasıtası ile Muhammedilere verdiği mesaj ve bilcümle insanların asra uyumlu dünya yaşantılarına yön veren örnek uyarı:
   Ölümünden 15 gün önce kendine geldiği zaman Muhammedilere, dolayısı ile dünya Müslümanlarına şu mesajı vermiştir:
  “Bütün dünyanın müslümanları, Hz. Allâh’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkına bilirler.” (Mustafa Kemal Atatürk)
  Bu mesajın başbakan ve dışişleri bakanı vasıtası ile dünyaya açıklanmasını emretti. Maalesef açıklanamadı.
  (Prof. Dr. Hanif Faruk, Atatürk Urduca Yayınlarında, A.Ü. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1979, s. 102.)
  Atatürk’e “dinsiz” diyen ibadet ve taat ehli! Allâh’tan hicap etmiyor, Resûlunden de utanmıyor musun?!.
  Dinsizliği bilmeden meslek edinmiş. Yaratanından habersiz yaşantısı ve güya uyarısı ile hakîkat dışı yaşantısının etkisi ile Atatürk’ü de kendi inancında göstermeye çalışıyorsun. Huzur-ı ilâhîde bunun hesabı sorulmaz mı zannediyorsun?. Heyhât!.... İnananlara zulmeden ateist vatandaşım, yolu bozuk hemşehrim! Yol yakın iken kendine gel. Bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir. Uyan gaflet uykusundan!.
  Bu hastalığın tek ilâcı var, onu kullan. İlaç “Metafizik”tir.
  Kullanım reçetesini ehlinden al.
  Her kişinin dünya hayatında yaşadığı, yaşadığını bildiği veya bilemediği fiziküstü meta olay vardır. Çok kişi hayrette kalır. Fakat hemen zuhurunda anlamsız gibi görünse de âhiri hikmettir.
  Zamanı ve çözümü Hz. Allâh’ın yed-i kudretindedir.
  Bilemez ki o Metafizik zuhuratın Hz. Allâh’ın o kuluna imtihan yeri olan dünyada iltiması kulun îman yönünde ferahlatılması olduğunu.
  Allâhu âlem, ezel-i ervâhta eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan yaratanına acabâsız “Belî” diyen bahtiyarların dünya hayatına akseden istisnai lütf-i ilâhîdir.
  Metafizik zuhuratlara “ilm-i ledünnî”dir de diyebilirsin.
  Hazret-i Kur’ân’da izah edilen Musa aleyhis-selâm ile Hıdır-İlyas aleyhis-selâm kıssası aklın ve mantığın kabul edemediği ul’ul azm peygamberine dahi itiraz ettirdiği olay ledünni = meta değil mi?
  Hz. Allâh’ın kıyamete kadar örnek Ledünni İlminin suali ve cevabı İnd-i İlâhîden ihsan edilmiyor mu, edilmedi mi?...
  Allâh’ın fakiri olan kul âciz. Allâh’ın ilmî zuhurunda âciz olduğunu Allâh’ın gücü ve ayrıca ilm-i ilâhînin fakiri olduğunu bildirildiği an bilmesi, âciz kulun kemâlatı değil mi?
  Rabbıma hamd ederek, âczimi itirafla, dergâh-ı ilâhîye boynu bükük anlatmaya çalışacağım hayatımdaki “metafizik” olayları, kul yaratanını iyi anlasın diye.
  Yalnız fiziki zuhuratların ve aklın gücü gerçeklerde yeterli olamıyor.
  Bu türlü ilim sahiplerinin alıcısı çok olsa da Hz. Allâh’ı bir bilip, peygamberleri vasıtası ile ihsan ettiği vahy-i ilâhîye yeteri kadar inanamadıkları ve uyamadıkları tarih boyu görülegelmiştir.
  Bu yönlü zâhiri ilimden gayrıyı kabul etmeyen, edemeyen kişilere akılcı din, beş duyunun esiri, materyalist denilmiştir.
  Hakîkatleri, fiziküstü metafizik ve ilm-i ledünni ve vahy-i ilâhîyi kabul ediyormuş gibi dinleseler de icraatın seyrine dahi tahammülleri yoktur.
  Bu yönlü ilim sahipleri felsefeci ve feylesoflardır.
  Hz. Allâh’ın “Bana din mi öğretiyorsunuz?” dediği Allahu âlem bu kimselerdir.
  İçlerinde Arapça bilen, hatta tefsir yazanlar dahi vardır!.
  Eşyanın felsefesi yapılır, mânânın felsefesi olmaz.
  “Mananın felsefesi tasavvuftur” diyenler de hata etmişlerdir.
  Çünkü tasavvuf kâl değil, hâldir. Laf değil, yaşamaktır. Felsefe hiç değildir.
  Bildiğim kadarı ile yaşadığımı, yaşantımdaki özel tecelli tasavvufu, meta zuhuratları, yazdığım kitaplarda anlatmaya âczim nisbetinde özen gösteriyorum.
  Maksadım -hâşâ- varlık göstermek değil.. Zira var olan, eşi, benzeri, ortağı ve şirketi olmayan bi-zatihi Hz. Allâh’tır.
  Yaratanın yaratılana vermediği, yalnız zatına mahsus olan varlığın âciz beşerde idraki mümkün görülenin zerresi dahi, zatına mahsus olan varlığı, ufku hudutlu, beş duyudan öteyi görmekten yoksun, kudret-i ilâhî karşısında âciz beşere maletmek cüreti ve gafletinden ve bu bilgisiz sahtekârların varlık gösterileri ile sırat-ı müstakîm zıddı tariklerinden Rabbıma sığınırım.
  Evvelce yazmaya çalıştığım Metafizik kitabında şahsımda zuhuru görülen, îmanımı katmerleyen olayları tekrar yazmayı lüzumlu ve hemcinsim için faide mülâhaza ediyorum.

* * *

Sadık Kulun Sadakatine Zamanı Durdurdu Hz. Allah (C.C.)

  Sene 1957 idi. Allâhu âlem 46 sene oldu. Aklımla mantığımla hâlâ çözemedim, çözülemez de. Lütfen dinle. Zamanı durdurdu. Zaman içinde zaman halkeder Hz. Allah, demekle yetiniyor benî âdem. Bu kelâmın bu istisnai tecelliyatı izaha yeterli olamadığını anlatmaya çalışacağım. Fiziküstü “Metafizik” olay:
  Dışişleri Bakanlığından kapalı zarf üsulü ile aldığım, teslim müddetini de taahhüt edindiğim işlerin bitimine yakın bir gündü. Akşam namazı yakındı. Namaza Ankara Cebeci yakınında tarihi cami Hacı Musa Camisine gelmemi şeyhim Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici Efendim vazife olarak tebliğ etmişti. Namazdan sonra bir yere yemek ve sohbet için davetli imişiz. Gidilecek yeri bilmiyordum, amma belirli cemaatle gidecektik.
  Akşam vaktini sabırsızlıkla bekliyordum. Biliyordum, benim yürüyüşümle kaç dakika süreceğini. Atölyem Hacıdoğan Mahallesinde Denizciler cad. Börekçi Pasajının yanında, aşağıya inen merdiven bitiminden hemen sonra sağ tarafta idi
  Bu davete icabet etmem benim için şeyhimin arzusu olduğu kadar, benim de emirlere icabet etmem biatım, sırat-ı müstakîm olduğundan şüphem olmayan, yoluma sonsuz hürmetim, Hz. Allâh’ın bi-zatihi gösterdiği Efendime saygımla, hürmetim ve hizmetim idi.
  Gitme vaktim yaklaşmış, hazırlanmış dışarı çıkmak üzere idim ki, Dışişleri Bakanlığı levazım müdürü, muhasebe müdürü, satın almada bulunan mesûl amir ve memurlar “işleri yerinde görelim ve hocanın kahvesini içelim, dedik” diye “geldik” dediler.
  Elbet işleri yerinde görmek tâbii hakları idi.
  Amma benim mutlaka camiye yetişmem, Efendimin emrini yerine getirmem lâzımdı. O emir ki şahsıma yapılan mânevî ahvalde sadakat imtihanı, şeyhim efendim bilsin, velev ki bilemesin, verilen ilâhî vazife, müntesiplerinin imtihan vesilesi, tanzim ve rahmet-i ilâhîyenin zuhur mercii. Rabbımın ihsanı ile bu türlü ve buna benzer sadakatimi senelerdir hiç aksatmamıştım.
  Kahvelerini çaylarını hemen getirttim. İş üzerindeki yeterli izahı yaptım, ama kahvelerini çabuk içmeleri için iş icabı değil, insanlık icabı gözlerine ve ağızlarına bakıyordum. Onlar da ağır ağır, soğutarak içiyorlardı. Komşu camilerden ezan sesleri geliyordu. Ben âciz Rabbıma yakarıyordum, “bu işi ancak zatın düzeltir” diye.
  Cemaata yetişmem imkânsız görünüyordu.
  Sakın demeyesin: Ne olurdu bu davete gitmez isen, kıyamet mi kopardı?
  O mânevî hâlimi lisânen ne ben anlatabilirim, ne de sen mübârek kardeşim anlamaya henüz mânâ yapın ve düşüncelerin bilmem müsait mi?
  Hz. Allah cümle kullarını bu ve buna benzer duygu ve düşüncelerle ihyâ eylesin. Tertîb ve tanzim kıldığı mânâ âleminin mahrumu eylemesin, âmin.
  Karamsar olamazdım. Hiçbir hâdisede Rabbım âciz kulunu mahrum ve mahcup etmemişti, etmeyecek de. Rahmet-i ilâhîyeye dönük duygu gerçeğinin ümidi bu abd-i âcizin madde ve mânâ yönüme hayat veriyor. Vahy-i ilâhî ile gelen tertîb-i tanzim-i ilâhî olan îmanımın noksansız muhafazası için, benzeri olmayan Rabbımın sonsuz merhametine sığınırım.
  Yolumun sırat-ı müstakîm üzere olduğuna olan bilgim ve görgüm isbatlı ve şahitlidir. Elhamdülillah.
  Düşünüyordum, cami kapansa da, yakın kahvelerde cami cemaatinden bir kişi bulur isem davete nereye gidileceğini öğrenirim. Düşüncem telâşımı hafifletiyordu.
  Nihâyet kalktılar, “vakit geç oldu, müsâade” diye. Misafirler çıkar çıkmaz gerilmiş yaydan fırlayan ok gibi fırladım. Aklın ve mantığın kabul edemeyeceği, mânâya olan sadakatimin tecellisi ki aşk-ı ilâhî ile Hacı Musa Camiine yaklaştım. Hayret, caminin kapısı açık kalmış sevindim!.
  Ayrıca hayret ettim: Caminin kapısı neden açık bırakılmıştı? düşüncesi ile kapıya yaklaştım. Ezan-ı Muhammedi okunuyordu. Şok olmuştum. Acaba bir hâdise mi olmuştu?.
  Merak ve ürkek tavırlarla camiye girdim. Cemaat tamam ve sakin. Hiçbir şey olmamışcasına sakin idiler.
  Müezzin Müslüm Efendi kamet getirdi. Kurrâ imam Hacı Mustafa Efendi akşam namazının farzını kıldırdı.
  O zamanın Diyanet İşleri Başkanı -makamı cennet olsun- Ahmet Hamdi Akseki Hazretleri. Her cuma namazını Hacı Musa Camiinde hoca efendinin arkasında kılardı. Hoca efendi kurrâ hafızdı. Kur’ân-ı Kerîm’i galatsız okurdu.
  Farz namazından sonra münferit namazın sünnetini kıldık. Tesbihatı ve topluca duamızı yaptık. Cemaat dağılmaya başladı. Hayret!. Kimsede bir hâdise olmuş telâş hâli yoktu.
  Ben Müezzin Müslüm Efendiye telâşla sordum:
  —Hayırdır inşallah, niçin ezanı geç okudun, namazı geç kıldık, bir hâdise mi oldu? diye.
  Demez mi ki:
  —İki dakika erken okudum ezanı. Hocamın davetine gideceğiz, diye. Başlayış erkendir bitiş vakittir.
  Bu metafizik zuhuratın şokunu hâlâ üzerimden atamadım.
  Zaman içinde zaman halkeder Hazret-i Allah.”
  Tasavvufi inancım bu zuhurat-ı ilâhîyeye uygun olduğu hâlde şöyle derim:
  Bu abd-i âcizin izahını ancak ehlinin anlayacağı gerçek. Her ne sebebten anlayamamaları normal gibi akıl ölçüsüne sığmaz ise de akıl ölçüsünü kullanacağın yer mânâ ve vahy-i ilâhî karşıtı değil.
  Madde âleminde görüp beşerin müşâhedesine verilen fizik hâlinden öteye bilincini kullan lütfen.
  Nakil terazisine uzak durma ki aklı da naklin içinde göresin. Naklin yanında akıl Celâlettin-i Rumi Hazretleri’nin bildirdiği gibi: “Naklin yanında akıl, çamur balçığa saplanmış eşek misalidir” der.
  Yalnız ve yalnız akıldan öteyi kabul edemeyenlere “beş duyunun esiri materyalist” derler. Bu düşünce sahiplerinin emr-i ilâhî olan vahye, peygamber efendilerimizin dünya hayatındaki yaşantılarına ve mübârek sözlerine akıl ölçüsüne uymadı ise iltifat edemedikleri aşikârdır.
  Bu toplumlar müslümandırlar. Amma Hz. Allâh’ın bildirdiği mü’min müttaki, ittika sahibi değillerdir.
  İşte âyet-i celîle:
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Bedevîler dediler ki “îman ettik.” De ki: “siz îman etmediniz, ama “müslüman olduk” deyin. Îman henüz kalplerinize yerleşmedi. Şâyet Allâh’a ve peygamberlerine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat Sûresi, 14)
  Hz. Allâh’a olan mânâ zevkimi çok zaman inancımın geniş basamaklarından müşâhede ettiğim Hz. Ali (kerremallâhu vechehû)… Gaza anında. İkindi namazının vakti geçiyordu. Güneş batmak üzere idi. Hz. Allâh’ın “Aslanımhitabına lâyık gördüğü müstesna insan üzüldü diye Hz. Allah güneşi durdurdu. O zamanda yaşayanların şahit olduğu vakıadır.
  Gavsü’l-A’zam Seyyid Abdulkadir Geylâni Hazretleri’nin kendisine varlık getiren ahçısına: “Sen hele helvanı karıştıra dur” hitabında bulunduğu gibi… Hz. Allâh’ın mânâda yaşattığı uzun bir hayatı, kişinin dünya zamanının bir zerresine sığdırıp, âciz kulun maddî ve mânevî iki hayatında da sahibi kılması ender de olsa Allâh’ın emrine samimi olan kullarının dünya hayatında görülen mânevî zuhurat. İstisna-i mânâ tecellisi Ve hüve âlâ küllî şey’in kadîr (O her şeylere Kadirdir.)
  Ne yazık ki Hz. Allâh’ın cemî kullarına bi-zatihi bahşettiği Dîn-i İslâm’ı öğretmeye kalkışacak kadar ahmakça bir fanatizmin peşinde koşan ideolojik İslâm savunucularının aklını iyi kullanmaları gereklidir.
  Zaman yalnızca duygusallık ve akılsızlık değil, bilgi, sabır ve idrak zamanıdır.
  Günâh-ı kebâir dışında güzellikleri görebilme, bulabilme ve güzellikleri hayata mal edip yaşayabilme zamanıdır.
  O zaman bu yönlü yaşamın ismi İslâmiyet’tir.
  İslâmiyet ise bir toplumun tekelinde olmayıp umuma şamildir.
  Hz. Allâh’ın tevhid dînine verdiği isim “İslâmiyet”tir.
  Bilcümle peygamber efendilerimiz Dîn-i İslâm üzere gönderildiler. Tâbi olanların da cümlesi “Müslüman”dır. Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirisi budur.
  İslâm’ın şartı yoktur. Hz. Allâh’ın varlığını lisânen söylemesi beşer için yeterlidir. Artı ve gayrı ölçü Hz. Allâh’a mahsustur.
  Îmanın şartı vardır. Îman ehlinde zuhuru görülecek emr-i ilâhîye uygun görünüm sergileyen kuluna Hz. Allah “Müttaki, ittika sahibi ve mü’min” sıfatları taşıyan kullarını Hazret-i Kur’ân’ın ilk âyeti Sure-i Bakara’da tarif buyurmuşlardır:
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Kendisinde hiç bir şekilde şüphe olmayan o kitap. Müttakiler için bir hidâyet kaynağı ve yol göstericidir.”
  “O müttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan tasadduk ederler.”
  “Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitab ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler.”
  “Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.” (Bakara Sûresi, 2-5)
  Hz. Allah insan olmaya müsait, mânâya kapısını açmış, kabiliyetli kullarına anlayacağı dilden ihsanı ile bildiriyor.
  Anlamaya müsait kulun sadrını, kulun samîmiyetli, emr-i ilâhîye uyumlu yolunu, erbab-ı zikrin hâline intibak ettiği nispette hakîkatlerin akıştığı Nazargâh-ı İlâhî olan sadık kul, kalbinin mânâ yönüne yönelik hislerinde ve yaşantısında, muamelâtında emr-i ilâhîye uyumlu icraatının maddede zuhurunu görür de dünyada da itminan-ı kalbe sahip olur. Kemâlatlı îmanının sesini baş kulağı da aşk-ı ilâhînin zuhurundan hak âşıklarına müjde çığlıklarının dışa yansıyan îman şahadeti Ene razi, ente razi (ben ondan razı, o da benden razı) diyenleri örnek alır ve gittiği yollarını yaşadığı zamana göre mânâya sadık kalarak değerlendirir.
  Hz. insana Allah için hürmet et. Yürüdükleri yolları sen de yol edin. Aynı yolda sen de yürümeye çalış ve azimli ol ki, bugünün şartlarına uygun, mânevî rızıktan nasibini alasın.
  Beyinden kalbe doğru olan akımın akışı, umuma mahsus fiziki olay. Kalpten beyine olan akışın Metafizik olduğunu gizlemek mümkün değildir.
  Bu akışın akımından akıl da hâl yolu ile yaratanını tanıyor. Tanımanın zevki ile âmentünün mânâsını küll olarak yaşamanın hazzı mânevî ve maddî hayatında ve muamelâtında, sözünde, sohbetinde aşikâr oluyor.

* * *

  “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.”

* * *

  Mü’min ve müttaki sıfatına bürünen akıl ile nakil ilmî ve görüşü birleşti mi sırat-ı müstakîmin terazisinde tartılmış olur ve hakîkatin mehengi olduğunun zevkine erilir.
  Avamın aklı belirli şahsiyetlerin aklı gibi değildir.
  Akıl ilâ-nihaye işlenmeye ve işletilmeye muhtaç bir arazdır veya cevherdir.
  İlâhî terbiye görmemiş aklın düşünce ve icraatını nefsanîyet ve hayvaniyetin ötesinde mânevî mecrada görmek mümkün değildir. Zirâ bulunabileceği mahâl bedii ve hayvani hazların iskân mahalleridir.
  Hakîkatta bütün âlem metafizik olaydır.
  Zaman geçtikçe benî âdemin mânâdan soyutlanıp maddeye kayması bedii zevk ve düşüncelerine daha cazip gelmiş.
  Hz. Allâh’ın bilinmesinin, tanınmasının isteği ile yaratılan, yeryüzünde Allâh’ın halifesi olmak şerefi ile şereflenen hazret-i insan…
  Toplumların cemaat olarak sırat-ı müstakîmin dışına çıktığı zaman kullarını uyarıcı Allah elçilerini, peygamber efendilerimizi tekrar tekrar tarih boyu gönderdiği… Adedi zatına malûm. Gerçekler bu değil mi?
  Peygamber efendilerimizi “birini birinden ayrı görmeyin” hitabı emr-i ilâhî değil mi?.
  Âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.)’den başka peygamber gelmeyecek, buyruğu hitab-ı ilâhî değil mi?.
  Bu ve buna benzer emr-i ilâhîlere sakın muhalefet etmeyesin.
  Hz. Allâh’ın ihsanı, dünya hayatımın çok yönünde, zuhurunu mânâ zevkiyle müşahade hazzına erip her kulda olur zannı ile ifşasını lüzumsuz zannettiğim, çocukluğumdan bu yana yaşadığım metafizik zuhuratlar ve tecellilerin şahsıma mahsus zuhurunun mühimlerini anlatmam yasaklanmadığına göre, bazılarını yazmakta sakınca görmüyorum.
  Abd-i âciz rahmet-i ilâhîye olan hayatımdaki metafizik zuhuratı yazarak ifşa etmekliğim yasaklanmadığına göre neden yazmayayım? Çocukluğumdaki metafizik zuhuratları okuyanları sıkmamak için yeri geldikçe anlatmaya çalışacağım.
  Hz. Allah bu abd-i âcizine ihsan ettiği gibi cümle kullarına da ihsan eylesin, âmin.

* * *

Deveyi Götüren Nerede?

  Hz. Allâh’ın varlığından habersiz düşünmek dahi hayalinden geçmeyen kervan sahibi, kervanı çöktürerek bir nebze mola vermiş. Kervanı kaldırdığı zaman devenin bir tânesinin kalkmadığını görmüş. Deve çöktüğü yerde ölmüş. Gâyet normal.
  Yaratılan her şeyin sonu var. Bâki olan yalnız Hz. Allâh’tır.”
  Deveciye rahmet-i ilâhîye devenin ölümünü irşâd kapısının girişi olarak ihsan etmişti Hz. Allah (c.c.).
  “İşte deve. Yük de sırtında. Deveyi götüren nerede?.” diyor ve yana yakıla arıyordu. Deveyi götüreni buldu deveci.
  “Be hey deveci! Deveni öldürmeden bulsa idin götüreni, deven ölmese idi daha iyi olmaz mı idi?”
  “Elestü bi-rabbiküm(Ben sizin Rabbınız değil miyim?) Hitabına “belî (Evet, Rabbımızsın) diyenlerdendin.
   Dünyada gaflet bataklığından çıkamadın. Beli demene deveyi kurban ettiler de, küfür bataklığından ihtiyârınla çıkardılar seni.
  Dikkat edersen sadık ve samimi kulların hayatında bu ve buna benzer olaylar çoktur.
  Ruha hitab eden nağmelerden haz duyanın maddesinde kıpırdama gibi görünen ritme uyumun mânâsını tamamı ile teslimiyetini görürsün.
  Nur-u aynım! Peygamber Efendimiz’in “ikinci şeyh Sadî Şîrâzî” diye mânâ defterine yazdırdığı bu abd-i âciz, mânâ-adaşım cümle mânâ ehlini ikaz ettiler “musikiden anlamayan duygusuza sakın öğüt verme diye kuyumcunun mehenk taşı misali ölçü.

* * *

Şeyhim Efendime Biatım

  Yanılmıyorsam sene 1949. Ankara Hacıdoğan Mahallesi Pala Sokak, no: 29’da mobilya atölyem var. Atölyemin üst katında oturuyorum. Kiracıyım.
  Hz. Allah bu abd-i âcizi Ankara’da başka yer yokmuşçasına neden orada iskân ettirdi? Yeri geldikçe bu metafizik olayı izah edeceğim inşallah.

* * *

Her ne kılmış ise adâlettir, Cenâb-ı Kibriya
Her kazaya her belâya kıl rızâ, Allah Kerim.

* * *

  1941’de asker oldum. Kursa gittim, piyade çavuşu oldum. Çavuş kursunu birincilikle bitirdim. Tekrar ordumun emri ile Trabzon Tümen Muhabere bölüğünde kalede 7 ay muhabere kursu gördüm. 172’inci alay 1’inci Tabur Muhabere Kıt’a komutanlığına atandım. 4 onbaşı 24 er 4 metrekareden ibaret ayrı koğuşta bulunuyorduk.
  Teftiş vermiştik. Komutanlarımın beğenisini kazanmıştım. Resmi emirle münhal bulunan alay muhabere takımına komutan vekili olarak atandım. Gümüşhane’de idi alay muhabere takımı. Takımda benden kıdemli hayli çavuşlar vardı. Ben onların başına komutan olarak vazifeli idim. Binek hayvanım da vardı. 1945’de Alman harbi bitti, terhis oldum.
  Cennet-mekân anam aşılamıştı vatan sevgisini. Muhammedciğin kutsallığını, değerini. Gözlerinin yaşararak özlemini gizleyemediği emir tarzında ricası: “Oğlum, benim için nöbet tut, fırsat buldukça” diyordu.
  22 yaşında Ahmet ağabeyimi veremden kaybetmiştik. Çaresi yoktu o zamanlar. Askerlik muayenesinde koluna çürük damgasını vurmuşlardı. O günkü ailemin perişanlığını hiç unutamam.
  Tek erkek evlatları ben kalmıştım. Zayıftım. “Bu da ölmesin” diye neler yapılmıyordu ki...
  Anamın Hz. Allâh’a yaptığı yüksek sesle ve gözyaşları ile müracaatına şahit olmuştum.
  Benim dinlediğimden habersiz konuşuyordu. Hz. Allâh’la:
  —Ya Rabbi! Bu oğlumu güçlü kıl. Uzun ömürlü eyle. Askere elimle hazırlayayım. Hiç üzülmeyeceğim” diye sanki anlaşma yaptı.
  Ve vaadinde durdu. 4 sene askerlik yapan oğlu için üzülmemiş gibi dursa da, ikinci anlaşmaya girdi ve dedi ki:
  Ya Rabbi! Oğlumu gönder, bir gün göreyim (anam deveyi götüreni biliyordu.)
  Öyle oldu: Anam’la bir gün görüşebildik. Neresinden bakar isen bak metafizik zuhurat.
  Hubbu’l-vatan mine’l-îman. Vatanı olmayanın îmanında noksanlık vardır, hadisini çok söylerdi Anam. Zamanına uygun kültürlü kadındı. İbareyi iyi okur ve yazardı.
   Yeri geldikçe Anamın meziyetlerini günümüze ibret olsun diye anlatacağım.
  Bugünkü ve gelecek neslin bu türlü ahlâk-ı hamideye çok ihtiyacı olacak görüyorum.
  Ve o güzelliklerden mahrumiyetle güzeli bilenler ise güzelliklere hasret yaşıyor.
  Askere gitmeden evvel ve askerliğimin devamınca beş vakit namazı kılıyor, ramazan orucunu tutuyordum.
  Dîn-i İslâm’a bilerek veya bilmeyerek sokuşturulan, emr-i ilâhîye ters düşen hükümlerle kulları Yaratanından kaçıran, “vazife yapıyorum” zannı ile mânevî bilgiden yoksun, nefsanî duygunun sınırını aşan icraatlar inancımı sarsıyordu amma Rabbımın lütfu ihsanı ile bu abd-i âcizin îmanımın kemâlata dönük rahmet-i ilâhîyeye müsait yaratıldığını, nefsanî duygularım ilâhî zuhurat ve istek karşısında sönük kaldığından şer güçler bu fakiri âmentünün dışına itekliyordu. Amma mânâ zevkinden tamamı ile dışlayamıyordu, elhamdülillah.
  Böyle olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyor bu güzellikleri, Hz. Allâh’ın kullarına karşı ihsan eylediği rahmet ve mağfiret sıfatında verâset-i nebî, nedîm-i ilâhî olan irşâd vazifemde görüyorum.
  Rabbım bu yolda samîmiyetsiz kullarından eylemesin.
  Âhir zaman nebîsi Hz. Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in izinden Hz. Allah ayırmasın, âmin.
  Bilcümle peygamber efendilerimizin de muhabbet ve şefaatlerine nâil kılsın, âmin.
  Babam sert mizaçlı idi, amma anama karşı yumuşak ve uysaldı.
  Anam ise babama karşı saygılı ve hürmetkârdı. Biz çocuklarına babamı öyle tanıtmıştı ki, babam çocuklarının nazarında ilâhî bir hâl almıştı.
  Babamın hiçbir çocuğuna dayak attığını bilmem.
  Kızdığı kişiye yan döner öyle azametle yukarıdan aşağıya, aşşağıdan yukarıya bir sert bakışı vardı ki çok tesirli ve etkili idi. Söz söylemeye lüzum kalmıyordu.
  Hayatım müddetince babamla anamın birbirileri ile münakaşa ettiklerini -yemin ediyorum- hiç görmedim. Başkalarından da duymadım.
  Babamın gelmesi yaklaştı mı anam çocuklarına şöyle derdi:
  —Şimdi babanız gelecek. Sizlere tahsis edilen rızkı temin etmesi için akşama kadar kimlerle uğraşıyor. Evine gelince rahat etsin. Bir de siz canını sıkmayın, diye tembih ederdi.
  Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki:
  Allâh’tan başkasına secde edilse idi, kadınlara emrederdim, erkeklerinize secde edin diye.
  Bu hadîs-i şerîfi anamdan öğrendim.
  Hanım kızım öğrendin mi saliha hanımefendiyi?
  Bir evlat babayı saymıyor, hatta düşman gibi davranıyorsa müsebbibi çocuğun anasıdır.
  Cennet ananın ayağı altındadır ikazını iyi anla.
  Yukarıda örnek gösterdiğim saliha kadın nasıl olmalı? Anla da, evlatlarını öyle terbiye eyle. Toplumun başına belâ yetiştirme
  Babaya da derim ki evladına ve ayaline haram lokma yedirme.
  Derviş yabancı bir tekkeye misafir gelmişti. Eşeğini tekkenin seyisine teslim ederek “aman ha! Yemini bolca ver. Suyunu ihmal etme. Tımarını yap” dedikçe her bir kelâma hiddetlenerek Lâ Havle diyordu seyis. Birkaç gün misafir olan derviş gidecek.
  Bakımsızlıktan takâti kalmayan eşeğe sahibi binince eşek yattı, kalkamadı.
  Misafiri yolcu eden dervişler:
  —Eşeğe ne oldu? dediler.
  Adam seyise baktı da Arabi lisânla cevap verdi:
  —Eşek devamlı Lâ havle yerse lâ kuvvet olur!...
  Haram lokma ile beslenen aile efradından hayır bekleme.
  La kuvvet olur. Mânevî hiçbir kuvvete sahip olamaz
  Haram lokmanın değil fertleri, toplumları ihyâ edip, nesilden nesile muhafaza edilerek devam ettiği görüldü mü?
  Büyüklerimiz buyurdular ki, “haram olan servetin devamının en fazla yirmi beş seneyi geçtiği görülmemiştir.”
  Haramiyeti bariz belirli haram lokmaya besmele çekilmez. O kazançdan sadaka dahi verilmez. İbadethaneye verilmez, cami yapımında kullanılmaz. Haram libasla namaz kılınmaz” dediler.
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allâh’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa hiç kimseye saldırmadan ve sınırı aşmadan bir miktar yemesinde günâh yoktur. (Bakara Sûresi, 173)
  Maide Sûresi 3, Enam Sûresi 145 ve Nahl Sûresi 115, bu surelerde Hz. Allah haram olanı zaruret hâlinde kulun yapması icap eden emr-i ilâhîyi beyan eder.
  İslâm da zorluk yoktur. Zaruretler mahzurları ortadan kaldırır. Bir kimse elinde olmayan sebeplerle haram olan bir şeyi yemek ya da bir işi işlemek zorunda kalırsa, Şer’î hükümler de tahakkuk etmişse, haddi aşmamak ve o şeyi de helâl saymamak şartıyle zaruret miktarınca yiyebilir. Bu durumda dinen günâh işlemiş sayılmaz.
  Metafizik zuhuratların, kendinde zuhurunu aramadan, başkalarında zuhur eden fiziküstü olayın inkâr yönüne kaymadan, evvel mânânın açılış kapısı olan helâli haramı bilip o yönlü emr-i ilâhîye uyumlu ve samimi olasın.
  Haramla helâlın eseri, gücü ayrı ayrıdır.
  Helalın yolu kalbe gider, nazar-ı ilâhîde yer edinir.
  Haramın ise nefisten başka yolu yoktur. Nefsin emr-i ilâhîye yönelmesine tahammül edemez.
  Çünkü mânevî zuhuratlar onun isteği ve hazzı değildir.
  Nefis daima hayvani hazlar ve isteklerle dolmuş, gerçeklere yer kalmamış gibidir. Çirkefe düştüğü zaman iyi anlar. Ne tuhaftır ki hayat boyu kabul edemediği mânevîyattan yardım diler.
  Demeyesin “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
  Bu denli bakmayı öğrendinse gerçeğin garibi olmaz, içi yanarak seyir eyleyen seyircilerden olursun.

* * *

Hak şerleri hayreyler.
Zannetmeki gayreyler.
Arif anı seyreyler.
Görelim Mevlâm neyler?
Ne eylerse Mevlâm güzel eyler.

* * *

  Samimi olabiliyor ise rahmet-i ilâhîye ona da yetişir.
  Tövbe istiğfarın kapısını bilâ-istisna cümle kullarına açık bırakmıştır Hz. Allah.
  Hayrını ve şerrini bil. Verilen ömür tükenmeden kıyamete kadar kapatılmayacak tövbe kapısına yönel. Sakın banada mı? diye ukalalık etme. Yazacağım âyet-i celîleyi oku, kendine gel!.
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Eğer seni sebatkâr kılmasaydık gerçekten nerde ise onlara birazcık meyledecektin.
  Ama o zaman hiç şüphesiz, sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın. (İsra Sûresi, 74-75)
  İzahına fazla girmiyorum, bilmeden haddi aşarım korkusu ile.
  Allâh’dan başka ilâh arayanlar, bu âyet-i celîleyi çok okuyun. Mânâsını anlayana kadar okuyun. Levha yapın, her zaman okuyacağınız yere asın.
  Lâilahe illallah mânâsını bu mânâda anlayın ki telaffuzunu da normal yapasın.

* * *

  Hoca bir gün çevresinde toplanmış olanlara Timur ve askerlerinin gaddarlığından söz ediyor cezalarını bulacaklarını söyleyerek perişan halkı teselli etmeye, moral vermeye çalışıyor.
  Derviş kılığında biri söze karışmış:
  —Onlar öyle kıyıcı kötü insanlar değildir.
  Hoca adamı baştan ayağa süzdükten sonra kuşkulanıp sormuş:
  —Erenler nerelisiniz?
  —Maveraünnehir’denim.
  —Mübârek adınız nedir?
  —Timur.
  —Hükümdarlığınız da var mı?
  —Var.
  Hoca bu cevabı alınca yanındakilere dönerek:
  —Er kişi niyetine, buyurun cenaze namazına, demiş.

* * *

Benim hürriyetim gözdür,
Bakar Mevlâya, Mevlâya
Hû mevlâm Hû

* * *

  diyen âşık ne güzel söylemiş!...
  Ne için yaratıldığını anlayabildiğin kadarı ile rahmet, tecelli ve zuhuratlarından bir şeyler edinir de, ihsan edilen rahmet-i ilâhîyenin dışına çıkmadan, samîmiyetle yaşayabilir isen, şüphen olmasın, Hz. Allâh’ın emirlerine, emri getirenlere muhibsin ve yaratanına hayransın. Tek kelâm âşıksın.
  Tasavvuf ve meta dışı ilim edinmiş bilge kişinin, gerçeği bilemeyen kişinin korkutucu ikazlarını ölçü alıp ta bu abd-i âcizi “neden böyle Hz. Allâh’ın azap âyetlerinden edinmedin?” diye tanetmeyesin.
  Hz. Allâh’ın gazap ve kahır sıfatlarını anlatmadığım ve anlatamadığım için müsterihim. Bu fakiri tanımadan suçlamayasın.
  Hele yaşadığımız asırda rahmet-i ilâhîyeye arkanı dönerek dünyanın, yaratılışının nedeninin rahmet-i ilâhîye olduğunu umursamadan, âciz kulu daima korkutucu olan irşâdlardan Allâh’ın azabını ve gazabını celb eder korkusu ile korkarım. Fakat yolumuz emr-i ilâhîye uygun. Yaşanılan asırdaki Rabbımın ihsan eylediği, günâh-ı kebâire dışında güzelliklere intibak ederek, Hz. Allâh’ın rahmetine nâil olabilmenin ferah yolunun gereği, Hz. Allâh’ın “kesir zikredin” emrine uyanın yolunu rehber edinerek, aşk-ı ilâhîyi o yolda bulan yol ehlinin şer’î şerîfinin mânâsına uyumlu yolu izlemekle, dünya hayatının rahmet-i ilâhîyeye intibak edişinin zevki ile lütfedilen ömür nihâyete erince, dünya hayatımda ihsan eylediğin iltifat-ı ilâhîyenden mahrum eylemeden, mânevî zevkim ve aşk-ı ilâhîmde, kırıklık ve noksanlık olmadan, zatına lâyık kul, habibine lâyık ümmet olarak böyle emanetini alması, eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan Rabbımdan, âciz kulunun tazarrum ve niyazımdır.

* * *

Ankara’da Niçin Ve Nasıl İskân Olundum?

  Kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi 7 tarikattan vazife vermeye salâhiyetli şeyh efendi idi. Allah makamını cennet eylesin. Tek kızının sözünü ailemize verir iken “belirli, köklü aile kızımı Çorum’dan başka yerlere götürmezler” düşüncesi tesellileri idi.
  Sonraları anladığım, tertîb-i tanzim-i ilâhî Çorum’da bulunmamız “yok” denecek kadar az oldu.
  Sene 1945, harb bitmiş, terhis olmuştum. Anam da “bir” gün oğlumu göreyim, demişti. Öyle oldu, Çorum Fuani Kaplıcasını işletiyorduk. Anamla “bir” gün görüştük. Babam anamı tedavi için Çorum’a götürdü. Ben hamamda kaldım. Anam 15 gün sonra Çorum’da vefat etmişti. Ben hamamda idim. Anamın vefatında bulunamadım.
  Ablalarımın ısrarı ile Anamın malı medeni kânuna göre taksim edildi. Kendi hisseme düşenle ben işimi genişlettim. Mobilya atölyem faaldi. Hırdavat dükkânım vardı. Kereste de satıyordum. Ticaretim yerinde idi, kazanıyordum.
  Babamın halasının çocuğu yaşamıyormuş. Sütü zehirliyormuş çocukları ve bir erkek evlatları daha olmuş. Anam da büyük ablamı dünyaya getirmiş. Anam güçlü kadındı. Rica etmişler “bu çocuğu da sen emzir” diye. Kabul edilmiş. Babası kolağası, çok geçmeden de anası vefat etmiş. Kimsesiz kalan Ali Kamit bizde büyümüş. Marangoz olmuş ve evlendirmişler. Evlendiğinde ben 5 yaşında idim.
  Tahsili yoktu, fakat çok kurnazdı. Bereket kurnazlığı bireyseldi. Topluma inemiyordu.
  1935’de okuldan ayrıldıktan sonra Ali ağabeyimin yanına çırak girmiştim. Bilgisizce tutum ve hareketleri taşınmayacak hâle geldi. 3 ay kadar dayanabildim ve ayrıldım. Ustam yabancı olsa idi, bu durumda biraz daha sabreder mi idim? Yakınlarının eline fırsat geçince mantıksız ve cahilce, nankörce tutumlar, hazmı güç enâniyetli hâller çekilmiyor.
  Sen de mi oğlum Bürütüs?!.. Öl öyle ise Sezar benzeri.
  Hamamda kaldığıma babam memnundu. Hep birbirinin benzeri hayat beni sıkıyordu. “Yerinde say” komutu bir nebze gerekli olabilir. Nedeni vardır. Yürüyüşe izin verilmez. Amma bu hayat boyu çekilemez.
  Hareketli ve sportmen yapıya sahiptim. Boyum 1.82 Voleybolda devamlı smaççı idim. Çorumspor’un formasını giydim. Sağ açık oynardım. O bakımdan hareketsiz hayat beni sıkıyordu.
  Babamın da tavassutu ile memleketimizin güzide sanatkârları olan üç kardeş Kadife-Zadelerden Hacı Mehmet, Hacı Ömer, Hacı Yusuf efendilerin yanına girdim. 3 sene gibi, o zamana göre kısa sayılan zamanda sanatı öğrendim ve marangoz atölyesi açtım. Her iş elde yapılırdı. Marangoz makinaları henüz Çorum’da yoktu. Sanat insan gücü ile yapılırdı. Ustalarım ailemize karşı çok saygılı ve hürmetli idiler. Beni kardeşleri gibi kabul ettiler. Sanki sanat okulu gibi beni yetiştirdiler. Rabbım cümlesinden razı olsun. Makamları da cennet olsun, âmin.
  Hırdavat satış yerinde babamla beraber iken Kamitoğlu Ali ağabeyim telaşla yanımıza geldi “ihale benim üzerimde kaldı” diye.
  “İyi, hayırlı olsun” dedik.
  “Kardeşim, sana güvendiğim için aldım” demez mi!.
  Ben şok oldum. Çünkü çok taahhüt işlerine girdik, hepsinden zarar ettiğimiz gibi, bedava çalıştık. Ceremesini babam çekiyordu. Çünkü para yardımını babamdan alırdık. İş nihâyetinde hep noksan öderdik. Her taahhüt işi aldığımızda babam sorardı: “Bu işten verdiğimi ne kadar noksan alacağım? Onu söyleyin, derdi”
  Evvellerde de olduğu gibi, dibi görülmedik bir suya babamın da ısrarı ile ister istemez atlatıldım. Kabul ettirdiler. Çünkü babam da biliyordu Ali Ağabeyim kadar, ben girmez isem bu iş yapılamazdı. İyi sanatkârdım, mali imkânlarım da vardı.
  Açık eksiltmede aldığımız iş 20 köy okulunun doğraması ve ahşap işleri idi. Geçen her gün için 50 Türk Lirası cezası vardı. Samsun’dan ahşap testere tezgâhı delik sport, bir de 3 bıçaklı planya topu edinmiştim. Tezgâhını ahşaptan yapmıştım. Ustalar seyire gelirler, beni tebrik ederlerdi.
  İki vardiye çalışıyorduk. Gece vardiyesinde işçilerle ben çalışıyordum. Çünkü güçsüz olan elektiriğe gece müsâade vardı.
  Niye bunları anlatıyorsun? Demeyesin. Bariz zuhuru görülen, yaşadığım metafizik olayları çıplaklığı ile gösterip, senin de gazab-ı ilâhî gibi görünüm arz eden, neticesi aklın ve mantığın zuhurundan evvel kabullenemeyeceğin metafizik mânâsına zahmetsizce ortak olmanı istiyorum.
  Görmüş geçirmiş zenginken fakir olmuş, ancak belirli kimselere hâlini kısa kelimelerle anlatan bir kişi vardı. Beni gördüğü zaman “Kuşçuzâdem karnım aç veya sigaram yok.” herhangi bir ihtiyacını söylerdi. Ben de derhâl durumunu bildiğim için memnuniyetle arzusunu yerine getirirdim.
  Bu senelerce böyle sürdü gitti.
  Gece vardiyesinin yorgunluğu üzerimde tarifi mümkün olmayan sitresli, ters giden sıkletli hayatın zor çekilen cilveleri hepsi bir arada iken, nedenini bugün hatırlayamıyorum, çok sıkıldığım bir anda, arkamdan kalabalıklar içinden “Kuşçuzâdem” diye üzerime göndermez mi garibanını? Pes ya Rabbi pes!...
  Ardı arası kesilmeyen, garibanın yalvarırcasına o an içimi tırmalayan yanık sesi: “Kuşçuzâdem!...”
  Merhametim küfre dönüşmüştü. Güzel düşüncelerimi rahmet-i ilâhîyeden uzak, şer düşünceler istilâ etmesine nefsimin îman dışı düşünceleri sebep olmuştu.
  “Hz. Allâh’ın vermeyip, fakir bıraktıklarını ben mi doyuracaktım” ukalâlığının o anki tipik örneği.
  O an fakirlikten canı yanan Bektaşi babasının fıkrasının anlamına ortak olmamak elde değil.
  Bektaşi Babası çamurdan adam heykeli yapıyordu.
  Bilge kişinin Bektaşiyi uyarı kasdiyle:
  —Şu yaptığın günâh değil mi? uyarısına cevaben:
  —Bektaşi rızıksız olduktan sonra ne günâhı var yap yap bırak yeryüzüne!.. diye sitemli espîrisi ile yaratanına hâlini ve âczini anlatmaktı kasdı.
  “Ben de sürüyü çarıksız güdeyim de köylü hatasını anlasın” diyen çobanın hâli gibi akılsızca eşdeğer düşünceler.
  Keskin taşların parçalayacağı ayak köylünün ayağı değil ki, senin ayağın be salak!.
  Ama o anda haddi aşa aşa, görme ufkunu daraltmış, öteleri görme rahmetini kısaltmış, ileriyi göremeyecek hâle gelmiş bu ve buna benzer düşünce ve davranışların nedenini ve neticesini bu fakirden dinle.
  Kabul edebiliyor, îman ölçeğin ölçebiliyor ise, belirli melanetlerden uzaklaşabiliyor isen, yol büyüklerimizin yaşantılarındaki rahmet-i ilâhîyeyi duydun ve yaşantısının zevkine erdinse, îman dağarcığında bu olayın bir parçasını koyabildinse, emeksiz ve meşakkatsiz sen de kazandın, müjdeler olsun…
  Dediğimi dinle. İbret alasın. Yalnız sen değil, cümle kullar ibret alır inşallah.
  Garibanın çığlıkları “Kuşçuzâdem…” yakarışlarından kaçarcasına adımlarımı daha açtım. Uzaklaştığımı anladım. Çünkü ses zayıfladı ve kayboldu. Bu insafsız ve katılaşan hayvani tutumumu kurtuluş zannetmiştim.
  Ömür boyu acısını duyacağım bir kazanın zuhuruna fütursuzca îman zâfiyetimin ve merhamet duygusunun gazab-ı ilâhîye dönüşmesinin tasdikini bilgisizce imzalamışım. Bu hatamı nasıl ödedim, yazayım da ibret al.
  Aradan iki gün geçmemişti. Planya tezgâhında kalınlık çekiyordum. Birinci tablayı hayli indirmiş, ikinci tablaya bağladığım takozla kalınlık çekiyordum.
  Yaşlı marangozlar zaruret hâlinde planya nasıl kalınlık oluyor, iyi bilirler.
  Sabah namazına az bir zaman kalmıştı. Namazdan sonra gece vardiyası bitiyordu.
  Hummalı çalışmama rağmen yorgunluk hissetmiyordum. Sol elimin başparmağını sanki birilerinin gücü ile zannedersin ki ihtiyârımla dönen topun başına vurdum. Tırnak dibinden koparmıştı parmağımı.
  O anda iki gün evvelki savuşturduğumu zannettiğim garibanın “Kuşçuzâdem!...” çığlıkları kaç sefer söyledi ise daha kuvvetli tekrar edildi. Minarelerden Allâhu Ekber sadalarıyla, şimdi daha iyi anladın mı Hz. Allâh’ın büyüklüğünü, mazlumun ahının zalimi ne hâle getirdiğini?.
  Bir parmağı amma abarttın, demeyesin.
  “Dünyaya medeniyeti başparmak kurmuş” derler de inanmazdım. Gördüm ki başparmak olmayınca diğer parmaklar vazifelerini kendi başına normal yapmaya muktedir değiller.
  Ceza da olsa Hz. Allah başparmağın kıymetini iyi öğrettiği gibi bununla cezamız bitmedi, üç ay çalışamadım.
  Çok cezaya girdik, nihâyet işi teslim ettik. Benim ne atölyem, ne hırdavat dükkânım, ne de kereste satışım, hepsi tükenmişti. Aldığımız parayı ağabeyimin muhalefetine rağmen borçlara dağıttım. Babam hariç, borçlar bitti, amma maddî bir şeyim kalmamıştı. Atölyeyi hemen satıp ödeyecektik babama olan borcumuzu da. Babamla anlaşmış Ali ağabeyim. “Anlaştık, Ali bana ödeyecek” deyince borçsuz ve parasız Çankırı’ya geldim.
  Çankırı’da D.D.Yolları lojman ve istasyon binasının yapımını Garanti Bankası almış idi. Hacı Bekir amcamın Bedri Kuşçuoğlu doğrama taşaronu idi. Ben de işçi olarak çalışmaya başladım. Fabrikada ustabaşı olmuştum. İşi ben takip ediyordum. Hikmet-i ilâhî, her hâlde ben geldim diye, oranın da işi bozuldu.
  Garanti Bankası malzeme farkı istiyor. Demir Yolları ile ihtilâfa düştüler. Bir sıkıntı da orada geçirdikten sora nihâyet iş dağıldı.
  Piyasada çalışmaya başladım. Çankırı’da benim gibi ustaya çok ihtiyaç varmış. Cezam bitmişti, çok para kazanıyordum. Bu durumda Çankırı’da bir sene kalsa idim zengin olacaktım.
  O zamanlar kaderimde rahatlık lütfedilmemiş, çilem dolmamış. Amma ben daha fazla çalışıyordum.
  Hilmi Yağcıoğlu ile ailece görüşüyorduk. İtimat ettiğim bir şahsiyetti. Çalıştığımız müessesenin tuğlasını temin ediyordu. İşini bilir, ağırbaşlı, sözü sohbeti dinlenir, kişiliğe sahipti, Allah rahmet eylesin.
  Tertîb-i ilâhînin yerli yerinde olduğunu şimdi iyi anlıyorum.
  Aslı olmayan vaatler ile ihtiyârımla oluyormuş gibi hâdiselerle Ankara’ya doğru sanki iteklendim. O zaman anlayamadım. Şimdi iyi anlıyorum ki mânevî vazifem icabı Ankara’da bulunmam gerekli olduğunu.
  Bu hâdiselerin tertîb-i ilâhî ve metafizik olay olduğunu iyi anladım. Bu ilâhî zevk mânâ hayatımda özel bir yer edindi. Nasıl mı? Yeri geldikçe daha çok anlatacağım inşallah.

Unutamadığım, Hiç Bir Zaman Da Unutamayacağım, Mutlak Adâlet Sahibi Hazret-i Allâh’ın Bu Abd-i Âcize İcraatını Ve Bi-zatihi İfşaatını Dinle

  Ankara’da da iş üzerinde işi bozulmuş, borçlanmış hayli sahtekârlarla teşrik-i mesai etmekte varmış kaderde. O çileyi de tamamladık zannederken Çorum’daki işlerimin sıfırlanmasına sebep olan Ali ağabeyim, yanî Ali Kamit Usta yanında teyzezadesi Hacı Paşa ile çıka geldiler. Sebeb-i ziyaretlerini açıkladılar. “Biz sensiz yapamıyoruz. Biz de Ankara’da seninle beraber çalışalım, diye geldik” demezler mi?
  “Sizde hiç Allah korkusu yok mu? diye söze başladım.
  Neler demedim ki?... Ama tesiri onlara olmadı, bana oldu. Ailem söze karıştı.
  —Demek sensiz iş yapamıyorlar, dilemiş gelmişler. Çoluk çocukları var, reddetme! Demez mi?.
  Zoraki “peki” dedirdiler. Şöyle teselli oluyordum:
  Her şeyini kaybettin, şimdi neyini kaybettirecekler!.
  Kırk harami bir çıplağı soyamamışlar!”
  İkisi de iyi sanatkâr idiler. Amma o zamana göre büyük iş takip edip te teslim etmeye müsait değillerdi. Bahçelievlerde Yirmisekiz Öğretmenevlerinin doğrama işlerini aldık Ankara’nın belirli zenginlerinden Mustafa Çağlayan beyefendinin nezareti ve ortaklığı ile.
  Bend Deresinde kereste ardiyesi vardı. Atölyeyi oraya kurduk. Çorum’dan gelen makine tezgâhlarını Mustafa Efendi beğenmedi. Yenilerini aldı. Tomruk hızarı dâhil o güne göre hepsi vardı. Makinistlik dâhil bütün iş benim üzerimde gidiyordu. Huylu huyundan vaz geçer mi? Elbet geçemediler. O işi de zor şer bitirdik. Rica ettim “artık yakamı bırakın” diye.
  Ali ağabeyim babama bedelini ödemediği makinaları sattı. Ödemediği gibi parasına kamyon aldığını işittim. Daha ilk seferinde kamyona yük almış, üzerine de yasak olduğu hâlde yolcular almış. Oğlu Özdemir de kamyonun üzerinde. Kalaycık kazasına yakın yerde uzun bir rampa var. Rampayı inerken fren patlamış. Şoför arabayı durdurmaya çalışır iken Ali ağabeyim şoför mahallinden şoförun ikazlarına bakmayarak kapıyı açıp rampaya doğru atlıyor. Bir yere tutunamayıp geri düşüyor. Janta gelen beyni parçalanıyor.
  Bu olaydan iki gün evvel gördüğüm, tesirini üzerimden atamadığım gibi gece gündüz düşüncelerimden çıkaramadığım metafizik olay, îmanımın mehenk taşı olan o muazzam hitab-ı ilâhîyi bütün çıplaklığı ile anlatmaya çalışacağım. Dinlediğin gibi bu Allah fakirine itimat et, görmeye çalış.

Adâlet-i İlâhîye Ve Hitab-ı İlâhî

  Hayli uzun rampalı bir yol, Kalecik’e giderken sol tarafı bahçe. Kavaklar. Ayrıca yan yana uzun iki kavak. İkisinin arasında mum yanıyor. Arası yavaş yavaş ayrılıyor. Ayrıldıkça semayı ve her yeri gözleri kamaştıran ilâhî bir nur kaplıyor.
  Gökyüzünde misli yeryüzünde olmayan muhteşem bir kırat. Danseder gibi hareketler yapıyor. Ayaklarının sesini ahenkli dinliyorum. Vasat bir atın yüzlerce büyüklüğünde gibi idi.
  Azametli ve tonlu bir sesle fasih Türkçe ile Hz. Allah hitabediyor:
  “Bizim burada öyle atlarımız vardır ki bir ayağını mağribe bir ayağını da meşrıka atarlar.”
  Dehşetle seyrediyorum ve hitab-ı ilâhîyi de vecdle dinliyorum. Bitti mi? Hayır. Hâlâ hislerimle olaya yöneldikçe hâlâ görüyor ve dinliyorum. Nice sonra kavaklar birbirine yaklaştı. Eski hâlini aldı. Gene tepesinde ufak bir mum yanıyordu. Dehşetle uyandım. Bir mânâ verememiştim.
  Bu hâlden iki gün sonra kaza olmuş. Hemen haber edildi “ağabeyin kaza geçirdi” diye. Bir akrabamızla olay mahalline yetiştik. Kaza olan yeri gördüğüm zaman “aman Allâh’ım! Kazadan iki gün evvel mânâmda görüp dehşetinden kurtulamadığım, bir mânâ veremediğim yer. Gördüğüm rampayı, bahçe içinde iki uzun kavak ve olay olduğu yeri görünce fenalık geçirdim.
  Hz. Allah burdan hitab etmiş, olay oracıkta olmuştu. Hz. Allah taksiratını affetsin, kendi hâline değildi.
  Daha nice olayları yazmıyorum, okuyucumu sıkarım diye.
  Demeyesin “sen de amma saf imişsin, zarar gördüğün hâlde neden uzak duramadın bu kimselerden?”
  İtimat ettiğim hoca efendinin naçiz şahsıma yaptığı veciz nasihatını dinle, ona göre hüküm ver:
  Galip Efendi Allâh’tan korktuğunu nâ-ehle hissettirme. nâ-ehlin elinden yakanı alamazsın.
  Çorum’un medar-ı iftiharı Bilâl-zade Hakkı Efendi -makamı cennet olsun-. Çorum Cami-i Kebir’de çok seneler fahri imam ve hatiplik yapmıştır. Îmanı zengin, malca da zengin, mânifaturacı. Beni çok severdi. Aynı mahalle çocuklarıyız. Bizden büyüktü, ağabeyimizdi. Şebek Sokağı meydanında aşık oynar iken bazen bize katılırdı. İlmi ile ve ahlâken örnek insandı. Hz. Allah makamını cennet eylesin, âmin…
  Dîn-i İslâm’ı nakli önemsemeyip yalnız akılla ölçmeye kalkışma ki sen de zuhurat-ı ilâhîyenin nasiplilerinden sırat-ı müstakîm üzere olasın.
  Her ne kılmış ise adâlettir cenâb-ı kibriya
Her kazaya her belaya kıl rızâ Allah kerim.

* * *

  Bu hitab-ı ilâhînin dışında hiçbir hakîkat göremezsin.
  Mânâsız ve anlamsız bir zerre dahi bulamazsın. Aramaya kalkışma. Bu beşer için îman zâfiyetidir. Bu fakire itimat et, nefsine insaf et.
  İşte bu tertîb-i ilâhî neresinden bakar isen metafizik zuhurat.
  Hz. Allah bu fakirini Ankara Pala Sokak no 29’da ikamet ettirdi. Tahminen sene 1949. Zemin katı bodrumu ile marangoz atölyesi, üzeri evde iskân ettim. Eski, katılaşmış, hiç kimseye -Hz. Allâh’a inansa dahi- “sen de müslümansın” diyemeyecek, gerçeklerden yoksun inancıma göre hiç bağdaşamayacağım, bir tarafım Yahudi mahallesi diğer tarafım Ermeni mahallesi. Durduğumuz bina o semtin güzide evlerindendi. Aynı binada duran komşularımız, ev sahibi ve biz hariç hepsi Ermeni idiler.
  Ayaş belediye reisinin evi idi. Kendisi de aynı binada oturuyordu.
  Şu zamanlarda düşünüyorum; geçmiş günlerin, hatta ilâ-nihaye gelecek günlerin zuhurat ve tecellilerini tesadüflere bağlayamıyorum. Kula bahşedilen cüz’î irâdenin dahi mânâ derinliklerine bakabiliyor isen, Hâlık-ı Zülcelâl’in yedinde olduğunun zevkini alırsın. Bu zevke erenler kulluğun sorumluluğunu daha iyi anlarlar. Cüz’î irâdenin dahi kula elzem ve yerinde olduğunun hazzı ile mutmaindirler.
  Bu bahtiyarlar beş duyunun nedenini müdrik, ufkunun nihâyetine bakıp gerçek ufkun ilâ-nihaye olduğunu bilenler.
  Aklı ilâhlaştırıp inançlarını akıldan öteye götüremeyenler, nefsinize merhamet edin, hakîkate ermeye çalışın. Zira akıl ilâh değildir. Vacibü’l-vücûd Hazretleri’nin cümle yaratıklarına ihtiyaçlarına binâen bahşedilen cevherdir veya arazdır. Hâşâ, akıl ilâh değildir.
  Tarih boyu maalesef emr-i ilâhîlerin mânâ ve anlamının nefsanî duygulara dönüştürüldüğü, yaşadığımız asırda da âciz kulu yaratanına asi kıldığı çarpık telkinat ve tedrisat benî âdemin mânâ garibine daha cazip geldiğinin inkârı mümkün olamayan asırların görülen vakıasıdır.
  Mânâsını değiştirip, yalnızca bir topluma malederek, beş şart ilâvesiyle ümmetleri uzaklaştırıp, Muhammedilere de Hz. Allâh’ın varlığını kabul etsin velev ki etmesin. İslâmiyet şerefini yakıştıramayan, katı bir düşünce ve görüşün “ilim” diye hüküm sürdüğü bir ortamda, o zamanlar garibime gitmiş ve tedirgin olmuştum. Ermeni komşularıma cümle Muhammediler gibi ben de devenin nalbanta baktığı gibi bakıyordum.
  Zaman geçtikçe insancıl davranışlarını, komşu hakkına riayet ettiklerini günlük yaşantılarımızda gördükçe eski düşünce ve tavırlarımdan utanır oldum.
  Gördüm ki: Bizim inancımıza göre bazı yönleri gerçeği yansıtmayan amma şüpheye düşmedikleri sadık bir inanca sahipler. Hz. Allâh’ı İsa aleyhis-selâmın tebliğ eylediği şerîatı, her şerîatın maruz kaldığı beşeri zaafın samimi ve safiyetli inancı ile öğrenmeye çalışıyorlar.
  Na-ehlin telkinlerindeki noksanlık ve katılıkları ile inançları yanlış ta olsa dünya çıkarcılarının hakîkati yeteri kadar bilemediği hâlde, “biliyorum” iddiasında bulunanların ellerine düşmüşler. Cehlin hışmına uğramışlar. Öyle duruma gelmişler ki “Allâh’a inandım” diyenlere “sen de müslümansın” desen cehlinden kıyameti koparır.
  12 Havariyyun “biz Müslümanlarız” diyorlar, İsa aleyhis-selâma. Amma bu asırda görülen odur ki İsa aleyhis-selâmın şerîatına tâbi olanlar bizim yani Ümmet-i Muhammedilerin “daha çok ibadet ve taata teşvik ediyorum” zannı ile beşeri duygu ve nefsanî arzularını “hakîkate hizmet ediyorum” diye hakîkat dışı emr-i ilâhînin çok yerlerinin nefsanî isteklerle ölçüldüğü ve dönüştürüldüğü gibi, Ehl-i Kitâb’tan din kardeşlerimiz -dikkat et! “Din kardeşi” diyorum- şerîatımız zamana göre tertîb-i ilâhî amma gel gör ki bu garabetten habersiz yaşayan Müslüman kitleler gerçeklerden uzaklaşmış, hakîkat yerine nefsin haz duyduğu hurafelere kaymış, Muhammediler de zaman zaman içtihatsızlıktan Ehl-i Kitab kardeşlerimiz gibi şekilden başkasına itimat edemememizle bizler de aynı hata çukurlarına düşmüşüz.
  Hz. Allâh’ın rahmeti ve mağfiretinin sonsuzluğundan bilcümle âlem istifade ediyor. Tâbir caiz ise, âciz kullar Rabbımın iltimasına uğruyoruz, unutma. Maalesef Ehl-i Kitâblar da bilemiyorlar, Hz. Allâh’a inananlara bilâ-istisna “Müslüman” denildiğini. Şerîatları ile anılması gerekirken, kabile isimleri ile anılmayı kabullenmişler.
  Hz. Allah bildiriyor, iyi dinle de Hz. Allâh’ın varlığını kabul eden kulların dîninin İslâm olduğunu iyi bilesin.
  İsâ onlardaki inkârcılığı sezince, “Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” Dedi. Havârîler, “biz Allah yolunun yardımcılarıyız” Allâh’a inandık, bil ki bizler müslümanlarız cevabını verdiler. (Al-i İmrân Sûresi, 52)
  Hz. Kur’ân’da aynı mânâda 64 âyet var, İslâm’ı anlatan ve öğreten.
  İslâmiyet yalnız bir zümrenin ve kavmin tekelinde değildir.
  Benî âdemin yaratılışından kıyamete kadar Hz. Allâh’ın cümle kullarına ihsan eylediği tek Dindir.
  Kelâmı tertîb-i, mânâsı taltif-i ilâhî olan tek din Dîn-i İslâmdır.
  “Size din olarak İslâm’ı seçtim. Size dîninizi tamamladım. İslâm’dan başka din kabul olmayacaktır.”
  Buyruğu ile acabâya yer bırakmayan Hazret-i Allah, bu yönlü bilgiyi anlamaları için akıl, fikir, hakîkatleri tartacak ledünni, asra uyumlu, metafizik terazi ihsan eylesin, âmin.
  Bilcümle peygamber efendilerimiz İslâm üzere geldiler. Kâffesi “Müslüman”dırlar. tâbi olanlar da Müslümandırlar. Peygamber Efendilerimiz din getirmediler cümlesi Dîn-i İslâm üzere gönderildiler. Şerîatları ile anılırlar. Tarikleri ile Ümmetlerine örnek olmuşlardır.
  Hz. Allâh’ın varlığını lisânen kabul eden beşer ölçüsüne göre Müslümandır.
  Hz. Allâh’ın kabulü ise illâ kelâm değil mânâdır, hâldir.
  Sakın duygusuzca söylenen kelâm îmanla karıştırılmasın. İmam-ı Maturudi ve İmam-ı Hasan-ı Eş’ari Hazretleri’nin Kur’ân-ı Kerîm’den edindikleri mânâ, îmanın 6 şartı vardır. Âmentüde izahı ifade edilmiştir. Îmana taalluk eder. Şöyledir; ezberlediğin gibi yaşamaya çalış:
  Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi, hayrihî ve şerrihî minallahî teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.
  Her Müslüman mânâsını, mânâsının anlamını kabiliyeti nispetinde az çok bilerek îman etmeli.
  Îmanın 6 şartı vardır. Bir şartı noksan oldu mu o kadar noksandır. O kişiye îmansız diyemezsin.
  Bütün şartlar tamam oldu mu o kişideki müttaki ve mü’min sıfatının mevcudiyetini dünya yaşantısında da görmek mümkün olduğu gibi, Hz. Allâh’ın varlığına, şerîatı ile yükümlü olduğu peygamberlerine ve cümlesinin Allah elçileri olduklarına dünya ve âhiret şahitlik eder, şahadetinin ise eseri ehl-i îmanın maddî ve mânevî yaşantısında müşâhede olunur.
  Hacı hacıyı bulur Mekke’de; derviş dervişi bulur tekkede, rindan rindanı bulur meyhanede.

“İslâm’da Beş Şart Vardır” Diye İlâhî Bir Bildiri Yoktur

  Dîn-i İslâm’da 5 şart yoktur.
  Savm u salat, hacc u zekât, Hz. Allâh’ın müttaki, ittika sahibi, mü’min kullarına in’am ve ihsanıdır. Bu rahmet-i ilâhîyeleri mutlak yapmakla yükümlü kılmıştır sadık kullarını Hz. Allah.
  Bilinçli olalım. Karıştırmayalım İslâm’la îmanı. Yalnız, ehl-i İslâm olmak yetmiyor, Hz. Allâh’a muti olmak için. Ehl-i îman olalım ki Hz. Allah hakîkatlere bizleri gerçek şahit kılsın. Şahitliğin şerefi ile dünyada yaşamak nasip eylediği bahtiyar kullardan bizleri uzak kılmasın, âmin.
  Bu gerçekler Hazret-i Kur’ân’da bulunduğu hâlde, nedense gerçeklerin dışında kaldık ve dışlayarak yaşadık.
  Rabbım bu âciz kuluna tahsis eylediği Hacıdoğan Mahallesi Pala Sokakta iskân ettirene kadar, ameli ve nazari yaşattı Rabbım bu âciz kulunu. İlk anda hakîkat dışı kalmış inancımın etkisinde olarak ruhen rahatsız olmuştum. Amma birbirimizden uzak dursak da ceseden değil de, insancıl hâlin görünümü ile gayr-i ihtiyârî ruhen yakınlık duymaya başladık. Zaman geçtikçe birbirimizle karşılaştığımız zaman zoraki tebessümle iktifa ediyorduk.
  Şunu kesinlikle itiraf edeyim ki, komşu hakkını bizden daha iyi biliyorlardı. Kişisel muameleleri ve insancıl tutumları karşısında evvelki düşüncelerimden utanır olmuştum.
  Bu gerçeği idrak edip de yaşayan, Osmanlı İmparatorluğunun 410 sene Filistin’de 3 şerîat ehlinin bir arada kardeş kardeş yaşamalarını sağlaması şimdiki Filistinli kardeşlerimin perişanlığıyla kabil-i kıyas değil. Ümmet-i Muhammed perişan. Beni İsrail perişan. Beni Nasara da huzursuz. Yarınlarından emin olunamayan, ne olacağı da belirsizlik içinde, buna yaşamak denir ise yaşıyorlar.
  Sene 1966 da lütfu ihsanı ile hacca gitmeyi nasip eden Rabbım, Filistin’i günlerce ziyareti de ihsan eyledi. Sonsuz hamd olsun.
  Gitmeden iki ay kadar evvel, sabah namazından sonra, hâl-i yakazada emir verdiler. Verilen emir ben âciz için müjde idi, amma akıl ve mantık dışı metafizik bir olay.
  Emir verdiler: şu andan itibaren sakalını bırak. Hacca giderken parmakla tutulacak hâle gelsin, buyurdular.
  Yataktan sevinç çığlığına benzer yüksek sesle gülerek fırladım. Hava ışımış idi. Hacca gideceğim müjdesi yapılmıştı. Ama inanasım gelmiyordu. Zira hacca gitmeye mali durumum müsait değildi.
  Bu müjdeden tahminen bir ay kadar sonra Kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Şeyh Efendi haber gönderdi. Nüfus cüzdanımı da fotoğraflarla birlikte istemiş. Muamele Çorum’dan yapılacaktı.
  Sevindiğim kadar da üzgündüm. Hacca sünnet olarak gidiyordum. Mizacım başkalarının sırtından tufeyli geçinmeye müsait yaratılmamıştı. Bunun için zevkim kadar da sıkıntı içerisinde idim.

* * *

Hak tecelli eyleyince her işi asan eder,
Halk eder esbabını, bir lâhzada ihsan eder.

* * *

  Rahmet-i ilâhîye tecelli eyleyip üzerime hac farz değil iken, bir anda farz oluverdi. Bir yerde ödeneceğinden ümidi olunmayan iki bin lira alacağım vardı. O alacağımın ödeneceğinden hiç ümidim yoktu. İşte bariz metafizik zuhurat: Fakir iken zengin olmuş, hac sünnet iken üzerime farz olmuştu. O senelerde bir kişinin hac etmesi için 500 Türk Lirası yeterli idi. Ve hüve alâ küllî şey’in kadîr.
  Ankara’dan katılan beş derviş kardeşlerimle beraber Çorum hac kafilesine katıldık ve Suriye üzerinden Ürdün’e geldik. Oradan da ziyaretimin küllîsi tertîb-i ilâhî olan Kudüs-i Şerîf’e geldik. Ziyaret mekân ve makamlarını ziyaret ettik. Mescid-i Aksa’da sabah namazı kıldık. Kubbetü’s-Sahra’da çok mihraplarda ve ortasında bulunan muallak taşı altında ikişer rekât namaz kıldık. Kayınpederimin arzusu üzere zikir halakası kurdum. Sabaha kadar Rabbımızı zikrettik. Fakir on senelik şeyh idim.
  Kudüs-i Şerîf için mânâsı ve madde kelâmı da yasak olan bir gerçeği duyurmuşlardı bu fakire.
  Orada bulunduğumda gördüm ki Muhammedi, İsevi ve Musevi şerîatlarının mukaddes mekânları ve makamları mevcud. Filistin de 3 şerîatın müşterek ve mukaddes davası. Birinin diğerine üstünlük göstermeye hakkı yok. Bu ve buna benzer davalar düşmanlıkla hiçbir zaman hâllolamaz. Mânâya yönelik ilim ve irfanîyetle düzeleceğine kesinlikle kaniyim. Zaman gelecek dünyayı da ilim ve irfanîyet ve gerçeklerin ifşası ve bilinmesi kurtaracak. Hülâsa arz edeyim:
  Dîn-i İslâm’ın umumun tek dîni olduğunu, Hz. Allâh’ın bildirisi ve buyruğu olduğunu kabul ederek cümle kullarına da bu gerçeği anlatmayı bilerek kabul ettirebilir isek.. İslâm’da 5 şartın olmadığını Muhammedilere anlatır, ikna edebilir isek..
  Peygamber efendilerimizin ilâh olmayıp, Allâh’ın kulları olduklarını, Allah elçileri olarak elçiliklerini birini diğerinden farklı görmeden kabul edebilir isek..
  Hak yolda rehber olanları ilâhlaştırmak cehlinden, gafletinden kurtulabilir, gücün ve kuvvetin, sonsuz iradenin bi-zatihi Hz. Allâh’a mahsus olduğu gerçeği îman, amel ve cümle muamelelerimizde görülebiliyor ise, Peygamberinin getirdiği şerîata tâbi olup emr-i ilâhî üzere yaşayanlar müttaki ve mü’mindirler.
  Yalnız, Allâh’ı kabul ediyor ise müslümandır.
  Sonraki gelen şerîatı kabul edip, bilerek muktezasınca amel etmek kulun kemâlatını gösterir.
  Hiçbir şerîatın saliki Hz. Allâh’ı kabul eden hemcinsine “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” gibi hakaret etme hakkına haiz değildir.
  Kul haddi aşdı mı, Hz. Allah affetmez ise, hesabı dünya, âhiret mutlak sorulur.
  Hüküm yalnız Hz. Allâh’a mahsustur. Haddini bil.
  Yapabiliyor isen “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker.” İlmi gücün nisbetinde hemcinsini kötülükten uzaklaştırıp, iyiyi sevdirip onunla amel etmesini sağlayabildin ise Hz. Allâh’ın bildirisine göre tebrikler. Hz. Allâh’a muhib kul, habibine lâyık sadık ümmetsin. Hemcinsine karşı faideli ve lüzumlusun. Mübârek olsun.

* * *

  El-Halil’i ziyareti Rabbım kısmet etti. Otobüslerle, yanılmıyorsam, Kudüs-i Şerîf’e 75 km. kadardı. 24 saat Kudüs-i Şerîf’de, 24 saat de el-Halil’de kaldık. Ziyaret yerlerini tek tek anlatmaya bu kitapçığın hacmi müsait değildir, hülasa ediyorum.
  El-Halil’e, o mübârek beldeye girer iken bu fakire ilâhî bir hâl oldu. Mânevî zevkim maddede bütün çıplaklığı ile abd-i âcizi ihata etmişti.
  Hz. Allâh’ın “Halilim” hitabını yeni oluyormuş gibi duyuyordum. Mânâ kaybolmuyordu ki yeni eski diye ayrı göreyim. Bu aşk-ı ilâhî abd-i âcizde yeni tecelli etmişti. İrâdeme hâkim olamadığım gibi, azalarıma da hâkim değildim. Gözlerimden öyle yaş akıyordu ki fışkırırcasına. Tatlı bir aşk-ı ilâhî yakıyordu benliğimi. Utanma hissim de alınmıştı. Riya giremezdi o hâlime. Utanmayı da bilmiyordum ki utanayım.
  Şunu iyi anladım ki aşk-ı ilâhîde riyanın ve benliğin yeri yok. Yaratılmamış.
  Her eşya yerini buldu mu değer ifade eder.
  Gördüm ki o makamda beş duyuya da yer daralmış. Sanki kalmamış. Edebiyat yapıyor, demeyesin. Onun da orada yeri yok. Yaratılmamış.

* * *

Aşktan yüce kurulmuş seyranı dervişlerin
Arş u kürsî, levh u kalem hayranı dervişlerin
Dervişleri hak sever Kur’ân içinde över
Abdulkadir sultandır, sultanı dervişlerin.

* * *

  Diyen Yunus’u da anmadan geçemiyorum. Allah makamını âli kılsın.
  Cenâb-ı Hakk’ın “Halilim” hitabı ile taltif eylediği, peygamberler atası İbrahim aleyhis-selâmın türbe-i şerîfini ve yanında medfun sara validemizi de ziyaret ettim. Elhamdülillah. Hz. Allah cümle âşıklarına ihsan eylesin.
  Öyle buyurmadı mı Hz. Allah (c.c.):
  Siz onlara ölü demeyin. Onlar diridir, fakat siz bilemezsiniz.
  Rabbımın bu hitabını bütün çıplaklığı ile o makamda yaşadım. Cesedimle orda idim. Ama inan ruhumla gördüm. Beşeri vücudum tahammül edemez oldu.

* * *

Kim görmüş gözleri ile canının gittiğini?
İşte ben gözümle gördüm giden canımdır benim…
  Ömrüm fırsatlı olur ise, ilâhî duygularım kalır ise, Rabbım nazar eder ise, bunu bir kitab olarak ehl-i aşka sunmak istiyorum, inşallah.
  Şimdilik bu kadarla iktifa edelim ve inelim Hacıdoğan Mahallesine.
  Hacıdoğan Mahallesinde Filistin misali Rabbım 3 şerîatın içine itekledi. Orada yaşayanların gün geçtikçe insancıl tutumları, normal ticaretleri, komşu hakkına riayet etmeleri, Hz. Allâh’ın varlığını kabul etmeleri gibi yaşantıları bu toplumu sevdirdi bana.
  Çok düşündüm, azınlık olmanın getirdiği mecburiyetten mi? diye. Osmanlı terbiyesini, İslâmi güzellikleri maalesef bizlerden iyi kavramışlar. Sözüm Ankara’daki Musevi ve İsevi vatandaşlarıma, gerisini bilemem.
  İslâmiyet’i, “Allâh’a inandım” diyenlerin Hz. Kur’ân’da beyan edildiği gibi anlamaları nâ-ehillerin işlerine gelmeyeceğinden, beyan edilen gerçeklere inanıp tatbik etmelerinin bugün mümkün olamayacağının görünümü aşikâr..

* * *

  

Yersiz Soykırım İddiası

  Birinci Cihan Harbinde Türk milletinin zâfiyetini fırsat bilip, işgal kuvvetleri ile beraber olup bu millete lâyık olmadığı, tüyler ürperten, akla ve hayale dahi gelmeyen işkenceleri reva görerek, duyulmadık nankörlük örneği sergileyen Ermeni vatandaşlarımız –Ankara’daki Ermeni vatandaşlarımızı tenzih ederim– Türk milletinin az da olsa zaferi ile neticelenen harbin neticesinde, dış güçler ülkemizi mecburi terk edince, Üçüncü Orduda mimlenen Ermenileri hainlik ettiği ülkeyi terk etmeye haklı olarak mecbur etmiştir.
  Ermeni vatandaşlarımızın yanlış tutumları ve yersiz çığlıklarının faturasını bu millete ödetme arzuları tarih boyu kesintisiz devam etmiştir.
  Soykırım çığlıkları ile dünya Hristiyanlarını Türk Milletine düşman kıldığını bilmeyen kalmadı herhalde.
  O türlü yaygaracıları Allah düzeltir inşallah. Gerçekleri zaman gelecek tarih daha açık elbette yazacak.
  Birinci Dünya Harbini görmüş, itimad edilir büyüklerimi dinle­dim ve an­la­dım ki, Bu­nun adı­na soy­kı­rım de­mez­ler, Arapça’da “men dakka dukka” derler. Çalma kapımı, çalarlar kapını.
  Çorum’da bir Atasözü vardır: Varışına gelişim, tarhana aşına bulgur aşım, derler.
  Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı “Sahibini Arayan Madalya” filmini görmüşsünüzdür.
  Görmedi iseniz mutlaka görünüz. Muhammedî’si de görsün, İsevi’si de görsün.

* * *

Madalyanın Sahibi

  Madalyanın sahibini görmeyenler görsünler ve bu gerçeği bu fakirden de duysunlar.
  Madalyanın sahibi Tarîk-ı Kâdirî, Tarîk-ı Rufâî, Tarîk-ı Nakşibendiden izn-i icazet sahibi, ordunun tetkik ve tasdikinden geçmiş, cennet-mekân Sultan Reşat Han’ın da izn-i icazetine sahip olan büyük şeyh efendimiz. Bu abd-i âciz Galip Hasan Kuşçuoğlu’nun büyük şeyh efendisi. Kahramanmaraşlı, madalyanın gerçek sahibi “Seyyid Ali Sezai Kurtaran” Efendi Hazretleri’dir.
  Salâhiyetli halifesi Kahramanmaraşlı Sofu Ökkeş Efendi ve Hacı Mustafa Yardımedici Efendi’ler. Makamları cennet olsun.
  Şeyh Efendilerimin himmeti ve Rabbımın müsâade ve ihsanı ile 1956 senesinden 2003’e, bu seneye kadar bu şerefli vazifeye leke sürmemeye özen göstererek, Rabbımın yardımı ile mesûliyetimi müdrik, nefsimin şerrinden emin olamayan bu abd-i âciz Rabbıma sığınıp ve yardımı dileyerek şahsıma tevdi edilen bu kudsi vazifeyi seve seve, yol büyüklerimin himmeti, muhib arkadaşlarımın da yardımları ile götürmeye çalışıyorum. Rabbım ihsan eylediği bu dünyadaki ömrümün nihâyetine kadar madde ve mânâ kirlerinden arınmış olarak ihyâ eder inşallah (c.c.).
  Abd-i âcize Kâdirî, Rufâî ve her ikisinin birleşiminden verilen kol Gâlibîlik ihsan edildi. Hadimü’l-fukara Çorumlu Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu.
  Peygamberimiz Efendimiz’in:
  “Beni Rabbım terbiye etti, ne güzel terbiye eyledi”

* * *

  Hitabını anladım. Bu abd-i âciz âczimle yaşıyor ve emr-i ilâhîlere sadık kalmaya Rabbımın ihsanı olan ihtiyâri gücümle gayret ediyorum. Emr-i ilâhîlere uyumlu olabilmem için Rabbımın sadık kullarına ihsan eylediği rahmet-i ilâhîye zuhuratına yönüm dönük her an bekliyorum.
  İki yüzlülükten kurtarıp ilâhî emre acabâsız sadakat gösteren kullarını, ferdi olduğu gibi, umumi olarak da Peygamber Efendimiz’in getirdiği emr-i ilâhî ile asra uyumlu olarak yaşamanın tertîb-i ilâhî olduğunu düşünebilen ve yaşayan, terakkiyata yönelik yaşantının ilâhî tertip olduğunu müdrik ve asrın haram olmayan güzelliklerinin hayranı, bu yönlü tecelliyat-ı ilâhîyenin zuhurunu bekleyen, benimsemiş ve önemsemiş ve yaşayan müttaki ve mü’min kullarından eylesin, âmin ve selâmün ale’l-murselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
  Pala Sokakta on seneden fazla kaldık. 60 ihtilâlinden sonra “şehir içinde marangoz olamaz” diye yalnız temeli olan hayali sitede iskân kılındık. Mekânı cennet olsun Nuri Teoman Paşa Ankara ihtilal valisi idi. Esnafın hâline muttali olduğu için suyumuzu ve elektriğimizi mevzuata hiç uymadığı hâlde bağlattı. Sonra gelen hükümetler generali dava ettiler. Siteleri gecekondu diye muameleye koydular da Nuri Teoman Paşa yakayı kurtardı. Cennet mekân Adnan Menderes esnafın feci hâline muttali olduğu için esnafın mülk sahibi olmasının arzusu ile bütün menfi önerileri kabul etmeyerek, biz fakir esnafı mülk sahibi eyledi. Hz. Allah emeği geçenlerden razı olsun. Bu abd-i âciz ilk kurulan marangozlar derneğinin ve kooperatifinin kurucularından olup her ikisinin de yedi numaralı üyesiyim.
  Pala Sokaktaki iskânımızla çok şeylere şahit olup yerinde öğretildiğim gibi, Dîn-i İslâm’ın umumun dîni olduğunun zuhuratlarının başlangıcını burada edindim. Nâ-ehlin menfaatlerine halel gelmemesi için gizlenen gerçeklere de burada yaşayarak muttali oldum.
  Hakîkat yolunun, tasavvufi yaşantının Hacıdoğan Mahallesinde yokluğunun acı gerçeğinin özlemini daha çok çektim. Ve bu iskân ettiğim yer bu fakiri hakîkate öyle itekledi ki mânevî hayatımın hakîkata dönüm noktası, Dîn-i İslâm’ın gerçek yaşantısı olan tasavvufi yaşantım burda ihsan edildi. Anlatayım. Can kulağınla dinle ki bu metafizik tecelliden senin de rızkın var ise nasip olur alırsın inşallah.
  Sene 1949–1950 arası. İhsan edilen ilâhî aşkla tutunacak yer bulamayan, boşlukta bocalayan bu fakir mecnuna benzer olmuştum. Lafza-i Celal anlamında ses çıkaran ayakkabılarımın tıkırtıları beni vecde getirmeye yetiyordu. Hissediyorum ve yaşıyorum, mânen yükseldiğimi biliyorum, ama ne duracak durağım ne de tutunacak bir dalım var. Sahipsizdim. Sahipsizliğin ne olduğuna, yol büyüklerimin sohbetleri iç âlemimde dolu dolu idi. Zevki vardı fakat fer’i idi, kalıcı değil geçici idi. Namaz kılıyor, Ramazan orucumu da tutuyordum. Gücüm nisbetinde yeri gelir ise hayır hasenatımı da yapıyordum.
  Çok ulemayı dahi şaşırtan, bu maddeden ve akıldan öteye yolu olmayan fer’i hâl bu fakiri doyuramadığı gibi mânâya yol bulamayan ilmin beni mecnunluğa doğru iteklediğinin farkında idim. Aşk-ı ilâhînin böyle olmadığı hakkında çocukluğumdan bu yana dinlediğim sohbetlerden bir şeyler edinmiştim. Edindiğim bilgiler kâldi, hâl değildi ki derdime derman olsun.
  Bu maddî, akıldan öteye ve mânâya erişemediğim için, güzelliği bulamayan özlemlerimle bu hayatı sanki taşıyamıyordum. İntiharı dahi düşünmedim değil. Günâh-ı kebâireden olduğunu biliyordum.
  Duymuştum, gece yarısında olan müracaatlar red olunmuyor diye.
  Gece yarısında kalktım. Abdest aldım. İki rekât kaza namazı kıldım. Dua için ellerimi kaldırdığım zaman mânâm değişmişti. Meğer hacet kapıları açılmış, arzu ve isteklerimin kabul olduğunun peşinen müjdesini almış gibi idim. Beşeri duygu ve hislerim ilâhî bir hâl almıştı. Gözlerimden sel gibi akan yaşlar ihtiyârımla değildi. İlticamdaki kelâm ve mânâyı da abd-i âcizin bu anlamda beşeri gücümle üretmem imkânsızdı.
  Allah için kalbi gözyaşları ile sulandırdığın zaman müracaatını kâinat bilir.
  Bir gerçek ama bu gerçek de ihtiyârınla oluyormuş gibi görünse de beşeri gücümüzle olamıyor, yanılma.
  Her ne kadar benî âdeme cüz’î irâde verilmiş ise de yaratılan her beşer mutlaka ilâhî yardıma muhtaç yaratılmıştır.
  Hz. Allah buyurdu:
  “Talebenâ vecedenâ” (kulum sen iste ki ben vereyim.)
  Bu rahmetin tecelli yeri vesile zuhur mercii insan-ı kâmildir.
  İki âlem sahibi Gavsü’l-A’zam Seyyid Ahmet er-Rufai Hazretleri müracaatında:
  “Yâ ibadallahi ağisnâ” (ey Allâh’ın kulları bize yardım edin) diye müracaat etmiştir. Öyle tertîb ve tanzim eylemiş Hazret-i Allah.
  Zâhiri ulemanın bu tertîb-i ilâhî ilimleri kifâyet etmediği için mahrumdurlar, mahcupturlar. Çünkü ilimleri ile fizikten öteye, metaya yol edinmemişlerdir.
  Beşeri zaafımla, lütfedilen ilâhî zuhuratın meyvesi şöyle müracaat ettim:
  “Yâ Rabbi! Ben âciz kulun bir mürşide intisap edemedim. Kararsızlığımdan dolayı bu yönden zatına rica ediyorum. Bana mürşidimi yarın öğleye kadar gönder. Bekliyorum.
  Göndereceğin mürşidim “ben şeyhim” desin yalnız ki. Zatının gönderdiğini bileyim. Mânevî ölçülerim bugüne kadar beni mahrum bıraktı. Zatından istiyorum. Göndermez isen emanetini al. Zira artık taşıyamıyorum. Anlamı kalmadı, hayat taşıyamayacağım yük olmuştu.”
  Mürşitsiz yaşamak istemiyorum. Hiç şüphem yoktu, gönderecekti. Çünkü bu yakarış kulun âcziyle mütenasip değildi.
  İbadullah Camisine Diyanet İşleri genç bir imam tayin etmişti. Sesi güzel ve yanıktı. Kur’ân’ı çok güzel okuyordu. Sabah, öğle, akşam namazlarını kaçırmıyorduk. Daha birkaç gün olmuştu.
  Gece müracaatımın sabahı beklemeye başlamıştım mürşidimi. Hiç şüphem yoktu, mutlaka gönderecekti Hz. Allah. Çünkü geceki hâlim beşerin gücü dışında idi. Kesinlikle kör atışı değildi.
  Saat onu geçiyordu. Sabırsızlanıyordum. Genç imam Şerafettin Yardımedici gelmez mi. İsmimi de öğrenmiş. “Selâmün aleyküm Galip Usta” diye, “bu dükkânı siz veriyormuşsunuz bize verir misin? Seveceğin bir kişiyi getireceğim. Kirası ne kadar?” dedi. Anahtarı eline tutuşturdum, öğleden evvel mutlaka getir diye.
  Atölyemin bitişiğinde ufak boş bir dükkân vardı. İsteyen bir esnafa verilsin yetkisi ile anahtarını bana vermişlerdi.
  Şerafettin Hoca işin vehametini anlamış olacak ki babası mürşidim efendimi hemen getirdi. Dışarıda karşıladım. İsmimi o hitabtan dinlemek ne zevkti:
  —Selâmün aleyküm Galip Efendi oğlum!..
  53 sene geçti. Hâlâ o hitabın zevkini taşıyorum. Efendimi gördüm, bana yeniden doğmuş gibi bir hâl oldu. Mecnunluğum geçiverdi. Karanlık dünyam aydınlandı. Nasıl aydınlanmasın, ilticam kabul olmuş, mürşidim efendimi göndermişti Hz. Allah!...
  Elinde Hazret-i Kur’ân. Dükkânın kapısından evvelâ Hz. Kur’ân girdi. Mürşidim efendim de sağ ayağıyla içeriye girdiler. Ben de girdim. Tazimle elini öptüm. Beni evvelce tanıyor gibi, hâlimi hatırımı sordu ve niçin bu dükkânı istediklerini şöyle izah etti:
  —İbadullah Camiine yakın. Namaz aralarında sağda solda dolaşmasın Şerafettin. Bizim de arkadaşlarla sohbet edecek bir yerimiz olur. Sandalye masa alalım, deyince:
  —Efendim, onlar tamam, siz düşünmeyin, dedim.
  Ertesi sabah gelmek üzere gittiler.
  Kahramanmaraşlı Mustafa Yardımedici Mürşidim Efendim. Tahminen 1.90 gibi boyu ile geniş omuzlu idi. Mollalığında güreşirmiş. Soyunduğu zaman sırtına çam kömürü ile Maşâallah yazarlarmış. Sünnet-i seniyyeye uygun sakalı ve bıyığı. Tirendez giyinimi, her ayın elbisesi ayrı idi. Başa tam girmeyen kasketi, ayakkabısı da elbiseye uygundu. Kahramanmaraş’a mahsus yeleğini terziye tarif eder, başında durur, tarifi üzere diktirirdi…
  Hazret-i Kur’ân’ın mânâsının gerçek anlamı bu fakirde çok çok etkisini gösterdi. Kulun bilmesi gereken umuma bahşedilen Dîn-i İslâm’ın bu bildirisini geç de olsa yaşayarak anladım ve mesûllerine haykırıyorum: Hz. Allah, İslâm’ı bize nasıl bildirdi ise Hazret-i Kur’ân’da elçileri vesilesi ile sizler de öyle bildirin. Hz. Allâh’tan korkun. Hesap günü gelmeden düzeltin yanlışları!...
  Yetsin artık Hz. Allâh’a inanan Ehl-i îmanın, Ehl-i İslâm’ın, Ehl-i Kitab’ın, birbirini “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” görerek, Hz. Allâh’ın rahmet sıfatlarını gazab-ı ilâhî gibi algılayarak, lütuf ve ihsan edilen ve âciz kula ihsan edilen yaşam güzelliklerini yok etmeye çalışmanız bitsin artık!...
  Bilenler emr-i ilâhîleri doğru öğretsinler toplumlara, Hz. Allah aşkına…
  Bilmeyen de sussun, yeter. Nasıl inanıyorsa inandığının hürmetine!..
  Hz. Allâh’ın varlığını bu sonsuz zuhurat karşısında dahi düşünemiyor, yüce varlığın yarattığı günâh-ı kebâire dışındaki güzelliklere hâlâ küfür gözü ile bakarak, kul için kazancı sonsuz olan dünyada, küfürden gayrı bir şey göremiyorsa, aklından zoru olan bu zavallının düzelmesi için bir tedavi yolu mutlak vardır. Derdin devasını bilemiyor isek araştıralım. Çünkü Hz. Allah (c.c.) devasız dert yaratmadı.

* * *

Edebiyat Öğretmeni Fazlı Al Hoca’nın Ahval-i Âleme Tasavvufi Bakışı

  ETME KARDEŞİM
 
Hakîkat âlemi Hakk’ın has mülkü
Bilmiyorsan inkâr etme kardeşim.
Basiret gözüyle görülür çünkü,
Görmüyorsan inkâr etme kardeşim.
 
Tasavvufta tarikat hakîkat yolu
Fıkhın kolu mezhepler içtihat yeri
Tarikat kolu da tasavvufun yolu
Hak yolları inkâr etme kardeşim.
 
Asıl olan şerîat halk için libas
Takvâ, verâ, ihlas tasavvufa has
Sırat-ı müstakîm için tarikat esas
Hak yolda yolsuzluk etme kardeşim.
 
Tarikat Hak için Hakk’ın yoludur
Fakat yollar sahte canbaz doludur
Allâh’la aldatan zalim kuludur
Aldatmayı sanat etme kardeşim.
 
Tarikatı inkâr arttı giderek
Cahili bilmeden âlim bilerek
Bu inkâra hem de cihat diyerek
Din ile aldatmaya gitme kardeşim
 
Elinde bir kara, herkese sürme
Kâfir, gâvur, deyip kimseyi yerme
Allâh’tan utan da kulu hor görme
Yeter, sahtekârlık etme kardeşim.
 
Sahtenin sıfatın doğruya verme
Çürük olanlarla sağlamı yerme
Şeytanla, mürşidi bir diye görme
Yanlış yerde dua etme kardeşim.
 
Dervişin varlığı benliği varsa
Şeyhini uçurup, şöhret ararsa
Katı kurallarla dîni yaşarsa
Bu softaya rağbet etme kardeşim.
 
Dini sömürüye düşmandır herkes
Rezil eder Allah çünkü ölçü ters
Bunların elinden şeytan eder pes
Şeytanları rehber etme kardeşim.
 
Evliyâma eza eden âdeme
Harb açarım diyor Mevlâ baksana
Rab değil bunlar rahmet insana
Kork Allâh’tan zulüm etme kardeşim.
 
Tarikata karşı gelen ey nadan
Tasavvufsuz din yaşanmadı hiç bir an
Böyle tanzim eylemiştir yüce yaratan
İnsaf et de küfre gitme kardeşim.
 
Fazlı der kurulur Hakk’ın divanı
Sorulur insana bunca yalanı
Gâlibî mürşidin irşâd zamanı
Bir anını heder etme kardeşim.
 
  (Fazlı Al, Edebiyat Öğretmeni/ISPARTA)
 
  Mürşidini bulmak için sakın benim yaptığım hatayı sen de yapmaya yeltenme. Ben çok ağır ödedim bedelini ve hâlâ ödememin ömür boyu devam edeceğine inandım. Neden bilmem, umuma bahşedilen tertîb ve tanzim-i ilâhî ile güya yetinmedim.
  Tanıdığım ehl-i hâl bu fakire gücendiler, “bizler ne güne duruyoruz?” diye.
  Haklı idiler, mânâ ehl-i idiler, hürmete ve hizmete lâyık idiler, cümlesinin makamları cennet olsun. Cümlesinin üzerimde nazarlarını hissediyorum.
  Bu hususta neden bilemiyorum, biraz müşkülpesent idim. Derdimin deva ilâcı onlarda değil gibi idi.
  Yukarıda arz ettiğim gibi, şeyhim efendim geldi. Beni mecnuna döndüren ateşim bir anda söndü. Değiştim. Hz. Allâh’a müracaatım kabul olmuştu.
  O günden on beş sene evvel Peygamberimiz Efendimiz’i mânâmda ziyaret nasip oldu. Yüzlerce ehl-i aşk sıra bekliyordu, sıra bana gelmişti. Çift kapıdan içeriye girdim. Peygamberimiz Efendimiz hasır ile döşenmiş, fazla yüksek olmayan bir sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kelime-i tevhid okuyarak mübârek ellerinden öptüm. “Lâ ilahe illallah” diye diye bayılmıştım. Peygamberimiz Efendimiz “Muhammedün Resûlullah” diye beni ayağa kaldırdı. İki yüzümden öpmüştü. Bir daha unutmayayım diye mübârek cemaline hayran hayran baka kaldım.
  İşte o kaldırılışımın benzeri bugün tahakkuk etmiş idi.
  İşte o günkü cemal karşımda duruyordu.
  O gecenin zevki verilmişti. Ama düşünemiyor ve hatırlayamıyordum. İç âlemim nefsime pay çıkarmadan yaşıyordu mânâyı. Ben bu mânâ ve cemal güzelliğini biliyordum ama nasıl? Hayli zaman geçti, hatırladım o ziyaretimi. Çünkü cemal aynı cemal, hâl aynı hâl. İşte kulun ihtiyârı dışında her hâli metafizik zuhurat.
  Mürşidim efendim ertesi sabah geldiğinde:
  —Galip Efendi, kâğıdı kalemi al da gel, diye seslendi.
  Geldim, elini öptüm. Gösterdiği sandalyeye oturdum.
  —Yaz oğlum, dersini, diye başladı söze:
  Hasbünallâhu veni’me’l-vekîl: 100 adet
  Allahümme salli âlâ seyidinâ Muhammed: 100 adet
  Estağfirullâh el-azîm min küllî zenbin ve etûbû ileyh: 100 adet.
  —Bu esmaları günde bir kere çek, dedi.
  Kalktım, elini öptüm:
  —Kabul ettim, dedim.
  Sonra gördüm ki başkalarına vazife öyle verilmiyor. Biat ettiriliyor, kesin söz alınıyor. Benim intisabım ve ikrarım ise mânen tamamlanmış. Şeyhimin yazdırması kalmış. O da tamamlanınca mânâm ve maddem değişti. Cidden derviş olmuştum. Darısı dostlar başına.
  Şeyhim Efendim her sabah geldiğinde kâğıdı ve kalemi getirmemi söyler, her gün bir esma yazdırırdı. Zaman geldi, gece yarısından sonra postun üzerinden kalkamıyordum. Dersim üç saat kadar devam ediyordu. Dersimi alalı altı ay kadar olmuş idi.
  Ailem anlamıştı, “yoksa derviş mi oldun? Diye. İlâhî zevkle “evet” dedim. Çünkü yabancısı değillerdi.
  —Galip Efendi, gel, bugün kâğıt kalem getirme, dertleşelim dedi.
  Mübârek elini öptüm. Her zamanki yerime oturdum.
  —Oğlum Galip Efendi! diye söze başladı.
  —İçinden her hâlde diyorsun ki: Efendinin gece aklına bir esma geliyor, bunu Galip Efendiye yazdırayım, diye yazdırıyor. Öyle değil oğlum. Görüyorum, bakmaya mecbur olduğun çok horantan var. Gece gündüz çalışmaya mecbursun. Ben de her gün vazifeni artırıyorum. İçim yanıyor senin hâlini gördükçe. Ne yapayım, elimde değil! Ben bu esmalara bir ömür verdim. Sana hemen veriyorlar, dedi.
  Ağladı.
  —Efendim, zatını Rabbımden istedim, elhamdülillah bu fakirini ret etmedi. Zat-ı alinizi gönderdi, deyince gözyaşları daha fazla kabararak:
  —Sus! Anan Arap olsun. Kahramanmaraş’tan beni de senin için gönderdiler, dedi.
  Ben de ağlayarak ellerinden tekrar tekrar öptüm. Kucakladım efendimi. Allah makamını cennet eylesin, âmin.
  İşte neresinden bakar isen bak, zuhur eden her olay metafizik.
  Kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi Ankara’ya misafir gelmişlerdi. Ailece otururken kızı dersimin çok sürdüğünü anlatmış olacak ki:
  —Ne kadar dersin var? Ne yapıyorsun? Şeyh Efendi ne vazife verdi? Diye sordu.
  Günlük virdimi olduğu gibi anlattım.
  —Bunları yapabiliyor musun? dedi.
  Mana görgüleri mi de dinledi de:
  —Yaz oğlum, şunları da oku, diye çok dualar ve esmalar yazdırdı.
  —Baba, hem Galip Efendi’nin dersi çok diyorsun, sen de ilâve ediyorsun?!
  —Bu merhamet işi değil. Galip Efendi’ye mânevîyatın ilgisinin icabı böyle olması lâzım, diye kızını susturdu.
  İlk zamanlar Efendimle Kayınpeder Efendimin araları çok iyi idi. Şeyh efendim daha yaşlı olduğu için görüştüklerinde elini öper, hürmet ederdi.
  Zaman geçtikçe fitneler çoğaldı. Senlik benlik davası iki dergâh arası tutumları değişti. Bu hâle sebep ben garip olduğum için, ara yerde bu fakir eziliyordum. Şimdi anlıyorum ki benim bu yolda pişmeme yardımcı olması için tanzim edilen mânâ imtihanı değil mi…
  Hacı Mustafa Anaç Efendi dünya hayatında feleğin çemberinden geçmiş, tasavvufi bilgisi yeterli ve natıka sahibi idi. Fakat turuk-ı aliyyeye sonradan sokuşturulan katı kuralların koruyucusu gibi idi de, Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici şeyhim efendim ise hâl şeyhi idi. Hz. Allah cümlesinden razı olsun. Bu abd-i âcizin mânâma yaptıkları hizmet tartışılmaz.
  Makamları cennet olsun, her ikisinden de Kâdirî ve Rufâî tarikinden izn-i icazetim var.
  Kayınpederimden 1969 senesinde icazet teberrük olarak bu abd-i âcize verildi. “hatıra mebni değil, Hz. Allâh’ın emri ile veriyorum” dedi. Başka türlü veremezdi ki. Eğer ihtiyârı ile verilebilse idi, dergâhını mürşitsiz bırakır mı idi? Ama başka dergâhlarda da olduğu gibi, bu dergâh da uyduruklardan nasibini aldı.
  Hani derler “vermeyince mabut, ne yapsın sultan mahmut?”
  Vermez ise vermesin mabut, işine geleni bilir sultansız mahmutlar!...
  Hakîkatler çeşitli sebeblerle istismar edildi.
  Hakîkat yaşantılardan habersiz, yalnız nefsanî duygulardan öteye yolunu bulamayan, asra uyumlu olmayan katı kuralları benimseyip, cehaletin eline düştümü mânâ cahili, gerçek dışı olan, yalnız nefse dönük, materyalist yaşantıyı yeterli zevk zanneder. Amma, mânâ güzelliklerinin özlemini çeken ehl-i îman ferdin ve toplumların tâbii hakkı olan yaşama hakkının ilâhî duygu özgürlüğü elinden alınıp, yalnız nefsi duygu ve hayali özlemi ile iktifa ettirmeye mecbur kılındığının zoraki kabul ettirilmek istenilmesi ve nâ-ehilden bu yönde tazyik görmesi ehl-i îman, ehl-i aşk için zulüm ve haksızlık değil mi?!...
  Benim başka şeyh efendiden vazife almamın tertîb-i ilâhî olduğunun yabancısı olmadığı hâlde, gene de kayınpederim ve ihvanında tarifi mümkün olmayan senlik benlik yaratmıştı. Böyle olacağını hiç düşünememiştim. İki tarafta tertîb-i ilâhîyi kabul ve tasdik ediyor, icraata gelince birbirinin düşmanı gibi.
  Bu ortamda iki dergâhın dayağını ben yiyordum. Bu hâllerin bu fakiri mânen zayıflık değil hakîkate iteklediği zevkimdi. Üzülmeme nazaran iyi anladım.
  Yedi şeyh efendilerin terbiyesinden terbiye edindim. Yeri geldikçe yazarım inşallah. Hz. Allah cümlesinin makamlarını cennet eylesin, âmin.

* * *

Her ne kılmışsa adâlettir Cenâb-ı Kibriya
Her kazaya her belâya kıl rızâ Allah Kerim

* * *

  Yegâne tesellim bütün âlemin adâlet üzere tertîb-i tanzim-i ilâhî üzre yaratılması idi. Yaratıcısı ise eşi benzeri olmayan Hz. Allâh’tır. Aksini düşünmek tahkiki îmana hiç uymadığı gibi, taklidi îmanda dahi garipsenir.
  Hacıdoğan mahallesinde kimler yok tu ki:
  Artin, Bedros, Kımis, Garabit, Kirkor beyler, efendiler, ustalar.
  Teşrik-i mesai ettiğim daha niceleri… Hacıdoğan Mahallesi sakinleri, nedenini çözemediğim, cidden sakin kişiler idi.
  Bir kişinin kişilik ölçüsünü anlamak için alış veriş yapacaksın. Tıynetini anlamaksa muradın, menfaatine hafif dokunacaksın. Mayasının ne olduğunu anlarsın. Bu ölçüler basit ölçülerdir.
  Esas ölçü Allah korkusudur. Îmanı nispetindedir. Gizlenmesi ise ilm-i zâhirin kurnazlığa ayrılan ölçüsü nispetindedir.
  Başkalarına zarar sağlayan, hemcinsini aldatmak için elde edilen ilmin kesinlikle ilâhî yönü olmayıp küllî şeytanidir. Bu şeytani ilimlerini, ilm-i ilâhî gibi göstermeye kalkışarak menfaat-ı dünya elde etmeye çalışanlar için Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki.
  Mürşit olmadığı hâlde mürşitlik iddia edenler ümmetimin en şerlileridir.
  Hz. Allah bütün kullarını bu türlü hakîkat dışı cehlin şerlerinden emin eylesin, âmin.
  İki yönlü ilimden bahsedilir Vehbi ve Kesbi diye.
  Vehbi ilim: Allah elçileri peygamber efendilerimize ve vârislerine Hz. Allâh’ın istisnai verdiği ilimdir ve kalıcıdır.
  Kesbi ilim: Kulun irade ve say’-i gayretine bağlanmış, umuma mahsus hayatını idame ettirmesi için fiziki âlemde ihtiyârı ile elde edilen ilimdir.
  Bu ilimde ihlas bulamazsın. Bu ilmin saliki Hz. Allâh’ı yüzde yüz bilemez. Yüzde yüz inkâra da ilmî gücü yeterli değildir ilm-i zâhirin.
  Geçici vehbi ilimler vardır, ana karnındaki çocuğun yaşama hâli, doğunca ağlamayı, meme emmeyi bilmesi gibi. Hayvanlardaki harikulade hâller ne ile ifade edilir? Cümlesi vehbi değil mi?.
  Kul, “Hz. Allâh’ın ve resûllerinin şahidiyim” diyebilmesi için vehbi ilme muhtaçtır.
  Vehbi ilim dahi kulu tatmin etmesi için zamanında geçerli kesbi ilime muhtaçtır.
  Bu ilimlerin her ikisi de benî âdeme insan olması için bahşedilmiştir.
  İlm-i zâhir, ilm-i batın olsun hayvanlar âleminden ölçü alır isek, daha çok vehbi ilimle bezendiklerini görüp hayret etmemek ne mümkün. Bunlardan birkaç misal verelim: Âdemken insan olmanın cümle hayvanlardan farklı ve emr-i ilâhî üzere yaşıyor ise şerefi yalnız benî âdeme ihsan edilen insan olma yeteneğine sahip benî âdem efdal ve şerefli mahlûktur.
  Eşek arısının görünen küllî metafizik yaşantısını dinle de, lütfen beş duyunun ötesinden ihsan edilen ilm-i vehbiyi iyi anlamaya çalış ki, kuvvet ve kudret-i ilâhîyi anlamana yardımcı olur, inşallah.

* * *

Eşek Arısı

  Eşek arısı yumurtalarının yanına salyangozu iğnesi ile öldürmeden sanki konserve yapar ve bir daha dönmemek üzere orayı terk eder.
  Günü gelir arı yavruları yumurtadan çıkar. Konserve olan salyangozu öldürmeden yerler.
  Uçma çağına gelince salyangozu bitirirler. Ondan sonra gıdalarını kendi gayretleri ile elde etmeye çalışırlar.
  Efdal-i mahlûk, şerefli mahlûk yaratılan benî âdem, tufeyli geçinmeye ömür boyu kendini adamış kişi eşek arısından daha mı duygusuz? Eşek arısı ile benî âdemin vurdumduymaz hâlini mukayese eder isek, eşek arısına haksızlık etmiş olmaz mıyız?
  Başkalarının sırtından geçinmenin insan olmanın yolunda bulunmadığını istediğin kadar anlat ona; arı misali vız, vız, vız gelir, demek lâzım. Sen o vız vızı ömür nihâyete erdiği zaman hesap günü dinleyeceksin, Hz. Allah affetsin.
  İngiliz âliminin Allâh’ın varlığını kanıtladığı delillerden aldım. Baştan sona kadar anlattıkları metafizik’tir. Bütün nebatat ve hayvanat, felâkiyat her yaratığın madde yönü olduğundan daha çok mânâ yönü de vardır.
  Hele benî âdemin maddesinden mânâsı daha çok ihsan edilmiştir.
  Âdem insan olma şerefine erdiği zaman küll olarak her yeri ve yönü ile mânâdır, metafiziktir.
  Mana, kulu küllî olarak ihata eder ki her yönü mânâ olur.
  “Biz arıya vahyettik” buyurdu Hz. Allah (c.c.).

* * *

Deniz Kablumbağaları

  Ana deniz kaplumbağası sahilde kumu eşer. Yumurtalarını derince eştiği çukura gömer. Bir daha gelmemek üzere orayı terk eder. Zamanı gelince yumurtadan çıkan kaplumbağa yavruları, kumdan çıktığı gibi hiçbir araç ve gerece ve delile dahi ihtiyaç duymadan sürüler hâlinde denize koşarlar.
  Ters istikamete gideni göremezsin.
  Na-ehlin şerrinden ve belâsından kurtulup denize erişen kaplumbağa yavruları yeryüzü tehlikesini az da olsa o an için atlatmış sayılırlar.
  Aklın ve mantığın gücü ile bu olayların izahı mümkün mü?
  İşte fiziküstü metafizik olay.
  Âlemde zuhuru görülen metafizik olayları anlatmak, hatta dinlemek de beşerin tahammülü dışında bir gerçek. Beşer için nihâyeti bulunmayan gerçekleri “doğal” deyip de geçiştirdiğini zannetmeyesin.
  Senin bu ilmin de dünyada geçerli fakat bir yere kadar geçerli.
  Fiziki ölçünü tertîb-i ilâhî ölçeği yanında örnek göstermek mümkün değil. Misal mi:
  Karıncanın kendi ağırlığının 75 katını taşıdığı söylenir
  Söyler misin sen ağırlığının kaç katını taşıyorsun?
  İlminle göstermek istediğin her şey araç ve gereç, amaç değil.
  Amaç yaratıcın Hz. Allâh’ı bilmektir.
  Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki:
  “Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.”

* * *

Pala Sokak

  Pala Sokağa dönelim. Hz. Allâh’ın varlığına inandığı için müslümanlığını kelâmı ile ifade eden, Hz. İsa aleyhis-selâmın tebliğ eylediği şerîatın ahkâmına uyumlu yaşamaya çalışan, Hz. Allâh’a şirk koşmayan, mü’min müttaki kardeşlerimizden bahsedelim.
  Allâh’ın var olduğuna kelâm ile ikrar edenlerin “müslüman” olduklarını, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hz. Allah buyurduğu ve bildirdiği hâlde, Ümmet-i Muhammed olarak, biz de bilemiyoruz, hangi sebebten ise bildirmediler, Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği ifade eden âyetleri gizlediler veya tahrif ederek, başka mânâ verdiler.
  Maide Suresi 51. âyete yanlış mânâ vererek Musa ve İsa aleyhis-selâm ümmetlerine ve şerîatlarına Muhammedileri ezeli ve ebedi düşman kıldıkları gibi.
  Tarihi bî-taraf tetkik ettiğimiz zaman açık seçik görülüyor ki, sonra gelen şerîatı kabul etmemek zalîmane onlardan miras kalmış Muhammed Ümmetine.
  Yalnız Hz. Allâh’ın var olduğuna inanmanın İslâmiyet olduğunu ne onlar biliyor, ne de biz biliyoruz. Dünya bu gerçeği bilmiyor. Şu bir gerçek: bilmek de istemiyorlar. Bilselerdi, Allâh’dan başka ilâh edinmezler, benî âdem birbirilerine haksız yere kâfir, gâvur, gayr-i müslim diyemezlerdi.
  Bu Hz. Kur’ân’da mânâsı açık emr-i ilâhîyi şu zamanda dünyaya anlatmak çok zor olduğu gibi, yakınlarına anlatmak da müşkül ve zor…
  Yakınlarımda da görüyorum, bu gerçeği anlamaya ilmî müsait olmayanlar bilemediklerinden nefsin ürettiği ters anlayış o kadar yaşantılarında yer edinmiş ki gerçekler anlatıldığı zaman kabul etmiş gibi görünseler de icraatlarında görürsün ki değişen bir şey yok.
  Eski hamam eski tas.
  Dikkatle bakarsan icraatlarına, tellakların da değişmemiş olduklarını görürsün.
  Elbetteki bir gün düzelecek dünya.
  Bu tertîb-i tanzîm-i ilâhî benimsenip önemsenerek kabul edildiği zaman İslâm’ın tek din olduğunun, başka din olmadığının bilincine varılarak gerçekler kabul edildiği zaman bu ortam düzelecek inşallah.
  Amma dünyanın ömrü olacak mı?
  Peygamber efendilerimiz din getirmediler.
  Cümlesi, Dîn-i İslâm üzere geldiler.
  Ümmetleri Allâh’a inanıyorsa müslümandırlar. Getirilen şerîat üzere yaşıyorlarsa mü’mindir, müttakidir, ittika sahibidir.
  Bilen insanların hasretini çektiği, semâvî kitaplardaki mevcut gerçeklerin bir gün yeryüzünde zuhuru görülecek inşallah.
  Bu rahmet ve zuhurat-ı ilâhîye neden bu zaman olmasın?.
  Artin Usta meslektaş, mobilyacı. Fevkalâde usta değilse de atölyesi vardı. Birşeyler yapıyordu. O zamanlar isminin Artin olması da resmi yerlerden iş alması için avantaj sağlıyordu. Buna benzer isim taşıyanların avantajları vardı.
  Ecnebi isim alan kurnaz sanatkârlar çok idi: Alman Sait Usta, Bulgar Hasan Usta, Âlîman Usta Ankara’da mobilya ustaları olduğu için hepsini de iyi tanıyordum ve isimlerinin hatırına iyi büyük işler alırlardı.
  Bedros Usta da meslektendi. Onun da ufak bir dükkânı vardı. Çok çalışkandı.
  Bazan işçi tutardı, işçi seyreder kendisi çalışırdı. Camiye gidişte ve dönüşte yolumun üzeri idi. Görür ve ayıplardım; “İşçiye iş vermeyi bilemiyorsan, niçin işçi tutuyorsun?” diye. Yarı şaka yarı ciddi çatardım Bedros Ustaya, Allah rahmet eylesin. Temiz insandı. Taraf-ı etrafı ile tanıştırmıştı beni. Temiz ve garip insanlardı.
  Bedros Usta bizi kırmazdı ve severdi. Birkaç kerre müslüman olmuş idi fakat sünnet olmaktan korktuğu için çabuk dönüş yapardı.
  Bilemiyor idik ki bugünkü gibi kendisine söylese idik, Hz. Allâh’a inanıyorsan, Allâh’ın bildirisine, beşerin yetki ve ölçüsüne göre “sen de müslümansın” diyemedik. İsa aleyhis-selâmın şerîatına bağlı beşer şahadetine uygun müslüman kardeşim…
  Dükkân sahipleri Bekir Koç vefat etmişti. Allah Rahmet eylesin, iyi adamdı. Cenaze namazını Hacı Bayram Camisinde kılmıştık. Cemaatin görünümü çok acayipti. Neden mi?
  Ermeniler bizimle cenaze namazına aynen iştirak ettiler. Cenazenin yakınları Muhammediler karşıya geçtiler. Namaz kılınana kadar bizleri seyir ettiler.
  Namaz kılan Ermeni kardeşlere alaylı tavırlarla sordum: “Siz nasıl namaz kıldınız?” diye.
  —Sizin gibi abdest aldık, sizin gibi yaparak namaz kıldık. Hürmet ettiğimiz bir kişinin namazını ne diye kılmayalım? dediler.
  Ben onlar hakkında uydurulan fetvalardan bahsetmedim. Dilimin ucuna geldi, geri yuttum.

* * *

  Şu anda Şair Eşref’in hicvi geldi hatırıma:
Bana “kâfir” demiş müftü efendi
Ben ona diyeyim “müslüman”
Huzur-ı ilâhîde ikimiz de çıkarız yalan.

* * *

  Bu keşmekeşlikten ve nefsin hazzından öteye yolu olamayan, edinildiği cehaletten, Hazret-i Kur’ân’da mevcut emr-i ilâhîleri çarpıtmadan, aslına uyumlu, salâhiyetli kişilerden tebliğ eyledikleri zaman, bütün insanlık âlemi bu gerçek emr-i ilâhîyi duyup anladığı zaman, kardeşliğe dönüş mutluluğu idrak edildiği gibi, yaşanılacak dünyanın rengi değişecek; hiç şüphen olmasın.
  Yeri gelmiş iken duygusu ile yaşayıp tertîb-i ilâhî zevkini unutamadığım metafizik, yasaklanmayan hitab-ı ilâhîyi ifşa etmemde bir sakınca göremiyorum. Hz. Allah samîmiyetime bağışlasın.
  Hâl-i yakazada Hz. Allah bu abd-i âcizine hitab ediyor:
  “Kulum ne istersin: Yarın bir ilim meclisinde mi bulunmak, yoksa bir cenazeye hizmet edip, namazını kılıp, kabre kadar refakat etmek mi?.
  İkisini de eşit gösterdi Hz. Allah (c.c.)
  Kurnazlık asla değil.
  “Ben âcizim ya Rabbi, sen bilirsin” dedim.
  O gün bu fakirini hem Ledünni ağırlıklı ilim meclisinde bulundurdu Hz. Allah, hem de gene o gün bir zatın cenazesinde bulundurup kabre kadar da refakatçi kıldı.
  Cenaze namazının ve cenazeye hizmetin değerini anlayasın diye, değerini ve faziletini Hz. Allah böyle bildirdi. Sakın acabâ demeyesin. Lütfen nefsine merhamet eyle.
  Cenazenin karşısına geçip de seyreyleme.
  Artin Usta sanatkâr olduğu gibi bilgisi müsait inançlı İsevi Ermeni idi. İşitmiştim cenazeleri olduğu zaman papaz bulamaz iseler ARTİN Ustanın papazlık yaptığını. Onun için dîni mevzuda münakaşamız çok olurdu. Mânevî hâllerimiz samimi idi. İkimizin de ilmî kulaktan dolma idi, amma gerçeklere önü açıktı. Buna rağmen bana karşı çok hürmetkârdı. Bu âcizin Allâh’a olan inancımı, Muhammedi Şerîata karşı samîmiyetimi takdir ederdi.
  Bir gün yeri gelmişti, açıkca söyledim kendisine “niçin müslüman olmuyorsun? Diye.
  Hitabındaki mânâyı aynı yansıtmaya özen gösteriyorum, yemin ve samîmiyetle dedi ki:
  —Galip Usta, senin İslâm’ı yaşantının mahsulü olan ahlâk ve muamelâtına hayranım, yemin ediyorum. Senin yaşadığın İslâm’a gıpta ediyorum. Çok düşündüm, nefsimde o gücü göremiyorum. Galip Usta, şu arastadaki sanatkâr ve esnaf arkadaşların yaşadığı İslâmiyeti, Allah korusun, istemem.
  —Haydi ordan sen de kara sürme insanlara, dedim.
  —Galip Usta, bütün esnafın şeceresi var, getireyim beraber bakalım, dedi ve devam etti:
  —Bu esnafın hiç doğru söylediğini duydun mu? Elini versen kolunu kurtaramazsın. Sen de biliyorsun!..
  Bazılarını tenzih ederim, ama laf aramızda çoğunluğun muamelesi İslâmi değildi. Artin haklı idi. İkimiz de aynı arastanın esnafı idik. Birbirimizi az da olsa tanıyorduk.
  —Niçin âhir zaman peygamberi ni kabul etmiyorsun?
  —Etmez olur muyum? Hz. Allâh’ın elçisi hak peygamberdir.
  —Kabul ediyorsun da neden müslüman olmuyorsun, getirdiği son şerîatı yaşamak istemiyorsun?
  —Bir gönlüm vardı İsa aleyhis-selâmın şerîatına bağladım. İkinci bir gönlüm yok ki başka yere vereyim. Hâlimden memnunum ve mutmainim.
  Hz. Kur’ân’da Allâh’ın bildirisine göre Artin müslüman idi.
  Hz. Allâh’ı kabul ettiğinden, İsa aleyhis-selâmın şerîatına bağlı olduğundan müttaki idi. Şimdi diyorum: Artin Usta, Allah taksiratını affetsin, makamın cennet olsun, hakkını helâl et…
  Lütfen umuma mahsus bu hitab-ı ilâhîyi tekelimizde tutmayalım. Cümle peygamber efendilerimizin yaşadığı dînin adı İslâm’dır. tâbi olanlar da müslümandırlar.
  İnanmaz isen Hazret-i Kur’ân bak.
  Hacıdoğan Mahallesi Pala Sokakta 10 seneden fazla iskân ettik. 60 ihtilâlinden sonra marangoz esnafını sadece temelleri atılmış, hiçbir imkân olmayan siteye taşınmaya mecbur ettiler. Esnaf ister istemez şehri terk etti, isterse etmesin. Atölyenin kapısını mühürlediler. Biz mührü bozmadan gene çalıştık. Nihâyet ceryanı kestiler. O zamanın Ankara ihtilâl valisi Nuri Teoman Paşa’nın kânunsuz ve nizamsız su ve elektrik bağlatması ile biz sanatımızı zor da olsa devam ettirdik, makamı cennet olsun. Nuri Teoman Paşa’nın cesur icraatından sanatımızı icra eyleyip hayatımızı idame ettirdik.
  Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilen İslâm’ı bu fakir Hz. Allâh’ın lütfu ihsanı ile Hacıdoğan Pala sokakta nazari ve ameli yaşadım, demek caiz ise yaşatıldım. Kânûn-ı ilâhîye uygun “gâvur, kâfir, gayr-i müslim kime denip kimlere denmeyeceğini orada öğrendim.
  Birşey daha öğrendim: Dîn-i İslâm’ın Şerîat-i Muhammediyye’nin, diğer şerîatların evvelki gelenlere tepeden baktıkları gibi bizlerde de aynı hastalığın nüksettiği görüldü ve benimsendi.
  Gerçeklere giden yolların az da olsa yanlış tedrisatla tıkanıp düşmanlığa giden yolların açık bırakıldığı tarihi gerçektir. Bunu her devirde görmek mümkün.
  Hemcinsine karşı düşmanca tutum ve zihniyetin insancıl düşünce ve davranışlardan daha cazip gösterildiğini gördüm, yaşadım ve iyi anladım. Amma bu gerçeği dünyaya, cümle Allah kullarına kânûn-ı ilâhînin böyle olmadığını, peygamber efendilerimizin böyle bir emr-i ilâhî getirmediklerini sadık kullara gerek yok diğerlerine nasıl anlatacağız?
  Bugünkü insanlar bu gerçeği idrak etmeye hatta yaşamaya daha müsait, amma nasıl münasıp bir lisân bulalım ki anlatılsın? Nasıl anlatılacak ve kim anlatacak?
  Yok mu çaresi ilâhî dostlar, fesubhanallah?!
  Atölyemin karşısında tarihi bir çeşme. Çeşmenin hemen bitişiğinde bir de metruk yalnız hece taşı kalmış türbe görünümlü kabir. Orada yatanın kadın olduğunu söylerler. Kabir hayatının var olduğuna inananlar cumâ gecesi hürmeten bilinsin, diye başkaları da istifade etsin zihniyeti ile işaret olarak mum yakarlardı.
  Daha ilerilerde aynı mahalde Karyağdı Hatun Türbesi imarlı ve bakımlı idi. Bazı kişiler oradan mânevî zuhuratlara sahip oldukça -niçin yadırganıyor bilmem?- Halk arasında daha fazla itibar gördükleri gerçek. Hazret-i Allah cümlesini şefaatçi kılsın.
  Katı dîni kurallarla yaşayan çağın güzelliklerini, İslâm dışı göstermeyi kendisine meslek edinen, ayrıca akılcı dîni tedrisat görmüş, fiziği bildiği kadar “metafizikten habersiz kişilerin” şerlerinden Hz. Allâh’a sığınırız.
  Rahmet-i ilâhîyeye vesile yaratılan zevatın kabirlerini ziyaretten men ederek, bir de rahmet vesilesi o mübâreklere hakareti reva gören, Allâh’ın emrine muhalefetle güya bir şeyler biliyormuş eda ve yersiz pozları ile “taştan topraktan ne istiyorsun?” Diyerek, tertîb ve tanzim-i ilâhîye bu türlü çarpık bilgisi ile ters düşen zihniyete “icabında uyumlu olmayı bilen ulemamız” Hazret-i Allâh’ın uyarısı Mümtehine sure-i celîlesinin 13’üncü son âyetinin anlamını yazmamakla emr-i ilâhînin mânâsının hilâfına ne yapmak istiyorlar?!..
  Hacı Efendilere dağıtılan, tefsir mahiyetinde hazırlanmış Kur’ân meâllerine imza atan din profesörlerimiz bu büyük tahrifatın farkında değiller mi?
  Yeni baskılarda 13’üncü âyetin mânâsını -ne sebepten bilmiyorum vermişler- ne yazık ki benzetmeye çaba göstermişler. Ama mânâ de­ği­şik. Ka­bir ha­ya­tı­nın var­lı­ğı­nı bil­di­ri­yor Haz­ret-i Allah (c.c.).
  “Ey îman edenler! Kendilerine Allâh’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar kâfirlerin kabirlerde-kilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir. (Mümtehine Sûresi, 13)
  2002 senesinde dağıtılan Suudi baskısı aslının mânâsını yansıtmayan Kur’ân-ı Kerîm Meâlî kabir hayatının anlamını Hz. Allâh’ın bildirisini çarpıtmış olmuyor mu?
  Îmanın şartından olan (ve’l-ba’sü ba’de’-mevt) öldükten sonra da cesetli olmayan bir diriliş olduğunu yevm-i mahşerde cesetli olarak haşrolacağımızı, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği hâlde bu yönlü îman etmeyene kâfir diyor Hz. Allah c.c
  “Biz hurafeye kaçılmasını önlüyoruz” iddiasında bulunulmasın sakın ha!..
  O zaman “siz Allâh’a din mi öğretiyorsunuz?” Hitabının muhatabı olmaz mısınız?
  Âyet-i kerimeyi olduğu gibi alıyorum, lütfen hatanızı telafi edin. îmanlı insanlara emr-i ilâhîye uygun îmanlarının icabı kabir ziyareti yaptığı için “kâfir oldun” demeyin Allâh’tan korkun.
  Dikkat edilirse Hazret-i Allah kabri ziyaret edenlere kâfir demiyor. Kabir hayatını kabul edemeyenlere kâfir diyor.
  Lütfen, Allâh’tan başka ilâh olmadığını, vesilelerin ilâh olamayacaklarını iyi bilen ehl-i îmana dolayısı ile ehl-i aşka zulmetmeyin.
  Kabir ehlinden ümit kesenler âhiretten de ümit kesmişlerdir. O gibi çarpık inanç sahiplerine Hazret-i Allah “kâfir” diyor.
  “Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tâbi olmayın ki onlar, kâfirlerin kabir ehlinden ümit kesdikleri gibi âhiretten de ümit kesmişlerdir.” (Mümtehine Sûresi, 13)
  Âyet-i Kerimenin ehil kişiler tarafından verilen gerçek anlamı budur. 1987 senesi dağıtılan Kur’ân-ı Kerîm Meâl’inde 13’üncü âyetin meâlî kasten yazılmamış. Tâbii ki inançlarına ters düştüğü için!
  Peygamber Efendimiz’in merkad-i şerîflerini ziyaretten kimseyi mahrum etmeye cüret edemeyecekler inşallah.
  Bu âyetin gerçek mânâsını anlayarak, acabâsız îman ettikleri zaman, bilerek şirke düşmeden, kabir ziyaretini icra eden kişileri ziyaretten men edemeyecekleri gibi, “benim kabrimi ziyaret eden hakîkatte beni ziyaret etmiştir, şefaatim ona vacip olmuştur” iltifat-ı peygamberiyeye nâil olma vasfına ermiş ümmetini ziyaret şerefinden mahrum etmezler inşallah.
  “Siz onlara “ölü” demeyin. Onlar diridirler, fakat siz anlamazsınız.” Hazret-i Allâh’ın bu buyruğu da sizler için bir anlam bir mânâ taşımıyor mu?
  Hz. Allâh’ın bu buyruğunu iyi oku. Bir daha oku. Anlayarak oku ki, başkalarının hakîkatle ilgili kabir ziyaret zevklerine mâni olmaya kalkışma. Hakîkat dışına çıkan cahilleri uyar. Bir tavsiyem daha var, Allah aşıklarına, dikkat et!.
  Ehl-i aşka sakın gazapla dokunayım deme. İlâhî aşkın mesken tuttuğu yerde kahr-ı gazaba yer yoktur.
  Ravza-i Mutahhara’da Peygamber Efendimiz’in merkadine karşı edep harici uyukluyormuş gibi duran bir ehl-i aşkın “ikaz ediyorum” zannı ile bilgisiz ukalâ ayaklarına şiddetle vurdu da “nerede olduğunu unutma!” diye sert tavırla hata ehlini uyarmış. Zevki ile yaşarken, rahatsız eden, güya ilim sahibi, gerçekte irfanîyet garibi kişinin “kaş yapıyorum” zannı ile nasıl göz çıkardığını dinle.
  Cismâni cezaların cezası cisme olduğu gibi, ruhi rahatsızlık verenlerin cezaları da ruha olur.
  Haddini bilmez uyarıcı mânâ ukalası, yeni uyumuştu. Mânevî emniyet güçleri geldiler. “Hakkında davacı var” diye, adamı apar topar yüce divana götürüp suçlu mevkiine koydular. Büyücek bir salon. Kürsülerde oturan başları kavuklu mânâ hâkimleri ayrı duran bir kişiyi göstererek:
  —Senin mânevî huzurunu mahveden bu mu? diye beni gösterdiler.
  —Evet, bu, dedi.
  “Huzur-ı Peygamberide toparlan” diye uyardığım insan değil mi?!.. Hayrette kaldım. Anlatmaya başladı:
  —Huzurda Peygamberimiz Efendimiz’le sohbet anında ayaklarıma öyle vurdu ki, o anda sanki rahmet-i ilâhîye gazaba dönüşmüştü. Mânevî makamın dışında buldum kendimi. Bu mânevîyat yoksunu haddini bilmeze haddinin bildirilmesi için “adâlet istiyorum!..”
  Bana:
  —Ne diyorsun? Dediler.
  Ağlayarak yeminler ettim, bilmiyordum diye. Cehaletime bağışlayın, beni affedin, diye yalvardım.
  —Bizim salahiyetimiz dışında affetmek. İşlediğin bu suçu cezasız bırakamayız. Biliyoruz mânâ yoksunu olduğunu, senin cahil olman bu zatın mânâ mahrumiyetini telâfi eder mi? Senin yüzünden mânevî mahrumiyete düçar olmuş bu kaza-zede hakkını helâl eder, seni affederse ancak o zaman affolursun.
  Davacıya sordular “ne dersin” diye, perişan hâlime baktı da:
  —Hakkımı helâl ederim, amma şartım var, dedi ve ilâve etti:
  —Bundan sonra ne maddî ne de mânevî, ister aklı ersin velev ki ermesin kimsenin işine karışmayacağına söz verir ise…
  Tekrar özür diledim, eline ve ayağına kapandım. Affolundum. Kan ter içinde yatağımın içinde perişan hâlde buldum kendimi.
  Bu kıssalardan şahsına hisse çıkarabildin ise mübârek olsun, tebrik ederim.

* * *

  Mânâ ve ehl-i edep buyurdular ki: Aklının ermediği ve buyurulmadık hizmette bulunmayasın.
  

* * *

  “Boğaz kırk boğumdur” dediler. Her sözü boğumlarda bekletmeden çıkarma. Söz ok misalidir, yaydan çıktı mı bir daha geri çekemezsin. Ok yaydan çıkmadan oka ihtiyârınla sahip olabilirsin, iyi düşün. “Söz gümüş ise sükût altındır” atasözünü sakın unutma.

Yusuf-u Bahri Hazretleri’nden Bahsetmeden Geçemeyeceğim

  Metafizik kitabında maddî ve mânevî hâlinin bariz zuhuru… Bilâ-istisna Çorumluların unutamayacakları, yakın tarihin metafizik olayı, itimada şayan makbul şahıslardan dinleyerek maddî ve mânevî zevkleri ile şahit olduğumuz Hazret’in hayatında açık görülen sırat-ı müstakîmin metafiziksel zuhuru… O kanı taşıyan yakınlarında bugünlerde de kalan güzellikleri icraatlarında ve yaşantılarında bi-zatihi gördüm. Cemal Kuşçuoğlu’nu müderrislerden evlendirmiştik. Evlerimiz de karşı karşıya idi. Asaletin hâlâ devam ettiğine şahit oldum.
  Asil azmaz, bal kokmaz. Kokar ise yağ kokar. Onun da içinde ayran vardır.
  Taze iken her kişi farkedemez, yağ biraz bekledi mi içindeki gizlenen ayranın mevcudiyeti kadar yağın bozulduğu görülür.
  Bazı kişilerin yağın bozulması damak zevkine pek tesir etmez, çünkü onun da aslı ayranlıdır.
  Fakir buna muttali oldum. Hâlâ bu zevki taşıyorum. Bariz görülen, Çorum’da Müderrisler diye anılan Sağrıcı Mahallesinde ev komşumuz Tevhid Camimizin ve küllîyesinin hemen bitişiğinde Hazret’in kütüphanesi.
  Mahallelim, hane komşum, hısımım.
  Müderris Yusuf Efendi iken peygamberimizin iltifatı ile “Bahri” diye taltif olunup, “Yusuf-u Bahri” diye anılan ilâ-yevmi’l-kıyâme anılacak bu zatın makamını cennet eyleyip bizlere de şefaatci kılsın Hz. Allah (c.c.)
  Türbesi Çorum Hıdırlık kabristanında. Sahabe-i kirâm hazeratından Kerebi Gazi Hazretleri’nin türbesinin bitişiğindedir. Kabir ehline “hay (diri)” diyenlere ziyarete her an açıktır.
  Kabir hayatının ilâ-yevmi’l-kıyâme devam edeceğini bazı şahısların Hz. Allâh’ın ihsan eylediği kadar yeryüzünde tasarrufatlarının devam ettiğini ve edeceğini…
  Îmanın şartlarından ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt (öldükten sonra tekrar dirileceğine îman etmek îmanın şartı olduğu gibi…)
  Metafizik olay…
  Hz. Allâh’ın bildirisi: kabir ehlinden ümit kesmeyin.
  1’inci Metafizik kitabında anlatmıştım:
  Ravza-i Mutahhara’yı ziyareti anında taşa oyularak yazılmış hadîs-i şerîfe “bu hadis hasen değil, gariptir” bildirisi ile ceza alması için kadı huzuruna çıkartıldı. Biliniyordu ki bu türlü suçun cezası ölümdür.
  Kadı efendi sordular
  —Bu hadîs-i şerîfin garip olduğunu ne ile isbat edeceksin?
  —Sahibinden sorarak, deyince; metafizik zuhuratı garipseyen kadı efendiye sordu:
  —Peygamberimiz Efendimiz meyyit midir, hay mıdır?
  İlm-i kelâmdan öteye yol bulamayan kadı efendi kelâm ilminden öğrendiği kadarıyla:
  —Elbette haydır, dedi.
  —Hay ise hadîs-i şerîfin sahibine niçin sormuyoruz? Hadîs-i şerîfin hasen olanını, gerçeğini yazacağım. Ravzadan içeriye atalım, eğer yazdığım hadis tasdik edilmez ise cezama razıyım.
  Yazdığı hasen olan hadîs-i şerîf heyet huzurunda Ravza-i Mutahhara’dan içeriye atıldı. Bir gün sonra heyet huzurunda verilen arzuhâl çıkartıldı.
  Heyettekilerin hepsid e gördüler ve okudular; pırıl, pırıl nur­dan ya­zıl­mış ya­zı ve mühr-ü pey­gam­be­ri bu­yu­ru­yordu ki:
  “Bahrisin ya Yusuf.”
  Zincirlere bağlı bahri olan Yusuf’u çözdüler. Hadisin gerçeğini salâhiyetli kişiler tekrar Ravza-i Mutahhara’nın giriş kapısındaki taşa hasen olanını yazdırdılar ve Yusuf-u Bahri olan hemşehrimden çok özür dilediler. Hürmette ve hizmette bulundular.

* * *

Sakın terk-i edepten, kûy-ı mahbûb-ı Huda’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafa’dır bu.

* * *

  Diye zamanın sadrazam paşasını gafletten uyaran Şair Nabi’yi ve nur-u aynlarını bilir misin? Bilirsen kimseye ölü diyemezsin.
  Ölüm yok olmaktır, yok olan kişinin hayvani yönüdür.
  Ruh ise bâkidir, kabir hayatı ruhidir.
  Âhiret hayatında ise dünya hayatında olduğu gibi cesetli olarak tekrar yaratacağını bildiriyor Hz. Allah (c.c.)
  Ebedi âlemde ölüm öldürülecek. Yani ölüm diye bir şey kalmayacak.
  Metafizikten nasip alamayanlar, yalnız ve yalnız fizikden öteye ihtiyaç duymayan ilim erbabı mânânın zuhuratından yeteri kadar nasipli olamadıkları için, yaşantılarında ve muamelatlarında emr-i ilâhînin mânâ yönüne intibak edemediklerini her haliyle görürsün.
  Allâh’tan kaçıran katı kuralların özlemi değil muradım. Yazılarımı okudukça anlarsın.
  Şunu unutmayalım ki din ve îman yalnız dünya için değildir.
  Gerçekleri, îman edinip madde ve mânâsından taviz vermeden zamanın güzelliklerini yaşamak emr-i ilâhî tertîb-i ilâhîdir.
  İnancı ile yaşamlarını devam ettirmek zevkinin zevkini alanlar için fiziki zuhuratlar dahi o bahtiyarlar için metafizik hükmündedir
  Fiziki diye isimlendirdiğimiz zerreden kürreye bütün âlem ilâhî bir gücün tertîb ve tanzim-i ilâhî bir feyiz değil mi?
  Kendiliğinden oluşan bir zerre dahi mevcut olmadığına göre, fiziki görünümlerde de yaratanı hissederek meta dersek, ehl-i hâle yanıldığını izahı ile söyleyebilecek erbab-ı ilim var mı?
  Cevheri ve arazı, yani su ve toprak mevcut iken ikisinin karışımı çamur yapıp kerpiç yapan kişinin “ben yarattım” demesi kadar gülünç bir olay düşüne bilir misin?
  Bir şeyin cevheri ve arazı yokken meydana getirmek yaratmaktır. Yaratmak ise yalnız ve yalnız Hz. Allâh’a mahsustur.
  Bu gerçek ehl-i hâlin hayatının düsturu olduğu gibi füyüzat-ı ilâhîyedir de. Zuhuratı bi-zatihi olmayıp, bu âlemde beşerde gözle görülen zuhuru izâfidir, mecâzîdir.
  Yahudi mahallesinde: Vitali, Salomon, Şalom, Eli… teşrik-i mesai ettiğim daha niceleri… -telaffuzum yanlış olur ise de halk arasında öyle anılır, mazur görülsün- umumiyetle tanıştıklarımın Allâh’ın varlığına inandıkları, Allah elçisi Musa aleyhis-selâma olan saygı ve hürmetleri yaşantılarında ve muamelerinde görülüyordu.
  Muhammedilere hürmetkâr idiler. Bilmem başka seçenekleri olmadığından mıdır nedir? Sanat hayatımda olsun, ticaret hayatımda olsun inandıkları gibi Türklere çok hürmetli gördüm. Bizler onlara daima kâfir, gâvur, gayr-i müslim dediğimiz hâlde.
  Maalesef Muhammedi olmayanları bizlere öyle tanıttılar. Hâlâ öyle devam eder. Yalnız biz değil, dünya böyle, amma bir gün hakîkatın bilineceğinden ümitliyim. Nasıl mı?
  Süper güçler dine ilgi gösterirler, kânûn-ı ilâhîyi de önemseyerek, benimseyerek, îman ederek hayat programlarının başına alırlarsa bu dava düzelip, kurdun koyunla yan yana yürüdüğü görülür.
  Bu yönlü gerçek tedrisat verilecek. O zaman dahi bir neslin yaşadığı çağın anlamını bilen, Peygamberlerinin getirdiği şerîatlarını samîmiyetle kabul edenler, sonraki gelen şerîatlara tâbi olmaları emr-i ilâhîye uyumlu elzem ve kemâlat olduğu gibi, evvelki şerîatında bağlılık ve sadakatli olanlar, Hz. Allâh’a şirk koşmayanlar emr-i ilâhîye sadakat gösteriyorsa, herhangi bir peygamber efendilerimizin şerîatına samîmiyetle bağlı olduğu müddetçe ilâhî bildiriye göre müttakidir, mü’mindir.
  Hz. Allâh’ın varlığını kabul eden kimse beşere lütfedilen ölçüye göre müslimdir.
  Hz. Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa rabbından bir nur üzerinde olmaz mı?
  Kalpleri Allâh’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer Sûresi, 22)
  Îmanın yeterli ölçüleri yalnız Hz. Allâh’a mahsustur.
  Beşer kulun icraatından bir şeyler anlar. Bu biliş o an içindir. Yüzde yüz bu mevzuda bilim beşere verilmemiştir. Kulun geleceğinin ölçüsünü ölçmeye kul hiç muktedir değildir.
  Bu bilim ancak ve ancak Hz. Allâh’ın yed-i kudretinde olup ancak zatına mahsustur.
  Hz. Allâh’dan ümit kesmek ise büyük günâhdır.
  “Ey îman edenler! Allâh’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îman ediniz. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânâsı ile sapıtmıştır.” (Nisa Sûresi, 136)
  Allah elçilerini birini diğerinden ayrı görmeden ve ilâhlaştırmadan, getirdiği şerîatı nefsinde tatbik etmek küfür değildir. Sonra gelen Allah elçilerinin getirdiği şerîata tâbi olmak ise kemâlattır. Ayrılık değildir. Bulunduğu zamanın icaplarına göre emr-i ilâhîye uyumlu, insanca tertîb ve tanzim-i ilâhîyi yaşamak ve yaratanına samimi olabilmektir.

* * *

Ninalyum: Kahverengi İthâl Yer Muşambası

  İnancımı, zatına olan hayranlığımı daha çoğaltıp değerlendiren, varlığını şüphesiz tanıtan, naçiz şahsım için ve okuyup inananlar için muhteşem bir metafizik olay…
  Mânâyı kelâma sığdırıp anlatabilir isem, anladığın kadarı ile sen de hissedar olursun, aziz okuyucum ve nur-u aynım.
  Allâhu âlem 1957’lerden sonra idi. Ankara Kızılay semtinde Vali Konağına yakın Amerikan Şirketine bir hayli büro masaları yapmıştık. Masaların üzerlerini “Ninalyum” muşambası ile kaplamıştık.
  Zaman geçti, aynı masalardan tekrar istediler.
  Masaların ahşap kısmını yaptık, bitirdik. Ninalyumunu yapıştırıp teslim edecektik. Ankara’da bulamadım. Gerekçe yerli muşambalar Türkiye’de yapıldığı için muşambaların ithali durdurulmuş. Saltıfıranko diye bu işlerin toptancısı vardı. İstanbul’dan uçakla getirteceklerini söyledilerse de İstanbul’da da bulamadılar.
  Şirkete durumu anlatmak için gittim. Tercüman vasıtası ile görüşüyordum. Tercüman Türk’tü. Türkleri küçümseyip hor bakan, daima milletinin başına kakmak için noksanlık arayan nankör bir mahlûktu.
  Durumu arz ettim. Ne pahasına olur ise olsun masrafı kabulüm, Amerika’dan getirtmelerini rica ettim. “İmkânsız” dediler. “Bulunan muşambalardan örnek getir bakalım” dediler.
  Bana acayip bakışlı, eline fırsat geçen tercüman bozuntusunun tavrı ve iğneli dili ile “işte bizler böyleyiz” ile başlayan sözleri çekilir gibi değildi.
  Türkiye’de bulunan muşamba örneklerinden getirmem için oradan öyle bitkin ve perişan ayrıldım ki… Vakit daralmıştı. Bekliyorlardı. Hemen örnek getirip gösterecektim.
  Örnekleri aldım alelacele Kızılay’a gitmek için bir kişi bekleyen hazır dolmuşa bindim. Hemen hareket etti. Saat beşten evvel yetiştirmem lâzımdı.
  Hayret! Bana bir hâl oldu. İhtiyarım alındı. Acele ettiğim hâlde büyük sinemanın karşısında Sıhhiye dolmuş durağında “inecek var” diye inmişim. Araba gidince düşünmeye başladım. “Ben burada niye indim?”
  Alışkanlığım da yoktu. Hiç inmemiştim o durakta.
  Zaman geçiyordu. Şok olmuştum. Şuursuzca sağıma soluma bakınıyordum.
  Karşımda top ile “ninalyum” görüyordum. Kafayı yedim zannettim. Serap görüyordum. Çölde susuz kalan kişinin gördüğü gibi.
  Amma hoşuma gitmiyor değildi. O seraba bakıyordum. Azameti ve cesâmeti ile karşımda duruyordu. Trafiği düşünmeden, büyük sinemanın yanına yaklaştım. Bitişiğinde mefruşat mağazası açılmış. Serap değilmiş, rulo hâlinde ninalyum duruyordu. Elimi dokundum; hakîkatti.
  —Bu ninalyum satılık mı? diye sordum, oranın sahibi olduğu tavrından belli, konuştuğu zaman anladım Musevi vatandaşa. (Ku’ân-ı Azîmüşşân’da Allâh’ın beyanı ile Hz. Allâh’a inanıyorsa müslim kardeşim..)
  —Evet be kuzum, bir saat evvel getirdiler, bunu isteyene sat, diye.
  Açtırdım ninalyumu. Ölçtüm. Tüylerim diken diken oldu. Benim ihtiyacım kadar. Ne bir santim fazla, ne de noksan. Gözlerim ve içim dolu dolu hesabı ödedim.
  Biliyordum kimin gönderdiğini.
  Her an hamdederim. Etkisinden kurtulamıyorum, kurtulmak da istemiyorum. Okuyan ve dinleyen kardeşim! Her hâli metafizik olan bu zuhuratın zuhuru îmanın zevkinden sen de hisseni al.

* * *

  

Kalb gözyaşları ile sulandığı zaman duanı ve isteğini kâinat bilir.

* * *

  “Hz. Allah kulunu sevdiği zaman mukarrebun melâikelerine emreder: ben bu kulumu seviyorum, sizlerde seviniz, diye. Melâikeler de îman ehl-i kullarının kalblerine bu sevgiyi ilka ederler” buyurdu peygamberimiz Efendimiz.
Hak tecelli eyleyince her işi asan eder.
Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.

* * *

  Masaları götürdüğümde insanlıktan habersiz, âdem bozuntusu, güya tercüman, kahraman edası ile bir şeyler ima edercesine yılışarak:
  —Nasıl buldun gönlün olunca, demez mi?
  Onun zaviyesinden bakar isen o da haklı. Çünkü benden kirli kandiline yağ damlamıyor. Çünkü hortumu çekeceği çirkefi bulamıyor.
  Büro masalarını yüzümün akıyla teslim ettiğime üzüldüğü her hâlinden belli olan, kötü düşüncelerin istilâ ettiği tercümana ne söyledim, merak mı ediyorsun? Sen tahmin et yahut benim namıma sen söyle, benim kabulüm.
  Hz. Allâh’ın varlığından, eşi, şeriki ve naziri olmadığının, gücünün nâ-mütenahi olduğunun, bizler için muazzam îman çerçevesi, rahmetinin ve merhametinin zuhuru rahmet-i ilâhîye değil mi? Türkiye’de bulunmayan ninalyumu nereden bulduğunu, yaptığım masalara ne kadar gideceğinin milimetrik ölçüsü malûmu bu tecelliyat-ı ilâhî…
  Bir katre içinde umman gizli. Âlemin yaratılışının sırrı mevcud derya denizinden bir damla.
  Âdemlikten iradesiyle sıyrılıp, rahmet kapısının ümitli sadık bekçileri, insan olmanın ömür boyu özlemini aşk edinen, az da olsa rahmet-i ilâhîyenin zuhuruna vesile kıldığı hazret-i insanın niçin bazı kişilerde özlemi duyulmaz ki?!.. Bunun cevabını şu hitab-ı ilâhîde buldum:
  “De ki: herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbımiz en iyi bilendir. (İsra Sûresi, 84)
  Bu kıssadaki mânâyı anla da bahşedilen rahmet-i ilâhîyeye sen de hissedar ol.
Her ne kılmış ise adâlettir Cenâb-ı Kibriyâ,
Her kazâya her belâya kıl rızâ, Allah Kerîm.

* * *

  Rabbımın lütuf ve ihsaniyle sen niye îmanına engel olan acabâları kaldırmıyorsun veya kaldıramıyorsun?
  Zira bu yazdıklarım kopya bilgiler değil. Bi-zatihi Rabbımın lutf-u ihsanı. Duymaya ve görmeye çalış
  Cilve-i rabbani, kasd-i ilâhî nedir? Zuhurundan evvel anlayamazsın ki teselli olasın.
  Zuhurunu görmeden “biliyorum” demek mânâ sahtekârlarına mahsustur “çünkü metafizik olaylar, ilm-i ledünni” zuhurundan evvel gaybdır, bilinmez. Ancak zuhuru ile gene nasiplilerine bildirilir. Gaybken ancak Hz. Allah bilir.
  “O müttaki kullarım gaybe îman ederler.”
  İyi anla! Kul îman eder, Hz. Allah bilir ve halkeder. Hâlık-ı Zülcelâl bi-zatihi her şeyi halkedendir.

* * *

Deme niçin bu böyle
Yerindedir ol öyle
Sen sonunu seyreyle
Görelim mevlâm neyler
Mevlâm ne eylerse güzel eyler.

* * *

  Evet, yoluma olan sadakatimin, îman meyvesi, mânâ duygularımın fiziküstü tecelliyata sonsuz hayranlığımın, âlemleri “ol” emri ile halkeden Hâlık-ı Zülcelâl’e olan itminan-i kalbimin kıyameti kopuyordu. Kısmetin olsun inşallah.
  Fiziki ilmin dünyada gerekli olduğu kadar metafizik zuhuratın ilmine de mânâ kısmetin kadar ihtiyacın var. Aşina olman için kulun say’-i gayretini kullanmasını elzem ve zorunlu kıldı Hz. Allah.
  Ebedi hayatın için madde ve mânâ, ikisi de elzemdir.
  Bu duyguların ve görgülerin takdir-i ilâhî kadar yaşantında eseri görülecek ki, mânâdaki ve maddedeki zuhur eden hâl, hâline ve ahvaline ve emr-i ilâhîye uyumlu olsun.
  Bu hâlinle maddesi ve mânâsı kanıtlanmış ind-i ilâhîde sadık kulların listesinde bulunasın.
  O listeyi de anlatayım da ibret al.
  Kur’ân-ı Kerîm’i, Türkçe’ye meâl veya tefsir ederken Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı kerîm’in çok yerlerinde “Evliyâ” diye sıfatlandırdığı bahtiyarlara, mânâyı hiç yansıtmayan “dost” lafzını kullanmayasın lütfen.
  O yanlış mânâlandırman ile Ümmet-i Muhammed’i Ehl-i Kitab’a “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” demek mecburiyetinde bıraktın.
  Örnek mi: Maide Sûresi 51. Daha niceleri.
  Vaiz efendi kürsüde konuşur iken adamın birisi oturduğu yerde uyukluyordu. Yanında oturan zât uyardı: “Dinle de istifade et” diye ikaz etti. Tebessümle “olur” diyen kişi tekrar uyuyordu. Tekrar dürterek uyardı ve ikaz etti “dinle” diye.
  Bu uyarı üçüncü kere devam edince, adam çok sinirlendi de:
  —Beni rahat bırak, yoksa senin Hızır olduğunu cemaate duyurur isem, hepsi de hayat boyu seni arıyorlar, yakanı kurtaramazsın ellerinden!...
  Cidden telâşe kapılan Hızır aleyhis-selâm oradan hemen uzaklaştı da:
  —Ya Rabbi! Verdiğin Evliyâlar listesinde bu kuluna rastlamadım.
  Hz. Allah buyurdu ki: yeryüzünde öyle Evliyâlarım vardır ki onları zatımdan başkası bilemez.
  Gavsü’l-a’zam Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne buyurdular ki:
  —Ya Gavsü’l-A’zam! Öyle kullarım vardır ki, o kullarımı ne dünya, ne âhiret için yarattım. Zatım için yarattım. Ya Abdülkadir sen de onlardansın. (Risale-i Gavsiyye’den)
  Benî âdemin en büyük rütbesi yaratanına kul, habibinin tebliğ eylediği emr-i ilâhîye zamana uyumlu, içtihat görmüş yaşantısı ile örnek müslüman olmaktır.
  “Bal, bal” demekle ağız tatlanmayacağını bilirsin. Bal yemek lâzım ki tadına aşina olasın. Bal davasındaki şahadetinde haklı çıkasın.
  Hani müflis tesellisi derler..
  —Koç yumurtası ne tatlı oluyor! Deyince, arkadaşı merakla:
  —Nerede yedin? Deye sordu.
  —Ben yemedim, ama ağalar yerken gördüm, demez mi!.
  Âlem-i dünyada benî âdemin ihtiyacına binâen Âdem aleyhis-selâma “ekiniz, biçiniz, yeyiniz” hitabına uyumlu yaratılan âdem, ihtiyacının elde edilmesini ise zamana ve emr-i ilâhîye uygun kişinin say’-i gayretine bağlayan maddenin müflisliğini taşîmanın tahammülü çok, çok güçtür.
  Âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) buyurdular ki: “yokluk küfür olayazdı.” Dikkat et!
  Ebedi hayatının tanzimi için yaratılan mânâ yönünün, -aman ha, dikkatli ol!- Ebedi hayatını karartacak mânânın müflisi olmayasın.
  Çünkü gönül ilmî ile takviye görmeyen fiziğin mânâ yapısı olan metafizik yoksunu erbab-ı ilim geçinen zümrelerin bu âlemde çok cesur olduklarını görürsün.
  Bu cesaretlerinin nedeninde yalnız akıl yolu ile her dava ve tertîb-i ilâhîyi çözebileceklerinin zannı ile yaşarlar da ne yazık ki çözemediklerini itiraf etme doğruluğunu gösteremezler.
  Zira akılcı din buraya kadardır. İleriye yolu yoktur. Gönül ehlinin mânâ hâllerine de vakıf olamadıklarından ehl-i tasavvufun “Zikren Kesire” (beni kesir zikrediniz) yani nihâyetsiz, emr-i ilâhîye uyumlu, Allah (c.c.) elçilerinin verdikleri reçeteye uygun, ind-i ilâhîde bugün dahi adedinin tasdiki görülen, ehl-i aşkın, ehl-i hâlin virdi olan Hz. Allâh’ın isim ve sıfatlarının zikrinin ve fikrinin aleyhine dönüşmüş menfi ilmin her yerde mevcudiyeti görülür…
  Mana ehl-i mutasavvıfînin cümle gönül ehlinin îmanını rencide eden, hakîkat yoksunu, çarpık ilmi, ilmin sâlikini ve alıcısını her yerde her zaman bulmak ve görmek mümkündür.
  Bu tahrifatı gerçek düzene uygun hâle getirmek isteyen mânâ düzenbazlarının düzenlerinden kurtarmak için yasaklamak o an çözüm görüldü. Bir müddet ıslah için ehl-i tevhîdin, zikir ve sohbethaneleri ve araçları ellerinden alındı. Dejenere olan teşkilâtın faaliyeti resmiyette durduruldu.
  Durdurmak gerekli oldu o an. Yerinde idi icraat. Bu yasağın istisnai olanları yok değildi. Ehl-i hakîkat her zaman vardır. Onlar Hz. Allâh’ın eminindedirler.
  

* * *

Atatürk Tarikatleri İlâ-Nihâye Yasaklamadı

  Cennet-mekân Atatürk’ün bildirisine göre bu yasak ilâ-nihaye değildi.
  Zira bu yasağın dışında tutulan istisnai toplumlar vardı.
  Atatürk’ün gönül ve kader birliği yaptığı silah arkadaşlarının da beyanlarına göre yasakların 15 seneyi geçmeyece­ğinde ittifak etmişlerdi.
  İlâ-nihaye kaldırmaya kimsenin gücünün yetemeyeceği gerçeğinin bilincinde idiler.
  Zira îmansız toplumların hayatlarının insani yönünün hayvani duygulardan öteye yol bulamayıp ahlâken toplumların felç olduğunu hâlâ göremeyen kaldı mı?
  Peygamber efendilerimizin zamanın icaplarına uyumlu Hz. Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği hayatları ile bizlere örnek oldukları hâlde bugün içtihat noksanlığı ile günümüze getiremediğimiz ve istesek de hemen düzeltemeyeceğimiz, mevcudun da sıfıra düştüğü ahlâk-ı hamidenin, insanca yaşamanın hasretinin hissedildiği, Hz. Allâh’a inandığını iddia eden toplumlarda dahi bî-taraf bakıldığında inanç zâfiyetini görmemek mümkün mü?!...
  “Atatürk’ün ilkesidir, taviz veremeyiz” demeyesin.
  Vatanı ve milleti için hayatını hiçe sayıp gayrıyı umursamayan, verilen dîni tedrisatın, yaşanılan içtihatsız bırakılan şerîatın değişen hayat nizamına uyum sağlaması gerekirken, bilgisizce, bu gerçekleri geçmiş kavimlerin hatalarından ders almayı da bilemeden ihmal ettik.
  Şahidi olduğumu evvelki kitaplarda bahsettiğim ıslah icraatına vazifelenen büyük insan, milletinin hayat nizamını zamanın terakkiyatına mâni olmayan, uyumlu, cumhurun hayrına cumhuriyeti getirdi. Bugünün icabı hayat nizamında kaçınılmaz idare tarzı demokrasiye kapı açtı.
  Zamana uyumlu olmayan içtihata tâbi, değişmeyen büyük günâhlar dışında, içtihatsız kalan toplumların yaşantı tarzını tanzim ve düzene koyma gücünün ve yetkisinin olmadığından günün güzelliklerine uyum sağlayamayan içtihattan da yoksun hükümleri geçici yasaklamakla vazifesini icra etmiştir.
  Yasaklar arzu edilen hâle eriştikçe yasağın kaldırılması cennet-mekân Atatürk’ün maksadı ve gayesi idi. Hz. Allâh’a ve Resûlü’ne acabâsız îman eden büyük insanı ruhen rencide etmeyelim. Lütfen, bu gerçeğin farkında olalım.
  Bu abd-i âciz bu gerçeğin de şahidiyim.
  O istisnai yaratılan insan ne Hz. Allâh’ı, ne Resûlul­lah’ı, gerek lisânen, gerekse halen hiç inkâr etmedi.
  Onun yegâne düşmanı ilim ve irfanîyetten yoksun fakat mânâyı yaşıyormuş gibi tavır takınarak, masum insanların madde mânâsını sömüren sahtekârlar ve düzenbazlar idi.
  İçtihat görmemiş, yaşadığı şerîatın zamana yansımadığı bilincinde olmadığı hâlde, inancında samimi kişileri de örnek almasa dahi, bu toplumlara da samîmiyetlerine binâen hürmet ediyordu.
  O günleri yaşadım. Daha önde yaşayanlardan itimada şayan yaş büyüklerimin bu mevzuda yaşantılarını yaşarcasına dinledim.
  Rabbımın lütuf ve ihsan eylediği kadar mânâ şahidiyim. Bu sözlerime itimat et ki hayrını göresin.
  Telafisi imkânsız olan küfür bataklığına düşmemek için milletçe dikkatli olalım.
  Hazret-i Allâh’a lütfettiği Dîn-i İslâm’ı öğretmeye kalkacak kadar, duygusuzca bir fanatizmin peşinde koşan ideolojik İslâm savunucularının, yaratanının bildirdiği kadar bilebilen, çağa göre emr-i ilâhîye uyumlu, aklını iyi kullanmaları gerekli olduğunun milletçe bilincinde olalım. Lütfen başka çıkar görebiliyor musun? Çekinme söyle...
  Zaman yalnızca duygusallık, akıl dışı değil; bilerek sabır ve gerçekleri idrak edebilerek emr-i ilâhîye yönelik uyum zamanıdır.
  Günâh-ı kebâirler dışında güzellikleri görebilme, bulma, yaşayabilme zamanıdır. İşte bu yaşamın ismi de İslâmiyet’tir.
  “Bana yönelenlerin yoluna uy.” (Lokman Sûresi, 15)
  “Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse onlar en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.” (İsra Sûresi, 71)
  Bu âyet-i celîlenin mânâsına dikkat et.
  Mürşidini ona göre bul. Bu yolda safiyet, bilgisizce düzenbazlara kapılmak değil.
  Hamdolsun yaşattı Hz. Allah bu âciz abdini.
  Îmanıma aşkıma yön veren, rahmet-i ilâhîyeden başka yönü olmayan bu ve buna benzer inanç, safiyet ve sadakate ihsan edilen rahmet-i ilâhîye “metafizik” olayları anlatabilirsem bahtiyar olurum.
  Âdemlikden terakki ederek, insan olabilmenin özlemini duyanlar bu duygunun zevkine ererler.
  Hz. Allah îmanın ürünü olan bu türlü rahmetinden cümle kullarını nasipli kılsın, âmin.

* * *

"Ben de Bugün İrâdemle Çalışmıyorum!"diye Hazret-i Allâh'a Ukalalık Etmiştim
  Neticeyi dinle de ibret al. Buna benzer hataya sen bari düşmeyesin.
  İş hayatımın yüzde doksandokuzu tezgâhta bilfiil çalışmakla geçti. 35 işçi ile çalıştığım zamanlar da oldu. Tembelce oturup patronluk yapmadım. Hem bilfiil çalıştım, hem de işçilerimi işsiz bırakmadım. Bu izahımı sanatkâr ustalar iyi anlarlar. Çalışmaya olan zevkim dünyaya aşırı tamahımdan değil, taraf-ı etrafıma karşı yüklendiğim maddî ve mânevî vazifemin mesûliyetini müdrik oluşumdandı. İhmalimle gelen âciz nefsimin hatasından çok rahatsızlık duyar, kahrolurdum.
  Bilmeden kul hakkının üzerime az da olsa bulaşması beni kahrederdi.
  Gençliğimde bildiğim kadar hakka ve hukuka karşı titiz ve duyarlı olarak yaşantımın bugün dahi zevkini taşıyorum.
  Peygamber Efendimiz’in Hz. Allâh’ın rahmeti olarak bizler için yaşantıları ile anlattıkları ve yaşamamıza yaşantılarını örnek gösterdikleri mekârim-i ahlâkın yaşantılarımızda zuhurunu görüp, küllî rahmet olduğunu görüp de yaşadıkça dün ilâ bugün Rabbıma sonsuz müteşekkirim.
  Rahmetine yaklaşımlı yaratmıştı Hz. Allah. Bu kuvvet ve kudret-i ilâhîye karşısında âczini müdrik bu biçare olan abd-i âcizi Hazret-i İnsan sınıfına katan Rabbıma âczimle binlerce hamdolsun.
  Dükkânımı mesaiye uygun, besmele-i şerîfle ben açar, akşam gene ben kapatırdım.
  İşcilerimden evvel işe ben başlardım. Çalışan işçilerime ilk işim Hz. Allâh’ın var olduğunu tanıtmak, iş ahlâkı ve işini sevdirmek, hoş görülü ve insan olma zevkini verebilmek maddî ve mânevî vazifemin odak noktası hâline gelmişti.
  Şu hâl-i hayatım ve devamında yaşamış görmüş iyi anlamıştım ki îmansız kişiden “ne köy olur ne de kasaba olur.” İşini sevemeyen işçide bu îman zâfiyeti görüldüğü gibi, eline aldığı işi sonuna kadar yüz akıyla götürdüğü vaki olamaz.
  Çünkü her şeyin başı ve neticesi Hz. Allâh’a olan îmanıyle güzelleşir.
  Ya Rab! Sensiz aldığımız, sattığımız verdiğimiz söz de çürüktür.
  Muvaffak olmuş toplumlar bu hâl güzelliğini daha iyi anlayan toplumlardır.
  Hele tembellik “ocaklar başından ırak olsun.” Tembellik virüsü taşıyan insanların sanatkâr olduğu hiç görülmemiştir.
  Taraf-ı etrafının iteklemesi ile olsa da neşv ü nema bulmadığı gibi netice hep hüsrandır.
  O tip insanların sıkılması icap eden olay karşısında hicap ifadesi olan yüzünün kızardığını göremezsin. Hz. Allah buyurdu ki:
  “Habibim sen onları yüzlerinden tanırsın.”
  Hz. Allah: Benî âdemin hayâ ve edep mevcudiyetinin zuhuru yüzünde îmanının mehenk göstergesidir.
  Ve şöyle kibar-ı kelâm hülâsa-i meram vardır:
  Bir kişi kazanamıyorsa dünyada ekmek parası,
  Dostunun yüz karası, şeytanın maskarası.

* * *

  Bilmem hangi padişah, tebaasının içinden tembelleri toplumdan soyutlayıp “çalışkanlara kötü örnek olmasınlar” diye tembelhane yaptırmış. Tembelhanenin müşterisi o kadar çok olmuş ki gerçek tembeller bilinmez olmuş.
  Padişah emir vermiş, tembelhaneyi yaktırmış. Sahde tembeller hemen kaçışmışlar. Sekiz tâne gerçek tembel kalmış binada.
  —Siz daha ne bekliyorsunuz? Yanacaksınız, diyenlere:
  —Ateşin bize gelmesine birkaç daha kiriş var, telâşeye ne lüzum var demişler.
  Durumu Padişaha bildirmişler. Padişah:
  —İşte gerçek tembeller açığa çıktı, diyerek o tembelleri hayatlarının sonuna kadar muaveneti altında ihtiyaçlarını sağlamış. Bu kararı ile çalışkan tebaasını tembellik hastalarının hastalığından korumuş.
  İş hayatım devamınca çıraklarımın kalfa ve usta olmalarına bütün gücümle çalıştım. Piyasanın dahi medar-ı iftiharı çok usta yetiştirdim.
  İşçilerim evlâda yapılan muamelenin dışında gayri muamele görmediler.
  Bunları neye anlatıyorsun? demeyesin. Yazdıklarım hem esnafın hem de işçinin işinde muvaffak olması için işin mânâ anayasasıdır. “Bu hâller tarihe karıştı” deme sakın. Bu anlattıklarım sanat ahlâkı, sanat ve insanlığın klasik yaşantı biçimidir. Her devirde geçerlidir. Görünüm değişse de öz değişmez.
  Arzettiğim gibi tezgâhta çalışmak zevkimdi. Zaman oldu ki mânevî vazifelerim ağır basıyordu. Hz. Allâh’ın hayat nizamımı düzenlediğini ve tertîb-i ilâhînin bu fakirini tezgâhta çalıştırmadığını hissediyor ve yaşıyordum.
  Beşeri hazzım ve zevkim çalışmaktı. Ama Hz. Allah müsâade etmiyor, türlü bahanelerle, tezgâhta çalışmama izin vermiyordu. Tezgâhta çalışmak ise benim ayrıca zevkim ve hobimdi. Ne zaman çalışmak için harekete geçsem ya telefon çalar “acele gel” diye, ya da yanında çalışamayacağım sevdiğim insanları misafir gönderir idi.
  Aylarca böyle devam etti. Mutlaka bu tertîb-i ilâhî hiç şüphesiz ben âcizin hayrıma idi. Buna şüphe yok, fakat ben tezgâhta çalışmanın hastası idim.
  Çalışamamanın sıkıntısı beni rahatsız ediyordu.
  Yaratanıma karşı iç âlemimden küstahça tepkiler geliyor ve aksi düşüncelere iteklendiğimi hissediyorum.
  Şahittim, Hz. Allâh’tan başka ilâh ve güç olmadığına. Gücün ve kuvvetin Allâh’ın yed-i kudretinde olduğundan zerre kadar şüphem yoktu. Bu tertîb-i ilâhînin hayrıma olduğunu bildiğim hâlde, bu hâl daima çalışan bir insan için kolaylıkla kabul edilir cinsten değildi.
  Aylardır alışageldiğim çalışmanın nefsime verdiği zevkten tezgâha yaklaşıp elimi takıma uzattığım zaman hemen bir engel halkeden Rabbıma:
  —Ben ihtiyârımla çalışmıyorum, desem, tembel tembel bir köşeye çekilsem, işte ihtiyârımla çalışmıyorum desem, o zaman merak ediyorum, -merakımı lütfen mazur gör- nasıl çalıştıracaksın âciz abdini”
  Dedim ve iki katlı, alt katta makinalar vardı, üst kat ise işlerin montaj yeri olan atölyemin merdiveninin altında mütevazı yazıhanem vardı, ortasına inançsızlığımdan değil merakımın verdiği küstahça duygularla oturdum.
  —Bugünde ihtiyârımla ben çalışmıyorum ve buradan da mesai bitene kadar kalkmayacağım! Dedim ve oturdum.
  Maksadım kudreti, kuvveti nâ-mütenahi olan ve yalnızca zatına mahsus olan Rabbımı noksan sıfattan tenzih ederim. Merakım metafizik olayın nasıl zuhur edeceğini görerek, îmanımın zevkine daha nice zevkler ilâvesiyle, insan olmanın yollarının açılması yegâne âczimle karışık arzumdu.
  Hz. Allah insan olmanın bariz yoluna sırat-ı müstakîm buyurdu.
  Merakımın o yönlü rahmet-i ilâhîyenin zuhurundan ihsan edildiğinden hiç şüphem yok.
  “Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîkeleh lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve âlâ küllî şey’in kadîr” olan Rabbımı noksan sıfattan tenzih ederim. Îman dağarcığımda Rabbıma noksan sıfat isnat edecek küfür bataklığından gene Rabbımin ihsanı ile bir zerre dahi bulamazsın. Peki, öyle ise neydi? Bu tutumun izahı yok. Dur da dinle.
  Aradan bir kaç dakika geçti veya geçmedi, kapı açıldı. İri yapılı, uzun boylu, gözleri delilik emaresi kızarmış, sanki adam azmanı ama temiz giyimli, akıl hastanesinden kaçmış tipik bir adam örneği… Anladım, benim küstahlığıma uygun yaratık. Bu işi ben âcize öğretmek için tahsis edilmiş.
  Tek cümle etti:
  —Neredesin? Gel benimle, dedi. Döndü yürüdü.
  Beni gayr-i ihtiyârı dehşet ve korku sarmıştı. İtiraz etmek şöyle dursun titrek sesle:
  —Takım alayım, dedim.
  Ona da müsâade etmedi.
  —Lüzum yok, gel, dedi.
  İtiraz edersem olacak akibetimi görür gibi oluyordum. Derhâl ister istemez emrine icabet ettim. Düştüm peşine. Ankara’da Denizciler Caddesinde Marmara Hamamının bitişiğinde Beyrut Palasın zemininde büyücek bir salona girdik. Üç tarafı tavana kadar sabit tik kaplamalı yapılmış dolaplarla çevrili idi.
  —Bu dolapları sök! diye emir verdi.
  Takım istedim, getirdi. Bir keser, bir kerpeten, büyücek bir tornavidadan ibaretti.
  Yardımcı işçi getirmeme izin vermediği gibi, kendisi de odanın ortasına bir sandalye koydu, oturdu. İş bitene kadar yanımdan ayrılmadı. Hava kararmıştı. Söküm işi de bitmişti. Ter tabanımdan akıyordu. O günkü yorgunluğumu hiç unutamam. Hayatımda öyle perişan hiç çalışmamıştım.
  Cenâb-ı Hakk’a karşı yaptığım küstahlığı çok ağır ödetmişti bu abd-i âcizine. Zatına yaptığım kelâm küstahlığının kısasını kıyamete bırakmamıştı. Yegâne tesellim zatına karşı küstahlığımı bununla affetmiştir inşallah.
  Bilmem gerisini anlatmaya lüzum var mı?
  Anlatayım. Hz. Allâh’ın kullarına buyruğu:
  “Emaneti Ehline Veriniz” buyurduğu. Cidden, Hz. Allah benim o küstahlığımın ceza infazını ehline vermişti. Halık-ı Zülcelâl hâdiseyi dilediği gibi zuhur ettirecekse her hangi bir kişiyi uygun olsun velev ki olmasın, o anda o olaya uygun oluvermesinde Allah için güçlük olmadığı gibi, mekâna ve zamana da mühim değil, ihtiyacı yok.
  Niğdeli Mustafa Efendi cidden efendi adammış. Ahlâk ve huyunun tebeddülâtında gördüm ki bir anda her şeyi değiştirenin, yaratanın gücü ve kuvveti… Rabbımın bu sıfatını iyi ezberlemiştim.
  Peygamberimiz Efendimiz buyurdular:
  “Zarar gördüğü deliğe iki kere elini sokan da mü’min sıfatı yoktur.”
  O deliğe -büyük söz olmasın- bir daha elimi sokar mıyım? Rabbım korusun.
  Nasrettin Hoca’ya karısı sordu:
  —Hoca efendi yarın nereye gideceksin?
  Hoca cevaben:
  —Yağmur yağarsa ormana yağmaz ise tarlaya gideceğim.
  Karısı:
  —Efendi, inşallah demedin!
  Hoca hiddetle:
  —Bu işin inşallahı kaldı mı hanım?.. Yağmur yağacak veya yağmayacak. Ukalalık etme, ben inşallah denecek yeri senden iyi bilemez miyim?.
  Hoca sabah kalktı. Havaya baktı, yağmur yağıyor. Ormana gitmek için yola koyuldu. Zâhiri ilim bencilliği ile gayretullaha dokunan Hoca Efendi’yi eşkiyalar yakalayıp “bizi filânca köye götür” diye tehdit ettiler.
  İster istemez eşkiyalara kılavuzluk eden Hoca Efendi sabah vakti evine bitkin döndü ve kapıyı vurdu. İçeriden karısı:
  —Kim o? Deyince:
  —İnşallah benim, aç kapıyı!..
  Hoca inşallahı çok okumuştu. Kelâm olarak iyi biliyordu. Fakat inşallahın meta zuhurundan habersizdi. Bu olay Hoca Efendi’yi inşallaha şahitlerden kılmıştı.
  Yalnız ilm-i zâhirle yetinen, ilm-i batının varlığından rahatsız olan hocam, insaf et!.
  Yalnız ilm-i zâhir ile maddeden öteye yolu olmayan, ilâhî teşkilatı kabul edemeyen ilmin, insan olmaya namzet benî âdem için ihsan edilen sırat-ı müstakîmi inanarak ve yaşayarak hemcinsine, illâ nefsine anlatmak, kabul ettirmek gücünü ilm-i zâhiride bulabiliyor musun?.
  Mananın horlanıp iltifat göremediği dünyada zâhiri ilimle itminan-i kalbe sahip olup, Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının anlamını düstur edindin mi hiç?.
  Niğdeli Mustafa Efendi durduğum evin yakınına taşındı. Komşum oldu. Mizacı sertti. Bu sertliği doğru oluşundandı. Temiz kalpli, îmanlı, pırlanta gibi örnek insandı.
  O hâdisenin şokunu üzerinden atamıyor, beni her gördüğünde eziliyor, utancından yüzü kızarıyor, “affet beni, ben öyle insan değildim. Nasıl reva gördüm zatına o gaddar muameleyi?!..” diyor ve üzüntüsünden kahroluyordu.
  Ben “senin suçun yok, esas suçlu benim. O hâdise benim bilgisizliğimden oldu, senin suçun yok” diyemedim.
  Belki o da o yönlü terbiye olmayı haketmiş olabilirdi. Uygun bir zamanda sordum:
  —O gün cinâyet işlemeye müsait gibi bir hâlin vardı”
  Ağlar gibi bir sesle:
  —Doğru dedi. “Nasıl oldu bilmiyorum, o anda kendimde değildim, muhakeme kabiliyetim de yoktu.”
  Ben abd-i âciz iyi anlamıştım. Hazret-i Allâh’a ukalalık şöyle dursun lâubalilik dahi ehl-i hâli perişan ettiği az görülmüş değil.
  Nefsime çok çok ağır gelen, benim hatamdan zuhur eden bu tertîb-i ilâhînin zulüm olmayıp neticenin rahmet-i ilâhîye olduğunun bilincine vardım.
  Laf ile “Hz. Allâh’ı biliyorum” demenin hakîkatin şahidi olamayacağını iyi anladım.
  Bu şahitliğin bedeli nefse en ağır gelen ücret karşılığı ödenildiğinin ehl-i îmanın yadırganmayacağının zevki ile yazıyorum.
  Tertîb-i ilâhî olan, fakirine münasip gördüğü bu acı verici bir olay görünümü halkeden zuhuratın neticesinin rahmetle neticelenmesinin mânâ zevkini Hz. Allah cümle okuyan ve dinleyen kullarını îman zevkine hissedar eylesin. Âmin ve selâmün ale’l-murselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.
  Bu olaydan “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?..”
  Her şeyi yaratan, tanzim eden, düzene koyan Hâlık-ı Zülcelâl’dir dersin. “Amenna ve saddakna” diye ilm-i kelâm ile tasdik edersin.
  İlm-i hâle gelince; zâfiyet-i îman umuma ihsan edilen bildiri ve zuhuratla yetinmez, nefsinin bencil arzusu görmek isteğinin mahkûmu olursan. Netice öğretirler amma çok pahalı ödetirler. Bu yönlü bildiri ve zuhurat-ı ilâhîye mevcut iken ferdi istek ve bencil arzu olduğu için şahsi istek ve şahsi arzuların umuma ihsan edilen bildirilerden yeteri kadar hâlâ tatmin olamıyorsan.
  Hz. Allâh’a ferdi yakarmaların samîmiyetin nisbetinde cevapsız kalmaz amma çok zor ve nefse ağır gelen hâlle ödetirler isteklerini.
  Dikkat! Yaşanması güç, çağın ilâhî güzelliklerine uyum sağlayamayan, katı kurallara yaklaşımı ehlinden sor ve öğren.
  Kitap, sünnet ve zamana uygun, umumu ilgilendiren içtihatla yetinmeyi bil.

* * *

Yazdığım Sahifeye Basılan Bizatihi İlâhi Mühür

  Merhamet ve rahmetinin hududu olmayan, eşi, benzeri, şeriki ve naziri de olmayan Hz. Allah (c.c.), yazmaya çalıştığım mânevî olayın mahviyyet ve yokluk yakarısı:
  Anamın bu fakiri yeri geldikçe sık, sık ikaz eylediği “Oğlum Allah adamı taş eder!” Uyarısını istihza ederdim. İşte taş olma olayı Gavsü’l-a’zam Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri’ni ziyaretim anında başıma gelince feryat ettim.
  “Ana, oğlun taş oldu!” Diye bu olayı yazıyordum. Bilgisayarda, yüksek tahsil görmüş iki arkadaşımın yanında sesli okuyarak yazıyordum. Üçümüz de ağlıyorduk. Sahife düzenine de uygun olmayan levha, ilâhî mühür bir anda vuruldu.
   Yazıcı yani printerın dahli olmadan, yazdığım sahifenin başına şahitlerin şahadeti ile Hz. Allah şu mührü ilâhîyi bastı:
  Yirminci asrın mânâ levhasını, fiziksel varlığı Allâhu âlem kıyamete kadar mevcudiyeti muhafazası inancım odur ki Hz. Allâh’ın yedinde “metafizik” olay ihsan eyledi.
  Sakın inkâra yeltenmeyesin.
  Âlemdeki her zerre Hâlık-ı Zülcelâl’in rahmet mührü değil mi? Niçin bir mühre “acabâ” gözü ile bakar, alışkanlığınla her şeyde aradığın noksanlığı ilâhî mühürde de ararsın?..
  Hz. Allâh’ın rahmetine lütuf ve taltifine her an muhtacız.
  Ukalâlık etmiş olmayayım, mânevî vazifem Allâh’ın varlığına, Peygamber Efendilerimizin Hz. Allâh’ın elçileri olduğuna, hülâsa küll olarak âmentünün anlamında rahmet-i ilâhîyenin lütfu ile hiç inanç boşluğu yok, dersem Rabbımın rahmetine hamdimi ve şükrümü anlatmış olurum, inşallah.
  Dünya yaşantımda abd-i âciz mânevî zuhuratlardan etkilendiğim gibi, gene bi-zatihi Rabbımın ihsanı olan mânevî vazifemin verdiği hazzımla nefes nefes, yudum yudum yaşantım boyunca yaşadım, yaşıyorum. mânâ zevkinin tecellisi ile maddemi ve mânâmı ihyâ edenin rahmet-i ilâhîye olduğundan zerre miktarı şüphem yok.
  Rahmet-i ilâhîyeden soyutlanmış hayatın madde ve mânâsının o âdemde mânâsız ceset olsa da değişmediğini, benî âdemde gerçek ölümün mânâsız yaşanılan hayat olduğunu gördüm, yaşadım, bilgi edindim.
  İhsan edilen rahmet-i ilâhîyeden dışlanmak en büyük korkum ve dinmeyen ızdırabım.
  Dünya hayatımın madde ve mânâsında o kadar çok metafizik zuhurat ve tecelliler zuhur eyledi ki.. Beşere göstermek vazifem icabı duyurmaklığıma inanıyor, âczim icabı da anlatmak ve yazmakta zorlanıyorum.
  Madde ve mânâsı ile şahitler huzurunda zuhur eden, çok çok sadık kullarının mânâlarında açık seçik mânâlandırılan, hayli mânevî şahitler olduğu gibi orjinali tetkike değer, Hz. Allâh’ın lütuf ve ihsanı zat-ı ilâhîyeden lütfedilen, hasseten ihsan edilen mânevî vazifemin maddede bariz zuhuru metafizik olay.
  Zuhur yeri metafizik kitabının 153’üncü sayfasının başı olan fiziki zuhuratın ötesinde büyük rahmet-i ilâhîye ve metafizik olay.
  Yazdığım kitapların kapağına şerefle aldığım mührü ilâhîyi Rabbıma olan minnet ve şükranımla müsait olan kullarına bildirmekliğim vazifem olduğu gibi, bu abd-i âcizin hamdim, şevkim, aşkım, şükrüm ve kıvancımdır.
  Hazret-i Allah sadık kuluna buyurdu:
  “Biz bu mührü Galip Efendiden başkasına basmadık.”
  Mührü ilâhî abd-i âciz şahsıma lütfedildi. Dolayısı ile Dergâhımın da şeref madalyası oldu. Yazdığım tasavvufi kitapların dış kapağının yüzünde aynen belirttiğimiz gibi, Hz. Allâh’ın bu abd-i âcize ihsanı olan mührü ilâhîden Hece taşımı da mahrum etmeyin. Vasiyetim ve ricam olur.”
  Yazının dışında altın yaldızlı tabloda büyütücü cihazlarla orijinaline bakıldığı zaman derinden Kur’ân yazısına benzer harflerin su gibi aktığı görülüyor.
  Ne yazıldığını mânâsında gördüğü sadakatinden hiç şüphe edilemeyen Şenol Çelik Efendinin mânâsında şöyle belirtiliyor, teferruatı dosyada mevcut:
  “Gökleri ve yeryüzünü taşıyanlara andolsun ki..”
  İlâhî mührün maddede zuhur etmesine vesile olay.
  Silsile-yi meratip ilâhî sevgi ve saygıda tertîb-i ilâhî ve abd-i âcize metafizik uyarı.
  Ehl-i hâlin ind-i ilâhîden vazifelendiği mânevî düzen.
  Hz. Allâh’ın kabul buyurduğu silsile-yi meratip mü’min kulların bilmeleri gerekli sevgi örneği.
  Hz. Allâh’ın varlığını, birliğini bildiği kadarı ile başkalarını bu yönlü uyarmaktan çekinmeyen, bu hareketinden de zevk alan hazret-i insan, bilinçli olarak Allah elçilerine hürmette kusur eder mi?
  Elçi vârislerine bilmeden yaptıkları çarpık benzetmenin huzur-ı ilâhîde hesabı sorulurken -merakımı mazur görün- gene cevapları: “Allâh’la kul arasına girilmez” mi olacak?
  İki eşit parça gibi, anlamsız ve mânâsız, şaşı görüşlerinin küfrünü devam ettireceklerini düşünebiliyorlar mı?.

Oğlum! Allah İnsanı Taş Eder…

  Yaşadığım bir olayı bütün çıplaklığı ile anlatacağım, iyi oku ve dinle.
  Yanılmıyorsam sene 1970’lerde idi. Hususi arabamızla beş arkadaş Bağdat’a gittik, beş altı gün Bağdat’ta kalacaktık.
  Ziyaretleri yaptıktan sonra hac için güzergâhımız üzerinde Basra, Kerbelâ, Necef ziyaretlerinden sonra Taif üzerinden Mekke-i Mükerreme’ye gidecektik. Dergâha yakın bir otele yerleştik. Saat 10 gibi otele yakın Gavsül Azam Seyyid Abdülkadir Geylâni Hazretleri’ni ziyarete gittik.
  Cümle kullarına merhamet ve rahmet-i ilâhîden lütfedilen Âhir Zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v) Efendimiz’in Vâris-i nebîy, nedîm-i ilâhî, kullarını rahmetinden mahrum bırakmayan rahmet deryasının, Hz. Allâh’ın ihsanı kadar dağıtım vesilelerinin değerli şahsiyetleri kıyamete kadar mevcudiyetleri Hz.Allâh’ın yed-i kudretinde olan Makam-ı Gavsiyetle taltif edilmiş, aşk-ı ilâhînin örnek zuhuru. “Ben ilim şehriyim ali kapısıdır” Hitabı ile Resûlullah’ın işaret buyurduğu rahmet-i ilâhîyeye vesile ehl-i aşkın büyük kapısı Gavsul Azam Seyyid Abdülkadir Geylâni Kaddessallâhu Sırrahu Hazretleri’ni ziyarete gelmiştik.
  Her tarafta dolu dolu, edepli, mekârim-i ahlâkın içten ve dıştan görüldüğü ehl-i aşk Gavsul-Azam’ı Allah için ziyarete gelmişler, cümlesinin mânevî doyumları belli, tavırlarında ve yüzlerinde bariz görülüyor.
  Musluğu kapanmayan, yaşaran gözler aşk sarhoşluğu belli, umumun hâllerinde, gıpta ile seyrediyordum.
  Hayret! Bu abd-i âcizde, gördüğüm mesut simalardaki rahmet-i ilâhînin zerresi bu fakirde yoktu, nedense verilmemişti.
  Mânevîyat fukarası ve hakîkat müflisi olmuştum.
  “Taştan topraktan ne istiyorsun?” diyen hakîkat gariplerinin taşıdığı îmanını yiyen virüs bu abd-i âcizde olanca cesâmeti ile sırıtıyordu.
  Hz. Allâh’a karşı utancım kadar sitemlerimde sonsuzdu. Zira başka kapım yoktu ki… Orada bulunan arkadaşlarımın nazarlarının da üzerimde olduğunun farkında idim. Ziyaretimin görüntüsünü örnek alacaklardı. Ve mânâ müflisliğimin yapmacık aşk gösterilerini takliden icraata tıynetim de müsait değildi. Kimseye hissettirmeden, benim için o an rahmet vesilesi alınmış, îmanımın nurunu yansıtmayan, başkaları için rahmet-i ilâhîyeye vesile kılınmış, benim için rahmet mânâsı taşımayan, îmanlı kullarına rahmete vesile kılınmış, Gavsul-Azam’ın türbesinden Yaratanıma sitem dolu hâlimle dışarı fırladım.
  Rahmetli Anacığımın Hz. Allâh’ın emrine ters düşen bir hâl gördüğü zaman bizlere yaptığı ikaz ve uyarıyı hemen hatırladım.
  Sık sık söylerdi Anam:
  —Aman oğlum dikkat et, Allah adamı taş eder!. Derdi. Bu söz benim için istihza konusuydu.
  —Ana isbat edemeyeceğin iddiada bulunma. Taş olmuş bir insan göster ki inanayım, derdim.
  Anamı âciz bıraktığımın güya zevkini alırdım. Âciz kalan anacığım:
  —Deme oğlum, Hz. Allah gücenir, derdi.
  Ben âciz ise anacığımdan daha çok bilgili olduğumun kıvancını yaşardım.
  İşte anacığım o mübârek sözlerini şu anda iyi anladım:
  “Oğlun taş oldu ana” diye iç âlemimden feryat ediyordum, kimsenin duyamayacağı çığlıklar atıyordum.
  Denizler deniz olalı öyle fırtına görmemiştir inan.
  İşte evvel yazdığım Metafizik kitabının 153. Sahifesine, yazıcının dahli olmadan, sahife düzenine de aykırı, şahitler huzurunda mânevî vazifemi ve verilen Gâlibîliği de tasdik eden, mühr-ü ilâhî basıldı, elhamdülillah.
  Bu hâlimi yazıya aktarırken bu feryadıma rahmet-i ilâhîye maddede zuhur eden taltif-i ilâhî ile ihyâ eyledi bu abd-i âcizini. Rabbım nazarını almasın abd-i âcizlerinden.
  Evveline dönüş ne kadar zor, rahmet-i ilâhîyeden gazab-ı ilâhîye.
  İbret-i âlem için anlatalım, dinle:
  Mana müflisi olmuştum.
  Ne beklentiler, ne duygularla binlerce kilometre yol gelmiştik. Gönül kapım kapatılmıştı. Bu hâlimle kâfirin küfrünün güya nedenini iyi anlamıştım.
  Belki rahmet kapısı açılır zannı ile taraf-ı etrafımıza karşı utancımdan yapmacık aşk gösterileri yapmaya yeltendim, yaptımsa da beceremedim, olmadı.
  Çünkü maddî ve mânevî hayatımda düzenbazlık ve sahtekârlığa yer yoktu. Delirmiş gibi dışarıya fırladım.
  Sitemlerim Yaradan’ıma idi.
  Otel yakındı, otele gidene kadar neler demedim ki Rabbıma neler?
  Hamdolsun ki müracaat kapımı açık bırakmışlardı küstahça daldım içeriye, birazda şımarmıştım.
  Yaradan’ıma mırıldanıyordum amma kendim duyacak kadar yüksek sesle.
  Oteldeki odamda kimse yoktu, sırt üstü uzanmıştım elbisemle yorganın üzerine.
  Diyordum ki:
  —Hani zatının nerede rahmeti, merhamet-i ilâhîyen? Binlerce kilometre yolu bu abd-i âcizini taş etmek için mi getirdin?
  Gözlerimi gayr-i ihtiyârî diktiğim karşı duvarda, yüksekte bağdaş kurarak oturan merhum Şeyhim, Efendim, Hacı Mustafa Yardımedici’yi gördüm. Gülüyordu benim hâlime ve:
  —İyi bil. Yağma yok, burayı sevmeden ilerdeki makamlardan sevgi mi bekliyorsun? Diyordu ve hâlime gülüyordu.
  İki ayağını ayak bileklerinden tuttum, aşk ile çaprazlama kıvırdım da dedim ki.
  —Seni sevmek ne demek, yerim seni çıtır çıtır aşkımdan.
  O mübârek ayaklarını kıvırmakla, gayr-i ihtiyârî meğer rahmet kapısını açmışım. Rahmet kapısından içeri girdiğimi hissettim. Çünkü bir anda inkâr zail olmuş, kaybettiğim yolum Rabbımın lütuf ve ihsanı ile yeniden verilmişti, gayr-i ihtiyârî giriverdim içine.
  Halim değişti, alınan mânevî duygularım hemen ihsan edildi. Tekrar Gavsül-Azam’ı ziyarete gittim.
  Hz. Allah cümle kullarına ona benzer ziyaretler ihsan eylesin, âmin ve selâmün ale’l-murselîn.
  Şunu itiraf edeyim ki: Şeyhim efendime hürmette kusur etmemeye özen gösteriyordum, amma bu gazab-ı ilâhî hangi gafletimin cezası idi, hâlâ çözemedim.
  Ahde vefa olarak, verdiğin sözünde sadakat, rahmet vesilelerine muhabbet, silsile-i meratip üzere devam etmesi gerekli iken, nefsanî duygularla, her ne sebeble olur ise olsun, rahmet-i ilâhîyeye vesile olan, tertîb-i ilâhî, mecrasından saptırıldı mı, rahmet-i ilâhîyeye vesile yaratılan tertîb ve tanzim-i ilâhîye, sâlikin hoşuna gitmeyen gazaba dönüşür.
  İşte yaşadım, gördüm. Bu hâdisede bilgi edindim. Ey nur-u aynım sende aynı perişanlığı yaşamayasın diye; istifade et temennilerimle.
  Hemcinsine hizmet için, hasseten yaratılan, zamanı zaman içinde değerlendirme ölçüsünü bil ve bu yönlü ihsan edilen kabiliyetinin de ilâhî lütuf olduğunu unutma. Emr-i ilâhîye uyumlu, âmentüye acabâsız îman eden hazret-i insan olmaya çalış.
  Mekârim-i ahlâkını hemcinsine yansıtma vazifesi ile ve her hâlinde görülen ind-i ilâhîden vazifeli, kabir hayatında da vazifesi devam ettirilen örnek insanları iyi anladım. Az da olsa cümlesine her gün okuduğum ruhlarına üç ihlas ve fatiha ile tazim ve hürmetlerimi arzediyorum.
  Zâhiri ülemanın maalesef anlayamadığı, anlamak da istemediği, ehl-i aşkın kabir ziyaretlerinin bilgisizce yapılmasının nedeni bu mevzuda bilgi noksanlığından değil mi?
  Bu noksanlıkların zuhuru bariz görülürken, ekseri ziyaretcilerin bilgisizce yanlış icraatlarının mesûliyetini nefsinde hissetmeyen ulema, Rabbına yönelip hangi inancından ve şahitliğinden bahseder?
  Cehli, ayıbı gizli değil aşikâr. Kabulü Hz. Allâh’a kalmış.
  Halkı bilgisizce, yalnız yasaklarla eğitmek, bu hâli benimseyip bilge olduğunu iddia eden kişiden, huzur-ı ilâhîde bu noksanlığının Hz. Allâh’ın bildirileri ile bilinen gerçeklere muhalefet ettiği sorulmayacak mı? Hesapsız mı kalacak? Öyle mi zannederler?
  Bu abd-i âciz bu kısasın kıyamete kalmayacağını söylersem kehanet mi olur?
  Yazmıştım, tekrarını lüzumlu görüyorum. İçtihatsız bıraktıkları toplumların işlerine gelmeyen, yaşadığı çağa uyum sağlayamadıklarının vebalini düşünmeden, Hz. Allâh’ın bildirisinin anlamını bildirmeleri inançlarına ters düşen bilge kişilerin, bu gerçek bildiriyi okudukları zaman yüzleri kızarıyor mu görmek isterdim. Bakınız Hz. Allah ne buyurdu:
  Ey îman edenler. Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tâbi olmayın ki onlar; kâfirlerin kabir ehlinden ümit kestikleri gibi, âhiretten de ümit kesmişlerdir. (Mümtahine Sûresi, 13)
  Dikkat! Kabir ehlinden ümit kesenlere Hz. Allah “kâfir” diyor ve örnek gösteriyor.
  Bu tür bilen insanların âhiretten ümit kestiklerini de bildiriyor Hz. Allah (c.c.).
  “Taştan ve topraktan ne istiyorsun?” Diye sırat-ı müstakîmden, tertîb-i ilâhîden saptırdığın insanların vebalini düşünebiliyor musun? Şunu iyi bil:
  Hz. Allâh’ın varlığına inanan insanlar, taşın ve toprağın yarattığı cümle mahlûkatın rızkına vesile yaratıldığının bilincindedirler ve taştan ve topraktan Allâh’ın ihsan eylediği çok çok ürün ve nice hizmetler beklerler.
  Taş ve toprak rahmete vesile olduğu gibi, oradaki yatan belirli kişiler de rahmete vesile kılınmıştır. Bu rahmeti inkâr eden kişiye Hz. Allah “kâfir” diyor.
  Merhum Âşık Veysel’in dediği gibi;
  “Benim sadık yârim kara topraktır derken, bu yakarış, vesileyi yaratana teşekkür değil mi?
  Hâşâ toprak ilâh değil. İyi bil ve böyle bildir.
  Orada medfun olan zatın mânâsına hürmeti de, bilerek kusur etmeyenlerin, gerçeklere olan sadakatında samimi olanların yakarışlarının ind-i ilâhîde ret olunmadığının bilinci ile yaşayanları her yerde bulabilirsin.
   Rahmet-i ilâhîyeye vesile kulların mevcudiyetlerini, zatı alilerinin dışında, sağır sultanlar da duydu ve biliyorlar.
  Dikkat! Uyarım kabir hayatına inanmayanlar için:
  Mümtahine sûresi 13. Âyette Hz. Allâh’ın bildirisi:
  Kabir hayatına îman etmeyenlere Hz. Allah “kâfir” diyor.
  De ki: herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbımız en iyi bilendir. (İsra Sûresi, 84)
  Bu Âyet-i celîlede beyan edilen mânâyı iyi anlayalım. Kişilerin mizaç ve meşrebini Hz. Allâh’tan gayri kimsenin bilemeyeceğini ve ölçemeyeceğini.
  Yalnız Hz. Allah “ben bilirim,” buyuruyor.
“Seher zevkin ne bilsin, müstecânî püsterî kalbler?!..
Füyûzât-ı sabâhı hasta-yı hicrân olandan sor.”

* * *

  Seheri görmeyen ve bilemeyenler seherin zevkini nereden bilecekler?
  Sen seherin değer ve zevkini gece boyu hicran çeken hastadan sor.
  Hikmet-i ilâhîye cümle hicran çeken hastalara, seher vakti tarifi mümkün olmayan ferahlık verilir. Bu feyzi hicran çeken hastalar iyi bilir. Her gün göbeğine güneşi doğduran, güneşin doğmasını da göremeyen kişi seher zevkini nereden bilecek?
  Benî âdemin ekserisinin ilmî yaşayarak değil, kulaktan dolmadır, âdemdir, hakîkatte yoktur.
  Füyüzat-ı ilâhîyeden haberi, hâl ehline göre yetersizdir.
  Ya Âdem! İtminan-i kalbin garibi iken, ruhen mutmain olmanın, yaratanının ihsanı kadar bilmesi gerçeğinin arzu ve temennisi ile…
  Emr-i ilâhîye itaatı ve ilâhî emre uyumu, Hz. Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği vesilelere yakınlığı say’-i gayretinle, sağlamaya çalış ki, taşın toprağın ne olduğunun zevkini aldığın gibi…
  Dikkat et! Say’-i gayretine bağlı görünümlü, nazargâh-ı ilâhî olan kalbi taşlaştırma.
  Muhterem Hocam, taşı, toprağı niye ziyaret ederiz? anlatabildimse mutlu olurum.
  “Görmediğim Allâh’a ibadet etmem” diyen yol büyüklerimizin mezhebi ve meşrebi olan aşk-ı ilâhîyi ve şerîat-i garrâyı bu yolda bulacaksın.
  Yok, ise şahsi ve nefsanî duygularımıza pek hoş gelmeyen, benî âdemi korkutarak cehennemden başka tesirini göstermeye muttali olamadığın aşikâr,
  Günâhı kebâire dışı yaratılan güzelliklerin zamana göre tanzim ve tertip edilip beşere sunulması emr-i ilâhî gereği iken, aldığın, mânevîyatın yanına uğramayan tedrisatının gereği, aşk-ı ilâhîden nazar-ı ilâhîden mahrum edilmiş, zamana göre içtihattan mahrum bırakılmış, içtihata tâbi emr-i ilâhîler mahrumu, en son ihsan edilmiş Şerîat-i Muhammedî böyle mi ihsan edildi, insaf et.
  İlim adına yanlış anlatıyor ve bazılarını bilmeden yanlış aktarıyoruz. İcraatlarımız ise aşk-ı ilâhîden uzak, “zikren kesira” emr-i ilâhîsini anlamaktan ve anlatmaktan uzak, sonsuz rahmet-i ilâhîyenin af ve mağfiret vesilelerini beşere yansıtmaktan uzak, mekârim-i ahlâkı gerektiren tasavvufi yaşantıdan uzak.
  Günâh-ı kebâire dışında, yaratılan güzellikleri çok yerde kabul edemeyen bir ilim ihdas edildi. Mânâya yani ruha muhtaç olduğu gıdayı da veremeyen düstur ve prensipler insan olmaya namzet benî âdemin yaratılışının sırrını yansıtamadığını henüz anlayamadık, anlamakta istenmiyor tutumu hâlâ maalesef devam ediyor.
  Mânâ kalıcıdır, mânâsız kalan madde ise ruhsuz ceset misali, her an kokuşmaya müsait yok olacak hâlde yaratılmıştır. Mevcudiyeti tükenmeye, bitmeye, çürümeye müsaittir.
  Küfür bataklıklarından rahmet-i ilâhîyeye vesile olacak ibretler alınır.
  Gazab-ı ilâhînin toplu zuhur ettiği bilinen mercilerden rahmet beklenmez. O türlü yerler rahmet-i ilâhîye ve nur-u ilâhîye nâil olma yeri değildir.
  Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tâbi olmayın. (Müntahine Sûresi, 13)
  Devamını evvelki sahifelerde yazmış idim, buradaki verilen gerçeklere dikkat edelim.
  Ehl-i kitaba, Hz. Allâh’ın varlığını lisânen kabul edenlere sakın kâfir, gâvur, gayri müslim demeyesin.
  İslâm’ın anlamını Hz. Allâh’ın bildirdiği anlamda bilmeye çalış. Sakın nefsinin çarpık fikirlerinin mahkûmu olmayasın.
  Bilgin var ise “emr-i bil-maruf, nehy-i anil-münker”den ileri gitmeyesin. Hemcinsini bariz küfürde görüyor isen incitmeden Hz. Allâh’ın rahmetinden ümidini kestirmeden uyarabiliyor isen uyar o kardeşini. O türlü kabiliyetin varsa eyvallah, yoksa seni aşan olaya karışma Allah için.
  Na-ehil küfür bataklığında olamayacak rahmet güzelliklerini ararlar, elbet bulamazlar, yaratılmayan bir şey nasıl bulunur? Bulamadıkları için aşağılık kompleksine kapılarak hep ikinci sermayeleri olan mânâyı inkâr yolunu seçerler. Mânâyı da madde gibi tahayyül ettiklerinden, zuhur eden rahmet-i ilâhîye dahi “doğal” der de geçerler yahut geçtiklerini zannederler.
  Hakîkatte yaratanını yeteri kadar kabul edemediklerinden, onlar için tek açık kapı inkâr kapısı kalmıştır, ister istemez oraya iltizam ederler.
  Rahmet-i ilâhîyeyi aldığı ilimle bağdaştıramayan bilginlerin göstermeye çalıştığı ilâhî güzelliklerle bağdaşmayan, içtihatsız şerîatı kabul eden de etmeyen de geçmişten ders alınamadığından, sonra gelenler de evvelkiler gibi aynı hataya düştüler, hakîkat böyle imiş gibi sürdürmeye devam eylediler.
  En son ihsan edilen, benî âdemin kolayca insan olabileceği rahmet-i ilâhîyenin rahmetine vesile kıldığı Şerîat-i Muhammediyye’nin özünde kardeşlik ve dostluk var iken, ferden, cemiyet ve toplum olarak bu düşmanlıkların anlamı ne ifade ediyor?
  En son lütfedilen Şerîat-i Muhammedî’nin dahi yanlış anlaşılıp yanlış uygulanması bazı toplumlarda sevgi, muhabbet ve hoşgörünün yerini cehaletin istilâ ettiği ve şiddete dönüşerek din adına korkunç cinâyetler işlendiği, ocaklar söndürüldüğü 21. asır uzay çağında bu cehalet maalesef acı gerçek.
  Hz. Allâh’ın kullarına olan merhameti ve rahmeti gereği tertîb ve tanzim eylediği enbiyâyı, vârisi olan evliyâyı, velîyi, bu tertîb-i ilâhîyi, aldığı tedrisatla bağdaştıramayan, rahmet hazinelerini inkâr ettiklerinde hatır için üzülmüş görünümüne bürünerek hemcinsi avamı saflarına çekip ehl-i irfâna cephe almakla kandırdıklarının zevkiyle yaşadıklarını zanneden hakîkat gafilleri.
  Benî âdemin yaratılışının nedenini bilmekten âciz, bu âczini de gizlediğini zanneden hakîkat müflisi. İnançsız âdem olmaz diye hatır için ahkâm kesen kişilerin ehl-i irfâna ehl-i aşka yutturamadıklarını bilselerdi...
  Deve kuşu misali. Avcıdan gizleniyorum zannı ile yalnız başını kuma gömer de gizlendim zanneder, fakat bilmez ki olanca cesâmeti ile gövde dışarıda. Amma deve kuşunun gizlenme kabiliyeti bu kadar.
  Küfrün mânâdan gizlendim zannı gibi. Mânâ nasipsizi. Bilemez ki, iki zıddın bir arada bağdaştığı görülmemiştir. Küfürden kurtul ki yerini ilâhî mânâ alsın.
  “Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan”
  Peygamber Efendimiz’le ihsan edilen tertîb-i ilâhîyi, şerîat-i garrâyı asra uyumlu taptaze yaşayan ehl-i tasavvuf, yani mutasavvıfîn, ehl-i aşk, Hz. Allâh’ın muhafazası ve koruması altındadırlar.
  Ezel-i ervâh’da îman ölçüsü beliğ cevabının zuhuru ve tecellisi olan beşerin beliğ îmanının dünya hayatına yansımasının rahmet toleranslı zuhuruna verilen isim; hikmet, marifetullah, ilâhî aşk. Cümlesinin özeti: ilâhî emre uyumlu kulluk.
  Bilerek veya bilmeyerek ters yola girmiş, Allah korkusu olmayan, Hz. Allah tarafından vazifelendirilmemiş, şeytani rüyasında şeyh olmuş Ezel-i Ervâh’ta ve zuhuru meşrep yapısında mânâya uyum tiynetinde olmadığı hâlde kurnazlıkla kendisini mânâ ehl-i gösteren dünya ve âhiret düzenbazı.
  Böyle kimselere saflığından tâbi olan, günâhı kebâireye düşmemek için titiz davrananların Rabbım emeklerini zayi etmesin temennisiyle.
  Peygamber Efendimiz’in Hz. Allâh’tan ihsan edilen tebliğini dinle, saf olabilirsin amma salak olma, asalak hiç olma.
  “İnsanların en şerlisi, mürşit olmadığı hâlde mürşitlik taslayanlardır.”
  Rahmeti ve merhameti na mütenahi olan, eşi ve benzeri olmayan, olamayacak da. Yaşadığım fizik ve metafiziki olayların etkisi ve nefse verdiği Hz. Allâh’ın zatına mahsus, varlığından arınmış, yokluk duygusu ve gözyaşlarımızla feryad edilirken, yazıcıda yazdığım sahifenin üzerine mânevî icazetimi tasdik eden şahitler huzurunda kudret-i ilâhîye mühür bastı.
  Hz. Allâh’ın rahmetine, lütuf ve ihsanı olan taltifine her an muhtacız ukalâlık eylemiş olmayayım.
  Hz. Allâh’ın varlığına Peygamberimiz efendilerimizin Allâh’ın elçileri olduğuna, îman anayasası olan âmentünün maddesine ve mânâsına olan inancım, icraattaki samîmiyetimden Yaratanıma Hamd ederim.
  Çocukluğumdaki temiz hislerim, gençliğimdeki emr-i ilâhîye karşı samimi tutumum ve sonraları Rabbımın lütfu ihsanı olarak verilen mânevî vazifemin verdiği zevkimle yaratanıma duyduğum yakınlığımı nefes nefes, adım adım, yudum yudum yaşamaya gayret ediyorum.
  Âczimle ve kulluğumdan ötürü noksanlığımı yaşarken, yaşıyorum mânâ hazzımın noksanlığına tahammülüm azaldı fakat naçar, gene yaşıyorum.
  Rahmet-i ilâhîyeden soyutlanmış hayatın, ceseden mevcut olması, mânâdan yoksun ise bilmem ne anlam taşır, ne ifade eder.
  Dünyadaki yaşantımın maddesinde ve mânâsında elhamdülillah o kadar çok metafizik olaylar var ki.
  Bir nebze hemcinsim olan beşere göstermek vazife ve arzumun tahakkukunda zorlanıyorum amma âczimle bir şeyler yapmaya azimliyim.
  Cenâb-ı Mevlâ’ya olan tazarru niyazımı, yapmacık tevekkül maskesine sığınarak tembelliği ve asalaklığını sureti haktan imiş gibi göstermeye kalkışan gafillerin gafletleri ile karıştırmayasın.
  Hz. Allah, cevheri ve arazı da yaratmış anlamı, suyu ve toprağı yarattı. İkisini karıştırıp kerpiç, daha neler yapacaksın, amma sen yapacaksın. Hâşâ Hz. Allâh’a demeyesin bunları da sen yap diye, yaratanına küstahlık olmaz mı?
  Kulluk vazifeni bil, emr-i ilâhînin tebliğine elçilerini vazifeli kıldı. Sakın deme ben elçi melçi tanımam zatının bildirisi bana yeter. Bütün âlem Hz. Allâh’ın halk ettiği hikmetli ve anlamlı rahmet-i ilâhîyelerle bezenmiştir. Yarattığı şeylerden kulun hayatını devam ettirmesini dilemiş.
  Âdem aleyhis-selâm, hikmeti zatına mahsus dünyaya çıkarıldığında, hitab-ı ilâhî, kulun vazifesinin tümünü özetleyen: ekiniz, biçiniz, yiyiniz…
  Hitab-ı ilâhî kulun vazifesinin kanıtı değil mi?
  “Bu dünyayı ben yarattım, sen düzene sokacaksın”
  Hitabı her hâdisede zuhur ederken yaratılışındaki hikmetler ve emr-i ilâhîleri umursamadan veya unutarak günlük karşılaştığımız say’-i gayretimizi sarfetmemiz gerekirken yaratanına “beni yorma, onu da sen yap” diye, edep dışına çıkmayasın. Hz. Allâh’a karşı terbiyesizlik, küstahlık olur.
  Derviş vird edinir, Hasbün Allâhu ve ni’mel vekil” (sen bizim vekilimizsin) der, amma haddini bilir. Gücünün yettiği yerde verilen gücünü kullanır, gücünün yetmediği yerde yardım diler. Dikkat et zülf-i yâre dokunma.
  Hz. Allah senin ne avukatın, ne de hizmetçin.

* * *

  Na-ehle karşı gülünç oluyorsun.
  Emr-i ilâhîye karşı müşfik ve itaatkâr olalım, âdemken insan olmanın başka tarîk-ı yok, yaratılmadı ki bulasın.
  Peygamberimiz Efendimiz’in doğum gününde bayram ettiğimiz mevlit kandili günü 1999 senesi 24 Haziran bilgisayarda yazdıklarımı dosyalamak için printere yazdırıyordum 60. sahifenin başında çift çizik çerçeve içerisinde, çerçeveler alışa geldiğimiz çerçeve cinsinden değil 12,5 cm boyunda 12 mm eninde altın yaldız rengi, kırmızı yeşil noktacıklarla sahifenin kenarında, üstünde yukarı kenardan sahife nizamına ve düzenine uymayan, ekranın ve printerin dahli olmadan, ekranda dahi görünmeden, bir daha yazdırmamıza da imkân olmayan, çeşitli renklerle bezenmiş, bazı yerlerine Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu kûfi yazıya benzer çıplak gözle zor görülen esmalarla, mühürlerle bezenmiş ilâhî bir olay zuhur etmişti.
  Bu olayın izahında Teknolojinin ve akılcı din bilginlerinin âciz kaldığı gerçek.
Her ne kılmışsa adâlettir Cenâb-ı Kibriya.
Her kazaya her belâya kıl rızâ, Allah Kerim.

* * *

  Bu türlü zuhuratlar ve olaylar ehl-i îmanı rahatsız etmediği gibi, îmanına muhafaza oluşturur, ehl-i aşkın zevkine zevk katar.
  Olay, yüksek tahsilli mânâ cilvelerine az çok aşina Mehmet Şen Efendi ve Tarık Küçükkalıpçı Efendilerin de huzurunda zuhur etti.
  Hz. Allah onları da bu zuhurat-ı ilâhîyenin şahidi kılmıştı. O sahifenin üzerine hiçbir cihazın dahli olmadan, gökten düşer gibi zuhuru, o efendileri de hayretler içinde bırakmıştı. Her tarafı göz ile zor fark edilen kûfi yazılarla ve mühürler ile bezenmiş levha üzerine siyah lâtince yazı ile akıldan öteye yol bulamayan akılcı ulemayı şoke edecek Lâtince harflerle bu abd-i âcizin kimliğini ve icazetini bi-zatihi yazıyor:
  Dosyanın 60. sahifesi metafiziğin 153. sahifesinde perişanlığımı anlatıyordum. Anama yeteri kadar bilmediğim için bocaladığım hiçliğimi sergilemeye çalışıyordum. Yaratanıma neyi gösterecektim ki? Tertîb ve tanzim Hz. Allâh’ın halketmesi değil mi? Amma bu abd-i âcizin başka kapım yoktu ki yakaracak. Sonradan anladığıma göre biat ettiğim Şeyhime karşı saygısızlığımın cezası imiş. Bi-zatihi Şeyhim Efendimin görünümü ve lisânından ihsan ettiler. Bu uyarı ile abd-i âcizi bilcümle Allâh’ın kullarına ibret olsun diye, normal yaşamaları için tasavvufun inceliklerinin sevgi, muhabbet, Allâh’a îman ve peygamberine ve getirdiği şerîata saygılı, yaşadığı zamana uyumlu dosdoğru yol almanın esas olduğunu izah etmeye yetkili kıldılar.
  Bu metafizik olayı bütün çıplaklığı ile ihvanıma ve okurlarıma anlatmak istiyorum. âczimi itirafla yetiniyorum başka gücüm yok.
  Aynı mührü kitaplarda göstermeye çalışıyoruz, nedenini araştır. Ruhi zevk alacağından, inancını muhafaza için çerçeve oluşturacağından şüphem yok. Lütfen bu hikmet-i ilâhîyeye aşina olmaya çalış, yaşa. Şunu iyi bil ki;
  Hz. Allâh’ın gücü, kuvveti, varlığı karşısında bu abd-i âciz, yaratılışım ve Rabbıma olan îmanım, Peygamber Efendilerimizin tebliğ buyurduğu ahkâmın zerresine dahi itirazkâr olmadığım gibi, gene Rabbımın rahmetinin tecellisi, sahtekârlığa, düzenbazlığa, din istismarına dünya yaşantımda yer bulamazsın.
  Hz. Allâh’ın rahmeti ile ihsan eylediği mühr-ü ilâhî, îmanım odur ki, hem madde ehline, hem de nâ-ehlin yersiz tasallutundan ezilegelen mânâ ehline, maddede zuhur eden mânâ tecellisini baş gözü ile görmekle itminan-ı kalbe ereceklerinin temennisiyle, şahsıma münhasır görmeyip, bütün insanlığa mahsus rahmet-i ilâhîye olarak görüyorum. Sakın aksine îmanında yer verme.
  “Ve hüve âlâ küllî şey’in kadîr.”
  Susamış kişinin çeşmenin yanında durmakla susuzluğu geçemeyeceği gibi, bal bal demekle ağzın tatlanmayacağını bil.
  Benim âczimi değil; Hz. Allâh’ın büyüklüğünü bil ve görmeye çalış. Yemin ediyorum, abd-i âcizin mânevî vazifemi mânâdan aldığımı tasdik eden mühr-ü ilâhîyi Hz. Allah ihsan eyledi.
  Bu mühr-ü ilâhî ile duygulanan ehl-i aşk Edebiyat Öğretmeni dîni tedrisata aşina Fazlı Al Hoca Efendi’nin dile getirdiği duygusunu dinleyelim.
  

* * *

Rahmet Mühürü


Hamdolsun Allâh’ımız bir müjde verdi.
Âlemlere rahmet, rahmet mühürü.
Gaibden âleme rahmetler serdi.
İnsanlığa rahmet, rahmet mühürü.

Bir kerâmet verdi yüce Hak bize.
Mânâyı mühürle çıkardı düze.
Acizim, yazamam bu sırrı size.
Asrın kerâmeti, rahmet mühürü.

Güç kuvvet Allâh’ın, mühürler perde.
Bu mühür hem şifa hem deva derde.
Allah dilemez ise icraat nerde?
Gönüllere şifa, rahmet mühürü.

Manaya sınır yok şekiller perde.
Her suret bir mühür hepsi aynı yol.
Hepsinde mânâ bir, Hakk’a teslim ol.
Suretlerde imza, rahmet mühürü.

Efendim niyazla makama durmuş.
Rahmet coşmuş dalga açığa vurmuş.
Bu mührü şahitlerle taltif buyurmuş.
Merhameti ilâhî, rahmet mühürü.

Bu mührün içinde de mühürler vermiş.
İç içe suretler âyetler sermiş.
Alın çözün diye imkân göstermiş.
Hikmetlere şifre, rahmet mühürü.

Teknoloji âciz çözemez ilim.
Bir değil yüzlerce çekildi film.
Metafizikdir bu edilmez dilim.
Bir bahri ummandır, rahmet mühürü.

Altın çerçevede sonsuz mânâlar.
Bu mânâdan ancak ehl-i hâl anlar.
Güç kuvvet Allâh’ın ey ehl-i canlar.
Rahmetin tellalı, rahmet mühürü

Eseri mühürle methetmiş Allah
Coşturdu rahmeti bu eser billah
Manada vesile var illâ Allah.
Tevhîdin tasdiki, rahmet mühürü.

Bu kitaba Rabbım icazet vurdu.
Ledünnü mânâyı böyle buyurdu.
Efendim haliyle sesin duyurdu.
Âlemlere rahmet, rahmet mühürü.

Ya rab! Mührünle bizi mânâna daldır.
Rahmetin zevki ise rahmet deryanda vardır.
Efendim vesile vesile hâldir.
Haşre kadar bâki, rahmet mühürü.

    (Edebiyat Öğretmeni FAZLI AL)

* * *


“Razıyım Senden Devam Et” Buyurdu Hz. Allah

  Tahminen 80’li senelerde idi. Ankara Hüseyin Gazi, Ekin Mahallesi Tevhid Camisi’nin yanında, evin orta katı bahçeye bakan odamda, gecenin nısfında Teheccüt Namazından sonra günlük virdimle meşguldüm.
  1956 senesinden bu yana Hz. Allâh’ın tertibi, Kâdirî ve Rufâî şeyhi olarak vazifeliyim.
  Mânevî vazifemin icabı velev ki, nefsimin hazzına uyumlu yaşantımda, zaman, haramiyeti belirlenen günâh-ı kebâireler dışında, yaratılan güzelliklere hayranlığımdan bir şey eksiltemedi.
  Dini tedrisat görmüş, ne yazık ki, Hz. Allâh’ın haram kıldığı dışında yaratılan güzelliklerden mahrumiyeti bariz görülen, mânâ ve metafizik ilminden bilgisizce soyutlanmış, ilme aşina olduğu kadar muhafaza ve bekçiliğini de üstlenmiş, binikiyüz küsur senedir “fitne oluyor” evhamı ile içtihatsız bırakılan Muhammedi Şerîatını, zamanın olmaz ise olmaz, yaşanılması mutlak lüzumlu kılınan tertîb ve tanzim-i ilâhî yaşam gerçeğinden mahrum bırakıldığı gibi, “zamana uydurdum” zehabına kapılıp, zamanında yaşanılması tertîb-i ilâhî olan, cemî kullar için hasseten yaratılan güzellikleri umursamayarak, dünya hayatını nefsanî duygu ve akıldan öteye yol bulamayan nakil ile ilgisiz, akılcı din uydurmaya çalışan, Hz. Allâh’ın “bana din mi öğretiyorsunuz?!” Hitabındaki incelikleri de düşünemeyen ulema ve içtihatsız katı kurallarla, bilgisizce şerîat-i garrâya sadık toplumların çoğunlukta olduklarını zamanımızda görmek zor değil...
  Hz. Allah emeklerini zayi etmesin, ibadet ve taatlarını kabul buyursun, ama bilinsin ki, zamanın özlemi duyulan, emr-i ilâhîye uyumlu Şerîat-i garrâyı Hz. Allâh’ın örnek gösterdiği ehl-i hâlin yaşantısının yadırgandığı ahval-i âlemde neşv ü nema bulduğu görülmemiştir.
  Mânevî beklentilerimin ve mânevî arzularımın ardı arkası kesilmiyor.
  Müflisin imkânsızlıklar içinde nefsini teselli edecek çıkış yolu aradığı gibi, âciz nefsime bakıyorum. Âczimden başka bir şey göremediğimden, Rabbımın varlığı ile teselli olmaya özen göstermeye gücümü kullanır iken, samimi gözyaşlarım ihtiyarımın dahli olmadan akıyordu.
  Gözyaşların kalbini sulandırdığı zaman müracaatını kâinat bilir.
  Niyazım Rabbıma idi. Gayri müracaat yeri düşüncesinden Rabbıma sığınırım.
  “Ya Rabbi, zatından başka sığınacak imkânı ve yeri olmayan bu abd-i âcizini rahmetinle yarlığa.” Gayr-i ihtiyârî niyaz ediyordum.
  —Affetmeyeceksen bitir dünyamı.”
  O anda nasıl oldu bilmiyorum, bütün benliğimi saran fasih bir Türkçe hitab-ı ilâhî:
  “Devam et kulum razıyım senden!”
  Kuvvetli bir hitab-ı ilâhî ile mest oldum.
  Bu hitab-ı ilâhî yan odada uyuyan ailem Hace Fatma Hanım yataktan fırlayıp odama geldi, hıçkırarak ağlıyordu, şimdi Hz. Allâh’la konuşuyordun diye.
  Neden ihtiyaç duydun Hz. Allâh’a bu tazarru niyaza
  Sen de inanıyorum ki benim kadar dertlisin, dinle:
  İçtihadın her devirde ortaya çıkardığı yorumlanmış din tablosuna şerîat ve diyanet denir.
  Peygamber Efendimiz’in irtihâlinden sonra şer’î hükümlerdeki içtihat biraz devam etti, nedense içtihat fitne oluyor diye hemen durduruldu.
  Îmanımla ayrılık olmayan, emr-i ilâhîyeye aykırı telkin edilen, hatta kabul edilemeyen, mânevîyatla ilgisi olmayan çarpık telkinat ve çarpık yaşantılar, dünya yaşantımdan dışlanmama yeterli idi.
  Hz. Allah devam etmemi bi-zatihi emretti.
  Tefsire muhtaç olmayan emr-i ilâhî ile sanki yeniden hayat buldum gayr-i ilme prim vermedim.
  Ya Rab! Emr-i ilâhîne uygun götürmeye çalıştığım naçiz hayatımı gene kullarına öğrettiğin dua ile bu olayı noktalamak istiyorum.
  Ve şöyle niyaz et:
  “Rabbım, gideceğim yere sadakatle gitmemi sağla. Çıkacağım yerden de sadakatle çıkmamı ihsan et. Bana tarafından hakkı ile yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra Sûresi, 80)

Şarâben Tahûrâ (Aşk Şarabı)

  Herhangi meyve suyunu bekletmek suretiyle ekşiterek elde edilen Hz. Allâh’ın haram kıldığı, benî âdemin madde ve mânâsının anormal hâle düşmesine ihtiyârı ile tevessül ettiği emanet-i ilâhî olan, benî âdemin sağlığını tahrip ettiği de tartışılmayacak, vakı’a cümle günâhların da giriş kapısı melanetlerin çıkış yeri yani anası.
  Hele içki içerek araba kullanıp ocaklar söndüren, kendi canına da kast eden trafik canavarı, kusura bakmasınlar daha henüz yakışır bir isim bulunamadı.
  Anlatmak istediğim günâh-ı kebâireyi doğuran şarap değil.
  Hz. Allâh’ı kesir zikreden mü’min kullarına, ittika sahibi kullarına ihsan eylediği “şâraben tahûrâ.”
  “Kulum beni kesir zikreder zatıma âşık olur. Öyle hâl olur ki ben de kuluma âşık olurum.” Hitabını iyi anla.
  İhsan edilen şarabın kişinin mizacına ve tahammülüne göre verildiğini dinle.
  Manamda Çorum Hıdırlık Camii’ne girdim. Camiinin ortasında sacayak üzerine oturtulmuş büyücek bir kazan, içindeki kaynıyor, buharı çıkıyor, kazanın altında ateş görmedim.
  Cumhuriyetin ilânından evvel hıdırlığa resmen irşâd için atanmış Hıdırlık Nakşibendi Şeyhi Abbas Efendi, elinde kütük gibi bir şeyle dumanı çıkan şarabı karıştırıyor idi. Camide benden başka kimse yok idi. Ayakta heyecanla seyrediyordum. Şeyh Abbas Efendi büyücek kalaylı bakır kabı aşk şarabı ile doldurdu bana uzattı. “Galip Efendi oğlum” diye taltif ederek şarap dolu tası içmem için elime verdi, tası ağzıma götürüyordum ki, müntesib olduğum şeyhim efendim Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici Efendim, bileğimden yapıştı, ağzıma yaklaştırdığım tası aşağı indirerek, sadece 6 damlaya müsâade ediyorum diye tas dolusu aşk şarabını ağzımdan uzaklaştırdı. İçtim amma 6 damla nasıl içirdiler bilmiyorum?
  Rahmet-i ilâhîyeye, müntesibine vesile yaratılan şeyhim efendimin müdahelesinin yerinde olduğunu sonraları daha iyi anladım.
  İç âlemimde halen şöyle hitap olundu:
  “Yolun mecnunu olmana mânevîyat razı değil. Onun için fazla içmene müsâade etmiyorum.”
  Şeyh Abbas Efendi’ye müntesip olanların ekserisi o şarabı kaldıramıyordu. Huriye Ablamın efendisi Yaşar Kılıçkıran eniştem kaldıramayanlardan bir tânesi idi. Hz. Allah cümlesine rahmet eylesin.

Kırklar Meclisi

  Bilinmesini teferruatı ile lüzumlu gördüğüm, bildiğim kadarı ile kırklar meclisinden bahsedeceğim:
  Beni içeri aldılar. Yanımda bulunan ailem Hace Fatma Hanımı almadılar kapıda alıkoydular, Kırklar Meclisine kadın giremez diye.
  Mihrabda oturan, kutub olduğu söylenen sakallı, saçı olmayan, etine dolgun, başı açık yaşlıca bir zatın elini öptüm. Beni yanına oturttu ve emretti:
  —Galip Efendi için tahsis olunan şarabı getirin, diye.
  Büyük bir tepsi içinde, vasat su bardakları ile geldi, bir tânesi ufak idi, anladım onu bana verdiler. Evvelce şeyhim “altı damla” diye tahdit etmişti. O saygımın devamı olacak ki, ufak bardakla verdiler. Açık çay renginde, kekremsi bir tadı vardı. Müsâade ile dışarı çıktım. Kapının önünde beni bekleyen eşim Hacı Fatma Hanıma ağzımda bir şeker ıslattım ve yedirdim.
  Islattığim şekerdeki ilâhî şarap bazan Hace Fatma Hanımda aşk-ı ilâhînin zuhuruna vesile olduğu, zaman zaman aşk-ı ilâhînin mevcudiyeti görülür.
  Arap lisânında içilen her maiye şarap denir.
  “Kırklar Meclisinin yarıdan çoğu kadındır” diyenler, hata ettiğinizi, yazdığım gerçekleri okuyun da, lütfen kırklar meclisinde kadın vazifeli vardır, diye günâha girmeyin.
  Mânevî vazifeme itimat edenler için anlatıyorum:
  Lütfen dikkat! Tekrar ediyorum, “kırklar meclisine burdan içeri şimdiye kadar kadın girmedi” diye Hace Fatma Hanımı içeri almadılar.

* * *

Boş Kuruntularla Geçen Zamanım

  Sahipsiz yaşayıp, tertîb-i tanzim-i ilâhîye uygun, sebebine riayet etmeden de rahmet-i ilâhîyeye nâil olunacağının zehabına kapılarak, izahı imkânsız olan, kimseye hayat hakkı tanımayan, cehennemden başka bir yeri göremeyen, mecnunluğumun ilâhî aşk olduğunu zannederek hayli zamanımı anlamsız ve mânâsız boş yere geçirdim.
  Ve çarpık yolları, “böyle olur” zannı ile her nasılsa beğenmiştim. Fakat hakîkatlerin zuhurunu az da olsa Rabbımın lütfu ihsanı ile gördükçe ister istemez tedirgin oluyordum. Alışageldiğim, aşk-ı ilâhî zannettiğim delilik, yerini tertîb-i ilâhî olan normal yaşantıya terk edince, bu tertîb-i ilâhî, normal yaşantıyı gerçek aşkımı kaybettim gibi bir his bırakmıyordu düşüncelerimi.
   Mürşidim efendimi Hz. Allâh’ın gönderdiğinden az da olsa şüpheye hakkım olsa idi eskiye dönüverecektim. Çünkü intisabımdan evvelki hâlim nefsime daha cazip geliyordu. Efendime hürmetim sonsuzdu. Vazifelerime, yani evrat ve ezkarıma karşı noksansız olması için çok titiz idim.
  Buna rağmen yaratanıma karşı küstahça tutum ve müracaatlarım oluyordu. Hâşâ isyan değil, âciz kulun bilgisizce yaratanına sitemi idi.
  “Şarabınızda da tesir yokmuş hani, hiç tutmadı. Aşk şarabını içirmeden evvel daha sarhoştum, daha âşık idim. İçirdiğiniz şaraplar bana hiç tesir etmedi” diye sitemlerimi Hz. Allah cevapsız bırakmadı.
  “Neye boş yere sitem ediyorsun? Mecnun olup yerinde tepinmek mi istiyorsun? Sen mecnunluk için yaratılmadın. Gideceğin uzun yolların var, bu yollar da mecnunlukla gidilmez, yersiz sitem etme” dediler.
  Bu uyarıdan gerçeği az da olsa anladım. Ustasız sanatın haram olduğu gibi, ifrata kaçan madde ve mânânın iyilik getirmediği gibi, ibadet ve taatın da ifratı ind-i ilâhîde de makbul olmadığını yaşadım iyi anladım.
  Gazab-ı ilâhîden başka yaşantı ve duyguya yer vermeyen katı kurallar ve hisler yakamı bırakmıyorlardı, bu hitab-ı ilâhî, bu uyarı ile kurtarmış idi bu abd-i âcizini çarpık gidişattan.
  Benim bilgisizliğime uygun kıssayı şöyle anlatırlar:
  Esrar müptelâsı bakkaldan aldığı esrarı içmiş, yıkanmak için hamama gitmiş. İçtiği esrarın etkisini “görmüyorum” zanneden esrarkeş peştamal ve ayağında takunya ile çarşının kalabalık yerinde bulunan bakkala çıkışarak:
  —Haram olsun aldığın para, sattığın esrar bozukmuş tutmadı, diye çıkışınca kalabalığın da gülerek seyir eylediği esrarkeşin perişan hâline bakkal da kahkaha ile katılırcasına güldü:
  —Tutmadı diyorsun, şu hâline bak. Bir de dediğin mânâda tutsa idi acabâ ne hâle gelecektin?!.. Diye, bu gerçek nüktesi ile seyredenlerin hayatı boyu unutamayacağı hikmet sergilemişti.
  “Kara şeyh” diye anılan Çorumlu Hacı Bekir Babaya altı tarikattan Mı­sır, Tan­ta ve Ni­şâ­bi şeh­rin­de izn-i ica­ze­tin ve­ri­li­şi­nin an­lamı ve hikmet-i ilâhîye zuhuru.”
  Hacı Bekir Babanın Halifesi Müştakoğlu Ahıska’lı Şeyh El-Hac Ali Efendi ve Ali Efendinin Halifesi Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Efendilerden (Makamları Cennet olsun) defalarca şahıslarından dinleyip zevkiyle yaşadığım, noksansız anlattıklarının izahlarının zevkini bu gün dahi yaşıyor, bu zevkimi ben de ehl-i aşkın zevkine zevk katmak istiyorum.
  Bu abd-i âciz de ayni icazetten Tarîk-ı Kadir-i ve Tarîk-ı Rufâî’den izn-i icazetin verildiği için şahidi olduğum tertîb-i tanzim-i ilâhîyi anlatmaya çalışacağım.
  Bu abd-i âcize itimat ederek iyi dinle de inancının eseri şahsında ve hâlinde rahmet zuhuru görülsün.
  Hz. Allâh’ın ihsan eyleyip yeryüzünü maddesiz bırakmadığı gibi mânâsız da bırakmayacağını bilginin dışında tutuyor isen, elbette ki ara sıra şahadet getiriyorsun söyler misin sen neyin şahidisin?
  Fiziki olaylardan başka bir olay ve tertip kabul edemiyorum diye nefsine zulüm etme.
  Diyemezsin ben fiziki olayların şahidiyim. Görülmesi her an mümkün olan şeye şahit gerekmez ki.
  Metafizik zuhurata îman edip rahmet-i ilâhîyi yaşayan, Hz. Allâh’ın istisnai kullarını ilim adına hakaretinle rencide ediyorsun dikkatli olmanı tavsiye ederim.
  Kutsi hadiste Hz. Allah kullarını uyarıyor:
  “Evliyâma eza edene harp açarım” buyruğuna dikkat et!
  Gayretullaha dokunuyorsun. Hz Allâh’ın verdiği kıymetli zamanı yalnız fiziki olaylarla iktifa edip mânânı öldürme.
  Maddende zuhur eden tertîb-i ilâhîyi mânâsız yalnız fiziki olaylarla ilâhî mecrasından saptırma, zira maddî olaylar da Peygamber Efendimiz’in mânâ şehrine giriş kapısıdır.
  “Ene medinetün Ali babuha”
  Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır, buyurdu Peygamber Efendimiz.
  Mana fiziki olaylarla hitam bulsa idi, metafizik ve mânânın zuhuratı lüzumsuz anlamsız kalır, ebedi hayat için imtihan gereksiz ve anlamsız olduğu gibi, yaratıcımızın zati sıfatının da maddeden başka yerde aranması anlamsız, imkânsız ve lüzumsuz olurdu.
  Kabirdeki hayatı ve âhiret hayatını kabul etmemize gerek olmazdı.
  Hz Allah bu zümreye kâfir demekle hata etmiş olurdu. Taştan topraktan ne istiyorsun diye kabir hayatını kabul edemeyenlere Hz. Allah kâfir dediği için, mânâ fukaralarına Allâh’ı dava etme yolu açılmış olurdu.
  Dahası var: “Onlar âhiretten de ümit kesmişlerdir. Onlar kâfirlerdir” buyurdu Hazret-i Allah. (Mümtahine Sûresi, 13)
  Bu gerçeklerin hilâfına, bu yönlü îman zâfiyetinin temsilcileri bilerek, gerekse bilmeyerek ehl-i îmanı uzun zamandan beri inançlarını rencide değil tahrip ettiklerinden; Hz. Allâh’ın her kulun anlayacağı açıklıkla bildirdiği kabir hayatını tekrar tekrar yazmamı mazur görün.
  Yazdıkça yaşantım boyu, nâ-ehlin tecavüzlerinin îmana sürülen karanlıklar Hz. Allâh’ın açık rahmet bildirisi ile aydınlanıyor elhamdülillah.
  Her şeyi biliyorum iddiasında bulunup bu yönlü hakîkatin dışında kalmış, Allâh’ın varlığına acabâsız îman etmiş şirk koşmamaya özen gösteren, zaman zaman buna rağmen mânâ yoksunu, küfür bataklığının içinde bulunmakta mahzur göremeyen, anlamsız cesaret gösterisinden de rahatsız olmayan anlamsız cesaret ehl-i kardeşim.
  Zamana yansıyan rahmet-i ilâhîyenin zuhurundan habersiz olduğundan, rahmet-i ilâhîyeyi zamana yansıtamayan. Buna rağmen, günâhı kebâirin dışında kalmaya özen gösteren, müttaki kardeşim.
  Her yaşanılan zamana tahsis edilen rahmet ve mağfiret-i ilâhîyeyi gör. Maddeye verdiğin önemi mânâya da vermeyi ihmal etme lütfen.
  Hz. Allâh’tan gayrıyı ilâh edinmeden hayatını idame ettirmeye çaba gösteren, buna rağmen dünyaya gönderilişinin nedenini umursamadan, yükümlü olduğu zaman yaşantısını, içtihatsız bırakılan şerîatını, emredildiği gün gibi bu gün de aynen yaşamayı götürmeye çaba gösteren, “zamana yemin ederim” bildirisi ile yaşanılan zamanın değerini bizlere yeminle anlatan, Hz. Allâh’ın değerli kıldığı zamana uyamayan îmanlı kardeşim, lütfen zamanın değerini bil.
  Yaşantılarından çektikleri tatminsizliğin ızdırabından başka bir şeye nâil olamayan, inançsız kişinin taşınması zor dünya sıkıntılarının çekilmesi imkânsız gibi görünen, bir vakıadır.
  Taşıyıcısına ruhi eza ve cefadan başka bir şey veremeyen, îmansız yaşantısını benimsettirmeye özen gösteren bir ortamda yaşıyoruz.
  Âdem, anlamsız hayatı taşımaktan bunalmış, her an yaşantısında beş duyunun esaretinden kurtulmak, bu karmaşıklığı unutması kasdi ile gençlerimizin alkolik ve uyuşturucu bağımlısı olmaya iteklendiğinin aksini kim söyler.
  Hz. Allah, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da kullarına bildirdiği hâlde, “Allâh’ın varlığını kabul eden benî âdeme” sen beşer ölçüsüne göre müslümansın müjdesini ne zaman çekinmeden bildireceğiz?
  Hangi şerîata tâbi olur ise olsun, beşeri ölçüye göre Hz. Allâh’ın varlığına inanan kul, müslüman olduğunu ne zaman kabul edecek?.
  Yeterli olmaktan uzak kıldığımız dîni telkin ve tedrisatın, yetersiz olduğunun farkına ne zaman varacağız?
  “Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.”
  Hadîs-i şerîfinin anlamını ne zaman anlayacağız?
  Kesinlikle bilinsin ki ocaklar söndüren bu ve buna benzer anormallikleri üreten nesnenin kaynağında Hz. Allâh’ın varlığına yeteri kadar inanmamanın eserini görmek zor değil.
  Bu yönlü îman zâfiyeti olan benî âdemi de her an normal hayatı anormal duruma tebeddül eden, âdemi insan olma rahmetinden mahrum eden belirli nedenlerin anası, uyuşturucu belâsının neden olduğunu görmek kehanet değil, çünkü o melânet hiç bir zaman gizli kalamaz ki.
  Hacı Bekir Baba’yı seyri sülükünü tamamlaması için aldığı mânevî emirle şeyhi zamana göre şartlı seyahat vermişti.
  Mânevî hâlinin istisnai zuhurunu müşâhede eden Şeyh Efendi dervişlerini günün şartlarına uygun mânevî işaretle eğitime tâbi tutar, çünkü:
  Dervişin kemâlatı Allah için şeyhine olan bağlılığındaki mânâ, dervişin îmanının ölçüsüdür.
  Hacı Bekir Babaya Şeyhi Efendisi hususi cübbe diktirmişti. Cübbenin cebi yoktu.
  Bugün bu gündü, yarın için bir şey bulundurmayacaktı, üç gün aç kalmadıkça kimseden bir şey istemeyecek, takvâ sahibi bildiği kişiye hâlini edeple arz edecek, anlamadı veya anlatamadı ise üç gün daha sabredecek yüzsüzlük ve âcizlik etmeyecek diye, bu şartlarla seyahat izni verilen seyahati ile seyri sülükünü tamamlayacak olan Hacı Bekir Baba, verilen direktiflere harfiyen uyarak Tanta’da medfun Seyyid Ahmet El-Bedevî Hazretleri’nin türbesinin bulunduğu, dergâhında yetkili zatının müsâadesi ile yanında getirdiği postunu gösterilen yere sermiş, evrat ve ezkarı ile zamanını geçiriyor, tertîb ve tanzim-i ilâhînin tecellisinin zuhurunu merakla ve sabırla bekliyordu.
  Mânevî kemâlatı bu tertibin seyrine bırakılan Hacı Bekir Baba, sâlikin ne kadar intibak edeceğinin, ne kadar sabır göstereceğinin mânevî îman ve sabır ölçüsü.
  Zamana göre istisnai kişilere uygulanan nefis imtihanları zaman zaman ahval-i âleme göre değişiklik arzederdi.
  Dergâha geleli üç gün olmuştu. Hazretin midesine sudan başka bir şey girmemişti. Yemek vakti geldiğinde dergâhta dervişler ne pişirildi ise yiyorlar, Bekir Baba’ya “sen de buyur, ye” demiyorlar.
  Hazret üç gün aç kalmış, şeyhinin tembihine göre isteme hakkı doğmuştu. Hazret Tanta’ya geldiğinde edepli, hürmetkâr, derviş bakkalla tanışmıştı. Derdini anlatmak için şeyhinin anlattığı meziyetler bakkalda görülüyordu. Üç gününü dolduran Bekir Baba bakkala gelerek hâlini münasip lisânla anlattı ise de bir hikmet bakkal anlamadı.
  Tekrarı ve ısrarı yasaklanan hâlinin anlaşılamadığı üzüntüsü ile dergâha geldi, yine postuna oturdu, üç gün daha geçmişti ki takati kalmamıştı. Namazda kıyama kalkamıyor, oturarak namazını eda ediyordu. Gayr-i ihtiyârî iç âleminden isyan belirtileri zuhur etmeye başlamış ve şöyle sitem ediyor:
  —Demek ki, Seyyid Ahmet el-Bedevî beni misafirliğe kabul etmedi. Bu hâle göre resmen kovuldum.
  Diye postunu dürmüş ve dergâhı terk ederek tanıştığı bakkala, “Allâh’a ısmarladık” demek için vardığı zaman bakkal altına sandalye vererek dükkân içinde kapının yanına oturtmuştu.
  Tanta’da bir meczup varmış, elinde büyük bir sırıkla arastaya gelir, herkes kaçışır, yetiştiğine sırıkla vururmuş. O meczup arastada görüldüğü zaman esnaf dükkânını hemen kapatır kaçarmış.
  Esnaf kaçmış, Efendi kapının yanında oturuyor diye edeben bakkal kaçamamış, meczup Bekir Baba’nın yanına gelmiş elindeki sırığı yere vurarak:
  —Nereye gidiyorsun dön geri! Demiş ve uzaklaşmış.
  Dükkân içine gizlenen bakkal heyecanla efendiye:
  —Bir şeyin yok ya, meczup sana bir zarar vermedi ya? Fakat çok korktum sana bir şeyler söyledi, ne söyledi diye merak ettim?
  —Misafir olduğum yeri terk ettim, sana Allâh’a ısmarladık demeye gelmiştim. Fakat gitmeme müsâade edilmedi geri dönüyorum.
  Tekrar dergâha gelip postunu sermiş oturmuş biraz sonra bir kişi başında büyük üzeri kapaklı bir tepsi ile:
  —Çorumlu Hacı Bekir kim? diye arıyor.
  —Hacı Bekir benim dedim.
  Başındaki tepsiyi indirerek:
  —Bunu sana gönderdiler, yedikten sonra aşağıda bekliyorlar dedi ve gitti. Tepsinin kapağını açtım ne göreyim pîrinç pilavı üzerinde kızarmış tavuk. Altı günün açlığının serabı değil sıcak sıcak gerçekti, seyreden dervişleri de çağırdım, hep beraber yedik midemdeki altı günlük boşluğu doldurmuştum, dizlerime derman gözlerime fer gelmişti. Ellerimi yıkadım, ferli ferli abdest aldım.
  —Seni aşağıdan istiyorlar diye bir derviş geldi, beraberce bir odaya girdikten sonra beni getiren derviş gitti.
  İçeride; sonradan öğrendim ki dergâhın Şeyhi Abdurrahîm-i Nişabi Hazretleri imiş. Sinirli sinirli ayakta yüksek sesle bir şeyler söylüyor. Bir şeye kızdığı belli ama kime? Benden başka kimse olmadığına göre bana kızıyordu ve diyordu ki:
  —Bu kadar zayıf irade dervişe yakışır mı? Allah için tahammül göstermesi gerekmez mi? daha neler, neler.
  İçeri giren meczuba beni teslim etti:
  —Götür dedi.
  Meczup beni başka bir âlem gibi bir odaya götürdü. Pîr Efendilerimiz Ricali Gayp divanı kurmuşlar, kapıdan edeple girdim.
  Gavsül-Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri bana hitaben:
  —Aferin oğlum Hacı Bekir. Allâh’ın tertîb ve tanzimi olan tarikatımı emr-i ilâhî ile sana verdim.
  Seyyid Ahmet el-Kebir Rufai Hazretleri baş parmağını kaldırarak:
  —Ben de verdim.
  Seyyid Ahmet el-Bedevî Hazretleri:
  —Ben de tarikimi verdim.
  Seyyid İbrahim Düssuki Hazretleri:
  —Ben de tarikimi verdim.
  Şeyh Ebül-Hasan Ali Şazili Hazretleri:
  —Ben de tarikimi verdim dediler.
  Daha devam edecekti, Gavsul-Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri müdahale ederek:
  —Kâfi, dedi.
  Beni tekrar Şeyh Abdurrahîm-i Nişabi Hazretleri’ne götürdüler, altı tarikten salâhiyet verildiğinin izn-i icazetini yazılmış ve mühürlenmiş olarak verdiler ve memleketim olan Çorum’da ve her yerde irşâda vazifeli kıldılar.
  Mânevî yol büyüklerimden ve salâhiyetli, yetkili şahsiyetlerden dinlediğim bu gerçekleri naçiz yaşantımda zuhur eden mânevî tecelliyatlar nedeni ile abd-i âciz şahit olarak garibi değilim, o bakımdan acabâsız naklettim.
  Şahitliğim Hz. Allâh’ın lütfu ihsanı ile Tarîk-ı Kâdirî ve Tarîk-ı Rufâî’den bu abd-i âciz Allah fakirine silsile-i meratip hazrete ihsan edilen izn-i icazetin iki tarikinden teberrük olarak ihsan edildi.
  Bu fakirden başkasına da çok rica ve iltica edildi ise de başka kimseye izn-i icazet verilmedi, dergâhın yegâne mesûlü kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi (makamı cennet olsun) âhirete yürüyünce makam vermediği hâlde maddenin hortumcuları olduğu gibi mânânın da hortumcuları mânâyı hortumladılar ve hortumlamaya devam ediyorlar.
  

* * *

Niçin Teberrük?

  Bu tarikten izn-i icazet verildiği zaman on iki sene halifesi olarak vazife yaptığım Kahramanmaraş’lı Hacı Mustafa Yardımedici Şeyhim Efendim 1968 senesinde (Makamı Cennet olsun) âhirete irtihâl ettiler.
  Bu fakir Kâdirî ve Rufâî’den Kahramanmaraş’ın mânevî fatihi Ali Sezai Efendi Hazretleri’nin dergâhında Rabbımın in’am ve ihsanı mürşit idim. Onun için ikinci bir icazet teberrük olur.
  Dervişin ancak bir şeyhi vardır, maddî ve mânevî mürebbisi rahmet-i ilâhîyeye vesile, bazı tariklerde baba diye hitab edilir, mânâ itibarı ile yerinde bir hitabdır.
  O bakımdan baba bir tâne olur, iki baba olursa evladın ismi değişir o çocuğa halk lisânında piç denilir.
  Zâhiri ilim ile iktifa edip mânâyı degersiz bulan, inanıp inanmamakta muhayyersin. Amma sakın inkâr yoluna sapmayasın.
  Bu abd-i âcize itimat et, zarar edenlerden olmazsın korkma.
  Kara Şeyh Hacı Bekir Baba’nın dergâhının halifesi.
  Hacı Ali Ahıskavi Hazretleri’nin halifesi Hacı Mustafa Anaç Çorumi’den Galip Hasan Kuşçuoğlu Çorumi’ye verilen izn-i icazetin naçiz şahsımda zuhuru görülen tecelliyat-ı ilâhî:
  Çocukluğumda dahi Hacı Bekir Baba’ya karşı sonsuz hayranlığım vardı. Örnek yaşantısı, halk arasında anlatılan menkibeleri ailece bizim Hz.Allâh’a olan inancımıza ışık tutan vesilemizdi.
  Hz. Allâh’a tazarru ve ni­ya­zım­la, göz­yaş­la­rım, red­de­dil­me­yen sa­mi­mi il­ti­ca­la­rım ile mür­şi­di­mi gön­der, bek­li­yo­rum, ya­rın öğ­le­ye ka­dar diye beklediğimi arz ettim yaratanıma.
  Umuma ihsan edilen tertibi ve tanzim-i ilâhîyenin dışında beni Hz. Allah sana gönderdi diyecek özel bir mürşit istedim.
  Müracaatım reddolunmadı, amma bu hususi müracaat ve istekler kulun samîmiyetine göre kabul ediliyor. Fakat umuma tanınan töleranslı, musamahalı hayat imtihanın dışında muameleye tâbi tutuluyor. Özel istek, özel imtihan.
  Mânâ kısmetinden bir şey eksilmiyor amma bir nevi ayrıcalığa benzer özellik istediğin için, mânevîyatça özel programlanmış zuhurata tâbi tutuluyorsun. Özel isteklerin ise karşıtı kulun zor kaldıracağı özel imtihanlar oluyor.
  İbrahim aleyhis-selâmın özel arzusunun ihsan edildiği gibi: Hz. Allâh’a niyaz etmişti “bana bir erkek evlat ver.” En kıymetli şeyi şükrane olarak kurban edeceğini nezretmişti.
  Hz. Allah Halil’ine, “Allâh’a söz verirken, bir şey vaadederken beşeri âczini hesaba katarak dikkatli olup, beşeri âczini hesap ederek nezret anlamında Halil’ini uyardı.
  Kurban olayı malûm…
  Mevcut olan tertîb ve tanzim-i ilâhî ile yetinip de özel bir muamele isteğiyle müracaat etmese idim, elhamdülillah arzuma uygun gönderdi amma şeyhimin vazifesi hususunda ve hürmetimde olan noksanlığıma hiç müsamaha ve tolerans kabul edilmedi.
  İmtihanım çok ağır geçti, Rabbım kusurumu affeylesin. Eğer böyle bir müracaatım olmasa idi gidecek başka dergâh düşünemezdim.
  Kara Şeyh Hacı Bekir Babanın dergâhının devamı Ali Efendi Ahıskavi, dolayısı ile halifesi, kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi’nin mânevî yaşantım üzerinde bir hayli katkıları vardı.
  Elhamdülillah o dergâhında izn-i icazetini teberrük de olsa kayın pederimin fevkalade rızâsı olmadan ihsan eyledi Hz. Allah.
  Kayınpederim Hacı Mustafa Efendi’ye makam ne emir verdi bilmiyorum, izn-i icazet nasıl verildi, âczimle anlatmaya çalışayım.
  1978 veya 1979, tahminen buna benzer bir zamandı. Çorum’a ziyarete gitmiştik, bana oğlum sadık dervişlerinden 5 veya 6 sına benim niyetime göre istihâre yaptır, görgülerini bana bildir dedi.
  Ankara’ya geldiğimde ilk işim o emri yerine getirmek oldu. 8 dervişe istihâre yaptırdım, sabah mânâlarını yazdırdım, imzalattım, Kayınpederime neticeyi gönderdim. Bütün arkadaşların görgüsü benim iki tarafın şeyhi olduğumu, Kahramanmaraş’tan mesûliyetini tamâmen yüklendiğim dergâhın mürşidi, Çorum’daki kayınpederimin mesûliyetini taşıdığı topluma Kâdirî ve Rufâî’den halifesi olduğumun açık bildirgesi idi.
  Bir mektupla bana bildirisi şu şekilde idi:
  Oğlum Galip Efendi, ben istihâreyi kendim için değil, senin ihvanın dedikoduya düşmesin diye istedim, ben makamdan emir aldım. Kâdirî ve Rufaî’den icazet vermem emrolundu. Kim ne derse desin bundan sonra bizim dergâhımız namına dervişin biatını kabul edip dersini vermeye, mekârim-i ahlâk üzere götürmeye mezunsun yazılmış, Kâdirî ve Rufâî’den, oradan da şahitler huzurunda imzalanmış icazeti verdiler. Allah makamlarını cennet eylesin.
  İcazeti alınca bu hakka dair gördüğüm mânâyı anlattım. mânâm şöyle idi:
  Mânâmda bizim müstecir olarak işlettiğimiz Paşa Hamamındayım. Elimde bir çıkı sulanmış Çorum yufka ekmeği, sağ elimde en büyük ışıl ışıl pırıl pırıl petrol lambası. O şekilde hamamdan içeriye giriyorum, göbek taşının kenarına Hacı Hekir Baba postunu sermiş ve üzerinde oturuyordu. İçerisi kalabalıktı.
  Cin taifesinden hizmet için verilmiş, efendinin anlatageldiği, biri 800, birisi de 1000 yaşın üzerinde cin taifesinden huddemlerle de görüştüm.
  Hacı Bekir Baba oturduğu postunda bana yer açtı ve yanına oturttu. Elimdekileri postun kenarına bıraktım, gördüm ki bir çıkın ekmekle aynı lambadan, benim bıraktığımın yanında duruyor.
  Hazret buyurdu ki, “bu da bizden sana” ve devamla, “Galip Efendi bizden nazar mı istiyorsun, zikrullah mı?”
  Düşünmeden gayr-i ihtiyârî, “zikir istiyorum” dedim. Havan topu mermisine benzer bir mermiyi kalbime yerleştirdiler, öyle bir Rabbımı zikretmeye başladım ki, Hz. Allâh’ın isimlerini benim gibi okuyan kimseye rastlamadım.
  Kayın pederime anlattım bu durumu, tebrik etti de, “oğlum keşke nazar istese idin, nazarınla insanları irşâd ederdin” buyurdular.
  Ben hayatımdan memnundum. Tertîb ve tanzim-i ilâhî ne ise odur, “hatırın kırılmasın” diye sana sorulan sualin cevabının gerçeği yansıtmayacağını bilesin, amma hakîkatın yegâne cevabıdır.
  Efendiye hizmet için verilen huddemlerle görüştüm.
  —Nerelisiniz? Diye sordum.

Kara Şeyh Hacı Bekir Baba’nın Cinlerle Sohbeti

  Çorum’da olan biten olaylardan malûmat edinmesi
  Kara Şeyh Hacı Bekir Baba Seyyid Ahmet el-Bedevî Hazretleri’nin Türbesinde evrat ve ezkarı ile meşgul iken, nizamlı ve intizamlı yürüyüş kolunda bir kalabalık Hazret’in yakınından geçiyorlardı. Bazı kişilerin selâm verdiklerini, içlerinden bazılarının “hemşerim” diye hitab ettiklerini duyuyordu.
  Olayın devamını kendisi anlatıyor:
  Aradan çok geçmedi, sekiz on kişi kadar bir topluluk tekrar selâm vererek, hemşerim diye yakınlık gösterip yanıma oturdular. Selâmlarını aldım, hemşerim dedikleri için sordum:
  —Çorumlu musunuz?
  —Evet, Çorumluyuz, dediler.
  —Kimlerdensiniz? Hangi mahallede oturuyorsunuz? dedim.
  —Melekgazi’de dururuz, deyince, orada mahalle ve ev olmadığı için “cin yatağı” denildiği Çorumlularca malûmdur.
  —Yoksa siz cin taifesinden misiniz? Dedim.
  —Evet, dediler.
  —Ne işiniz var burada? Ne zaman çıktınız Çorum’dan? Memlekette ne var ne yok? diye sordum cin hemşerilerime. Ben çıkalı aylar olmuştu.
  —Bir davamız vardı, temyiz mahkememiz var. Tanta’da davamızı temyiz etmiştik, beraat ettik, elhamdülillah. Zamana gelince, yeni çıktık Çorum’dan, bizler için sizler gibi yolculukta müddet ve meşakkat yoktur.
  —Bana Çorum’u anlatın, neler oldu yakın zamanda? Hayli zamandır uzaktım sılamdan.
  Dediler ki:
  —Filanca zât filan gün vefat etti. Felân tarihte falanca yer yandı. Filanca zaman bir kaza oldu, kazada filancalar vefat ettiler.
  Ben cin hemşerilerimin bütün söylediklerini not aldım.
  İzn-i icazetimi alıp da mânevîyatın emri üzere Çorum’a dönünce ilk işim cin hemşehrilerimin sözlerinin doğruluğunu araştırmak oldu ve ziyarete gelen Çorumlu kalabalık ihvana sordum:
  —Filan tarihte filan zât vefat etti mi? diye.
  —Kerâmet buyurdunuz, dediler.
  —Filan tarihte falan yer yandı mı? diye sorduğumda; hayret ettiler, gaipten haber veriyor zannının verdiği heyecanla yine:
  —Kerâmet buyurdunuz, dediler.
  Cin hemşerilerimden neler duydumsa hepsini anlattım, aynı nakarat kerâmet dediler ve mânâ sarhoşu oldular. O cemaate gerçekleri söyledim, kerâmet olmadığını ve cin ve din kardeşlerimin bana anlattıklarının doğruluğunu anlamak içindi, sözlerinde hilâf yok hepsi doğru çıktı dedim.
  Bu olaylar metafizik olay olduğu için nakletmeden geçmek istemedim.
  Sakın cin diye bir şey yoktur diye tertîb-i ilâhîye ters düşmeyesin, küfre gidersin. Allah kelâmı Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı da inkâr edenlerden olursun.
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “De ki: cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinleyip şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur. Gerçekten biz doğru yola ileten, harikulade güzel bir Kur’ân dinledik. Biz de ona îman ettik. Kimseyi Rabbımıza ortak koşmayacağız.” (Cin Sûresi, 1-2.)
  Kur’ân-ı Kerîm’den Cin sûresinden yalnız 1. ve 2. âyeti yazdım. Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın çok yerinde bildirdiği hâlde sen hâlâ Cin’in mevcudiyetini inkâr edecek misin?
  Hz. Allâh’ın bu yönlü bildirilerini inkâra devam ederek Kur’ân-ı Kerîm Allah kelâmıdır, ben îman ediyorum diyebiliyor musun? Desen de:
  Metafizik olay ve zuhuratları inkârınla -Allâh’ın ne yapacağına akıl erdiremeyiz amma- hakîkat fukarası olduğun gibi gerçekleri bilen ve yaşayanlara gülünç oluyorsun.
  “Dinin cüz’ünden feragat, küllînden feragattır” denildi.
  Onlar da benî âdem gibi teklifata tâbidir, nefsanî duygu ve yaşantı, erkeklik dişilik onlarda da vardır. Benî âdemle evlilikleri de görülür. Cin taifesine uygun çocukları da olur. Bu çocukların zuhuru cesetli olarak dünyaya gelse de, benî âdem gibi maddeye intibak edemez. Bu yönlü evliliklerin yaklaşımında cinni yaklaşım daha baskındır, ceset anormal duruma düşer. Halk dilinde sara denir, tıbbın müdahalesine uygun saralar da vardır, bunları birini diğerine karıştırmamak lâzım.
  Bildiğimiz bilemediğimiz, nâ-mütenahi yaratıkların efdali hazret-i insandır.
  Hazret-i insanın kemalâlatına eşdeğer başka bir mahlûk yaratmamıştır.
  Şerefli mahlûk, efdal-i mahlûk, Hz. Allâh’ın indinde, gerekse madde âleminde olsun âdemlikten hazret-i insandır.
  “Yeryüzünde halifemi yaratacağım.” Hitabının zuhur mercii olarak yarattığı kâmil hazret-i insandır.
  “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” müjdesinden nasibli olabilmen için, Hz. Allâh’ın elçileri vasıtası ile gönderdiği mekârim-i ahlâk üzere yaşamaya dikkat et.
  Rahmet-i ilâhîye, say’-i gayretini sarfederek, elde edilen âdemlikten sıyrılıp, insan olan, hatta kemâlata ermiş, hazret-i insanda müşâhede edilir.
  Yaşadığı zamanın değerini müdrik, Hz. Allah tarafından ihsan edilen emr-i ilâhîyeye uyumlu güzelliklerden istifadeyi bilen bahtiyar insan.
  Îmanında âmentünün şerhi, mekârim-i ahlâk-ı hamide görülen kâmil insan.
  Sen yaratılışın sırrısın, iyi bilesin ve bildiğin zaman da sakın şımarmayasın.
  Bilesin ki yerli yersiz, affolmayan şımaranları ararsan, meskenleri küfür bataklıklarıdır.
  Buna rağmen merhamet-i ilâhî olan tövbe kapısı kıyamete kadar açıktır.
  Geç kalma. Hemen mânâ yönünü rahmet kapısına yönelt. Kişinin günâhından nedamet duyup, af dilemesini bekliyor aff u mağfiret kapısı.
  Hz Allâh’ın zatına mahsus olan sıfatları, âciz ve naçiz şahsına maletmeye kalkışma, şirke düşersin.
  Benî âdem için hasseten yaratılan ibadet ve taat güzelliklerini, ittika sahibi, müttaki, mü’min olmadan bu rahmet-i ilâhîyelerin lütuf ve ihsan olan zevkine nâil olman mümkün değil.
  O bakımdan Hazret-i Allah, kelâm-ı kadîmin baş âyetinde müttaki kullarından bahsediyor ve o müttaki kullarım gaibe îman ederler, namaz kılarlar, verdiğimiz rızıktan muhtaçlara tasadduk ederler. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilen kitab ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır. (Bakara Sûresi, 2-5)
  Hz. Allâh’ın müttaki kullarına şartsız in’am ve ihsanıdır, Dîn-i İslâm şartlı değildir.
  Gerçekler dışı olan bu anlatım, benî âdemi, biri birine nedense zaten düşman iken, İslâm’ın şartı beştir diye, kânun-u ilâhîye de ters düşen, yersiz bildirilerimizle toplumların biri birine olan düşmanca tutumlarına din düşmanlığını da ekledik.
  Ayrıca içtihatsız da bırakılan, maddesi ve mânâsı ile o güzelim Dîn-i İslâm’ı yaşanamayacak hâle getirdik.
  İslâm, cümle peygamber efendilerimizin tebliğ eylediği müşterek dînin ismidir.
  O bakımdan peygamber efendilerimiz, getirdiği şerîatları ile anılırlar ve zamana göre gösterdikleri tarikleri zamanına en uygunu ve doğrusudur.
  Hz. Allah buyurdu ki: Biz peygamberlere bir şerîat, bir de tarik verdik.
  Yaratılan güzelliklere ve yaşanılan içtihat görmüş zamanına uyumlu ve düzenli yolunu bulmuş âdem toplumları.
  Tasdikli yaşantısını düstur edinmiş, yaratanını kulluk vecibesini icra edecek kadar bilen, peygamberinin getirdiği şerîatı, gösterdiği tarîk-ı müstakîmi, yaşadığı zamana göre, içtihat görmüş şerîatı ile yaşayan toplumlar, Hz. Allâh’ın bildirdiği Dîn-i İslâm üzere olduğu gibi, müttakidirler de.
  Lütfen yanlış hüküm verme. Dünya nizamı ve idare tarzını Hz. Allah kullarının iradesine bırakmış ve emretmiş: “Ey insan! Dünyayı ben yarattım, sen düzene koyacaksın.”
  Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını anlayarak okur isen bu hitab-ı ilâhîye muttali olacaksın.
  Hz. Allâh’ın günâh-ı kebâir olarak belirttiğinin dışında, her güzelliği İslâm’da göreceksin. Bilen toplumların ısrarla benimsedikleri cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları olan lâikliği, muâsır milletler seviyesine çıkarmaya mâni olduğu zannedilen semâvî dindeki umuma lütfedilen Dîn-i İslâm’da ve cümle Peygamber Efendilerimizin tebliğ ettikleri emr-i ilâhînin ismi olan Şerîatte de bulacaksın.
  Geriye itekleyen, güzelliklere karşı bir tebliğ ve emir görmedim. Yaşayarak ve bilerek şahitlik ediyorum, cümle güzellikler, semâvî din olan İslâm’a ve içtihat görmüş şerîatlara karşı değildir.
  Karşı göstermeye çalışan çarpık bilgi ve zihniyeti ile bilginlik taslayan, ilâhî ölçüye göre dalâlettedir. Bu ve buna benzer kişiler, bilmeden de olsa yaptıkları günâhın hesabını verebilecekler mi?
  Hz. Allâh’ın af ve mağfireti sonsuz. Amenna. Umumu tahrip etti ise, davası Hz. Allâh’a kalmış. Yanlış yönlendirdiğin kulların haklarını hatırdan çıkarma, işte ehl-i hakîkat, Dîn-i İslâm’ı ve şerîat-i garrâyı böyle istiyor ve izah ediyor.
  Peygamber efendilerimizin getirdikleri şerîat nedir? Ne ifade eder? Dinle: Hakîkatın zâhire yansıdığı zaman aldığı isim şerîattır. Tarikat şerîattır, marifet şerîattır, hakîkat de şerîattır.
  İşte bazı tertîb-i ilâhîden yeterli malûmatı olmadığı hâlde dindar görünüm sergileyen kesimler.
  Şer’î gerçeklere yeteri kadar aşina olmadığı hâlde, hareketleri, tavırları, ve çarpıtıcı sözleri ile Dîn-i İslâm’a ve tatbiki ile yükümlü kılındığı ve biat eylediği peygamberinin tebliğ eylediği şerîatının ve gösterdiği tarikının, elbette yaşanılan zamanın ictihâdîna tâbi olması gerektiğini bilemeyerek, koruyorum zannı ile daha yaşanılmayacak hâli empoze etmek istediğinin farkına ne zaman varılacak.
  Türk milletinin olduğu gibi cümle Muhammedilerin de medar-ı iftiharı, Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca Efendi bu hakka dair, Tempo (sayı 27/812, 2003) dergisinde ne diyor dinle.
  Zamanın ulemasını itham ederek: “dinin ruhunu gizliyorlar, bin sene önceki şeyleri tekrar ediyorlar. İnsanlar bu yüzden dinden uzaklaşıyor. Bu kabuğu kırmamız lâzım. İnsanlar ve din uzmanlarının iyi yetişmeleri gerekiyor, sorun eğitimde.”
  Bin sene evvelki şeyleri tekrar ettirirseniz insanların kafaları onunla şartlandıktan sonra, 50 yaşından sonra gerçeği söylesen de kabul etmez artık.
  Din eğitimi verenlerde asıl problem. Kötü niyet yok, onu öyle biliyor, öyle anlatıyor. Biz Kur’ân’ı anlayamıyoruz diyorlar.
  “İçtihada tâbi şer’î hükümler kendisini her zaman tazeler” anlayışının tazelenmesi gerekir.
  Din kısıtlayıcı hükümler getirmemiştir. Genel hükümler, evrensel hükümler vardır. Kur’ân’da ayrıntı hükümler zamanın anlayışına bırakılmıştır.
  Yeni şartlara göre yeni kânunların çıkarılması lâzım. Bunu müçtehit denilen din uzmanlarının yapması gerekli, amma maalesef bu içtihat kapısı kapatılmış bin sene önce.
  Peygamberimiz Efendimiz’in yaşadığı asra bakalım.
  Muaz bin Cebel (r. a.) Efendimiz Yemen’e vali tayin edilmişti. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz sordular:
  —Ya Muaz, ne ile hükmedeceksin?
  —Allâh’ın kitabı ile ya Resûlullah.
  —Orada bulamaz isen ya Muaz?
  —Hazret-i Resûlullah’ın sünneti ile.
  —Orada da bulamaz isen ya Muaz?
  —İçtihadımla Ya Resûlullah. Diye cevap verince, Peygamber Efendimiz böyle bilgili âlimler ihsan eylediği için Hz. Allâh’a hamd-ü sena etmiştir.
  (Hadis hasendir, zira bugün dahi geçerlidir, sıhhatlidir. Bu gün böyle düşünen birçok müçtehide ihtiyacımız var, muhtacız.)
  İşte bazı dindar kesimler gerçeğe aşina olmadan hareketleri ve tavırları ve çarpık sözleri ile Dîn-i İslâm’a ve şerîatlarına elbette bilmeyerek zarar veriyorlar.
  Bu duruma muttali olan dîni bilgisi yeterli ve zamana içtihata az çok aşina, şahidi olduğum, davası için yaratılıp Hz. Allah tarafından vazifeli kılınan, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Cumhuriyet Devletini kuran Mustafa Kemal Atatürk, yaşadığı zamanın büyük meşâyihi Nurullah Efendi’ye çok kişilerin bulunduğu bir mecliste gerçeği şöyle anlattı:
  —Efendi Hazretleri biliyorsunuz tekke, zaviye, dergâhları, türbeleri lüzumuna binâen ben kapattım. Allah bana yeterli ömür verecek mi, bilmiyorum; zamanı gelince onları ben açacağım.
  Bu olayı tekrar tekrar yazmak ihtiyaç olduğunu biliyor, bu kadar da olsa o müstesna insanın gerçek hâlini anlattığım için haz duyuyorum.
  Bu gerçekleri ihmal mi, kasıtlı mı? Bilemiyoruz, bekletmekle zamanı sebepsiz geçirerek, sahte mânâ bezirgânlarının adedini artırdıkları bir gerçek.
  Mesûller bunun hesabını ind-i ilâhîde verebilecekler mi? Onların namına mesûlü olduğum mânevî vazifem etkisi olacak, inan üzülüyorum.
  Hz. Allâh’ın varlığına yeteri kadar îman edemeyen, maddede gördüğünden başka bir şeyi kabul etmeyen materyalist âdemde hakîkatı ve mânâyı aramak gülünç olmuyor mu?
  Temenni ve niyaz ederiz, onları da Hz. Allah hidâyete erdirsin, âmin.
  Metafizik zuhurat ve tecelliler Hz. Allâh’ın yedinden tertîb ve tanzim edildiği mânâ düzenini kalbi ve hâli tasdikiyle îmanı kemâlata eren kulda merhamet-i ilâhîyenin her an zuhuru görülür ki, o bahtiyar kulda kardeşlik ve hoşgörünün mevcudiyeti küll olarak yaşantısında ve muamelâtında halkedilmiştir, onun malı olmuştur.
  Bu hâlin zıddını mânâ yoksununda gördüğün hâlde, gerek hâlle gerekse kelâmla güzeli göstermeye güçlü kılınmadın ise duadan başka gücün var mı?!.
  Mânâyı yansıtmayan, beş duyudan öteye yol tanımayan din, semâvî din de olsa netice putperesliğe dönüşmeye müsaittir. İstese de istemese de küfre mahkûmdur. Tarih boyu böyle olmuştur.
  Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik kitabında mufassal olarak yazmaya çalıştığım, Mustafa Kemal Atatürk, okul ve dava arkadaşı Ali Fethi Okyar, Sultan Hamit Han… Hazret-i Allah cümlesinin makamlarını cennet eylesin.
  Cennet-mekân Sultan Hamit Han Cumhuriyet’ten evvelki yetişmiş, mânâ yoksunu muvcut din ulemasını nasıl anlatıyor? Dinle de haksız yere vatanı için bildiği kadarı ile samimi çalışanlara nankörlük etme:
  Cumhuriyet deyince de hatıra elbetteki ve rakipsiz olarak Mustafa Kemal Atatürk gelir. Onu takip eden şahsiyet de İsmet İnönü’dür.
  Anlatacağım ifşaatla ilgili olduğundan Harbiye Mektebinde düşünce ve kader arkadaşlarından aynı kurmay yüzbaşı rütbesini taşıyan, -makamları taltif-i ilâhî olan cennet olsun- Ali Fethi Okyar’dan kısa da olsa bahsedeceğim.
  Atatürk 1930 senesinde çok partili demokrasiye geçmek kasdi ile muvafık gördüğü okul arkadaşı, düşünce ve gaye arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurdu.
  Atatürk gördü ki, millet çok partili demokrasiye uyum sağlayamadı. Dört ay sonra Atatürk’ün emri ile Ali Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kapattırdı.
  Cennet-mekân Sultan Hamit Han saltanattan, iktidardan el çektirilip, Alatini Köşkünde gözaltında geçirdiği günlerde ben de vazifeli idim. Geçirdiği günler içinde bana bazı şeyler soruyordu. Öğrenmek istediklerinin çoğunun çözemediği mevzular üzerinde olduğuna dikkat ettim.
  Bunlar arasında Balkan devletlerinin bu kadar kısa zaman içinde yüzlerce sene idaresinde yaşadıkları Osmanlılara karşı isteklerini kabul ettirecek kudrete nasıl erişebildikleri de vardı ve benim çok uzun olmamakla beraber hizmetimi bu çevrede görmüş, şahsen de oralı olmamı, muhiti bilmemi yeter sayarak sualler sorardı. Bir gün dedi ki:
  —Bulgarlar, Balkanların en iptidaî kavmi olarak bilinirdi, bunu Rus sefirlerinden bile dinlemiştim. Kısa zamanda derlenip toparlandılar. Nasıl, sebebini izah edebilir misin?
  Bu sualini mümkün olup da Sofya’da dört yıl elçilik yapmış olmamdan sonra sorsaydı daha açık ve inandırıcı cevaplar verebilirdim. Fakat o gün de aynı teşhisimin üzerinde durdum:
  —Papazlar, şevketmeab; papazlar, din adamları!..
  —Çünkü bu Ortodoks papazları sadece din bilgileri öğretmiyorlar, milli istekleri de kalplere ve kafalara aşılıyorlar. Bilgileri de buna kâfi geliyor. Her Bulgar papazı yetiştirilmesini üzerine aldığı halkın cehaletten kurtulmasına kazanmak ve iş sahibi olmak için öğrenmesi şart malûmata da sahip olmasında yardımcı oluyor. Dîni esas temel olarak kullanılırken, karşısındakilere hem siyasi, hem hayati hatta mesleki bilgiler veriyor. O iptidaî adamı elinden geldiğince yaşanılan devreye eriştirmeye gayret eder hâle getiriyor.
  Beni, o güne kadar rastladığım dikkat ve alakasının sanırım mümkün olanı ile dinledi. Kendisini çok üzen olaylarda teselli arama ihtiyacı ile yaptığı gibi doksan dokuzluk kehribar tesbihini iki avucu içine alarak ovuşturdu. Bir an daldı sonra konuştu:
  —Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır efendi oğlum.
  —Tarihini sarih olarak söyleyemeyeceğim. Fakat Ruslara karşı kazandıkları zaferin arefesinde idi. Japon imparatorluk ailesine mensup bir Prens beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden İslâm Dîni’nin muhtevasını îman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini, izah edecek kudrette bir dîni ilim heyeti istiyordu.
  Bunun sebebi vardı; Orada İslâmiyet’i yaymayı mukaddes vazife sayan Abdurreşit İbrahim isimli aslı Kazanlı olan bir müslüman âlimden mektup almış. Japonya’da İslâmi Tamim Hareketine yardımcı olmam istenmişti. Şerîat-i Muhammediyye ile yükümlü İslâm âleminin halifesi idim.
  Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle mümkün olan her şeyi yaptım. Fakat bu yardımım daha çok maddî sahada kaldı. Çünkü Abdurreşid İbrahim Efendi bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça ve Farsça’dan başka Rusça ve Japonca biliyordu. Avrupa’yı baştan aşşağı dolaşmıştı. Çin’i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latince’yi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya’da Şinto dîninin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dîni mânevî hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslâmiyetin de aslında bütün bu vasıfları ihtivâ ettiğini, sadece hakîkatleri izah edecek kudret ve ilmi–mânevî kifâyette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca mevzuun ehemmiyeti hâdise olarak önümde idi.
  Onların istedikleri din âlimlerini bulabilse idim. Japonlardan evvel kendi milletimin ve halife yani peygamberimizin vekili olarak İslâm âleminin istifadesini temin ederdim.
  Fakat bizdeki din adamlarının ilmî ve mânevî seviyelerini çok iyi biliyordum.
  Pederim merhum Sultan Abdülmecid’in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa’dan getirdiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını söyleyen ulemâ benim saltanatımda da yerindeydi.
  Bugün gördüğünüz ve sizin de yetiştiğiniz mekteplerin çoğunu ya ben açtım ya da buğünkü hâle getirdim.
  Mektebi Sultani (Galatasaray) ve herkesin serbestçe okuyabileceği mekteplere bakınız; nüfusa göre en az olan Türk talebedir.
  Bu sadece iktisadi sebeblerle değildir. Bilhassa Anadolu’da bu mekteplerde okumanın selâbet-i dîniyeyi zedelediği hâlâ telkin ediliyor.
  Eğer Harbiyeye Hrıstiyanları alma izni verilse, değil bizdeki ekalliyetler Yunanistan’dan hatta belki Rusya ve diğerlerinden dahi talebe gelir.
  Ben saltanata geldiğim zaman sadece Kuleli İdadisi vardı.
  Ülkede yedi yerde askeri idâdi, Selanik Harbiyesi, Selanik ve Konya’da Hukuk Mektebini ben açtım. Bunlardan gayem mülkiyeyi de ilmiyeyi de tatminkâr hâle getirmekti.
  Ne ise… bunları tarih bir gün elbette yazacak.
  Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife yani Peygamberimizin vekili olarak İslâm âleminin istifadesini temin ederdim.
  Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmî kudretleri olduğu kadar cihanı telakki tarzları bu kadar büyük ve İslâmiyetin mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değillerdi.
  Daha evvel tanıdığım, İngilizlerin elinden alarak emniyete aldığım ve İstanbul’da şahsen misafir ederek ömrünün sonuna kadar huzurunu temine gayret ettiğim, meselâ Cemalettin Afgani gibi içtihat sahibi büyük âlimler de yoktu. Zaten Cemalettin (gibilerin) akibeti, Hrıstiyan dünyasının artık İslâmiyet’e yeni çığırlar açacak o ilk günlerin heyecan ve vecdini büyük ve şerefli neticelere ulaşma kudretini temsil edecek mürşitlere kolaylıkla hayat hakkı tanımayacaklarını gösteriyordu.
  Bu elbetteki böylelerinin var olmasına mâni değildi.
  Fakat Japon İmparatoru’nun istediği müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcud değildi.
  Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.
  Şimdi siz neden otuz şu kadar sene içinde “sen yapmadın. Ecdadın nasıl yapmış?!” sualini sorabilirsiniz.
  Cümlesinin burasında durduğunu ve başını eseflenircesine iki tarafa salladığını hatırlarım.
  —Beyefendi oğlum, bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakîkatlerden birisi “demir tavında dövülür” darb-ı meselimiz olmuştur…
  Bu ibretâmiz olayların günümüzde de mevcudiyeti bariz görülen ve acısı ruhen duyulan, fakat sonsuz müsamahalı rahmet-i ilâhîyenin tesellisi olmaz ise dayanılması müşkül.
  Hurafe ve bid’atlar ilim adına ısraren devam ettirilmeye çalışılan, maddeden öte mânâyı hâl yolu ile yansıtamayan, rahmet-i ilâhîyeyi yeteri kadar göstermeye müsait olamayan, akıldan öteye yol bulamayan, tek başına fiziki ilim, fiziküstü, meta-ilim garibi şunu iyi bilmelidir ki; fiziküstü, metafizikle zâhiri ilmini müşterek yürüterek, hurafeden, bid’atlardan arınmış, emr-i ilâhî olan Şerîat-i Muhammediyye’yi asr-ı saadette olduğu gibi mânâsını göstermek; maddesini de, bugüne mahsus yaşanması mümkün, ehil ulamanın ictihâdî ile tanzim ve tertîb-i ilâhîye uyumlu yaşayan şahsiyetler;
  Hz. Allâh’ın lütfu ihsanı ile yeryüzünde mevcudiyetleri kıyamete kadar devam edeceğinin haberi verilmişken, îmanlı kişilerin metafizik zuhuratlardan nasibini alamamaları, mânâ mahrumu olmalarına hâlâ rahmet-i ilâhîyenin izahının tesiri olmadığını görüyorum.
  Ne zaman? Gerçeğe yöneldiği görülüp, ümmetçe, milletçe, Allâh’ın emrine muvafık kulluk vecibesini hemcinsimize karşı da yükümlü olduğumuzu idrak etmenin zamanı gelmedi mi?!.
  Fiziki olaylarla ilgilendiğimiz gibi, mânâ ilmî olan metafizik zuhuratlara da ne zaman ilgimiz olacak.
  Dünün hasretini çekerek, bugünü emr-i ilâhîye uygun, yaşadığı zamana da uyumlu yaşamak muhâldir. Hatta imkânsızdır! Nasıl, niçin bu hâle geldik? Suçlu aramaya ne hacet? Davayı rahmeti ve mağfireti bol sahibimize bırakalım.
  Sırat-ı müstakîmin yaşanmasında gerçeklerin anlamını Hazret-i Allah açık beyan ediyor; sadakatle ve samîmiyetle dinle.
  (Resûlüm): Sabah akşam Rablerine sırf onun rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi zikretmekten gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme. (Kehf Sûresi, 28)
  Anlayabildikse ne mutlu!!!.

* * *

Mahmut Ya Doğru Söyledi İse?!.

  Marangozlar sitesindeki atölyemin yakınında kahve vardı. Bu kahveyi çalıştıran Mahmut, halkın taktığı isim, bıyıkları aşırı derecede büyük olduğu için “Pala” diyorlardı.
  Bize karşı çok hürmetkârdı. Erzurumlu, kimi kimsesi olmayan Pala, kahve yaptığı yeri benim tavassutumla vermişlerdi. Ben de şart koşmuştum: kumar oynatmayacaktı, söz vermişti.
  İşittim geceleri kumarcılar Mahmud’u kandırmışlar; gizli, gizli kumar oynattığını işittim.
  Mânevî bir olaydan dolayı Mahmud’un hakkını üzerime geçirmemeye özen gösteriyordum. Yakınımızda başka kahve olmadığı için atölyeye Mahmud’un kahvesinden, çay kahve oradan içiliyordu. Marka alıyorduk. 100 marka on iki buçuk lira idi. Sene 1968. Marka bitiyor, hesap öyle ödeniyordu. Usül öyle idi.
  Öğle namazını kılmaya hazırlanıyordum. Marka bitmiş, Mahmut yeni marka getirmiş. Evvelki 100 markanın hesabını ödedim.
  Pala demez mi:
  —100 marka daha hesabınız var!..
  Borçtan korkan ben, lüzum eden malzemeyi dahi peşin alırım. Yüz marka hiç Mahmud’a takıntı bırakır mıyım!
  Benim itirazıma Mahmut cevap vermedi.
  —Doğrudur abi, ile yetindi.
  Ben de biliyorum ki doğru idi. Mahmut gitti. Ben de namaz kılmak, için atölyenin merdiven altını 6 kişinin cemaat olacağı namazgah yapmıştım, öğle namazının sünnetini kılmak için iftitah tekbiri almak istedim; hayret “Allâhu Ekber” diyemiyorum!.
  Unutmuştum Mahmut olayını. Ellerimi kulaklarıma kaldırdım. İçimden benim anlayacağım bir ses: “Ya Mahmut doğru söyledi ise?! Hz. Allâh’ın büyüklüğünü bu hatana istinaden kullanmaya nasıl cüret edersin? Nasıl da susturdun Mahmud’u?” anlamında, iç âlemimde kuvvetli bir duygu namaz kılmama mâni oluyordu.
  Hemen Mahmud’u aradım, buldum. Yüz marka parası daha verdim. Çok üzüldü “ben yanılmışım” diye, amma ısraren verdim.
  Geri geldim. Hiçbir engel kalmadan huzur ve huşu ile miraç misali namazı kıldım.
  Hayret ediyorum hakka hukuka riayet göstermeyen hortumcunun, hortumun incesinin veya kalınının ceza ağırlığını bilemem amma, huzur-u ilâhîye yönelenlerinin içinden rahatsız edici bir ses gelmiyor mu? Veya geliyor da niçin duyamıyorlar?.
  “Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o mü’minler için şifa ve rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsra Sûresi, 82)

* * *

Ehline Göre İbret-Amiz Bir Olay Naklederler

  Allah tanıyamayan, tanıması da yaşantısına mâni olan, fırsat düşkünü Kadı Efendiye şikâyette bulundu:
  —Filan hacı efendide benim 200 lira alacağım var, vermiyor. Adâlet isterim, diye.
  Hacı efendiye kadı efendi sordu:
  —Bu adama borcun var mı? diye.
  —Hayır, bu kişiyi tanımam dahi.
  —Yemin teklif ediyorum, deyince hacı efendi keseyi açtı. İddia edilen parayı ödedi.
  Kadı efendi esefle ve hakaretamiz sözlerle hacı efendiye çıkıştı:
  —Bir de tanımam, borcum yok, diyordun. Yemini duyunca nasıl ödedin?
  —Kadı efendi! Benim borcum yok. Gene diyorum, bu adamı tanımam.
  —Fakat bugüne kadar doğruya dahi hiç yemin etmedim, etmek istesem de edemezdim…
  Aman fırsat düşkünlerine hacı efendinin adresini vermeyin…
  Çorum’un medar-ı iftiharı, makamı cennet olsun, Bilal-zade Hakkı Efendi bana şöyle bir nasihatte bulundu:
  —Galip Efendi! Allâh’tan korktuğunu kimseye hissettirme. Yakanı nâ-ehlin elinden kurtaramazsın.
  Ustam, cennet-mekân Hacı Ömer Kadife de beraberdi. Bu nasihatının nedenini anlattı.
  Benim nezaretimde Hazrete bir bina yaptık. Her işi bitiren ustaya soruyordu
  —Hakkını helâl ediyor musun?.
  Fırsatı ganimet bilen, haramdan helâlden gafil cahil:
  —Şu kadar daha verir isen hakkımı helâl ederim, demez mi?.
  Razı ediyordu, veriyordu istediğini. O da bütün çalışanlara haber veriyordu: “Ne kadar isterseniz veriyor, aza razı olmayın” diye.
  Hesabı tutan ustam öyle söyledi:
  —Binayı iki katına malettik!.
  “Ey îman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri evliyâ edinmeyin. Allâh’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? (Nisa Sûresi, 144)
  Hz. Allah bu âyet-i celîlesinde cümle kullarına peygamber vârisi, silsile-i meratip, sizden bir ücret istemeyen evliyâya tâbi olmayı emrediyor. Küfür üzere olup mânevî bir kanıtı olmayanlarına değil.
  Mekârim-i ahlâk üzere yaşayan kullara Hz. Allah tarafından verilen sıfatlar mü’min, müttaki, takvâ, vera sahibi. Cemî kullarına bu türlü yaşamalarının küll olarak Hz. Allâh’ın verdiği özel isim “mekârim-i ahlâk”tır.
  Cümle peygamberimiz efendilerimizin Hz. Allâh’ın ihsan eylediği ve cümle mü’min kullarına da bu tertîb-i ilâhî üzere yaşamalarını emreylediği mekârim-i ahlâk hakkında âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
  “Bilcümle Allah elçileri mekârim-i ahlâk üzere geldiler. Ben tamamlayıcıyım. Çünkü benden başka peygamber gelmeyecek.”

* * *

Kızım Sevil’in Kıyameti

  Tahminen 1955’lerde idi. Metafizik bir rüya gördüm:
  Ankara İbadullah Camisindeyim. Cemaat tekbir getiriyor. Ben camiden içeriye girerken bir meczup bana hitaben:
  —İki gün sonra kıyamet kopacak, dedi ve oradan kaçarak uzaklaştı.
  Rüyamın dehşeti ile uyandım.
  Rabbım rüyamın tâbirini iç âlemime ihsan eyledi. Tâbiri şöyle idi: Kurban bayramının üçüncü günü kıyamet kopacak. Kurban bayramına üç ay gibi uzun bir zaman vardı. Belirtilmemişti, ferdi kıyamet mi, umumi kıyamet mi kopacaktı?
  Nasreddin Hoca Efendiye sordular:
  —Büyük kıyamet, küçük kıyamet nedir? diye
  Hoca Efendi cevaben:
  —Bunu bilemeyecek ne var: karım ölür ise küçük kıyamet kopar, ben ölürsem büyük kıyamet kopar, buyurdu.
  Hz. Allah bizlere, kaderin, kazanın zuhurunu, bizim âczimize uygun rahmet-i ilâhîye olarak gizli tutmuş. Bizim hayrımıza ihsan eylemiş. Bu tertîb-i ilâhîlerin gizli bırakılmasının bizim hayrımıza olduğunu anlayamamışız, cehaletimizden.
  Kıyametin kopacağına üç ay vardı. Bugünden nasıl bir kıyamet kopacaktı? Kestirmek mümkün değildi. Bu merakla çok zor durumda idim.
  Üç ay yaşamak… Âczimin ürettiği fikri karışıklıklar çekilmez, zor, her gün azaba dönüşmüştü. Umumi kıyamet olamazdı. Böyle bildirmişti Peygamberimiz Efendimiz:
  “Yeryüzünde Hz. Allâh’ı zikreden kalmadığı zaman siz kıyameti bekleyiniz.”
  Yeryüzünde ehl-i zikir, ehl-i şükür, ehl-i tevhid, ehl-i aşk olan insanlar, yaşadığı zamana göre bilinçlendikçe umumi kıyametin uzaklarda olduğu anlaşılıyor.
  Hz. Allâh’ın haram kıldığının dışında, cümle güzelliklere İslâmiyet denildiğini idrak eden, anlayıp da yaşayan, Allâh’tan başka ilâh edinmeyenlerin “gayr-i müslim olmayıp müslim kardeş” olduklarını bilen, samimi gönül ehlinin günbegün çoğaldığını bildirmek kehanet değil.
  Acabâ mecnunun bildirdiği kıyamet nasıl kopacak? Perişanlığı ile üç ay doldu. Kurban Bayramına erişmiştik. Gün sayısı bitti. Saatler gün kadar uzamıştı.
  Aman ya Rabbi! Bilerek, bilerek yaşamak güzel.
  Bilmeden îmanlı, teslimiyetle yaşamak daha güzel.
  Varlığını hissedip, kulluk yapacak kadar zatını tanımamak ne feci!.
  Bayramın ikinci günü en küçük kızım Sevil hastalandı. Ateşi vardı. Ankara Anafartalar Caddesinde Adliye’nin karşısında Kuleli evde iskân ediyordum. Karşımızdaki sokakta Sami Ulus Çocuk Hastanesi vardı.
  Annesi ile hemen gönderdim. Doktor muayene etmiş, zatürre teşhisi koymuş ve çıkışmış;
  —Hanım geç bırakmışsınız çocuğu. Götürün ve dikkat edin, diye tenbih edip ilâçlar yazmış.
  —İki gün sonra tekrar getirin, göreceğim, diye de tenbih etmiş.
  Hani bir fıkra vardır. Yeri değil amma ben gene anlatayım:
  —Köle ben seni Çarşambaya kovmak istiyorum, deyince, köle de:
  —Zahmet etme ben Salı günü gidiyorum, demiş.
  Bayramın üçüncü günü oldu. Bekliyorum “kıyamet kopacak” diye.
  Akşama yakın, 3 yaşındaki sübyan Sevil kızım ruhunu teslim etti.
  “Kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”
  Okudum ve günâhsız yavrumun çenesini bağladım. Anası ile ikişer rekât namaz kıldık. Ailede zuhur edecek emr-i ilâhînin zuhuruna gönüllü gitmişti yavrum.
  Her yönü ile metafizik olay.
  Hikâye gibi dinleme. İbret al. Yoksa bu rahmet-i ilâhîyeden nasipsiz olursun.

Tosyalı Şehitlerle Sohbetim

  Çorum Üçtutlar Mahallesi Sağrıcı Sokak Osmancık Caddesinde, iki katlı, dedemlerden miras kalan konakta iskân ediyorduk. Sokağın içerisine uzanan kısmında, bilmem ne harbinde (şehitler söylediler amma ismini hatırlayamıyorum), iki güçlü erkek, bir kadın, bir de 7 veya 8 yaşlarında erkek çocuk Tosyalı olduklarını söylediler. Orada medfun idiler. Kabirlerini gösterdiler. Bir kısmı bitişik komşu evinde kalmış. Kabirleri çoktan kayıp olmuş. Amma o mübârek şehitler orada kıyamete kadar mevcut, cesetli insanlar gibi. Rabbımın ihsanı kadar tasarrufatları da bazen açık görülen: “Metafizik olay. Hz Allah cümlesini şefi kılsın.”
  Zaman zaman orada mevcudiyetlerini belirtmeleri hâdiselerle bariz görülegelmiştir de tevatüren anlatırlar.
  Babamın babası Hüseyin dedem şehitlerin bulunduğu yere hayvan ahırı yapmış. Hayvanları koyduğu günün sabahı bütün hayvanlar çarpık çurpuk çıkmışlar. Dedeme gece mânâsında:
  “Biz buradayız. Burayı temiz tut. Malınla sana işaret verdik. Anlayış göstermez isen canına olur!”
  Dedem hayvan ahırını kaldırmış. Orayı temiz tutmaya özen göstermiş. Dedemin vefatından sonra konağı paylaşmışlar. Şehitlerin olduğu kısmı Ahmet Amcama vermişler.
  Ahmet Amcama da görünmüşler. Amcamlar da orayı kiler olarak kullanmışlar. Temiz tutmuşlar.
  Amcam vefat edince ailesi teyzeme bir ev alınarak orası da konağa eklenmiş.
  Babamın vefatı ile kardeşlerim müstakil tapulu orayı bana uygun görmüşler. Konağı kendilerine almışlar. Ben itiraz etmedim.
  Ankara’da idim. Tapusu üzerime devrolduğu günün gecesi Tosya şehitleri bana:
  “Buranın sana geçtiğine çok sevindik” dediler.
  Ben de mübârek şehitlerin tapum altındaki arazimde mevcudiyetlerinin Allâh’ın bu fakire bir lütfu olduğunu belirttim.
  Mali durumum müsait değildi. Orayı iskâna müsait hâle getirip kiraya verecektik. Ankara’da benim ödeyeceğim kiraya katkısı olsun, diye evin yapılmasını kayınpederim Şeyh Hacı Mustafa Efendi yürütüyordu. Kendisine rica ettim:
  —Efendi, şehitlerin olduğu yeri türbe gibi çevirelim, diye.
  —Eğer türbe gibi yapar isek, kimse burayı kiraya tutmaz. Korkarlar duramazlar. Ben orayı temiz tutulacak yatak yorgan yığmak için yer yaparım, dedi ve öyle oldu.
  Ankara Sitelerdeki işyerini yaparken mecbur oldum, damadım Hacı İzzet Efendi istedi. Ona sattım. “Temiz tutun” diye tenbih ettiğim hâlde, orayı banyo yaptırmışlar. Malûmatım yoktu. Başları felâketten kurtulmadı. Onlar da evi sattılar. Başka yerlere gittiler.
  Niye bu kadar anlatıyorsun? Der isen, orayı türbe yapma imkânı bulamadım, üzgünüm. Kitaba yazdım. Şimdi yerine yedi katlı apartman yapılmış. Orada duranların rahat duracaklarını zannetmiyorum. Giriş kapısının olduğu yerde, bir kısmı da bitişik binada. Orada Tosyalı Şehitler yatıyor.
  Bu fakir hayatta iken orada yatan şühedaya hürmeten bir şey yapılır ise türbeyi ben yapacağım.
  Orada medfun Tosyalı şehit kardeşlerim beni affetsinler. Kaynağı tavında dövemedik, maddî imkânsızlıklardan. Buna şehitler şahit. Rabbım da şahit.
  “Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tâbi olmayın ki, onlar kâfirlerin kabir ehlinden ümit kestikleri gibi âhiretten de ümit kesmişlerdir.” (Mümtahıne Sûresi, 13)

Kayısı

  Enâniyetime haddimi bildiren, insan olabilmemin yolunu açan metafizik olay, vesile kayısı, ledünni uyarı…
  Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimini bariz görüntüleyen hoşgörünün dışlanıp, hâlimin fanatizme dönüştüğü, fiziki inançtan başka metafiziği yansıtan yeterli inanca iç âlemimde yer verilmediği, yaşantımı fanatizimden kurtarıp hoşgörü deryasına girmeme vesile-i ilâhî olan kayısının maddî ve mânevî hayatımda neler yaptığını dinle:
  Derviş olmuştum. Amma yaşantım ve duygularım sathi idi. İç âlemime yeteri kadar yansımıyordu. İnancımın etkisi bir nebze yer etmişti zannediyordum. Amma hayatımda yeteri kadar etkisi görülmüyordu. Zarfı okuyordum amma mazrufa yani zarfın içindeki mektuba erişememiştim. Hele mektup ledünnü ise bu tecelliyat-ı ilâhînin hayli garibi idim.
  1954 veya 1955 senesi idi. “Kayısı yılı oldu” diyorlardı ve hayli ucuzdu. Hacıdoğan’daki atölyemde Dış İşleri Bakanlığı’nın taahhüt edindiğim işlerini yapıyordum. Teslim günü yaklaşmış, durumumuz sıkışıktı. O gün öğleden evvel Şeyhim Efendim Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici elinde büyük bir sepetle geldi:
  —Oğlum, bir sepet de sen al, Keçiören’den kayısı alalım. Kilosu on kuruşmuş” dedi.
  Efendimde benim de istifade etmemin zevki vardı ama nerden bilsin ki, başımı kaşımaya zamanımın olmadığını. İşleri gününde yetiştirmeye mecburdum. Geçen her gün için para cezası vardı. Fakat nereden bilirdim ki, benim için gazab görünümünde olan olayın neticesinin rahmet-i ilâhî olduğunu. Allah için tâbi olmanın, şeyhine meyit gibi teslimiyetin anlamını kitaplarda okuyordum. Mânâ âlemime yer etmediğinden henüz o güzelliğin sahibi değildim. Mânâ kimliğimi bu abd-i âcize göstermek için tertîb-i tanzim-i ilâhî imiş.
  Hazret-i Allâh’ın bu tertîb ve tanzimini zuhur mercii olduğu hâlde şeyhim efendim de bilmiyordu. Bu ilâhî imtihanı bilse idi bu abd-i âcizin muvakkat de olsa zararına vesile olacak bu tertibi üstlenmezdi. Efendimden zuhur eden emirlerin şeyhimin her gün şahidi olduğum hâlleri ile kabil-i kıyas değildi. İç âlemime de yansıdığını sandığım îmanım dıştan görünen nefsanî duygularım yaşantıma uygundu. Amma onunla Hazret-i Allâh’a yakınlık iddiamın âlem-i mânâda “geçmeyen akçe” olduğunu zaman zaman daha iyi anladım.
  Benim geçirdiğim imtihanın ağırlığı avamın imtihanına eş değer değildir. Ezel-i ervâhda verilen mânevî vazifemle şümullü idi. Bu tür imtihanla avam sorumlu tutulmaz, inşallah. Zira birine gıda olan lokma diğerini boğar, helakine sebep olur. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, şahsen nefsini dahi tatmin edemeyen, fiziksel kaideden öte gidemeyen, fizik ötesinden nasip almamış, metafizik yoksunu, ilm-i ledünni garibi sathi îmanım irşâd vazifemde beni nereye götürebilirdi ki?!..
  Arzedeyim: Aklı din eyleyip mânevî teşkilatı inkâr, metafizik zuhuratı inkâr, tasavvuf ve tarîk-ı inkâr edip İslâm’ın şartını beşe çıkaran, hiç kimseye “müslüman” sıfatını lâyık göremeyen, Allâh’a olan yalnız sathi inancının etkisinde kalmış, başka bilgiye sahip olmayan bilge(!), bedevîye “îmanın beş şartını yerine getirmez isen müslüman olamazsın” diyerek, Allâh’ın emrine de ters düşen, çarpık ilminin ölçüsü ile rahmet-i ilâhînin ümidi ile yaşayan, masum, garip toplulukları katı telkinlerinle ya cehenneme veya “yapamıyorum” kırıklığı ile küfre iteklenmeye müsait olan kişileri ilmî tutumun elbette ilm-i ledünniden ve hakîkatten uzak, nefsanî hazzından öte gidemeyen ilminin doğal görünümün zuhurunun ilâhî olmasını mı bekliyordun? Kusura bakma! Bu yayığın yoğurdu elbette bu kadar olur.
  Bedevîden istedikleri şahadet. “Fizikten ileriye mânevî yolu bulamayan ulemanın hakîkat şahidi olması tertîb-i ilâhîye aykırıdır.” Kat’iyyen olamaz. Olması elbette muhâldir. Çünkü kelime-i şahadet mü’minlik sıfatının rahmet tecellisinin zirvesidir. Kusura bakma, “dost acı söyler.” Ama gerçeğin ta kendisidir. Şahit olmanın yollarını ara ve bul. Bu aramaya gönülden başla. Aşk yolunu seç. Zamana uygun içtihat görmüş güzellikler kaynağı şerîatını bul. Allah elçilerinin getirdiği ilâhî emirler dışında hakîkat yolu olmadığı gibi aşk yolu hiç olamaz; arama bulamazsın! Tavsiyem odur ki: mânâya giden yolları bul…
  Ene medînetün, Ali bâbuhâ(ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır) hitabına iyi sarıl. Aradığını ve kayıplarını bu yolda bulacaksın. Şüphen olmasın. Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın. Bu hitab-ı peygamberiye dikkat edersen “mü’minin kayıp malıdır” diyor, müslimin değil… Allâh’ın varlığını daha henüz kabul etmiş, İslâm’a yeni adım atmış bedevîye “Hazret-i Allâh’ın varlığına, Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in hak peygamber olduğuna şahadet getir” diye, daha henüz muttali olmadığı îman zirvesini bedevîden beklemen Allâh’ın bildirisine de ters düşüyor. Bedevînin şahsında şahadetin zuhurunun ısrarı zatınızın da bedevîliğini ilân ve isbat ediyor!.. Başka yol şahadete götürmez. İnadı bırak. Enâniyetten kurtul. Vesileyi iyi anla da kayısıdaki beni rahmet-i ilâhîye götüren hikmetleri dinle:
  —Efendim” dedim, “manavda çok güzel kayısı var. Sepeti doldurtturayım” deyince ters tepki yaptı efendime. Beni işimi bilmez ve israfatla tersledi.
  —Taksi çağırayım” dedim.
  —Hayır, otobüsle gideceğiz” dedi.
  —Sepetle otobüse almazlar” dedimse de olmadı.
  —Ben aldırırım” dedi.
  Ben de bir sepet aldım. Almazlar ümidi ile otobüse yaklaştık:
  —Buyur hacı baba!” diyerek, biletçi arka kapıdan bizleri içeriye aldı. Meğer bahçelere giden otobüslere bu hususta belediyenin yolcuları yükleri ile almaları emredilmiş. Her durakta bekleye bekleye Keçiören iki yol kavşağına geldik ve indik.
  Sağ taraftaki kayısı bahçelerine efendimle bahçenin ortasından girdik. Dibine dökülmüş, altın gibi sararmış, sahipsiz kayısıları efendim yerden alıyor, üfleyip üfleyip yiyordu. Benim ise iç âlemim harap olmuştu. Bu kadarına pes doğrusu! Sahibi olmayan bir şey nasıl yenebilirdi? Mollalığım tuttu. Mürşidimi ayıplıyordum, “şerîat dışı hareket ediyor” diye! Gene üfledi kayısıyı, bana uzattı:
  —Galip efendi oğlum, ye” dedi.
  İç âlemim eşşek alıp beygir satıyordu. Güya terbiyemi ve saygımı bozmuyordum:
  —Yemeyeceğim efendim” dedim.
  —Neye yemiyorsun?!” hitabına:
  —Hastayım” cevabını verdim.
  Efendim bana uzattığı kayısıyı da yedi. Bitişik bahçeye girdik. Bahçe sahibi koşarak geldi. Efendimin elini öptü, Allâh’a hamd ederek. Sebeb-i ziyaretimizi anlattık. Adamlarına seslendi. Ağaçtan toplayıp sepetleri doldurmalarını emretti. Sepetler doldu. Efendimin çok ısrarına rağmen para almadılar. Ayrıca bir tabak dolusu yememiz için de olgunlarından kayısı getirdiler. Efendim yiyordu. Ben evvelce yemediğim için utancımdan yiyemiyordum. Tahminen 45 yaşlarında gibi görünen bir zât koşarak geldi. Gözleri dolu dolu efendimin elini öptü. Muhabbetle kucakladı ve rica etti:
  —Efendim, mübârek ayaklarınız benim bahçeme de bassın” diye.
  —Bahçen nerede?” diye sorunca:
  —Hemen bitişik” diye efendimin kayısı yediği yeri göstermez mi?!..
  Efendim mânidar, gözüme baktı. Yontulmamış, yobaz nefsim “sen işin doğrusunu yaptın. Usul-i şerîata daha uygun değil mi?” diyordu. “Senin hâlin, efendin gayba teslim olurken sen zâhire hüküm verdin” diye nefsim beni alkışlıyordu. Efendim gelen zata:
  —Ben de seni arayacaktım oğlum. Bahçenden beş tâne kayısı yedim, helâl et!” deyince, aşkı ilâhîden gözleri çakmak çakmak kızaran, maddenin tahakkümünden kurtulmuş, kahraman edası ve gür sesi ile:
  —Kayısı nedir?!.. Emret, ağaçların hepsini söküp vereyim!” deyince, efendim gene mânidar, gözüme baktı.
  Ben gene nefsanî ölçülerimle hürmetsizliğime, mânâ terbiyesizliğime ayıp tozu kondurmuyordum.
  Bahçe sahipleri sepetlerimizi otobüse kadar getirdiler. Otobüsün sahanlığında geri döndük. Otobüste bizim gibi yükü olanlar çoktu. Anladım ki, müsamaha yalnız bize mahsus değildi.
  O gece mânâmda beni mânâ denizinden dışarı attılar. Sahilde sudan çıkmış balık misali çırpınıyordum. Şöyle diyorlardı:
  —Hani sadıktın?!.. Allah için tâbi olmuştun? meyitin yıkayıcıya teslim olduğu gibi olacaktın? Biz vaadinde sebat etmeyenleri, mürşidine karşı samimi olmayanları, verdiği sözün dışına çıkanları “denizden sahile atılmış balık” benzeri debelendiririz!…
  Bu mânâya yaklaşık hitaplarla cezalandırıldım. Cidden mânâ denizinden dışarı atılmış balık misali hâdiselerden sonra mânevî düşüncelerim, mânevî zevkim, duygum ilâhî yakınlığım tükenmişti... İflas etmiştim... mânâ servetim bitmişti. Taşlaşmıştım. Yaratanımı dahi düşünemiyordum. Merhamet, insaf, insanlık, hoşgörü hepsi batan mânâ gemisini terketmişler, bana yalnız enâniyeti bırakmışlardı. Tövbe, istiğfar kapısı vardı, amma o kapıya yaklaşma duygu ve isteğim de kaybolmuştu.
  Perişanlığım bir ay kadar devam etti. Sureta alışa geldiğim mânevî sohbet ve zikir meclislerine devam ediyordum. Efendime duygusuz iltifatım da yapmacık sürüyordu. Mürşidimi Rabbımdan istedim de gönderdiği hâlde, aman ya Rabbi, bu zıddıyetin anlamını, mânâsını çözmek mümkün değildi. Evvelâ bal yemese idim, balın tadını elbette bilemezdim. Bu anlamsız yaşantımda teselli yeri bulmaya çalışırdım…
  “Ben daha iyi biliyorum, iddiası ile gayba îmanı, mânevî yolu terkeden, zikrullaha, mânevîyata bilmeden düşman olan kişilerin hastalığına tutulmuştum. Rabbımla sağlam ahdim olmasa idi, Rabbım korusun, uzaklaştığım yetmediği gibi ben de zâhiri ilim şemsiyesi altında mânâ tahribatını vazife edinirdim.
  Bu mânâ hastalığı bir ayı geçkin devam etti. Gazab-ı ilâhî zannettiğim bu zuhurat mânâmı eğitti. İntisabın yani Hazret-i Allah ile ezel-i ervâhta yapılan ahd u misakın dünyada tekrarının rahmet kapısını açan anahtar niteliğini taşıdığını iyi anladım. Mânevî ikaz ve irşâd ile kayısı mevzuunda şeyhime terbiyesizlik yapmasa idim, maddemi mânâya tebettül eden bilgiler bugün iyi anlıyorum ki, gazab-ı ilâhî ile gelmeyecekti. Rahmet-i ilâhî ile kemâlat bulacaktım. Bu rahmete bencillik ve enâniyetim mâni olmuştu. Gazab-ı ilâhî ile mecrasına oturtuldu. Rabbıma sonsuz hamd ve şükürler olsun.

* * *

Kaybolan İnek

  Hazret-i Allâh’ın rahmet-i ilâhîyyeye vesile kıldığı rahmet icraatını o vazifeli kullarından zuhur ediyormuş intibaını verip, tasarrufatın yalnız Hazret-i Allâh’ın yedinde olduğunun gizlenme hazineleri... Zâhire çıkış vesilesi üç insan-ı kâmil bu tecelliyat-ı ilâhînin zuhur zevkini sohbet ediyorlardı. Sohbetleri avamın ölçüsüne uyan, nâ-ehlin anlayacağı cinsten değildi.
  Zatlardan bir tânesi:
  —Dünya benim hayatımda avuç içini dolduracak kadar yer tutmaz, diğer zat:
  —Dünyanın benim nazarımda iki dudağımın açıklığı kadar yeri vardır, üçüncü zât da:
  —Kirpiklerimin arası kadar yeri vardır, diyordu.
  Birbirlerini iyi anlıyorlardı ne demek istediklerini. Hizmetlerinde bulunan derviş ise bu hikmeti anlayamıyordu. Mânâsız zuhur eden yalnız maddenin geçici hayat nizamında lüzumlu olup, sohbetlerinde mânânın hâkimiyetinden gayrıya yer kalmamış evliyâullahın mânâ hâli avamın bilgisi dışındadır. Anlatırsın, dinliyormuş gibi görünse de!..
  Zevâhire hüküm verme. Bilesin ki, her kişi Allâh’a olan îmanı nisbetinde mânâdan nasibini alır. Sözde de olsa hakîkatın zuhuru ehline açıktır amma nâ-ehlin katında hakîkat fer’e dönüşür. Hakîkatın zâhirde içtihatsız zuhuru şerîatın nâ-ehlin elinde ne hâle geldiğini görmemezlikten gelmeyelim. “Neme lâzım” diyemezsin.
  Hani, bir espri vardır: Derler ya nâ-ehil rahmetin kadrini bilemez. Rahmet-i ilâhîyye zuhur etse de zararına kullanır. Lüzumlu ve kullandığı, döğme demirden yapılmış beli; ince saçtan yapılmış, o anda lüzum etmeyen kürek yapar.
  Şarlatan bir kul vardı. Ne istediğini, ne yapacağını bilemeyen bir kul. Daima müracaat ederdi. Amma çok kişilerin müracaatı gibi ne söylediğinin bilincinde de değildi. Diyordu ki:
  —Ya Rabbi! Hızırını bana gönder, bir dileğim var.
  Bu istek ve müracaatı hayatı boyu virt edinmişti. Bir gün su getirmek için elindeki bel ile ark yani suyun istenilen yere akıtılması için toprağa kanal açıyordu. Yanında bir zât belirdi:
  —Ben Hızır’ım, dedi. “Bir dileğin varmış, Hazret-i Allah kabul etti. Söyle, icra edilecek.”
  Hayatı itimatsızlıkla geçmiş, saftirik kul:
  —Hızır olduğuna inanmam, evvelâ beni inandır, demez mi?
  —Söyle, ben seni nasıl inandırabilirim? Unutma ki, bir dileğin var! Anlamsız, lüzumsuz icraata beni zorlama.
  Rahmet suyunun içeriye nüfuz edemediği granit taşına benzer mânâ yoksunu.
  Kalbi itirazında ısraren:
  —Hızır olduğunu ispat et, diyordu.
  —Nasıl ikna edeyim, söyle? Unutma ki, bir dileğin var!
  Hızır (aleyhis-selâm)’ın uyarılarına rağmen salaklık bonservisli, bilgisizce, hayrı şerden ayırtedemeyen akıl fukarası:
  —Elimdeki beli kürek yap ki, inanayım, dedi.
  Hızır (aleyhis-selâm) üzülerek, verilen vazifeyi yerine getirdi. İşe yarayan bel işe yaramayan kürek olmuştu. Vazifesi biten Hızır (aleyhis-selâm) artık görünmüyordu. Kaybını gören, sonunun hüsranla bittiğini iyi anlayan akıl fukarası:
  —Hızır olduğunu iyi anladım. İtimatsızlık ve beceriksizliğimden, işime yarayan beli işe yaramayan kürek yaptırdım, diye hatasını anladı. Fakat iş işten geçmişti. Îmanındaki mânâ yoksunluğundan dileği zararına tahakkuk etmişti.
  Metafizikten yoksun, yalnız fiziki ve maddî bilimlerin yaratılışın sırrı ve insan olmaya müsait yaratılan benî âdemin mânâsına ve kemâlatlı olmasına hiç bir katkısı olamaz. Zamanımızda madde uleması ve akılcılıktan öteye yol bulamayan fizikçi emr-i ilâhîlerin ibadet ve taatların yeteri kadar izahcısı ve koruyucusu olamazlar....
  Biz gene kadıncağızın kayıp olan ineğini anlatalım:
  Yaşlı kadın çığlık benzeri feryadı ile çarşı pazar geziyordu.
  —İneğim kayboldu. Benim başka geçinecek bir şeyim yok. Allah rızâsı için, ey müslümanlar, benim ineğimi bulun!, diye avaz avaz bağırıyordu.
  Üç evliyânın hizmetinde bulunan derviş, kadına:
  —Ben senin ineğinin yerini bilenleri biliyorum, diye Allâh’ın evliyâlarını gösterdi de:
  —Senin ineğin bunlarda, dedi.
  Kadın:
  —Derviş babalar! Benim ineğimi verin, diye çıkışınca dediler ki:
  —Bizde olduğunu kim söyledi?”
  —Dışarıdaki derviş baba söyledi, deyince, dervişi içeri çağırarak sordular:
  —Sen mi söyledin “inek bizde diye.?”
  —Evet, ben söyledim. İnek sizlerde. Sohbetinizi anlamadım amma dinledim. O kanaatı edindim ki, inek sizde. Çünkü birinizin dünya avucunun içinde; birinizin kirpiğinin arasında; birinizin de iki dudağının arasında. İnek dünyadan dışarı çıkmadı ya!.. Ya bu türlü sohbet etmeyin, ya da ettiğinize göre kadının ineği sizlerin dar dünyasında, verin kadının ineğini.
  —Bizim sohbetimizin anlamı bu değildi amma haklısın, dediler.
  Müşkil durumda kaldılar. Her şey yed-i kudretinde olan Hazret-i Allâh’a boyunlarını büktüler. Üçü birden tazarru ve niyaza başladılar. Üç mübârek iltica gözlerini açtılar. Kadına: “Şu anda inek evde” müjdesini verdiler. Evine giden kadın balçıktan çıkmış, her tarafı çamurlar içinde ineği görünce: “Dervişler balçıktan çıkarmak için çok zorlanmışlardır” diye, şükrane olarak, iki tavuğu vardı, alelacele kesti, temizledi, pişirdi, kızartıp ikram etti de:
  —Derviş babalar, balçıktan çıkarmakta belli çok zahmet çektiniz, buyurun, yeyin, helâl olsun, dedi de, bu hâli seyreden derviş:
  —Sizin ne hakkınız var? Ben kazandım bu tavukları, diye iki ellerini biri birine vurunca canlanan tavukları kaçırmaz mı?!..
  Bu kıssaya ben inandım, yazdım. Ve Hüve âlâ küllî şey’in kadîr.
  Metafizik tecelliyattan habersiz, bu kıssalara yeteri kadar aşina olacağının hayaline kapılmayasın. Yunus Emre’nin gerçekleri ifşaatını dinle:
Kadılar, müftüler hepsi geldiler,
Kitapların bir araya koydular,
Sen bu ilmî nerden aldın? dediler,
Bir kâmil mürşide varmadan olmaz.

* * *

  “Dünyada hakikî mürşit ilimdir.” Çok doğru… İlim=mürşit; mürşit=ilim. İlm-i zâhir, güzel... İlm-i batın zâhire yansıdığı zaman daha güzel... Bu iki rahmetin birleştiği anda aldığı isim “şerîat”tır.

Alkolik Derviş Ali Efendi

  “Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseyi kırsa, ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse” Senenin on bir ayı Ankara Hacıdoğan’daki atölyemin duvarına sızıp kalan alkolik Ali Efendi vardı. Çok alkoliklerin o civar meskeni idi. Orada “Elmas Bakkal” diye insanlık dışı, hiç gülmeyen sanki insanların helaki için programlanmış bir robot açık içki satar bakkaldı. Ama ağırlık açık içki satışında idi. Eksilmeyen müşterisini açıktan görmek ve saymak zor değildi. Sıkıştıkları zaman müracaat kapıları benim kapımdı. Nedense o zavallılara karşı acıma hissi ile karışık bir yakınlık duyardım. Arasatta kalmış, ne cennet aşkı, ne de cehennem korkusu kalmamış, kaza-zede bu insanlara acımamak ve yardımcı olmak hissini taşımayan benî âdeme de aynen acırım!.. Bu kaza-zedelere asalet ayrımı yapmak haddim değil.
  Hayatına bir nebze ısrarım üzere vakıf olduğum Ali Efendi vardı. İtfaiye meydanında Kurtuluş palasın sahibi; Samanpazarı Kurşunlu camiinin bulunduğu ana yolun karşısı dizi evler de Hacı Ali Ağa’nındı. Zengin, hatırı sayılır, takvâ bir zattı. Hacı Ali Ağa her gün Elmas Bakkala on iki lira elli kuruş gönderirdi. Oğlu Ali Efendi’nin günlük nafakası idi. Hesaplanmış, peynir ekmekle içkisine denk geliyordu. Bu durum Ramazanın birinci günü biter, Ali Efendi üzerindeki para etmeyen çadır bezinden yapılmış elbisesini çıkarıp, o gün alınmış lacivert elbise sırtında, kravatı bağlı temiz gömlek, siyah fötr şapka, yeni ayakkabı ayağında hemen erkenden bana gelirdi. İlk senelerde garibime giderdi amma alışmıştım Ali Efendi’nin bu hâline. Benden yaşlı idi amma elimi zorla öperdi. Edepli dervişti. “Bugün nerede iyi bir vaiz var” sorardı bana. Beraberce giderdik. Namaz kılar, dinlerdik, mânâdan nasib almış vaiz efendiyi. Vaizin gönül kapısı kapalı ise dinlemezdik. Dinlesek de ne verebilirdi hakîkat yoksunu hakîkat yolcularına? Allah yolunda canını feda edip feryat edenlere ey hakîkatlerin garibi vaiz! Nefsine vaaz etmeden bana vaaz etme! Para etmez… Hz. Allah kitabında nasa emredip de kendi nefislerini unutana lanet ediyor…
  Öyle bir söz söyle ki, sözünden ibret alsınlar;
Söz bilmez isen sükût eyle, seni bir âdem sansınlar!

* * *

  Gönülden bir şeyler gösterebiliyorsan ne mutlu! Salâhi­yetin kadar ihsan eyle. Eğer bu hususda yetkili değilsen kuru dava ile dinleyenlere ne verebileceksin?
  Ali Efendi Ramazanı çok güzel geçirir, maalesef bayramın birinci günü üzerindeki giysiler değişmiş, çadır bezinden yapılmış, satışa gelmeyen giysileri sahibini bulmuş… Ali Efendi atölyenin dış köşesine sızmış… Tekrar öbür Ramazana kadar Ali Efendi’yi hep böyle bulursun.. Ramazanda bu anormal hâlin nedenini sordum. Müteessir, üzülerek dedi ki:
  —Efendi, haddi aştım. Hazret-i Allâh’ın emirlerine derviş olduğum hâlde isyanda haddi aştım. Bir gece mânevîyattan tarikat şamarı yedim ki, karyoladan aşşağıya düştüm! Harabat ehlinden oldum. Ramazan müddetince aslıma rücu ediyorum. Ne olur efendi, beni ayıplama!.
  Muhabbetle sarıldım:
  —Seni nasıl ayıplarım?! Ayıplarsam inancıma karşı ayıp olur. Ancak dua ederim aslına rücu edesin diye.
  Şunu yaşadım ve gördüm ki, merhamet îmandandır. Îmanın dışa yansıması, şahadetin anlamının, esas özünün zuhurudur. Âdemin acıma hissi fıtratında mevcuddur. Merhamet ise beni insanda îmanın dıştan görünüşü, küllî mevcudatla olan muamelatında zâhiren görüldüğü gibi batınen de görülebilen, madde ve mânâda zuhuru yalnız insana bahşedilen rahmet-i ilâhîdir!..
  Ali Efendi’ye belki motamot böyle demedim. Amma mânâ değişmez. Sözün şekli ne değiştirir ki? Ali Efendinin babası Hacı Ali Ağa atölyeme geldi:
  —Galip Efendi kim? diye sordu.
  —Buyur Hacı Efendi, benim, dedim.
  Gözleri yaşlı yaşlı kucakladı. Elini öptüm. Hâli söylemeye gerek yok, anlatıyordu acı haberi:
  —Ali’mi kaybettik, dedi. “Bilemedim Ali’min hâlini. Ali’m meğerse ne imiş, bilemedik. Ali’me bilmeden çok eza ettik. Ölümünden on beş gün evvel yıkandı, tövbe-istiğfar edip vakit namazlarını kıldığı gibi, gücü nisbetinde kaza namazları da kılıyor, boş zamanı yoktu. Hep Allâh’ın isimlerini zikrediyordu. Kelime-i tevhid ve şahadetle son nefesini verdi. Hep “Galip Efendi” diye sizin isminizi söyledi, aşkla. Merakımla geldim Galip Efendi’yi görmek için. Ali’min sana borcu var mı? Ödeyeceğim, dedi.
  İşçilerim dâhil topluca ruhuna Fatiha okuduk. Allah kusurlarını afetsin, makamı cennet olsun. Biz beşer olarak böyle düşünüyoruz. Yoksa hayatının son onbeş günü bizlere bir şeyler anlatmıyor mu?..
  Bu abd-i âcizin sözüne kulak ver. Ekici ol. Haddini aşan hâdiselerde bilici olma. Harabat ehline hor bakma!..
  Her tabîbe âşikâr etme derûn-ı derdini,
  Her ne derdin var ise eyler devâ, Allah kerîm.
Her ne derdin var ise eyler devâ, Allah kerîm.

* * *

  Derdinin devası için ehlini bul. Bir şair şöyle yazmış:
Her doktorun ilacı bu derde deva olmaz.
Tabib gerçek değilse rahmet gönüle dolmaz.
Hep mi sahte oluyor? Doğrusu yok mu bunun?
Aradın da buldunsa cemale gider yolun.
“Nasıl bulunur?” Deme. Nasip meselesidir.
Tertîb-i ilâhînin kuluna hediyesidir.
Böyle emretmiş Allah, aramadan bulunmaz,
Kısmette yoksa eğer semtinden de geçirmez.
Nedim-i ilâhîdir, âdemi insan eder.
Mânevîyat olmadan neye yarar ki beden?
Bizce ilâhî nedim Kuşçuoğlu Galip’tir;
Onun tüm dervişleri Hak yoluna taliptir.
Maddede ve mânâda onu çok seviyorlar,
Kimseye verilmeyen Hak mührü veriyorlar.
Şükrederim Rabbıma “Gâlibîlik” lütfetti.
Vârisü’n-Nebî, mürşit vesile bu fakiri derviş etti.
      (İsmail Coşkun)

* * *

Azrail (Aleyhis-Selâm): “-Korkma! Hiç Duymayacaksın” Dedi

  Tahminen sene 1979’larda Yusuf Akbulut Efendi ve bacanağı Şehmuz Efendi muhib, müttaki, Allâh’a verdiği kulluk ikrarının sahibi er kişi idiler. Sanatları mobilya cilası, zamana göre lâk vernik ve boya ustası idiler. Sanatlarında mâhir oldukları gibi ikrarlarında da samimi idiler.
  Sadık dervişlik sıfatı her hâllerinde görülüyordu. “Mızrak çuvala sığmadığı” gibi mânâ da tevhit ehline tertîb-i ilâhîyye miktarı gizli değildir! Bu türlü tecellileri “gayptan haber veriyor” gibi düşünmeyesin. Gayb yalnız ve yalnız Allâh’ın yed-i kudretinde olup, âdemin ve kemâlat sahibi insanın, insan-ı kâmilin, peygamber efendilerimizin de gücü dışındadır. Bu hususta Hazret-i Allah bildirdi: “O müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan zekât verirler.” (Bakara Sûresi, 3)
  Hazret-i Allah ittika sahibi, müttaki, muti, ihlas sahibi kullarının meziyetlerini bildiriyor. Gayba îmanı, yapılan ibadet ve taatın başında bildirmesi, gayba îman îmanın ibadet ve taatın anayasasıdır. Bu yönlü inanmayanların ibadet ve taattan mahrumiyetleri tarih boyu görülegelmiştir. Onlar gayba îman etmediklerinden, Allâh’ın din olarak bütün âleme ihsan eylediği tek din olan İslâm’ın âkli ölçüleri ile akıllarına ve mantıklarına uygun gelmeyen yerlerini kendileri tanzim ederler. Gayba îman eden müttaki, ittika sahibi bahtiyarları da akılcı tertip ettikleri, mânâ yoksunu yollarına sokmaya çalışırlar. Örneğini tarih boyu görmek mümkündür...
  Perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde turuk-ı aliyede tarih boyu devam edegelmiş derviş topluluğu, vazifeliler nezaretinde Hazret-i Allâh’ın isimlerini zikretmekle bir hafta mânevî doyum ve gıdalarını almaları için ehl-i aşkın mânevî doyumunu sağlayan zikir halakaları tertîb ve tanzim ederler. Zikrin feyizinin hayranı muti derviş bir hafta resmi virdinde toplu zikrin feyzini görür. Hayatın nâ-hoş cilvelerini de füyuzat-ı ilâhî etkisi ile mânevî zevkinin dışında seyreder.
  İşte ehl-i aşk, muti dervişlerden Yusuf Akbulut ve bacanağı Şehmuz Efendi abdestli zikir meclisine giderken kaldırımda bu iki temiz insanı ezerek hayatlarına son vermeye vazifelenmiş, Allâh’ı tanımayan, âdem suretinde mahlûk bu iki temiz insanı “çirkef işlerine gayr-i ihtiyârı vakıf oldular” diye şahitleri kaybetmek için planladıkları gibi kaldırımda yürüyerek zikir meclisine gitmekte olan iki der­viş ba­ca­na­ğı kam­yo­net­le tak­ri­ben 300 met­re sü­rük­leyerek ezdiler.
  Bunu şunun için anlatmaya çalışıyorum: Hâdiseden bir hafta evvel Yusuf Efendi bu olayı olduğu gibi bana anlattı. Şahidi oldum.
  Hazret-i Allâh’ı bilmen için vesilelerdeki metafizik olayların zâhirde zuhurunu gör ve yaşa! Bu türlü mânânın zuhuruna inancın kadar muttali olursun. Bu türlü mânânın zuhuru îmanla bezenmiş tevhit kalasının köşe taşlarıdır. Uzak durma ki, Allâh’a olan îmanında ve cümle peygamber efendilerimizin Hazret-i Allâh’ın elçileri olduğuna, birini diğerinden üstün görmeden, getirdikleri şerîatlara hürmetkâr olup, mensubu olduğun ve yükümlü olduğun şerîata gösterdiğin saygı ve hürmet kadar şahadetinde sadık olursun. İyi dinle. Allah sadık kullarına neler ihsan ediyor?!.
  Kazadan bir hafta evveldi. Yusuf Efendi bana geldi. Mânâsında gördüklerini şöyle anlattı:
  —Azrail (aleyhis-selâm)’ı gördüm. Bir hafta ömrümün kaldığını söyledi. “Bir hafta sonra emr-i ilâhîye göre canını alacağım. Hiç korkma! Başkaları gibi değilsin. Sen sadık, muhib, âşık dervişsin. Canını alacağım, hiç acı duymayacaksın.
  —Ferah olasın diye bak, canını aldım ve tekrar iade ettim. Bir şey duydun mu? diye sordu bana.
  —Hayır, hiç bir şey duymadım, dedim.
  Buyurdu ki:
  —Hiç korkma böyle olacak.
  Gecenin sabahı mürşidi olarak heyecanla bana anlattı. Bu mânânın tâbire ihtiyacı yoktu. “Ceseden ayrılacağız” diye üzüldüm, amma “öbür âleme dergâhımdan bir gelin daha götürdüler” diye ayıp olmasın, seviniyorum!...
  Bu yolda Hazret-i Allâh’ın emirlerine sadakatle yaşayan ehl-i zikir, ehl-i şükür, ehl-i tarik erbabına ve Allah için, maddî hiç menfaat beklemeden yaşayan şeyh efendilere de “Allâh’ın gelinleri” denir.
  Yazmaya çalıştığım kuvvet ve kudret-i ilâhînin varlığının imtihan dışı, metafizik zuhuratları hikâye gibi dinleyip umursamaz isen acırım, sermayesini kullanacak yerini bilemediği için iflas eden tüccara benziyorsun diye!

* * *

Battal Gazi Dört Yol Kavşağında Ticari İşlerin Her Dalında Mâhir, Beyaz Eşya Satan, Sermayesi Yeterli, Bu Fakire Karşı Hürmetkâr Cevat Ünal Bey Vardı

  Sene 1980’de bu abd-i âcize, dehşetinde kaldığı, uyku uyanıklık arası gördüğü hâl-i yakazayı, etkisinden kurtulamadığı görgüsünü bana anlattı. Dedi ki:
  —Hacı baba, dehşetinden kurtulamıyorum. Rüyamda anarşistler geldiler. Beni, iki oğlum Necmettin ve Naci’yi ve tezgâhtarı da öldürdüler. Diyorum ki: İyi ki küçük oğlumu Mustafa’yı öldürmediler. Büyüyünce bu iş düzenini o yürütür. Yegâne, tek tesellimdi Mustafa’nın yaşıyor olması.”
  Olaydan bir hafta kadar evvel evime gelmişti. Görüştük. Gördüğü mânâyı “hayırdır, inşallah” diye dua etiysem de bu tecelliyat-ı ilâhî kelimelerle savuşturulacak cinsten değildi.
  Bir hafta sürdü, sürmedi her zaman haraç almaya alışık bu tür teşkilat gene gelmişler. Cevat Efendi, tabancası çekmecede imiş, çekmeceye doğru giderken şöyle diyormuş:
  —Param yok. Canımızı mı alacaksınız?
  Silahın olduğu yere yaklaştığını hissetmişler ki, tabancalarını ateşleyip, mağazada kimseyi canlı bırakmadan üçünü de öldürmüşler. Allah makamlarını cennet etsin. O karışık günleri milletime bir daha göstermesin, âmin.
  İnsanlar fiiliyatına göre mükâfat veya mücazat alırlar. Fiilleri ise tıynet, edep ve îmanlarının birleşik ürünleridir. Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Hazret-i Allâh’ın ilminin dışında hiç bir ilim yoktur. Beşer için dünyevi ve uhrevi ilmin özü Allâh’ı bilmekten gelir. Zâhiri ilim zâhirden alınıyormuş gibi ise de her ilim Hazret-i Allâh’ın yed-i kudretindedir. Zâhirde sebebine tevessül onu istemektir. Mânâ rızkını istemek de aynıdır. Hazret-i Allah (c.c.) “benden iste, vereyim” buyurdu. “Talebenâ, vecedenâ.”
  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)
  Gene Hazret-i Allah bildirdi: “Bu âyetleri ancak akl-ı selim, kâmil insan okur.”
  İnsanların dünyadan ayrılışlarındaki hâl ve zuhurat o kişinin mânâ ve Allâh’a yakınlık ve uzaklık kimliği değildir. Îmansız ve zalim ferah ölümle ölmüş gibi olsa da, ölüş mânâsının işkence misali zuhuratı mukadderdir.
  “Bu dünyada a’mâ, âhirette a’mâ.” Yevm-i mahşerde bu kişiler diyecekler ki: “Ya Rab! Biz dünyada görüyorduk, şimdi neye a’mâ olarak haşrolduk?” Cenab-ı Hak buyuruyor: “Sizler dünyada iken hakîkatleri görmüyordunuz. Burası hakîkat âlemi. Buraya göre gözünüz yoktu ki. Hakîkatleri elbette göremezsiniz.”
  Hazret-i Mevlana’nın izah ettiği gibi “evvel minareyi gör, âlemini gör, âlemdeki kuşu gör, kuşun ağzındaki tüyü gör.”
  “Görüyorum” diye iddia ediyorsun amma gerçekle ilişkili değil. Olsa idin mânâ çirkinliklerine tevessül etmezdin. “O müttaki kullarım gaybe îman ederler” düsturun olurdu. Hazret-i Allâh’ın mânevî tertîb ve tanzimine uyum sağlamak için çaba sarfederdin. Hiç olmazsa yaşayan bahtiyarları rencide etmezdin. Kabul edemesen dahi aleyhlerinde bulunmazdın. Zamanımızda bu saydıklarımın şahide gereği yok. Bütün çıplaklığı ile arz-ı endâm ediyor!... Kazvinlinin sırtına dövme yaptırdığı arslan resmine benzettin:

* * *

Melâikeler: “—Emr-i Hak Zuhur Edecek. Müdahele Etmeyin!”

  Kızılcahamam’la Gerede arası Ovacık köyü vardır. Ovacıklıların tasvip edilemeyen, ezadan başka görünümü olmayan tuhaf bir adetleri vardır. Cenazelerini kış, yaz demeden, binbir meşakkatle, nerede vefat ederse etsin, köy mezarlığına defnetmek için ne eza ve meşakkatlere tahammül ettiklerini köyün gençlerine soracaksın. “Köy” dedi mi, ölüler diyarı gelir akla. Diriler orada yaşamazlar. Hepsi de şehirlere kaçmışlardır. Köyde bir-iki ailenin kaldığı söylenir. Onların da bu işkenceden canları yangın. İmkânsızlıktan, mecburi ikamet ediyorlar. Amma duyduğuma göre “cenaze getirecekler” diye akılları çıkıyor.
  Cennet-mekân Memiş Aydın’ın babası Hacı Eyüp Efendi’ye bir mecliste dedim ki:
  —Ben de şahit olayım, haydi, vasiyetini yap. “Benim cenazemi köye götürmeyin” diye.
  Hürmetli ihvanımızdı. Buna rağmen “dirilere yaptıkları eza ve zulümden Hacı Efendi’yi kurtarayım” dedim amma hiç oralı olmadı. Vefatında evlatları benim fikrime göre Ankara kabristanına defnettiler. Hazret-i Allah cümlesine rahmet eylesin, âmin.
  Gene köydeki kabristan hayranlarından bir zât vefat etmişti. İşkenceye kararlı, cenazeyi köye götürdüler. Kabristan Ankara-İstanbul yolunda 125. km.’den sonra sola ham yolla 13 km. daha gidilecek. Kar yolları kapattığı zaman 13 km.’yi omuzlarında götürecekler.
  Gene böyle bir cenaze dönüşü idi. Marangoz Durmuş’un kullandığı arabanın arka koltuğunda Hacı Mehmet Pireli ve kayınbiraderi Hacı Ali Bildik Efendi vardı. Ankara’ya geliyorlardı. Hacı Mehmet Efendi anlatıyor:
  —Üzerimize bir ağırlık çöktü. Ben arkadaşlara:
  —Konuşun, neye susuyorsunuz?” dedimse de ihtiyârımızın dışında bir hâl…
  Tekrar:
  Allâh’ı zikredelim” dedim.
  Bir-iki, zoraki “la ilâhe illallah” dedik. O da olmadı. Bir hâl-i yakaza gördüm. “Kaza geçireceksiniz” dediler. Toparlandım. Şeyhimi rabıta ettim.
  Rabıtanın özetini anlatmadan geçemeyeceğim: Rabıta, Hazret-i Allâh’ın verdiği mânevî vazifeyi yerine getirmeye vazifeli nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî kuluna tertîb ve tanzimi ilâhî gereği dileğini Hazret-i Allâh’a lâyık kullarının gönül kapısı, aşk mehengi mürşidine rabtolmaktır ki, nâ-ehlin zanettiği gibi “küfür” olmayıp her yönüyle îman tecellisidir. Bu yönlü ilticalar cevapsız kalmaz. Allâh’a kulluk vecibesinin düstur-ı ilâhî üzere samimi olan insan rabıtanın Hazret-i Allâh’ın tertibi ve tanzimi olduğunu bilir. Allâh’tan başka ilâh tanımayan kullarına ihsan ettiğini bilen, samimi kul için Rabbımın inanan kuluna bahşettiği rahmet terazisidir. Bu rahmet-i ilâhî hilâfına “bir şeyler biliyorum” edası ile rabıtayı küfür zannedenler dikkat edilirse kendileri “küfür” üzeredirler! Bazan kulların akılları ermese dahi üstadlarından duyduğuna itimad ederek, samîmiyetle yapılan rabıta da ind-i ilâhîde reddolunmaz. Çünkü Allah için muteber olan merci suret değil, sirettir.
  İşte Hacı Mehmet Efendi’nin rabıtası cevabını bulmuş. Zuhurunu şöyle anlatıyor:
  —Gavsü’l-a’zam Abdulkadir Geylani Hazretleri ile geldiniz. Arabayı düz bir tarlanın ortasına bıraktınız. Melâikeler dediler:
  —Müdahale etmeyin! Emr-i Hak vaki olacak.
  Bu vesile-i ilâhî karşısında kader-i ilâhînin kazaya dönüşmesine rızâ gösterip boyun büktünüz. Melâikeler arabayı bir kayaya vurdular. Kendime geldim. Araba normal yoluna gidiyordu. Beş dakika sürmedi, bir tırın altına girdik.
  Arabayı kullanan Durmuş olay yerinde vefat etti. Allah rahmet eylesin. Benim ayağımın kaval kemiği kırıldı. Kayınbiraderim Ali Bildik’in göğüs kaburgaları, göğüs kafesi tahrip olmuştu. Kaburgalar akciğere baskı yapıyordu.
  Emr-i Hakk’ın şahsında zuhur edeceği Durmuş usta genç yaşında vesile-i kaza ile ömrü hitam bulmuş, Hakk’a yürümüştü. İyi insan olduğunu, arkadaşları ve tanıyan esnaf hep anlatırlar temiz insan olduğunu. Allah gani gani rahmet eylesin.
  Kaza ve kader üzerinde durulması “rahmet olarak yasaklanmış.” Rabbımın uyarısı olarak bazı kazalarda zuhuru görülen metafizik zuhuratı inanan insanların îman takviyesi yönünden tecelli eden, öğretici olan zuhuratları ifşa etmekte sakınca göremiyorum. Varsa Hazret-i Allah samîmiyetimize bağışlasın.
  Kaza kaderin zuhurudur. Maddede ve mânâda zuhur eden her şey kazadır. Kader ise tertîb ve tanzim-i ilâhîdir. Akıl ve mantık gücü ile izahı mümkün değildir. Yaratılışın nedeni olan benî âdemin yeryüzünde mevcudiyeti de kazadır. Kaza-kader mevzuunda dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Kudret-i ilâhî karşısında beşere hayrını, şerrini az çok idrak edecek kadar Hazret-i Allâh’ın benî âdemin insan olması matuf, madde hayatının idamesi için tahsil ve terbiyesi miktarı yaratanını da hissedecek kadar akıllı ve mantıklı kıldı. Burasını bilmeden karıştırıyoruz.
  Hazret-i Allâh’ın elçilerini, elçilerinin vekillerini, yeryüzünde ve gökteki âyetleri okuma kabiliyetini ihsan ettiği kâmil insanı, semâvî kitaplar ve saifelerini lütfedip göndermese idi, benî âdem yaratanını nasıl hisseder? Nasıl kulluk yapacağının ölçeğinden mahrum, aklın ürettiği din ihdas eder. Çünkü dinsiz bir insan müeyyidesiz gemiye benzer. Tarih bu türlü hâdiselerle dolu doludur. Zamanımızda bu tedirginliği bütün çıplaklığı ile görmek mümkündür. Din felsefesinin bariz ürünlerinin tevhid dînini yansıtmadığı gibi… Hazret-i Allâh’ı yeteri kadar tanıyamaz. Dolayısıyla tanıtamaz da!...
  Bir sınıf âdemde aşk-ı gönülden uzak, sevgi ve hoşgörüden uzak, yaratılışın nedeni güzelliklerden nasipsiz. Anlattığı şerîat da yalnız korkutucu. Çünkü zamanda zuhur eden güzellikler ictihâdîndan mahrum bırakılmış kişi aldığı tedrisatın mahkûmu. Sanırsın ki, gazab-ı ilâhî deposu!... Ehl-i zikir, ehl-i aşk, ehl-i hakîkat, nasipsizi ile tarih boyu gerçek inançlarla hem fikir olamamışlardır. Nedenini yeri geldikçe yazacağım, inşallah.
  Gördüğüm kadarını üzülerek anlatmak istiyorum: Batılın müşterisi kadar hakîkat ilminin müşterisi maalesef “yok” deyecek kadar az. Allah cümle kullarına kulluğunu idrak ederek emr-i ilâhî üzere yaşamak nasib-i müyesser kılsın. Merhum Ziya Paşa aklın ilâhî emir karşısında yerini ne güzel göstermiş:
İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez.
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.

* * *

“Git Enişte, Ablamla Balayı Yaparsınız” Demiştim. Samimi Espîrim İnd-i İlâhîde Kabul Edilmiş. Öyle Zuhur Eyledi!.

  Büyük Ablamın Efendisi İbrahim Terlemez Demokrat Partinin iktidarda olduğu 1955 senelerinde polis memuru idi.
  Eniştemin küçük kardeşi Kemal Terlemez Çorum Hastahanesi’nde operatör doktor idi. Çorum Halk Partisine Başkan olmuştu.
  Merzifon’da polislik yapan eniştemin emekli olmasına sekiz ay kalmıştı. Kardeşi Kemal Terlemez’in particiliği particilikle ilgisi olmayan eniştemi rahatsız etmişti.
  Eniştemi Kayseri’nin mimli yeri Yeşilhisar’a tayin etmişler.
  Yeşilhisar ve halkı sabıkalı idiler!.
  Reis-i Cumhur İsmet İnönü’yü Yeşilhisar’ı ziyaretinde, Halk Partisine muhalif olan halk taş yağmuruna tutmuşlar ve kafasını yarmışlardı. O bakımdan Yeşilhisar sürgün yeri kabul ediliyordu.
  Bazı insanlar eniştemi sitemvari uyarmışlar:
  —Seni de mi düşünelim, diye
  Ankara’da kayınbiraderin Hacı Galip Efendi’ye git, senin işini halledecek tek insan.
  Eniştem Ankara’ya geldi, bunları bana anlattı.
  Eniştem haklı, öyle söyleyenler de haklı idiler.
  O zamanın Emniyet Genel Müdürü Kayserili Hayrettin Nakiboğlu, efendime, dolayısı ile bu fakire muhabbetli ve hürmetkâr idiler. Mânevî garabetimiz vardı.
  Hz. Allâh’tan ricam ve ilticam iyi insanların makamlarını cennet eylesin.
  Bu müstesna insanlar bir kaç sefer sitemvari sözlerle:
  —Galip Efendi, senin hiç işin olmaz mı?.. derlerdi.
  Sadece teşekkür ederdim. Bilmem büyük mü konuştum, Hz. Allah bu olayı zuhur ettirdi.
  Enişteme dedim ki:
  Bugüne kadar kimseye yüzsuyu dökmedim. Sen davanda yerden göğe kadar haklısın, araya girmek günâh değil sevap olacağına kaniyim ama benim mizacım, inancım bu yönlü tavassuta ve ricaya müsait değil; bozma bu kayınbiraderinin safiyetini… diye rica ettim.
  —Ablamı al, git. Sekiz ay balayı olur, inşallah, dedim.
  Eniştemin benim o hâlimden memnun olmadığı atölyeyi terk edip gidişinden belli idi.
  8 ay sonrayı kendisinden dinleyelim:
  —Yeşilhisar’a geldim. Karakola teslim oldum. Kiralık bir ev araştırmaya başladık. Duracak bir ev bulamadık...
  Dediler ki: Senin istediğin evin daha fevkinde bir ev var, amma “aileme uyum sağlayacak aile arıyorum” diye kimseye vermediği gibi, ısrar edenleri de döver. Yeşilhisar’ın tek ağası, oğlu da buranın belediye reisi. Cesaretin var ise git, iste. Adam iriyarı, polis felân da tanımaz, dediler.
  Naçar kaldım, gittim Bahattin Ağa’ya!
  Ailemi de beraber götürdüm.
  Onu alıkoydular. Beni yalnız Bahattin Ağa’nın odasına aldılar. İriyarı bir adam, sert bir sesle:
  —Ne istiyorsun? Dedi.
  —Kiralık evin varmış, onu istiyorum, dedim.
  —Sen kimsin?
  —Gördüğün gibi polis memuruyum!
  Daha sinirli sesinin yüksek tonuyla kabir suali gibi:
  —Nerelisin?
  —Çorumluyum, dedim
  —Çorumlu Marangoz Galip Efendi’yi tanır mısın?
  —Kayınbiraderim olur, dedim.
  Beni hiddetli, hiddetli aşağıdan yukarı süzdü.
  —Yalan söyleme, hakkında iyi olmaz! dedi.
  —Dışarıda ablası var, çağırın sorun.
  Ona, çağırıp sordu:
  —Ankara’da Marangoz Galip Efendi’yi tanır mısın?
  —Kardeşim olur, ablasıyım, deyince hürmetle ayağa kalktı.
  —Galip Efendi benim de kardeşimdir, dedi ve evin anahtarını verdi.
  —Eşyaya gerek yok, her şey var. Kira yok, elektrik suya falan karışmayın. Karakola da gitme, ben lâzım gelen mercilerle görüşürüm.
  Tek kelime:
  “—Bacımla sekiz ay balayındasınız” demez mi?!..
  Ben âciz latife yapmıştım “balayı” diye enişteme, Hazret-i Allah esprimi gerçek kıldı.
  Bahattin Ağa, oğlu ile Ankara’da Samanpazarı’ndaki Sema Otelini işletiyorlardı.
  Otelin yakınındaki Hacı Musa Camisine, yakınında olduğu için beş vakit namaza gelirdi!
  Caminin imam ve hatibi kurra hafızdı, Hacı Mustafa Efendi. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Hamdi Akseki merhum Cumâ namazlarını Hoca Efendinin arkasında kılardı. İmam Hacı Mustafa Efendi dervişimiz idi. Bütün dervişler Hacı Musa Camisine gelirlerdi. Hacı Bahattin Ağa ile camide tanışmıştık. Muhib ihvanımızdı. Bize karşı çok sevgi ve edepli idi.
  Vakit namazını kıldıktan sonra camide vefat ettiği söylenir… Hz. Allah makamını cennet eylesin.

Mevlevi, Nakşi Meşâyihi Şeyh Mikdat Baba

  Konya’da bakırcı, kazara bacağına tuz ruhu dökülmüş, sakatlandığı için mesleğini icra edemediğinden türbeye yakın otel işletiyordu.
  Pala Sokakta sanatım marangozluğu icra eylediğim atölyemin karşısında bakkal Hacı Durmuş Tanşi’nin dükkânının önünde tanışmıştık. Durmuş Ağa’nın ağabeyinin şeyhi imiş. Elini öptüm. Hanımı ile gelmişti.
  Atölyemin üzerinde iskân ediyordum. Şeyh efendiyi yemeğe davet etmiştik. Gün boyu beraber kaldık. Esnaf olması, hoşgörülü ve sevecen olması benzerliğimiz, birbirimizi tanımamıza yeterli idi. Şeyhim efendimle de görüştürdüm.
  Hak olan tarikatlerin nedense müritlerini terbiye usullerini birbirine benzesin zihniyeti ile aynı usül ve prensipte görmek istemeleri ehl-i tarafından haklı olarak garipsene gelmiştir.
  Gerçek odur ki tarikler kişinin mizaç ve tıynetine göre ihsan edilmiştir. Bu terbiye usülleri hakîkatta ayrılık değildir rahmettir.
  “Ene medinetün Ali babuha” (Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır” peygamberimiz Efendimiz buyurdular.
  Hadis-i şerîfin hasen olduğu ve sıhhatı bu abd-i âcizin mânevî irşâd vazifemin zuhur mercii olmasının nedeni, şahit olmamın gereğinin ifadesidir de.
  Şeyh Mikdat Baba evde otururken bana bir sual sordu:
  —Kâdirî, Rufai daha niceleri vird olarak tesbih çekerler.
  —Aynı kelâmı tekrar ederler. Meselâ “Allah, Allah…” diye ne kadar verildi ise öyle devam ederler.
  —Bir evin kapısını vururken evdeki aradığın kişinin ismini kapı açılana kadar hep terennüm eylesen, adam kapıyı açınca demez mi: Ne lüzum vardı da ismimi tekrar tekrar söyledin? Bir tâne söylediğin yetmez mi idi?”
  Avam böyle düşünür amma şeyh efendi beni deniyordu herhalde!.
  Beni kesir zikredin, hitab-ı ilâhî tartışılmaz. Kesrin nihâyeti yok.
  Peygamberimiz efendilerimize, biat ettiği şahısların Hz. Allâh’ı zikretmesini ihsan eylediği kulların mizaçlarına göre tanzimini elçilerine bırakmış. Adedi Allah elçileri bildirir. Elçi vârisleri de değiştirmeden devam ettirmeye özen gösterirler.
  Eczahane şifa ilaçları ile dolu doludur amma cinsini ve adedinin tarifi olan reçeteyi doktor yazar. Hz. Allâh’ın tertibi ve tanzimidir.
  Şeyh efendiler öyle anlatırlar:
  “Esmaların ağırlığı alınmıştır.” Huddemi verilmiştir, derler!.
  Yeri gelmiş iken bir gerçeği izah edeyim:
  Derviş Peygamber Efendimiz’i mânâsında görür ve ona herhangi bir esma çekmesini tavsiye eder. “Adedini şeyhin versin” der. Şeyhi de mizacına göre adedini tayin eder.
  Dervişine tarif ettiği hâlde, şeyh efendi aynı esmayı okumaya yetkili değildir.
  Söylemek gerekli mi bilmem, bu abd-i âciz gerçek şeyhleri anlatmaya çalışıyorum. Hz Allah adetlerini artırsın. Cümlesinin ilimlerini âli kılsın. Makamlarını cennet eylesin, âmin. Ve selâmün ale’l-murselîn ve’l-hamdü lillahi Rabbi’l-âlemîn...
  Gelelim Şeyh Efendinin sorduğu sualin cevabına:
  —Efendi Hazretleri ehl-i zikir emr-i ilâhî üzere rahmet kapısını hayat boyu çaldılar. Kiminin ihlasına hürmeten açıldı: ne istiyorsun? Dediler; muradına erdi.
  —Kimine de açılmadı. Çünkü onlar varlıkla vurdular o kapıya. Varlıksa Allâh’a mahsustur. Beşer Allâh’ın zatına mahsus sıfatlarını nefsine malettiği kadar rahmet-i ilâhîyeden uzaktır. Bir nevi mânâ sahtekârlığı da denebilir.
  —Kimileri derler ki, Hz. Allâh’ın ismi ile vuruyorum kapıya. Bilemediler ki delilsiz vurdurmazlar rahmet kapısına.
  Telâffuz tamam, amma mânâ olmayan telaffuz ne anlam taşır, söyler misin?!
  Ama o mânâsız ismin özünde suret var, siret yok ki! Varlık var! Görülen varlık sahibine maledilmiyor da!..
  Naçiz şahsında mevcudiyetini ehlinin görmesi zor değil, mümkündür.
  Açılmadı rahmet kapısı, ne istiyorsun? Demediler. Telaffuzun Allah için gibi idi, amma mânâ yok denecek kadar az idi.
  Bu ruhi kemâlattan da uzak iltica, rahmet-i ilâhîyenin tecelli ve zuhuruna da uzaktı.
  Çünkü tazarru ve niyazında Hz. Allâh’ın iltifatına mazhar olacak kulluk sıfatında aranan mahviyyet de yoktu!
  Tek kelâm: varlık istilâ etmiş nefsini maalesef. Kula yaraşan yokluk yoktu.
  Ehl-i aşk “sevgili yanında sevgiliye mektup yazılmaz” diye sözün ve özün aslını söyleye geldiler.
  Efendi Hazretleri’! Abd-i âciz bu rahmet kapısından başka, kemal-i edeple, esma-i ilâhîyelerle açılması için başka vurulacak kapı tanımıyoruz. Tanımak da istemiyoruz!..
  Ne istiyorsun? Denene kadar kapının sahibinin güzel isimleri ile rahmet ve mağfiret kapısını vurmaya devam edeceğiz inşallah...
  Vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî olan yol büyüklerimiz öyle öğrettiler. Hz. Allah cümlesinden razı olsun.
  Birbirimizden ceseden ayrıldık, ruhen hep beraberdik. Ehl-i aşkı ruhen ayrı görme, hakîkat garibi olursun.
  Örnek mi:
  —Müridanına şöyle tenbih ettiğini söylerler:
  —Kim Ankara’ya giderse marangoz Galip ustayı ziyaret etmeden dergâhıma gelmesin, buyurmuşlar!..
Kaf-ı nun hitabı ızhar olmadan
Biz bu kâinatın ibtidasıyız.

* * *

  Ehl-i aşkın evvel yaratıldığının ifadesi değil mi?
  Birara Konya’ya ziyarete gitmiştik. Şeyhim Efendim ve oğlu Şevket Hoca Efendi… daha nice hoca efendiler!
  Sekiz kişi kadardık. Dergâhın camisinde sabah namazını kıldık.
  Yakınındaki çay ocaklığının önündeki arkasız sandalyelere oturduk. O zamana kadar sakallı, ehl-i aşk olduğu her hâlinden belli, herkese “muhterem” diye hitab ettiği için ismi “muhterem” kalmış. Efendi:
  Efendi, (Hoca Şevket Efendiye, Aksaray’da bakkallık yapan, durumu müsait muhterem, Osman Şevket Hoca talebe iken çok yardım etmiş. Aylarca evinde misafir eylemiş.)
  Bizim orada çay içmemize razı olmadı. Evine davet etti. Fazla ısrar edince evine gittik. Hava bir parça serindi. Odun sobasını ateşledi. Mükellef bir kahvaltı sofrası hazırladı.
  —Bu ara size bir şey soracağım, dedi ve ilâve etti:
  —Ankara’da marangoz Galip Usta varmış içinizde tanıyan var mı? Deyince, Şevket Hoca eliyle göstererek:
  —İşte karşında oturuyor, der demez, Muhterem Efendi yerinden fırladı. Beni öyle aşkla kucakladı ki, kemiklerim kırılacak sandım. Ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. Şeyhim efendimden de utanır oldum.
  Bir zaman sonra kendimize gelince şöyle anlattı:
  —Yukarıda da bahsettiğim gibi-
  —Efendim demişti ki: Kim ki Ankara’ya gider de marangoz Galip Usta’yı ziyaret etmez ise bu dergâha gelmesin!..
  Muhterem Efendi “şeyhime yakın olayım” diye Aksaray’da neyi varsa satmış, Konya’ya taşınmış. Şeyhine yakın yerden ev almış.
  Hz. Allah bu yönlü sadık kulların adedini artırsın, makamlarını cennet eylesin. Cümle kullarına şefi kılsın, âmin. Ve selâmün ale’l-murselîn.
  Bu yazıyı yazarken efendimin oğlu Ankara merkez vaizi Hoca Efendi Şevket Yardımedici fakiri ziyarete gelmişti. Mevcut arkadaşlara aynen nakletti ve yazılanları da tasdik eyledi. Allah ilmini âli kılsın.
  Karanlık günlerimi nurlandıran, âlemlerin sahibi ve yaratanı Hz. Allâh’ın bu abd-i âcizini, ruhen ve ceseden ihyâ eylediği bu kuvvet ve kudret-i ilâhîye karşısında âciz abdini gör, hoca efendiden mânâsında yazdırdığı sertifika ile bu âciz abdini nasıl taltifi ile ihyâ ediyor!..
  “Muhterem efendim!.
  Manamda Antalya’dan evlâdınız Tarık efendiler ve bir kaç arkadaş bir yerde toplanmışlardı. Tarık Efendi onlara “ben mânâmda Hz. Allâh’ı gördüm” diye anlatıyordu…
  Ben de onlara:
  “—Ben de Hz. Allâh’ı gördüm,” dedim ve şu mânâyı gördüm:
  Hz. Allah beni karşısına aldı:
  “—Hayrullah Efendi! Git, Galip Efendi’ye selâm söyle. Onu çok sevdiğimi, ondan çok razı olduğumu söyle, kendini üzmesin!.. Ve benim için yanaklarından öp” buyurdu!..
  15 Haziran 2003
  Din Kültürü Öğretmeni Hayrullah Sofuoğlu
  Konya

Sultanımız Var


Cihanda duyurdu gerçek tevhidi
Tevhidi söylerken kardeştir dedi
Âşıklar bunu hep dilde zikretti
Tevhidi bildiren Sultanımız var

Fizikten ötesi yoktur dediler
Dini hep maddeye te’vil ettiler
Hacerü’l Esved’te mânâ göründü
Mânâyı sezdiren Sultanımız var

Ezelde verildi Ledünni ilmi
Sülûkta kazandı o güzel hilmi
Şeyh iken Kadiri Rufailikten
Gâlibî adında Sultanımız var

Bu yolda yepyeni kitaplar yazdı
İnternete güzel bir sayfa açtı
Dünyaya kardeşlik çağrısı yaptı
Hoşgörüsü sonsuz Sultanımız var

Ezel meclisinden mestane geldik
Dünyada zerre-i damlaya erdik
Rahmet-i ilâhî bir umman imiş
Ummana götüren Sultanımız var

Kırma aşığın sakın ha! Gönlün
Allâh’ın evidir, çekersin cürmün
Cihanı gösterir işte o dürbün
Âlemi seyreden Sultanımız var

Bu âciz dervişin çoktur günahı
Pîrini görmezse çeker hep ahı
Bulamaz belki yarın sabahı
Cemal’in gösteren Sultanımız var

  Edebiyat Öğretmeni
  Engin Aksu

SÖZLÜK

Abd-i âciz: Âciz kul
Abes: Boş şey
Âfâkî: Dış âleme âit
Âgah: Bilen, haberdar
Âguş: Kucak
Âhenk: Düzen, tertip
Âhir zaman Nebîsi: Son peygamber
Ahit: Söz verme
Ahlâk: Güzel huy sahibi olmak
Ahsen-i takvim: En güzel yaratılış
Akâid: İnanç esasları
Akılcılık: Her şeyi akıl ile ölçmeye çalışmak
Akl-ı selim: Sağlam akıl sahibi
Âlem-i Lâhut: Lâhut âlemi, mânevî âlemlerden biri
Alleme’l-esmâ: Meâlî: “Ona (Âdem’e) isimleri (eşyâyı) öğretti” demektir. Fakat Hz. Âdem için “bütün isimleri, eşyânın hakîkatini bilen” anlamında kullanılan bir sıfat ve tasavvufta bir makamdır.
A’mâ: Kör
Amel-i tevhîd: Allâh’ın birliği düşünülerek yapılan davranış
Angarya: Lüzumsuz
Ârif: Allâh’ı bilen kişi
Ârifân: (Tekil: ) Allâh’ı bilen kişi, (çoğul: ) bilenler
Âşinâ: Yabancısı değil, bildik
Âsûde: Mutlu, huzurlu
Ateş-gede: Ateşe tapanların ateşe taptıkları yer

Avam: Halk tabakası
Âyine-yi nur-ı Huda: Allâh’ın nurunun aynası
Ayna-yı Rahmân: Rahmân’ın aynası
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Ebedî, sonu olmayan
Bâtıl: Gerçek olmayan
Bâtınî: Mânevî yönle ilgili
Bedevî: Medeniyetten uzak yaşayan insan
Bende: Köle
Bende-i dergâh-ı ehlullah: Allah dostlarının dergâhına hizmet eden
Benlik: Kişinin kendini düşünmesi
Beytullah: Allâh’ın evi, Kâbe
Beyyinât: Açıklamalar
Bî-harf ü savt: Harf ve ses olmaksızın
Biat etmek: Söz vererek bir kişiye bağlanmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Bî-hadd ü hesap: Hesapsızca, sınırsız
Bi-lâ-istisnâ: İstisnâsız
Binâen: Bunun üzerine
Bî-şek: Şüphesiz
Bîzar: Sıkıntılı
Bi-zâtihî: Tam kendisi
Burhan: Kesin delil, sürekli olan kerâmet
Cebriyye: İnsanın fiillerinde irâde sahibi olmadığını, herşeyin kader gereği yapıldığını iddia eden mezhep
Cefâ: Eziyet, sıkıntı
Cehrî: Açık, yüksek sesli
Celbetmek: Çekmek, cezbetmek
Cemâdat: Ağaç, taş gibi cansız varlıkların tümü
Cemî: Bütün
Cesâmet: Büyüklük, ağırlık
Cevir: Eziyet
Cihanı telakkî tarzı: Dünya görüşü
Cihanşümul: Evrensel
Cihat: Nefis ve düşmanla din uğrunda
Cıngar çıkarmak: Gürültü, kavga çıkarmak
Cüz’î hâkimiyet: Yarı hâkimiyet
Cüz’î hürriyet: Yarı bağımsızlık
Cüz’î irâde: İnsanın kendi irâdesi, fikri
Dalâlet: Düşünce ya da istek yönünden sapıklık
Darü’l-bekâ: Ebedî kalınacak yer, âhiret
Delâlet: Delil olma, işâret etme
Dem: Zaman, an
Derunî: Batınî, iç ile ilgili
Deryâ-yı vahdet: Tevhîd, Allâh’ın birliği denizi, ilmi
Din bezirgânları: Sahte dindarlar, dîni gelir kaynağı edinenler
Doktrin: Belli nizâmı olan fikir
Düstür: Prensip, kural
Ebrar: İyi kimseler
Edep: Terbiye, edebiyat
Ednâ kul: En düşük mertebedeki kişi
Ef’al: Fiilller
Eflak: Felekler, dünyalar
Ehl-i îman: Îman eden kimseler
Ehl-i İslâm: Müslümanlar
Ehl-i Kitab: Kendilerine kutsal kitap veyâ sahife indirilenler, Yahudi ve Hristiyanlar
Ehl-i mârifet: Allâh’ı bilen kimseler
Ehlullah: İbâdet ve tâatleri ile kendilerini Allâh’a yakın hisseden kimseler
Emir bi’l-ma’ruf: İyiliği emretmek
Emsal: Örnek, geçmiş nesillerin başından geçenler
Enâniyet: Kendini beğenme, bencillik
Enfusî: Kişinin iç âlemi ile ilgili
Engizisyon: Ortaçağ Avrupası’nda kilise mahkemeleri
Ervah: Ruhlar
Esrâr: Bilgi melekesi, sırlar
Evliyâ: İrşad ve velâyet makâmını hâiz kişi.
Evrad: Virdler, dervişin günlük virdi
Ezel-i ervâh: Ruhlar bedene girmeden önceki zaman
Ezkar: Zikirler, dervişin günlük dersi
Fakih: İslâm Hukukunu bilen kişi
Fâni evsaf: Gelip geçici sıfatlar
Fânîlik: Yok olmak
Fantezi: Merak, alâka
Fazilet: Erdem, üstünlük
Felekiyât: Gezegenler ilmi
Ferâgat: Fedâkarlık
Ferah: Rahat
Fer’î: Asıl olmayan, teferruatla ilgili
Fetvâ: dîni hüküm
Feyiz: İstifâde
Feylosof: Filozof, aklı ön planda tutan kişi
Feyyaz menbaa: Feyizli, bereketli kaynak
Fiilî sıfat: Fiil ile ilgili sıfat
Firâset: Bir şeyin iç yüzünü görebilme kâbiliyeti
Fısk: Yanlış iş, bozuk iş
Fitne: İmtihan, bozgunculuk
Fıtrat: Yaratılış, insanın tabîatı

  
Futur: Tereddüt
Gafil: Habersiz, cahil
Garip: Yabancı, kimsesiz
Gavsiyet: Gavslık makâmı
Gavsü’l-A’zam: En büyük yardım edici, tasavvufta en büyük makâmın sahibi, Abdülkâdir Geylânî Haz.
Gâvur: Hiçbir hak hukuk tanımayan, gaddar, vicdansız, dinsiz
Gayret: Çaba
Gayretullah: Allâh’ın emri
Gayri: Yabancı, başka
Gazab-ı ilâhî: Allâh’ın gazabı
Gılef: Kılıf
Güzellikler manzumesi: Güzelliklerden oluşmuş
Habip: Sevgili
Hafî: Sessiz, gizli
Hâfıza: Bellek, hatırlama melekesi
Hakîkat hilkati: Hakîkat âlemi
Hakîkat: Öz, kesinlik
Hakka’l-yakîn: Hak ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek,
Hâl ilmi: Yaşanarak öğrenilen ilim, tasavvuf
Halel: Sakınca
Hâlık: Yaratıcı
Hâl-i yakaza: Uyku ila uyanıklık arası
Halvet: Birlikte olmak, bir arada bulunmak
Hasebi ile: Dolayısı ile
Hasenât: İyilikler
Hasene: İyilik
Hasmâne: Düşmanca
Hâşâ: “Olmaz böyle birşey ya” anlamına bir söz
Havîtır: Kalbe gelen şeyler
Havf u recâ: Korku ve ümit
Havfullah: Allâh’tan korkmak Hayâ: Utanma duygusu
Hayal: Gerçekleşmesi mümkün olan veyâ olmayan şeyleri düşünmek
Hayvânât: Hayvanlar
Hazan: Sonbahar
Hâzık: Mesleğini iyi bilen
Levh-i mahfuz: Korunmuş kitap, her şeyin yazılı olduğu Allah katındaki kitap
Heyhât!: Boşuna!
Hidâyet ulaşmak: Doğru yolu bulmak
Hıfz: Hıfzetmek, ezmerlemek
Hikmet: Bir şeyin içyüzü, esâsı, asıl sebebi
Hikmetullah: Allâh’ın hikmetlerinden
Hilkat: Yaratılış
Hünsâ: Kadın veyâ erkek olduğu net olmayan
Hurafe: Yanlış ve asılsız inanç
Huda-yı nâbit türemek: Her yerde çoğalmak
Hükm-i İlâhî: Allâh’ın hükmü, karârı
Hüsn-i zan: Bir kişi veyâ olay hakkında iyi düşünmek
İcmâ: Bir şey üzerindeki fikir birliği
İcrâ-yı sanat: Mesleği yerine getirmek
İçtihad: dîni yorum
İfnâ olmak: Son bulmak, yok olmak
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhâta etmek: Kuşatmak, içine almak
İhfâ: Gizlemek
İhlas: Samîmiyet
İhsan: Bağış, Allâh’ı görüyormuş gibi davranmak
İhtiyar: Seçme kâbiliyeti, yaşlı
İhyâ: Yaşatma, diriltme
İhyâ omak: Dirilmek, hayata geçmek

  
İkrah: Nefret ettirmek, çirkin göstermek
İksir-i a’zam: En önemli ilaç
İktifâ: Yetinmek
İhtivâ: İçermek, kapsamak
İllet: Sebep, hastalık
İlme’l-yakîn: Bir şeyi hakkında bilgi edinmek sûretiyle bilmek
İlm-i dirâset: Okuyarak öğrenilen ilim
İlm-i Fıkıh: Fıkıh ilmi, dînin ibâdet ve muâmelat yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i Hıdr: Hızır (a.s.)’a verilen ilim, ledünnî ilim, tasavvuf
İlm-i Kelâm: Kelâm ilmi, dînin inanç esasları yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i nâfi: Faydalı ilim, kişiye dünyada ve âhirette faydası olan ilim
İlm-i Tevhîd: Allâh’ın birliği ile ilgili ilim (kelâm, akâid, tasavvuf)
İltihak: Katılmak
Îman-ı zevkî: Îmandan zevk alma derecesi
Îman etmek: İnanmak
İmtisal: Örnek almak
İnfisal: Ayrılmak, terketmek
İnsan-ı kâmil: Kâmil, örnek insan
İntisap: Bir kimseye veyâ yere bağlanmak
İnzal: İndirme
İrâde: Dileme, bir şeyi yapma isteği
İrfan: Allâh’ı bilme
İrfâniyyet: Allâh’ı bilme
İrfanlı: Bilgili, kültürlü
İrşad: Yol göstermek, rehberlik
İsmet: Günâh işlemeyen
İstidraç: Müslüman olmayanlarda görülen fizik ötesi olaylar
İstihâre: Bir şey hakkında Allâh’tan rüyâ yolu ile bilgi istemek
İstismar: Sömürmek, kötüye kullanmak
İçtihat: dîni yorum
Îtikad: İnanç
İttibâ etmek: Tâbi olmak, uymak
İzâfî: Herkese göre değişen
İzn-i İcâzet: İzin, temsil yetkisi verme
İzzet: Değer, şeref
İzzete çıkarma: Şereflendirme
İzz u şeref: İzzet, şeref, haysiyet, onur
Kâl ilmi: Söz ilmi, konuşulup da uygulanmayan ilim
Kâbil: Karşılık
Kâdiriyye: Abdülkâdir Geylânî’nin (v. 561/1166) kurmuş olduğu tarîkat
Kâfi: Yeterli
Kâfir: Örten, ekin eken çifçi, gerçeğin üzerini kapatan, gerçeği gizleyen, Allâh’ı inkâr eden
Kâfir: Birşeyin hakîkatini örten, Allâh’a inanmayan
Kâl ehli: İşin sadece konuşma yönünde kalan, özüne vâkıf olmayan kişi
Kalbe hulul etmek: Kalbe girmek, yerleşmek
Kanaat: Olanla yetinme, yeterli bulmak
Kande: Her nerede
Kâşâne: Büyük ev, konak
Katre: Damla
Kavî: Güçlü, kuvvetli
Kavl-i Mustafa: Hz. Peygamber’in sözü
Kenz-i ahfâ (mahfî): Gizli hazîne, ilâhî hazine
Kerâmet: Dindar insanlardan zuhur eden olağanüstü durumlar

  
Kesb-i azâmet etmek: Daha da artmak
Kevn-i fesat: Var olmak ve yok olmak
Kevnî hakîkat: Madde ilmî ile ilgili gerçekler
Kibir: Büyüklenme
Kimyâ: Kimyâ ilmi, maddeyi değiştirme ilmi
Kışr: Kabuk
Konak: Büyük ev
Kurb, kurbiyet: Yakınlık
Kutsî: Kutsal, mukaddes, mânevî değeri yüksek
Küllî irâde: Allâh’ın irâdesi
Küll: Bütün
Kürre: Arz, dünya, kütle
Kütüb-i Sitte: Hz. Peygamber’in sözlerini toplayan en güvenilir altı hadîs kitabı
Lânetlemek: Kötülemek
Len-terânî: Allâh’ın “Beni göremezsin” anlamında Hz. Musâ’ya hitâbı
Levh-i dil: Gönül dili
Lîk: Lâkin, fakat
Mâ-adâ: ...dan başka
Ma’bûd: Kendisine tapılan, Allah
Mahlûkât: Yaratılmış her şey
Mahrem: Yakın,
Mahrumiyet: Mahrum olma, onsuz olmak
Mahv: Yok etmek, yok olmak
Mahz-ı atâ: Mutlak bağış, gerçek bağış, bol bağış
Maiyyet: Beraberlik, beraberinde olma
Makâmât: Makamlar
Makâm-ı velâyet: Evliyâlık, mürşitlik makâmı
Maksut: Maksat, gâye
Mâ-lâ-yanî: Boş, faydasız
Mâlik olmak: Sahip olmak
Mârifet: Bilgi, Allâh’ı bilme
Mârifetullah: Allâh’ı bilme
Mâzur olmak: Özürlü olma, mâzereti olma
Meâl: Anlam
Meçhulât: Bilinmeyen şeyler
Medar: Kaynak, sebep, vesile
Mehdî: Kıyamete yakın zamanda yeryüzüne geleceğine inanılan kişi
Mihenk taşı: Ölçü olarak kabul edilen
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Mekr: Tuzak
“Men araf” sırrı: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” sırrı, bu sözün hakîkatine vâkıf olma
Menkıbe: İnsanların güzel hâtırâları
Mensuh: Hükmü lağvedilmiş, geçerliliği kalmamış
Mesmuât-ı ilâhî: Kutsal şeyler dinleme, Allah kelâmı dinleme
Mest: Sarhoş olmuş, gönlü bir şeye aşırı bağlanmış
Meşâyih: Büyük şeyh
Meşrep: Mîzâca uygun yol, tarz
Metafizik: Fizik kânunlarının dışında olan
Materyalist: Maddeyi her şeyin önünde tutan
Meth ü senâ: Methetme, övme
Meyletmek: Eğilim göstermek
Mezmum: Zemmedilmiş, yerilmiş, kötülenmiş
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Mihman: Yakın, sırdaş
Mihrab: Namaz kılarken imamın durduğu yer
Minnet: Borç, verecek
Mestan: Sarhoş
Mistik: Gizemli, tasavvuf ile ilgili
Mistisizm: Batı dillerinde tasavvuf
Mızrab: Kendisiyle sazların tellerine dokunulan âlet
Muâsır millet: Çağdaşlaşmış, uygarlığın doruğuna ulaşmış millet
  
Muvâzene: Ölçü, denge
Mübtelâ: Bağımlı, düşkün
Mücâzât: Karşılık
Mücerred: Yalın, soyut, tek başına
Muvaffak: Başarılı
Muhâl: Gerçeği olmayan
Muhkem âyet: Anlamı kesin olan, yorumla ilgisi olmayan âyet
Muhtar: Seçilmiş
Mukarrebun: Allâh’a yakınlık kazanmış cennetlik kimseler
Mukeddesât: Mukaddes, kutsal şeyler
Mükevvenât: Kâinât, yaratılmış her şey
Murdar: Pis, eti yenmeyen hayvan
Musahhar: Hizmetçi
Müsâmaha: Hoşgörü
Müsâvî: Eşit, denk
Mutasarrıf: Tasarruf eden, harcama yetkisi olan
Muteaddit: Çeşitli
Mutmain: Tatmin olmuş, kanaat getirmiş
Muttalî: İç yüzünü bilen
Müdrik: İdrak etmiş, kavramış
Müeyyide: Yaptırım gücü
Mülâki: Karşılaşmış, tanışmış
Mü’min: Allâh’a tam anlamıyla inanmış
Münezzeh: Yüce, kötü sıfatlardan uzak
Mürde: Bozuk, hasarlı
Mürşit: Rehber, yol gösteren, evliyâ
Mürşid-i kâmil: İnsanlara yol göteren tasavvuf büyüğü
Musevî: Hz. Musâ’nın şerîatine tâbi’ kimse
Müsta’celiyyet: Acele etmek
Müstakîm: Dosdoğru
Müstecâp: Karşılık gören
Müşâhede: Gözetleme, tasavvufta bir makam
Müteallık: İlgili
Mütekâmil: Daha gelişmiş
Mütenâsip: Uygun
Mütesellî olmak: Teselli olmak, avunmak
Müteşâbih âyet: Anlamı kesin olmayan, anlamını ancak ehlinin anlayacağı âyet
Müttaki: Allâh’ın emirlerini titizlikle yerine getiren kimse
Müzekkire: Hatırlatan, zikrettiren
Nâ-ehil: Ehil olmayan, işi bilmeyen
Nâçiz: Zavallı, beden bakımından yetersiz
Nâfi ilim: Faydalı ilim
Nahnü: Arapça’da “biz” demektir
Nâhoş: Hoş olmayan
Nâib: Veki, tarikatte bir görevli
Nâ-mütenâhi: Sonsuz
Nâsih: Kendinden öncekinin hükmünü kaldıran
Nazar ehli: Nazar, mânevî bakış sahipleri
Nazîr: Benzer
Nebî vârisi: Hz. Peygamber’in vârisi, gerçek âlimler
Nedîm-i İlâhî: Allah dostu, O’na yakın kişi
Nefha-i ruhü’l-kudüs: Kutsal ruhun üflemesi, nefesi
Nefsânî: Nefse bağlı, nefsin isteği
Nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis
Nehiy ani’l-münker: Kötülükten men etmek, kötülüğe engel olmak
Neşv ü nemâ: Serpilip, gelişme
Nevruz: Yılbaşı
Nizâm-ı İlâhî: İlâhî nizam, Allah kânunu
Nûr-ı Yezdân: Allâh’ın nûru
Nûr-ı Zât-ı Kibriyâ: Allâh’ın zâtının nuru, ışığı
Nutk-u ehlullah: Allah ehl-i sözleri
Nükte: Şaka, latîfe

  
Pervâz eylemek: Uçmak, kanatlanmak
Psikoloji: İnsan davranışları ve iç dünyası ile ilgilenen ilim dalı
Polat: Demir, demir gibi güçlü insan
Rahmet tecellisi: Rahmetin inmesi, tecelli etmesi
Rahmet-i İlâhî: İlâhî rahmet
Reh-nümâ: Rehber, yol gösteren
Rahvan: Atın yavaş yürüyüşü
Rakip: Kendisiyle yarışılan kişi
Ravza-i Mutahhara: Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu mekân
Rehber: Yol gösteren
Reh-nümâ: Rehber, yol gösterici
Rencîde: Kırgın
Refik: Yol arkadaşı
Revnâk: Düzen, temel
Riayetkâr: İtâat eden, uyan
Rical: Erkekler, tasavvufta ileri gelenlerden
Rindân: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünün peşine düşen, âşık
Riyâ: Gösteriş
Riyâkar: Gösteriş yapan, sâmîmiyetsiz
Riyâzî: Matematik veyâ beden eğitimi ile ilgili
Rızâ-i Bârî: Allah Rızâsı
Rububiyet: Allâh’ın her şeyin Rabbi, sahibi, terbiyecisi olması
Ruhânî: Ruh ile ilgili, mânevî
Rücu: Geri dönme
Rüsvay: Rezil, aşağılık
Rü’yet: Görme, görülme
Sadr: Göğüs, orta
Sahih îtikat: Sağlam inanç
Salât: Dua, namaz
Sâlih amel: Sağlam ve iyi yapılan iş
Salih îtikat: Doğru inanç
Sâlih kul: Dindar, güzel ahlâklı insan
Sarih: Apaçık, besbelli
Savm: Oruç
Sây-i gayret: Çalışıp, çabalama
Şahadet: Şehit olmak
Serâhaten: Açıkça
Şerh etmek: Açıklamak
Şerîat-i mutahhara: Tertemiş şerîat, İslâm şerîati, din kânunları
Seyran: Seyretme
Silsile-i merâtip: Tarîkatte Hz. Peygamber’e kadar ulaşan silsile
Smaç: Voleybolda, yükselerek el ile topa sertçe vurmak
Sîne: Göğüs
Sîret: İç yüzü
Sırr-ı ednâ: En düşük sır
Sufiye: Tasavvuf erbâbı
Sosyoloji: Toplum bilimi
Sübut: Sâbit olmak
Subûtî sıfat: Allâh’ın sıfatları
Süflî: Aşağı dereceden
Suhuf: Sahifeler, kutsal sahîfeler
Sû-i zan: Bir kişi ya da şey hakkında minfî zanda bulunmak, düşünmek
Sukut: Düşmek
Şule: Işık parçası
Suret: Dış yüz, görüntü
Sükût: Susmak
Süluk: Yola girmek, tasavvuf yoluna girmek
Sünnet: Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları
Şakî: Allâh’a inanmayan
Şefî: Şefaat eden,
Şek: Şüphe
Şer: Kötülük
Şeref-yâb olmak: Şereflenmek
Şer’î hükümler: dîni hükümler
Şerîat: Din kânunları
Şerîat-i garrâ: Parlak, aydınlık şerîat
Şerîat-i garrâ: Aydınlık şerîat, İslâm şerîati
  
Şerik: Ortak
Şeyh: Yaşlı veyâ büyük kişi, tarîkat lideri
Şiar: Özellik
Şimşir-i Huda: Hakk’ın kılıcı
Şinto dîni: Japonların dîni
Şirk: Allâh’a ortak tanımak
Taam: Yemek
Tâat: İtâat etmek, dîni emirleri yerine getirmek, ibâdet
Tahammül: Dayanmak, katlanmak
Tahayyül: Hayal etme, düşünme
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Tâlib: İstekli
Tân: Kötülemek
Tan yeli: Sabah esen rüzgâr
Tanzîm-i İlâhî: Allâh’ın düzeni
Tarîkat: Yol, Allâh’a götüren yol
Tarîk-ı müstakîm: Dosdoğru yol
Tasavvuf: Dînin mânevî yönü, rûhî tarafı
Tavaf: Kâbe’nin etrâfında dolanmak sûretiyle yapılan ibâdet
Tazarru: Yalvarma
Tebliğ: Duyurma
Tebşir: Müjdeleme
Tecelliyat: Zuhur etme, görünme
Tedrisat: Ders okuma
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefsir: Kur’ân’ın yorum ve açıklaması
Tekâmül: Gelişme
Tekeffül: Üzerine almak, kefil olma
Tekke: Eskiden sufilerin, dervişlerin, eğitim gördükleri yer
Tekvin: Yaratma
Telakki: Anlayış
Telepati: Başkası ile duysusal bağlantı kurmak
Temâşa: Seyretme
Temâyül: Meyletme
Tenezzülen zuhur: Merhametinden dolayı yapmak
Terakkî: Gelişme, ilerleme
Tertîb-i İlâhî: İlâhî tertip, düzen
Tesânüt: Birlik, uyum
Teşrî: dîni kânun koyma
Teveccüh: Yönelme
Tevekkül: Allâh’a dayanmak
Tevessül: Aracı edinmek, vesile edinmek
Tevfik sâ’ye refik olanındır: Başarı çalışanındır
Tevhîd-i ef’âl: Her olayın hakîkî fâilinin Allah olduğu şuurunda olma
Tevhîd-i sıfât: Allâh’ı sıfatlarında bir olarak bilmek
Tevhîd-i sıfât: Allâh’ı sıfatlarında bir olarak bilmek
Tevhîd-i Zât: Zât olarak Allâh’ı bir bilmek
Tevhit ehli: Gerçek dindarlar
Tiğ: Kılıç
Tiynet: Yaratılış, huy, tabîat, karakter
Tolerans: Müsâmaha, hoşgörü
Trans: Bir iş üzerinde fikri yoğunlaştırarak onu gerçekleştirmek
Turuk-ı aliyye: Yüce tarîkatler
Türbe: Dindar insanların kabirleri
Ucup: Kendini beğenme
Uhrevî: Âhiret ile ilgili
Ukbâ: Âhiret
Ulûhiyet: İlahlık
Ulvî: Yüce
Ümm-i Kitâb: Ana kitap, Kur’ân-ı Kerîm
Vâcibü’l-vücud: Var olması mecburi olan
Varak: Yaprak
Vârisü’l-enbiyâ: Peygamberlerin vârisleri, gerçek âlimler
Vârisü’n-Nebî: Hz. Peygamber’in vârisi
Vebal: Sorumluluk
Veçhile: Bu şekilde
Vehâmet: Korkunçluk
Vehim: Kötü duygu, düşünce
Velâyet makâmı: İrşâd makâmı
Velî: İbâdet ve tâat ile Allâh’ın yakınlığını kazanmış kul
Verâ: Yeme, içme, giyinme gibi hususlardaki dîni hassâsiyet
Verâset: Vâris olmak, bir kimseden sonra onun mülkünde kısmen veyâ tamâmen tasarruf sahibi olmak
Visal: Kavuşma
Vuslat: Kavuşma
Yed: El, yan, yakın.
Yed-i kudret: Kudret, kudret eli
Yezdân: Allah
Zâfiyet: Düşkünlük
Zarurî: Mecburi
Zâviye: Eskiden dervişlerin kaldıkları şehrin dışındaki yer
Zekât: Malın belli bir kısmını fakirlere vermek
Zerre: En küçük parça
Zikir: Anmak, Allâh’ı ziketmek
Zikke: Damga
Zillet: Aşağılık vesilesi
Zillete inmek: Aşağı düşmek
Zındıklığa düçar olmak: Zındık, dinsiz olmak
Zuhr-u âhir: En son öğle namazı niyetiyle “Cumâ namazım kabul olmuyorsa” şüphesiyle kılınan ve aslı olmayan uydurma namaz
Zuhur vesilesi: Görünme vesilesi, aracı
Zuhur: Görünmek, ortaya çıkmak
Zühd: Dünya malına meyil etmeme
Zü’l-cenâheyn: İki kanat sahibi, hem şerîati, hem de tasavvufu bilen
Zülf, zülüf: Saç