MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KARDEŞLİK

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

Hz. Allâh’ın Tertip, Tanzim Eyleyip Yevmi’l Kıyâme Devam Edeceği Kullarına Bildirdiği Tek Din İslâmiyet’tir.

Cümle Allah Elçileri İslâmiyet Üzere Geldiler, Din Getirmediler. Cümlesi Emr-i İlâhîyeleri Tebliğ, Asra Uyumlu Yaşadıkları

İslâm’da Şart Yoktur!
Allâh’ın Varlığına İnanan Kula, Kul;
Allâh’ın Bildirisi Müslüman Demekle Mükelleftir.
Gayrı Ölçü, Kulun İradesi Dışındadır!
Yalnız Hz. Allâh’a Mahsustur.
Nuru Muhammed-i Kıyamete Kadar Devam Edecek Rahmeti İlâhîyenin İsmidir!
Yalnız Bir Ferde, Bir Topluma Maledilemez!

Muhammedîlerde Savm, Salat, Hacc u Zekât Hazret-i Allâh’ın Müttaki, İttika Sahibi Kullarına, Mü’min Olanlara İn’âmı, İhsanı ve Sadakasıdır!
Şahadet İse îmanın Zirvesinin Kulda Zuhuru Görülen, Şahitliğidir.

Kabile İsimleri Din İsmi Değildir.
Din Terakkiye Mâni Değildir,
Din Bi-zâtihi Terakkiyattır!

Din Aklın Tanzimi Olmayıp,
Nakli İlâhîyedir. Vahy-i İlâhî’dir.

Allâh’tan Başka İlah YokturDiyen Müslümandır.
Tabi Olduğu Peygamberinin Getirdiği Şerîatına Uyumlu Yaşıyor İse Müttakidir Mü’mindir.
Sonra Gelen Şerîata tâbi Olmak Kemâlattır.

RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN ADI İLE BAŞLARIM

HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.

Kâinat ilâhî bir feyizdir!
İslâmda vahdet-i vücud budur!
Her varlık izâfi varlıktır!
Mutlak varlık değildir!
Her varlık onun varlığından ibarettir!
Aynaya vuran ışık kaynağı gibi!
Aynadaki akis mecâzîdir ve iğretidir...
Kâinatın bütün yüzleri iğretidir!
Cenab-ı Hak mutlak varlıktır!
Mâadâsı olan her şey bir görüş ve bir vehimdir!
H. Galip Hasan Kuşçuoğlu

BAŞYAZI

Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

  Kitapçığın kapağında özetini vermeye çalıştığım, Hazret-i Allâh’ın Kelâm-ı Kadîminde bildirdiği bilcümle peygamberan-ı izam ve resûl-i kirâm efendilerimize lütfedildiği gibi, âhir zaman nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’i de cümle Allah elçilerine ihsan eylediği rahmetinin zuhuruna cümlesini vesile kıldı. Tebliğ eylediği emr-i ilâhîyeyi ve dünya hayatı boyu, biz âciz kullarına örnek olan yaşantılarında olduğu gibi, ehl-i hâlinde emr-i ilâhîyeye uyumlu kıldığı irşâdına vazifeli kullarının kıyamete kadar devam eyleyeceğinden şüpheye düşmemek hâli, Hazret-i Allâh’ın lütf-ı ihsanı olan cümle güzellikler has ve hassu’l-has kullarının îmanının maddeye yansımasından gayrı bir şey değildir; gafil olunmaya!
  Sırat-ı müstakîm cümle peygamber efendilerimizin yaşantısı ve mekârim-i ahlâkın aslıdır, dışında düşünmeyesin!
  Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
“Peygamber kardeşlerim cümlesi mekârim-i ahlâk üzere geldiler. Ben tamamlayıcısıyım. “
  Biz abd-i âcizlerin anlayacağı Allah elçilerinin yaşantıları emr-i ilâhîyeye uygun, Hazret-i Allah tarafından ihsan edilen semâvî kitap-ların mânâsı ve anlamı, zamanlarına göre tanzimi ilâhî emr-i ilâhînin mutlak tefsiri değil mi?
  Kulun îmanındaki samîmiyetinin görünümü, ihtiyârı ile icra eylediği eserinin maddede zuhuru, ehlinde mevcut îmanın safiyetini veya gayrı samîmiyetinin gösterisi değil mi?
  İbadet ve taatların uygulamalarının gerçeği yansıtan kişinin samîmiyetine göre kıyamete kadar ind-i ilâhîde geçerli olduğunu beyan eden Hazret-i Allâh’dır!
  Sonraki gelen şerîatın asra uyumlu tertîb ve tanzim-i ilâhîye intibak edebildiği nisbetinde, inanması kulun sa’y-i gayretinin zuhuru ind-i ilâhîden ihsan edilen, sâlikin üzerinde görülen kemâlatının tecellisinin meyveleridir!
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kânun budur. Bizim kânunlarımızda hiç değişiklik bulamazsın.”
(İsra Sûresi, 77)
  Bu âyetin mânâsını iyi anla da, ayrıcalık yapma!
  Hazret-i Allâh’ın emirlerine aykırı ayrı, ayrı yaşantıları mı görülmüş peygamberlerimiz efendilerimizin?!
  Günâh-ı kebâir dışındaki yenilik ve güzelliklere, Allah resüllerinin muhalefet ettiği gösterilebilinir mi? Sümme hâşâ!
  Çünkü İslâmiyet, Hazret-i Allâh’ın kullarını men ettiği küfrün dışında, görünen bilcümle güzelliklerin sırrı, mânâsı ve ismidir!
  İslâmiyet, rahmet-i ilâhîyenin yed-i kudretinde olan cümle kullarına bahşedilen tek dindir!
  Günâh-ı kebâirler dışında güzellikler hikmettir; hikmet ise:

“Hikmet, mü’minin kayıp malıdır nerede bulursa alsın”

buyurmadı mı Peygamberimiz Efendimiz?!
  Bilcümle peygamber efendilerimiz Dîn-i İslâm üzre geldiler; ayrı ayrı din getirmediler… Yaşadığı zamana uygun, Hazret-i Allah katından ihsan edilen her devirde icap eden içtihadını içeren şerîatı ve tarîk-ı müstakîm üzre vazifeli kılındılar!
  Sana da daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak kitabı gönderdik. Artık aralarında Allâh’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. Her birinize bir şerîat ve bir tarik verdik. Allah dilese idi, sizleri bir tek ümmet yapardı! Fakat size verdiğinde sizi denemek için böyle yaptı. Öyle ise iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır artık size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri o haber verecektir!
  (Maide Sûresi, 48)
  Dünya ve âhiret izleyeceği, kulun ihtiyacı olan yolu gösterdiler.
  Sonraki gelen şerîatlar, evvel geleni iptal etmedi, edemez de… Hazret-i Allâh’ın lütf-ı ihsanının zaman zaman gazab-ı ilâhîye tebeddülü görülmemiştir, görülmeyecektir de! Aksini düşünmek Hâlık-ı Zülcelâl’e noksan sıfat isnad etmektir. Bu yönlü çarpık düşünceden Rabbıma sığınırım ve sığınalım!
  Sonra gelen şerîatları, zamanın içtihadına uyumlu kılmadı mı Haz-ret-i Allah!?. Kulların zamanlarını, asra uyumlu emr-i ilâhîye uygun yaşamaları için ihsan edilip, kulun mizacına uygun samimi iradesine bırakılmadı mı?.
“Evvel ihsan edilen şerîatların da Allâh’a ve emr-i ilâhîyeye uyumlu sadık kullarına duyurulmasında vazifeli kılınan Allâh’ın kulu ve resülleri olan peygamberine karşı samimi olanlar, Allâh’tan başka ilâh edinmeyenler, müttaki ve ittika sahibi mü’mindirler”
buyurmadı mı Hazret-i Allah!?
  Her şerîatın müttaki, mü’min, velisi ve Evliyâsı mevcuddur; kıyamete kadar da bu rahmet-i ilâhîye devam edecektir. Bu yönlü rahmet-i ilâhîyeyi yokmuş gibi noksan göstermeye kalkışmak, tertîb-i ilâhîye karşı tavır takınmak, kimsenin haddi değildir ve mânâyı değiştirmeye de kimsenin gücü de yoktur, hakkı da yoktur!
  İşte son ilâhî kitap Hazret-i Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Maide Sûresi 51’inci âyet-i celîlede bu hususda Allah bildirisine halen yanlış mânâ verilerek, ehl-i kitabı rahmet-i ilâhîyeden dışlayarak Hazret-i Kur’ân’a düşman eden, Ümmet-i Muhammed’i hâkir görmelerine sebeb-i zemin hazırlayan, hakîkat dışı, varlık ve enaniyet mahsulü yanlış meâl ve tefsirlerde bu türlü mânâ tahrifatını emr-i ilâhî imiş gibi gösterme cü-retinde beis göremeyenlerin, Allah tarafından ihsan edilen peygamberlerinin getirdiği şerîatını yaşayan ehl-i kitabı ruhen rencide ettiği gibi ümmet-i Muhammed’e de ve Hazret-i Kur’ân’a düşman eylediği bir gerçek değil mi!
  Hz. Allâh’a inanan ehl-i kitaba ilâhî bildirinin hilâfına gâvur, kâfir, gayr-i müslim diye hakaretamiz itham ettiğimiz hâlâ yetmedi mi, el insaf!
  Bu âyet-i celîleyi ehl-i mutasavvıfînin anladığı mânâ:
  Ey îman edenler! Yahudi ve Hıristiyanların evliyâlarını evliyâ edinmeyin! Onlar kendilerinin evliyâsıdır. (Sonra gelen şerîatı kabul ettikten sonra, evvelki şerîattaki evliyâlar senin şerîatından lüt-fedilen Evliyâ değildir. Sana lütfedilen şerîatını gününe yansıtan ve emr-i ilâhîye uyumlu Evliyâna tâbi ol. Geri döndüğünüz zaman evvelki şerîata dönüşünle sonra gelen şerîata biatınla ind-i ilâhîyede nefsine zulüm etmiş olursunuz.) Allah zalımlar toplumuna yol göstermez.”
  (Maide Sûresi, 51)
  İşte bu abd-i âcizin, anladığım mânâ… İşte Evliyâyı kabul etmeyip, Evliyânın yerine mânâ ile ilgisi olmayan, “dost” kelâmı ile değişiklik yaparsan âyetin mânâsını doğru yansıtamadığın gibi, Hazret-i Kur’ân’ın mânâsına ters düştüğünü bilesin!
  Hazret-i Allâh’ın ehl-i kitabı Hazret-i Kur’ân’da rahmeti ile ihyâ ettiğinin aksini, ne ile izah edeceksin?
  Hâlâ, Allâh’a îman eden ehl-i kitaba “gayr-i müslim”, “kâfir”, “gâvur” demekte ısrar edecek misin? Daha ne kadar çarpık fikir devam edecek, insaf et!
  Âhir zaman ümmetine bahşedilen Şerîat-i Muhammediyye’yi korumak kasdi ile üstünlük kompleksine kapılıp ne hâle getirdin Dîn-i İslâm’ı?!
  Görmezlikten gelerek inkâr edemezsin!
  Benî âdemin ilmi, gücü yeterli olmasa da gayr-i ihtiyârî toplumların güzelliklere doğru akın akın gittiklerini göremiyor musun?
  Hazret-i Allah açık bildirdiği hâlde, günâh-ı kebâir dışında güzelliklerin

“İslâmiyet”

olduğunu ne zaman anlayacak ve anlatacaksın!
  O güzelliklerin yalnız isimlerini telaffuz etmek yetmiyor; yaşamak lâzım! Şerîatlar ve mezhep, meşrep esasda değil, değişik mizaçlara göre teferruatta tâbi olduğu imamlarının Kitab ve Sünnete aykırı olmayan içtihatları değil mi?. Dîn-i İslâm’a ve Şerîat-i Muhammediyye’ye ters düşen icraatları bir an evvel nefsin ve nefis için var olan ilâhî kaynaktan nasibini alamamış aklın etkisinden kurtarıp Hazret-i Allâh’ın verâset yolu ile ihsan eylediği emr-i ilâhîlere yönelme zamanı geldi, hatta geçiyor. Dikkat et! Zamanını geçirme. Zaman cümle kullar için büyük rahmettir!
  Zamanı geçirir isek telafisi mümkün olmayabilir. Hazret-i Kur’ân’ı esas alarak vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîyi, Allâh’ın bildirdiği veçhile kabul ederek, ehl-i aşkın ve melâikenin mânevî gıdası olan zikrullahın aleyhinde bulunmayıp, zikredenlere sıcak bakmayı bilerek, ehlinin denetimi altında, mânâ sahtekârlarına Dîn-i İslâm’ı, Şerîat-i Muhammediyye’yi tahrif ettirmeden, hurafesiz, bid’atsız yaşamaya, ne zaman sırat-ı müstakîm yolunu göstereceksin. “Lâ ilâhe illallah” diyen her kula “müslüman” diyebilmek ve kardeş kardeş yaşayabilmek… Allâh’ın elçilerini birini diğerinden üstün görmeyip hurafeden gayrı izahı olamayan gülünç iddialara kalkışarak, hemcinsine karşı düşmanlığı artırmanın zararlarını, dün taşımış gibi görünsek de, bugün hiç taşıyamıyoruz ve ağırlığını kaldıramıyoruz. Yetsin artık!
   “Şerîat-i Muhammediyye’ye tâbi oluyorum” kıvancı ve safiyeti ile bizi örnek alıp izleyen toplumları da “akılcı din” felsefesine itekledik; nefsî hazlarının esiri, beş duyudan öteye gidemeyen, hakîkat yok-sunları kıldık. En son lütfu ilâhî olan şerîat-i garrâyı mânâdan soyutladık. Yaşamak için, dünya ilmini tahsil eden ezel-i ervâh yoksunlarını da rahmet-i ilâhîyeden nasibli kılacakken, daima gazab-ı ilâhîyi göstere göstere şerîat-i garrâyı yaşantılarından çıkarmalarına sebep olduk. Kıyamete kadar beşerin mânevî yaşantısına cevap verecek rahmet-i ilâhîyenin en son rahmet vesilesi, âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’den biz âcizlere bahşedilen, “şerîat” ismiyle lütfedilen şer’î şerîfi

“arısı kaybolmuş kovan”

misali, mânâsız, boş bıraktık. İnanıyorum ki, zatını da tatmin etmeyen, itminan-i kalbden yoksun bu görüntü sizleri de rahatsız ediyor!
  Kasdin İslâm’a hizmet ise, şüphem yok, lütfen bu teraziyi kullan!
  O zaman Allah aşkının yabancısı olamazsın!
  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.”
  (Yusuf Sûresi, 105),
  “Onların çoğu ancak ortak koşarak Allâh’a îman ederler!”
  (Yusuf Sûresi, 106),
  buyuruyor Hazret-i Allah (c.c.). Kadrini bil! Âdemlikten terakki ederek, insan olmaya namzetsin. Müsait yaratıldın. Başka yaratığa verilmeyen, rahmet-i ilâhî olan imkân ve meziyet bilâ-istisna benî âdeme verildi. Dikkat et. Ömür sermayeni boşa harcama. “Hayvaniyet” sıfatı ile huzur-u ilâhîye gitme. Cennet-i âlâ hergele meydanı değil!
  Âdemlikten insanlığa dönüşen kâmil insanların yurdu olduğunu hatırdan çıkarma!
  Cümle peygamber efendilerimizi istisnai yarattı Hazret-i Allah, günâh işlemeyecek durumda. Cümlesi masumdurlar. Buna rağmen bizler gibi beşerdirler. Peygamber efendilerimiz ilâh değillerdir! Allâh’ın elçileridirler. Onlar da Allâh’ın kuludur.
  Son peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.t.a.v.):

“Ben de sizler gibi beşerim; yanılabilir, unutabilirim!”

buyurmadılar mı?!
  Sarih ve açık görünen ve ehlinin yaşantısında lütfedilen rahmet-i ilâhîyenin bariz zuhuru ve tecellisisini Rabbının lütf-ı nisbetinde benî âdemin müşâhedesi ile rahmeti ve merhamet-i ilâhînin ehlinde zuhurunu görmemezlikten gelerek, metafiziğin zuhuratının inkârına nasıl cüret edebiliyorsun?
  Nefsî haz ve akıldan ötede yol aramaya ihtiyaç duymayan, emr-i ilâhîleri Hazret-i Allâh’ın beyanına, Resûl’ünün tebliğine uymayan, âciz beşer ölçülerini rahmet-i ilâhîlerin üzerinde gösterme gafletine kapılanlar, nefsî duygu ve aklın ötesinde zuhur eden gerçeklere gözle-rini kapayanlar, maddeden ötedeki mânâ yolunu görememelerinden, göremeyince de samimi yaşamaları mümkün olmayan Hazret-i Allâh’ın elçisi vasıtası ile tebliğ buyurduğu maddî ve mânevî hayrımıza sunulan rahmet-i ilâhîyi mânâya kör bakanların çarpık fikirlerinin mahsulü, bizden evvelki kavimlerin düştüğü hataya bizler de cehlimizden düştük!
  Nefsin hazzından öteye yol kabul etmeyen, aklın ötesinde zuhuru görülen mânevî yolun garibi, beş duyunun mahkûmu, emr-i ilâhîyeye ve hayat-ı peygamberiyeye ters düşen yollara sapanların önündeki uçurumu görmesi mümkün değil! Hazret-i Allah normal görüşü âdem-likten insan olmayı başarmış mü’min ve müttaki kullarına lütfetmiştir.
  Bu lütf-ı ilâhî bir topluma değil, cümle kullarına ihsan edilmiştir! Âdem safiyyullah’tan kıyamete kadar gelmiş, geçmiş, gelecek olanların cümlesi Hazret-i Allâh’ı bir bilip, peygamberinin getirdiği şerîatına tâbi olan bahtiyarlar ehl-i îmandır, mü’mindir. Yalnız Allâh’ı biliyor, îmanla şerefyab olmadı ise kul ölçüsüne göre müslümandır. Hazret-i Allâh’ın bildirisi budur. İşte Hazret-i Kur’ân’daki tefsire muhtaç olmayan âyet-i celîle:

“Bedevîler dediler ki: “Îman ettik.” Deki: “Siz îman etmediniz, amma “müslüman olduk” deyin. Îman henüz kalblerinize yerleşmedi. Şâyet Allâh’a ve peygamberine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah çok esirgeyen çok bağışlayandır.”

  (Hucurat Sûresi, 14)
  Hazret-i Allâh’a Dîn-i İslâm’ı öğretmeye kalkacak kadar, hakîkat gafiline yaraşan bir fanatizmin peşinde koşan, “ideolojik İslâm” savu-nucularının artık akıllarını iyi kullanmaları gereklidir!
  Zaman duygusallık ve akılsızlık değil; sabır ve idrak za-manıdır!
  “Bana yönelenlerin yoluna uy.”
   (Lokman Sûresi, 15)
  Maalesef çoklarımız uyamadık! Hazret-i Allâh’a olan inancımızı zayıflattık. Allâh’ın kulu, beşer olan Allah elçilerini ilâhlaştırıp, tarih boyu yarıştıra geldik ve hâlâ ilâhlaştırmakta yarışı bırakmadık. Samîmiyetle gerçeğe îman edip, ehl-i hakîkatı, yaşamaya özen gösteren hâl ehlini, ehl-i zikri dışladık.
  Ehl-i hakîkatın gayesi, muradı ileri gitmekti. Amma biz onları ge-ricilikle itham ettik ve hakîkatten dışarı mânevî ideallerini çürütmeye çalıştık. Mânevîyatı istismar için pusuda bekliyen çıkarcılara meydanı boş bıraktık. O ilim ve irfanîyet yoksunlarını bilgisizce alkışladık. Bilmeden, gafletle, ekmeklerine tereyağı sürdük!
  İslâmiyet doktrindir. “Hazret-i Allah vardır” diyen müslü-mandır!
  Kureyşi lisânına göre Lâ ilâhe illallah’dır.
  Yukarıda belirttiğim Hucurat Sûresi 14’üncü âyetten daha açık, bu gerçeğe karşı âyet mi arıyorsun?! El-insaf!
  “Allah uğrunda ona yaraşacak şekilde cihat edin. Sizi o seçti. Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Babanız İbrahim’in dîninde (olduğu gibi) peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için o gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse (Kur’ân’da) size “müslümanlar” adını verdi! Öyle ise namazı kılın, zekâtı verin ve Allâh’ın ipine sarılın. Ne güzel mevladır O ve ne güzel vekildir.”
  (Hac Sûresi, 78)

“İslâm’ın Beş Şartı” Diye Emr-i İlâhî Yoktur!

  Böyle bir emr-i ilâhî var mı? Bulamadın. Bulamazsın. İnsaf et de,

“ibadet ve taata teşvik ediyorum”

nefsinin zevki ve zannı ile Hz. Allâh’ın ittika sahibi, müttaki, mü’min kullarına samimi inançlarından, ihsan eylediği mükâfat-ı ilâhîyeyi, seni dinleyen kulun âczini fırsat bilerek, îmanın kemâlatının ödülü olan, ehline malûm ibadet ve taatın mânevî kazancının hazzını ve değerini hiçe sayarak, gerçeklerden habersiz, rahmet-i ilâhîyyeden habersiz, Hz. Allâh’ın varlığından, varlığı ile zuhur eden güzelliklerden yeterli malûmatı olmayan, yalnızca Allâh’ın varlığını kabul etmiş, ilâhî bildiriye göre kul ölçüsü “Müslüman” olduğu ind-i ilâhîde kabul edilen kul!
  Îman yönünde henüz yeterli bilgiye sahip olamayan benî âdemin samîmiyetle icra eylediği icraatının sonsuz rahmet deryasına girmesine vesile olduğu gibi müttaki kullarına emr-i ilâhîdir de; namaz, ramazan orucu, hac etmek emr-i ilâhîye göre zekâtı vermenin kulun kulluk borcu, tertîb-i ilâhîye, ictihâdî zamana uyumlu yaşayan ittika sahibi kulların îman, samîmiyet ve ihlaslarının İslâm’ın şartı değil, Hz. Allâh’ın kuluna ihsan eylediği mü’min kuluna elzem rahmet meyvele-ridir!
  Nefsi ölçüler ile ölçülemeyen mânâ, müttaki kullarına ihsan edilen emr-i ilâhîleri ayrı ayrı her birisinin rahmet deryasından sadık kul na-sibini almak için vesile giriş kapıları olarak ihsan edildiğini nereden bilecek!?..
  Mânâ yoksunu bilge(!) kişinin teşvik zannı ile saptırdığı rahmet suyunu mecrasının varacağı yeri bilen var mı?
  Yeryüzünde, Hazret-i Allâh’a inanan kullarını âhir zaman ümmeti ve dolayısı ile Hazret-i Muhammed’e düşman eylemedik mi?
  Gene “teşvik ediyorum” yersiz zevkin hazzı ile âhir zaman ümme-ti Ümmet-i Muhammed’i diğer ümmetlere düşman eylemedik mi?!
   “İlim” diye verdiğin, şartlara uymayanlara yukarıda da belirttiğim gibi “gâvur, kâfir, gayr-i müslim” diye diye geldik bugüne!
  Emr-i ilâhîye ve zamanın icap eden ahvaline uyum sağlayamayan, emr-i ilâhîye de ters düşen bu tabloyu gücün varsa hemen düzelt! Zira huzur-u ilâhîde Hz. Allâh’a hesap veremeyeceğin gibi kullarından da kaçacak yer bulamayacaksın!
  Bugün hâlâ bu asra uymayan ilminin üzerinde ısrar ediyor isen işin Allâh’a kalmış!
  Lütfen, merhamet et hemcinsine, dolayısı ile nefsine! Şahit mi ge-rekli? Kâfir icadı diye evine koymadığın televizyon ve gazete günlük yayınlara kafanın içini ve dışını iyi çevir de bak: Haklı olduğun mela-nette yok değil; kaçma, onsuz dünya bulamazsın, şeytanını Müslüman etmeye çalış!
  Peygamberimiz Efendimiz’e sordular: “Senin de şeytanın var mı, ya Resûllullah? Buyurdular ki: Benim de şeytanım var, ama ben şeytanımı müslüman ettim.”
  Şeytan Müslüman olamayacağına binâen, sen bu rumuzu iyi anla da ihtiyârının dışında zuhur eden şerleri ihsan edilen ihtiyârınla hayra tebdil etmeye çalış!
  Kurtuluş kaçmakta değil! Kişinin zararına olan zuhuratı güzelleş-tirerek hayra vesile kıl!
  Teknolojisiz, fiziki zuhuratsız yeryüzü sakın düşünmeyesin. Tertîb-i ilâhî olan düzene günâh-ı kebâire dışında güzelliklere uyum sağlamaya çalış. Aksine kalkışır isen şu koca dünyada barınacak yer de bulamazsın!
  Dünyada kulun yaşantısı ne hâle geldi, şahide ve izaha gerek var mı?!
  Çarpık düşüncelerin ve geçersiz icraatında ısrar etme. Hemcinsine acımıyor isen nefsine insaf et!
  Hz. Ku’ran-ı Azimü’ş-Şan’ı lütfen anlayarak oku!
  Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap müttakiler için bir hidâyet kaynağı ve yol göstericidir.”
  (Bakara Sûresi, 2)
   “Müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar kendilerine verdi-ğimiz mallardan muhtaçlara yardım ederler.”
  (Bakara Sûresi, 3)
   “Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler.”
  (Bakara Sûresi, 4)
  “Onlar Rabbilerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.”
  (Bakara Sûresi, 5)
  İşte Hazret-i Kur’ân’ın baş sahifesinde Cenab-ı Hakk’ın buyruğu-nun anlamını, belki bildiği hâlde, ben biliyorum taşkınlığının hazzı olsa gerek, teşvik kasdı ile îman kalbine yerleşmemiş; yalnız, İslâm’ı kabul etmiş kişiye “İslâm’ın şartı” diye, ittika sahibi, müttaki kullarının emr-i ilâhîye uygun ibadet ve taatlarını, henüz Allâh’ın varlığını yeni kabul etmiş âdeme, Hazret-i Allâh’ın emrine sadakatle uymasını, îmanın şartlarını, hele kelime-i şahadet ki îmanın zirvesini nasıl yakıştırıp henüz îman kalbine yerleşmedi buyurulan benî âdemi îmanın zirvesi ile yükümlü kılıyorsun?
  İşte senin İslâm’a uygun göremediğin Hazret-i Allâh’ın Müslüman buyurduğu toplumların tepkisini milletce kaldıramaz hâle geldik. Lütfen bundan sonra dikkat edelim olmaz mı?
  “Bedevîler: inandık, dediler. De ki: siz îman etmediniz, amma islâm olduk, deyin. Henüz îman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
  (Hucurat Sûresi, 14)
  Hazret-i Allâh’ın bildirdiği âhir zaman Peygamberi Hz. Muham-med Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in tebliğ eylediği gibi İslâm’ı izah edelim lütfen!
  Sakın ha! Bu yazdığım gerçeklerden vatan kurtaran kahramanları taan ediyor zannetme. Maalesef, bu yönlü düşüncelere yersiz ilmin, çarpık tedrisatınla bu yönlü yanlışlığa sen çok müsaitsin! O acıyı, mil-letçe perişan olduğumuz günleri yaşamadın ise yaşıyanlara sor ve öğ-ren. Gene tatmin olmadınsa o günleri anlayarak araştır ve oku. Varsa, elini vicdanına koy, insafla düşün!
  “Seher zevkin ne bilsin, püstecani müsteri kalpler,
Füyüzat-ı sabahı hastayı hicran olandan sor!”
  Sabahın feyzini nereden bilecek güneşin doğuşunu dahi hayatında göremeyenler? Iztırapla gecesini geçiren sabahın fecri ile ferahlık bulan, hicran çeken hastadan sor sabahın feyzini!
  Hazret-i Allah bu vatanın kurtuluşunda emeği geçenlerden razı olsun! Âhirete irtihâl edenlerin makamlarını cennet eylesin âmin!
  Hazret-i Allâh’ın, vatanın kurtulması, hurafe ve bid’atların Dîn-i İslâm’a tasallutunun temizlenmesi, çok geri kalmış milletimizi muâsır milletler seviyesine çıkarması için vazifelenmiş, gaye sahiblerini tanı. Her sahada ilerlemiş milletlere bugün “biz de varız” diyebiliyor isek o kahramanların eserleri olduğunu gör ve bil. Nankör olma!
  >er ne kılmışsa adâlettir, Cenâb-ı Kibriyâ;
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.
  Mustafa Kemal Atatürk’e “kâfirdi” demekle gayretullaha dokun-duğunun farkında mısın?! Değil isen bir gün gelir Rabbımın lütfu ile hayrını şerrini bilirsin, inşallah.
  Vatanın kahraman evladı. İlâhî vazifeli. Büyük insan… Allâh’ını bilen, gerçek müslümandı.
  Islaha vazifeli idi; şahidim.
  Senin bu tavrını fazla garipseyemiyorum. Çünkü sen dünyadaki bütün Allâh’a inanan insanlara çarpık bilginle “gayr-i müslim, kâfir, gâvur” dedin. Hâlâ diyorsun. Neye istinaden söylüyorsun? Ölçün ilâhî değil… Bilgisiz nefsinin eseri!
  Hucurat Sûresi ondördüncü âyetindeki Allah bildirisine ters düşüyorsun. Bunları anlatmaya çalışacağım. Dinle!
  Hazret-i Kur’ân’a hayran, Peygamber Efendimiz’in tebliğ ettiği emr-i ilâhîlere hürmetkârdı Mustafa Kemal Atatürk. Yeri geldikce muteber kaynaklardan aktarmaya çalışacağım.
  Cümle kullarını rahmeti ile yaratan, rahmeti ile ihyâ olmanın sebeplerini nâ-mütenahi halkedip, kullarının îmanlarının rahmeti ile bezediği, dışta görülen, samimi zuhuru ile başta benî âdem ve cümle yaratılanlara merhamet, kardeşlik, hoşgörü Hazret-i Allâh’a yakınlığı mü’min kulunun dünya hayatında bariz görürsün.
  Görülüyor ise, Yaratıcını düşünebiliyor ve hissedebiliyor isen, kânun-u ilâhîyeye göre

“müslümansın! Mü’min ve müttaki ve insan olmaya namzetsin”

  

“Lâ ilâhe illallah”

diyen kişi hiç bir şarta tâbi olmadan emr-i ilâhîyeye göre

“müslümandır”

kardeşindir!
  Hazret-i Allah’ın bildirisi, Peygamberimiz Efendimiz’in tebliği budur! Lütfen, bu gerçeği öğren. Bilemiyorsan bir bilenden sor!
  1) İslâmiyet doktrindir. Cümle peygamber efendilerimiz İslâmi-yet üzere geldiler, din değil şerîat getirdiler, lügat mânâsı bir olan, eşi, şerîki, nazîri olmayan Allâh’ın irâdesine bağlanmaktır.
  İslâmiyetin kelime olarak ifadesi “Lâ ilâhe illallah “tır. Yani, “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” diyen kişi, beşerin başka ölçüsü yok Allâh’a inanan kul müslümandır!
  Anlamını yaşıyorsa, ölçü Allâh’a mahsus olup, mü’mindir. “Size din olarak İslâm’ı seçtim, dîninizi tamamladım” tebliği umûmîdir. Cümle peygamber efendilerimizin getirdiği şerîatlerinin anlamını kap-sar; mânâ itibarı ile kelâm İslâmiyet’tir!
  Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye, din olarak Nuh’a tavsiye ettiğimizi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi, sizin için hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam Allâh’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”
  (Şûrâ Sûresi, 13)
  2) Sonra gelen semâvî din, evvel gelen dîni iptal etmez. Edemez de! Semâvî din bir tânedir. Şerîatler kulların tekâmülüne göre ihsan edilmiştir. Gerçek budur!
  Hazret-i Allâh’ın, Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki beyânı budur. Bunun dışındaki düşünceler îmanla bağdaşmadığı gibi, toplumlar arası düş-manlıktan başka bir şey getiremez; örneğin getirmedi de! Toplumlar arası dinde düşmanlık bu çarpık bilgiden gelmiştir. Çarpık bilginin Hıristiyan âlemini engizisyona sürükleyen ve haçlı seferlerinin çıkmasına sebep olan, sonraki gelen Allah elçilerini kabul edememek-ten doğmuştur! Hakîkatlerin zâhirde görüldüğü şer’î hükümler, insanların kemâlâtına göre tanzim edilmiştir. Allâh’ın elçileri vâsıtasıyla tebliğ edile gelmiştir. Elçiliklerinde ayrılık yoktur. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da:

“Evvelki gelenleri tasdik, sonraki gelecekleri de müjdeleyici olarak gönderdik”

buyurdu, Hazret-i Allah! Öyle ise toplumlar arası bu düşmanlık ve ayrılık niye?
   3)

Nûr-ı Muhammedî

; Âdem safiyullah’tan, kıyamete kadar geçerli olan, Allâh’ın elçileri vasıtası ile cümle Allah kullarına bahşedilen rahmet-i ilâhînin ismidir. “Lev-lâke lev-lâk, le-mâ-hâlâktü’l-eflâk”

(Sen olmasa idin, Habîbim, eflâkı yaratmazdım)

hitâbı tek şâhısa değil umumidir. Yaratılışın sırrı

Nûr-ı Muhammedî

olup, peygamber efendilemizde zuhur ettiği gibi, vârislerinde, evliyâullahda, velîlerde ve mü’minlerde zuhur eden rahmet-i ilâhînin özel ismidir. İsm-i mef’ul olup, övülmeye lâyık birçok güzel hasletlere sahip olan ism-i hastır.
  

“Nûr-ı Muhammedî”

kıyamete kadar da devam edecektir. Aksini düşünmek Allâh’ın adâletine ters düştüğü gibi, peygamber efendile-rimizin ümmetleri arasında yakınlığa halel getirildiğini telafisi mümkün olmayan düşmanlığa dönüştüğünü emr-i ilâhîyeye uygun gözle bakar isek görmemiz mümkün!
  Bu rahmet-i ilâhînin âhir zaman nebîsi Peygamberimiz Efendi-miz’de zuhuru görüldüğü gibi, bilcümle peygamber efendilerimizde de zuhuru görülen rahmet-i ilâhîyenin mevcudiyeti de Nuru Muham-medi’dir! Kıyamete kadar devam edecektir inşallah! Hiç şüphe olun-maya. Rahmet-i ilâhî mevzi değil, küllîdir. Her kulunu ihata etmiştir. Adil-i mutlak yalnız Hazret-i Allâh’dır...
  4)

“Lâ ilâhe illallah” (Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır)

diyen kişi hangi lisânen olursa olsun, aynı mânâyı söylüyorsa beşer olarak emr-i ilâhîye göre senin âciz ölçünle değil o kula “Müslümansın” demekle yükümlüsün başka ölçün yok, kardeşimizdir. “kanı, katli haramdır” buyurdu Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz.
  Ve yine şöyle buyurdu: “Gaza meydanlarında ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar mütecavizlerle cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allâh’a âittir.”
  Bu gerçekler böyle anlatılmadıkça, Allâh’a inanan insanların, hemcinsine karşı husumetleri devam ettiği gibi, yanlış din bilgilerinin neticesi düşmanlığa dönüşecektir. Şüphen olmasın. Tarih boyu böyle olmadı mı? Hakîkate dönelim. Esasları tahrif ederek bir yere vara-mayız! Îmanın altı şartı olan âmentü’nün de anlamı ile telaffuzu ilân edilmiştir.
  Cemaatler tarafından Hazret-i Allâh’ın bildirisine uyulmasa da, gerçek budur; sebep ne olur ise olsun. İslâm’a girişle ilgisi olmayan beş şartın, anlamı yeteri kadar izah edilemedi ise zamana göre emr-i ilâhînin gerçeğini müdrik ve uygun düşünen toplumları Hazret-i Allâh’ın emrine muhalefet ettiği gibi, inananlar arasında da ayrılığa sebep olmakla yetinmediği gibi, Ehl-i Kitâb nefsinin, sesinin mahkûmu olarak toplumlar âhir zaman ümmetini hatta ümmet-i Muhammed’in bilgisizce hakîkat dışı horlanmasına, dışlanmasına sebep olunmuştur!
  Nasıl mı? Hâlâ demiyor muyuz, “namaz kılmıyor ise, oruç tutmu-yor, hacca gitmemiş ise, şahadet getirmiyor ise kâfir, gâvur, gayr-i müslim!”
  Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki bildirilerini dinle:
   “İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir? dedi. Havariler: biz Allah yolunun yardımcılarıyız. Allâh’a inandık. Şahit ol ki bizler müslümanlarız, cevabını verdiler!”
  (Al-i İmran Sûresi, 52)
  “İbrahim ne yahudi, ne de hırıstiyan idi. Fakat o, Allâh’ı bir tanıyan, dosdoğru bir müslüman idi! Müşriklerden de değildi.”
  (Al-i İmran Sûresi, 67)
  İyi anla ki İslâmiyet hiç bir toplumun ve herhangi bir ümmetin te-kelinde değildir umuma şamildir Hz. Allah’a inanan herkes müslümandır. Peygamber Efendimiz’in de bildirisi aynı değil mi:

“Atam İbrahim’in dîni üzere geldim”

buyurmadı mı?
  Ümmetler arasındaki ayrılık ve yakınlarımızda görülegelen din yaşantısında biri diğerine karşı ilim ve fikir zıddiyetleri bu aksaklıktan geliyor. Amma İslâm olmak için gerekmiyen beş şart yerinde izah edilmediğinden dışta ve içte kullar arasında ister istemez düşmanlık ve husumete sebep olunmuştur!
  Savm, salat, hac, zekât, kelime-i şahadet Hazret-i Allâh’ın mü’min kullarına, müttaki ve derviş kullarına lütfeylediği emr-i ilâhîdir.
  Gerçek vazifeli mutasavvıfîn, bu yeri ters gösterilen rahmet-i ilâhîyelerin icraatını kabul etmiyor ise, o kişinin biatı alınamaz emr-i ilâhî bu veçhiledir. Îmanlı kullarına bahşettiği en büyük rahmet-i ilâhîyedir. îmanın küll olarak üzerinde ibadet ve taat emr-i ilâhîye uy-gun, maddesinde ve mânâsında, ömür boyu hayatında, illâ icraatında müşâhede edilmesi mümkündür!
  “Ey peygamber! İnanmış kadınlar, Allâh’a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öl-dürmemek, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getir-memek, iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allâh’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir!”
  (Mümtehine Sûresi, 12
  Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarını affetmek için bahaneler halketmiştir.

HİTAP

Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

  “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâh-ları bağışlar. Şüphesiz ki; O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
  (Zümer Sûresi, 53)
  Allâh’ın rahmetine en büyük vesile dünyadır. “Biz semaya ve arza nice nice âyetler indirdik” hükm-i ilâhîsini iyi anla, okumaya çalış. Yoksa enaniyet ve bencillikten kurtulamadığın gibi kardeşlik, hoşgörü kelime oyunlarından öteye götüremezsin, hakîkatte de gülünç olursun!
  Hazret-i Kur’ân da bunu ihtivâ ediyor. Gerek semada ve arzdaki, gerekse yaşantımızdaki âyetleri görüp okuyabilen, istisnai kullarda Allâh’ın rahmet sıfatının zuhûru zamanımızda azda olsa müşâhede edilir!
  Onun merhameti ve rahmet-i ilâhîsi dışında güzellik, hoşgörü, ilâhî sevgi, hüsnü ahlâk ve kardeşliği görmek mümkün değildir! Görülse de fer’idir, uzun sürmez.
  Mânevîyattan ilâhî nasip alamayanların çok geçmeden her hâlinde hayvani tıynetinin sabit kaldığı görülür!
  Avam o hâlini gizliyorum zanneder, toplumları yanıltır. Amma, mânâ ehlinden gizleyemez. Çünkü dünya hayatında “Settârü’l-uyûb” ayıplar örtüsü kaldırılmış.
  Takke düştü keli göründü! Hazret-i Peygamber’in mü’min, mütta-ki, ittika sahiblerinden övgü ile “Onlar Allâh’ın nuru ile bakar” uyarısı-nı unutma.
  Bil ki, rahmet-i ilâhînin zuhuratının zevkini alarak yaşayan kişi, Hazret-i Allâh’ı bildiğini lisânen söyleyen kimseye “gayr-i müslim, ‘kâfir, gâvur” diyemez. İnsanlığa yaraşmayan bir durum gördüğü za-man ilmî nispetinde kulları uyarır.
  Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
  “Hemcinsine ve topluma zarar verecek bir hâl gördüğünde, onu izale için elinle müdahale et!
  Elinle yapamıyorsan dilinle müdahale et!
  Onu da yapamıyorsan kalbinle buğzet!
  Sakın dördüncüden olmayasın!”
  Dördüncü “nemelazımcılık”tır. Nemelâzımcılarda âmentü¬nün 6 şartını mânâ olarak bulamazsın. Telaffuzu varsa dahi fer’idir; mânâsı dıştan içe hulul edemez!
  Allâh’ın kânunları günâh-ı kebâire dışında hiçbir zaman medeniye-te, teknolojiye, hele insan haklarına karşı değildir! Çünkü en güzel şey-ler Allâh’ın lütfu ihsanı, rahmetinin özüdür.
  Tertîb ve tanzimi için kullarını yükümlü kılmış ve bu yönlü kulunu güzelim icraata muktedir yaratmış. Herşeyi halkeden Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’dir. Hâlık Hazret-i Allâh’tır (c.c.).

“EVLİY” MÂNÂSINI TAHRİF


  Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın mânâsını bilerek, velev ki bilemeyerek bazı âyetlerinin madde ve mânâsının tahrif edildiği bir gerçeğini daha be-lirtmek isteğinin sıkletini taşıyorum!
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın çok yerlerinde vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî olan kuluna Hz. Allah c.c. “Evliyâ” ismini verdiği hâlde, benzeri ve ilâhî bir anlamı olmayan, her sıfata lâyık görülüp, yakınlık mânâsında hayvanlar için de kullanılan “dost “kelâmını Hazret-i Allâh’ın ezel-i ervâhta tertîbi ve tanzimi olan evliyâsının yerine nasıl lâyık gördün?
  Allâh’ın, o kişi dostu da, diğer cümle kulları Hazret-i Allâh’ın düşmanları mı?
  Bilerek yapmadınsa Allah affetsin. Şunu bilesin ki: tanzim ve tertîb-i ilâhîye sebep olduğun tahrifatın hesabı sorulmaz mı zannedi-yorsun?!
  Hazret-i Allah Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bu gerçeği bildirmedi mi:
  “Dikkat et! Evliyâma korku yoktur; onlar üzülmiyecektir de. Onlar îman edip, takvâya erenlerdir.”
   (Yûnus Sûresi, 62-63)
  Kudsi hadis-i şerîfte buyurdu ki: “Evliyâma eza edene harp ilân ederim.”
  Hazret-i Allâh’ın harbi nasıl olur? Ben bilemiyorum. Sen biliyorsan söyle!
  Gazab-ı ilâhîyeden tek sığınma mercimiz Rabbıma sığınırız!
  Peygamber efendilerimiz vazifelerini bitirip âhirete yürüdükleri zaman yerine vekil verilmeyip mânânın yani ihsan edilen şerîatın sahibsiz kaldığını mı anlatmak istiyorsun beşer bu noksanlığı yapmaz.
  Hz. Allah bu noksanlığı bilemedi mi demek istiyorsun?
  İyi anladığın gibi kulağına küpe yap da bu gerçeği bilemediğin mânevî vazifesinin sıkletini taşıyan bu abd-i âcizden dinle!
  Hz. Allah hiçbir zaman yeryüzünü rahmet-i ilâhî olan kulun hayrı-na halkettiği rahmetin geri çekildiği görülmemiştir.
  Peygamber Efendimiz bu gerçeği ümmetine şöyle bildirdiler:
  “Kıyamet kopmadıkça tövbe kapısı kapanmayacaktır!”
  Senin gücün yeter mi Hz. Allâh’ın bu rahmetini âlemden kaldır-maya? Öyle ise haddini bil!

ÖNSÖZ


  Yazar değilim; kelime hataları, harf hataları, yazı usûlü diye eleştiri yapmaya kalkışma; mânâya dikkat et. Maksadım tarîkat propagandası ya da yanlış gidenleri eleştirmek değil. Hakîkata karşı uyuyanları uyarabilir isem iki taraf için ne mutlu!
  “Hakk’ın rızkından yeyin” âyet-i kerimesini “ekmek” anladık. Gördüm ki, bu rızık hikmet ve marifetmiş. Tertîb-i tanzîm-i ilâhîyi arzu ederek, samimi yaşamakla takdîr-i ilâhîyenin lâyık gördüğü kadar nasîbini alırsın.
  Bu hususta aklı ölçü yapma. Akılla fazla alış verişe girme, yani aklı tatmin etmek onun dâvâsı değildir.
  Senelerdir sohbetlerim devam eder. Teyp bantlarında, videokaset-lerinde, CD disklerinde gazete ve dergilerde mülâkâtım ve hakkımda yazılmış yazılar var. Pek çok televizyon kanalında sohbetlerim olmuştur.
  “İslâmiyet demokrasi, cumhuriyet, lâiklik, teknoloji ve zamanın medeniyeti ile bağdaşmaz” diyenlere yanıldıklarını göstermeye çalışıyorum. Yanıldıklarını, İslâmî kuralları örnek göstererek, Peygam-ber Efendilerimize lütfedilip bizlere yol gösteren, kıyamete kadar da yol gösterecek olan tertîb-i tanzîm-i ilâhîye Kur’ân’daki verilen ismi şerîattır.
  Ne yazık ki, Hazret-i Allâh’ın emredip, Peygamber Efendilerimizin tebliğ eylediği gerçekler zaman zaman içtihat süzgecinden geçirilmeyip mânâsı tahrif edilmişçesine ister istemez yeri, katı kurallar oldu.
  Zâhiri ilimlere az da olsa aşina olup, güzellikleri arayan insanlara bu yanlış icraat şerîatı korkunç gösterip ve hurafe ile doldurup yaşanılmaz gibi görülen gösterge zâhiri ilim erbabını şerîattan, dolayısı ile Hazret-i Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırmıştır.
  Zira ilim adına maalesef bu gerçekler istismar edildi, hâlâ ediliyor ve aydın kesiminde fizik üzere öğrendikleri dünya için lüzumlu ilmî de inananlar “bizim gibi düşünmüyor” diye gerçeklerin dışında tutmaya çalıştık!
  Dini kuralları daima bu ölçü ile ölçtük. Türkiye’de biraz bu ölçü azalmış gibi görülse de hâlâ geçerli olan bu zihniyetten dünya nasıl kurtulacak?
  Bütün şerîatlar aynı hastalığın tarih boyu sancısını çekmişlerdir. Yersiz bu zulüm bu günlerde başını aldı gidiyor durdurana aşk olsun!
  Bu hastalığın virüsü maalesef azalmıyor, daha da çoğalıyor.
  Emr-i ilâhî olan, Peygamberimiz Efendimiz’in getirdiği şerîatın aslı bu güne aktarıldığı zaman şekil aynı ise de uygulamanın meydana getirdiği hakîkat elbette bu değil.
  “İçtihadın her devirde ortaya çıkaracağı tabloya şerîat ve diyanet denir.”
  Her devirde düzenlenmesi lâzım olan bu tablo, o zamanın yetkili kişileri fitne olur zannı ile bütün şerîatların düştüğü akıbete Şerîat-i Muhammediyye’yi de diğer şerîatların uğradığı tahrifattan nasibli kıldılar, içtihatı durdurdular.
  1200 senedir çizilmedi, nedense, çizilmek de istenmedi;
  Muhkem âyetler ve müteşabih âyetler dışında her an içtihata lüzumlu âyetleri dinde de tertîb-i ilâhîye sonradan dönüşen zamana uyum sağlayamadığından katılaşmış gibi yer yer gülünç durum arz eden görünümlü içtihatsız şer’î kuralları hâlâ zamana uyum sağlamak-tan uzak hâle getirildi
  Şerîatın geçerliliğini korumuş toplumları kardeşliğe götürecek bir olay gösterebilir misin!
  İçtihatsız bırakılmış da ihyâ olmuş, neşvü nema bulmuş izahı mümkün bir görünüm buldunsa bana da göster! Ticaret mi, ziraat mı, sanat mı, tıp mı, adâlet mi?..
  Vatan müdafaası için 1000 sene evvelinden kalmış düzenini zamana göre ayarlamamış ordu gördün mü?
  Toplumları idare eden prensiplerin zamana uyum sağlayamayan idarelerinde ayakta kaldığını gösterebilir misin?
  Toplumlara hizmet babında cumhurun kendi kendini idare etmesinden ötürü demokrasi ile uyumlu cumhuriyetten ve bu güzelliklerin birbiri ile birleşiminden zuhur eden kasdi dinsizlik olmayan lâiklikten daha güzelini buldunsa beraber mütâlaa edelim ve kullanalım!
  Bu asil, necip milletin, Hazret-i Resûlullah (sallAllâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ümmetinin yeri uşaklık ve kölelik değil, efendiliktir. Bu efendiliği bulalım lütfen! Zira beylik her şahsa yakışır! Efendilik ise sıfattır!
  Her sahada muvaffak olmuş, mekârim-i ahlâk üzere yaşayan insan-lara verilen özel isimdir, zirvesi peygamber efendilerimizde zuhuru daha bariz görülür!
  “Hikmet mü’minin kayıp malıdır; nerede bulur ise alsın” hita-bını iyi anlayalım!
  “Her ne kılmış ise adâlettir Cenab-ı Kibriya
Her kazaya her belâya kıl rızâ Allah kerim.”
  Yaşantımızda ve insanlara karşı tutumumuzda, Allâh’ın merhamet sıfatının bu yönlü nefsimizde zuhur etmesini tazarru ve niyaz edelim ki, Rabbimizin ihsan eylemesine vesile kılınsın! Bu isteğe lisânla başla-nır ama hâle dönüşmedikçe isteğin muallakta kalır.
  “Yer ehline merhamet et ki, gök ehli de sana merhamet etsin.”

İÇTİHAT GÖRMEDİK TETEBBU İLE HOCA OLANLAR


  21 Ağustos 1995 Pazartesi günü yeni yapılan dergâhın açılış günü imiş, hayli memleketleri mânevî kasıt ve duygularla ziyaret ve garibi kalındığı gerçekleri ikaz mahiyetinde sohbet ve zikrullah ile Şanlıurfa’ya geldik. Tertîb ve tanzim-i ilâhî olan o günkü biz âczimizle tesadüf deriz ya, Şanlıurfa’da dergâhın yeni açılan câmisinde, dîni merasim yapılmasını istediler, arzu üzerine, tasavvufi inceliklere riayet ederek; Hz. Allâh’ın buyruğu Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın mânâsının özü hatta dört kitabın ve yüz sahifenin de mânâsının Allâh’tan başka ilâh olmadığını, onun benzeri, şeriki, naziri olmadığını ve olamayacağını, dînin tek din, yalnız ve yalnız İslâmiyet olduğunu Hz. Allâh’ın varlığını kabul edenlerin beşer ölçeği ile “müslüman” olduğunu, peygamberinin o zamana uyumlu ilân ettiği şerîata uymakta samîmiyet ölçüsü ittika sahibidir, müttaki, mü’min olduklarını, hatta Peygamberine veya vârisine biat eden kişilerin de derviş sıfatının o şahsa verildiğini, îmanlı kişilerin cennetle müjdelendiğini, Hz. Allah bildirdiği gibi Peygamber Efendimiz de bildirdiler ki:
  “Kişi mü’min olmadan cennete giremez, birbirini sevmedikçe kişi mü’min olamaz; ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz!”
  Hadis hasendir. Ku’ran’la teyit edilmiştir. Onun için ey cemaat, Allâh’ın varlığını kabul eden, hele ehl-i kitaba kâfir, gâvur, gayr-i müslim diyemezsin. İlâhî bildiri bu veçhile. İlâhî müjde ile taltif edildiğini Şanlıurfa’nın mübârek belde olduğunu, mânâmda olan uyarıyı aynen aktardığımı;
  “Peygamberler yurdu bu beldenin kutsiyetini ve değerini bilseniz, ihramsız giremezsiniz” diye ikaz olundum.
  Bir saati geçkin bir zaman sohbetimiz sürdü. Israr üzere zikir halakası kurduk. Cemaat kalabalıktı, hepsi de aşk ile iştirak ettikleri, mem-nuniyetleri mânevî vazifeme olan yakınlıkları yüzlerinde bütün çıplaklığı ile görmek mümkündü. Ayrı ayrı kanallardan gelen kameralar çe-kim yaptılar. Üçüncü mahalli televizyon açık oturum istedi, yorgun ve bitkin bir hâlde idim özür diledim, o gün yol yorgunluğu da vardı. Sohbetimiz akşam olmadan iki kanalda da yayınlandı. Aydın kesim, ileriyi görenler memnuniyetle karşıladılar. Güneydoğu gazetesi gelişimiz ve sohbetimizden sitayişle bahsetti, fotokopisini gösteriyorum gelişimizden. Maalesef, konuşmamızdaki bâzı gerçekleri kabul edemeyen zamandan habersiz ama ilim sahibi (!) hoca efendiler oldu. Oysa bu abd-i âciz, kardeşlik, hoşgörü ve kimseyi hâkir görmemekten bahsetmiştim.
  “Lâ ilâhe illallah diyen müslümandır, kanı, katli haramdır” demiştim. Peygamber Efendimiz böyle tebliğ ettiler. Hazret-i Kur’ân bunu ihtivâ ediyor.
  Tertîb-i tanzîm-i ilâhî olan şu âlem birlik, beraberlik, tesânüt ve kardeşliği her gün bâriz bir şekilde sergilerken hâlâ insanlardaki cehalet ve bencil nefs-i emmâreden çağ dışı içtihatsız bırakılmış geçerliliğini kaybetmiş, îman eden Ehl-i Kitâba dahi cümlesini küfürle itham ediş tarzlarını görmeli idiniz zannedersin ki Hz. Allah illâ bütün rahmetini bu mübârekler için halketmiş!
  Ve çağın gerisinde kalmış, kelime oyunları ile hakîkatı anlattığını zannedenler görmezler mi ki, şerîat-i Muhammedî’nin kardeşlik ve hoşgörüsünün evvelki şerîatlara nazaran daha çok toleranslı olduğunu? Niçin kabul edemiyorlar? Hüküm Allâh’ındır.
  Beşer için ancak “emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker in anlamı insanlara iyilikle emredip, kötülüklerden uzaklaştırmaya çalışmaktır. Bilgin müsaitse, hoşgörülü olabiliyorsan, rahmet ve merhamet sıfatını iç âleminde duyacak kadar duygulu isen, insanlığa ve insanlara karşı hıncın yok ise, kişiyi ruhen Allâh’dan uzaklaştıran daima korkutucu değilsen, lütfen Allah rızâsı için vazifeni yap!
  İlmin kevnî hakîkat ki, madde âleminden ileri gitmiyorsa, korkutmaktan başka sermaye bulamadığın gibi aklı öne alır, nakle yan bakarsan şunu iyi bilesin ki, dünya görüşü müsait olup, mânâsını arayan insanları korkutucu tutumunla kişinin maddesini yaklaştırmış gibi olsan da ruhen korktuğu şeyden kaçırırsın.
  İnsanın yapısı sıkıştımı kaçmaya müsaittir. Unutmaki kaçıran sen olmayasın! Şüphen olmasın hesabını sorarlar. İnan veremezsin!
  Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, buyurdular ki:
  “Siz Allâh’tan nasıl korkmak lâzımsa öyle korkunuz.”
  “Men aref” sırrını öğren. Öğrenmen için bir vârisü’n-Nebî veya bir nedîm-i ilâhî bul. Hazret-i Allah bu kimseleri “Evliyâ” diye Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın çok yerinde beyan ederken, günümüzde her ne sebepten ise bu kelime dışlanmış, yerine mânâsı ile ilgisi olmayan kelâmlar kullanılarak “Evliyâ”yı anlamsız ve mânâsız hâle getirmişler. Lüzum ettiği zaman tasavvuf zannı ile felsefeye kaçmışlar!
  Felsefe tasavvuf değildir, olamaz da... Felsefe akıldan öte gitmeyip, son durağı akıldır ve maddedir. Buraya kadar “kevn” diye ifade olunur. Tasavvuf ise naklin yaşanmasıdır, mânâdır, ihlas, verâ, takvâdır. Bütün şerîatlar için geçerlidir. En mütekâmil olan şerîat-i Muhammedî’yi niçin mânâyı kaldırarak yaşanmayacak hâle getirmişler?
  Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin afvu mağfiretine, sonsuz rahmetine güveniyoruz. Bizlerin âczini iyi bilen kullar için Rabbım, lütfu ihsanını beşer ölçüleriyle değil, rahmeti ile ihsan etmiş, el-hamdülillah.
  Peygamber Efendilerimiz’i olsun, vârislerini olsun sakın ilâhlaştırma, gayretullah’a dokunursun. Allâh’ın gücü karşısında hepsi âcizdir. Onlar da Allâh’ın kullarıdır, vazifeleri îtibâri ile örnektirler.
  Örnekleri ilâhlaştırmadan emr-i ilâhîyeye uygun hayatı dünyayı yaşamaya çalışalım inşallah!
  Peygamber Efendilerimiz, yaratılışları itibarı ile günâh işlemeye müsait değillerdir. Masumdurlar; bu yönlü istisna’i yaratılmışlardır!
  Peygamber Efendilerimizin vârisleri olan evliyâlar ise mâsum değillerdir!
  Onlar diğer beşer gibi günâh işlemeye müsaittirler. İradeleri ve mânevî dereceleri nisbetinde nefislerini haramdan korumaya çalışırlar.
  Peygamber efendilerimize olsun, vârislerine olsun hürmette kusur etmeyelim! Hazret-i Allâh’ın şu hitabının dışında îmana ters düşmeyelim:
  “Ve size melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin, diye de emretmez! Siz müslüman olduktan sonra hiç size kâfirliği emreder mi?!”
  (Ali İmran Sûresi, 80)
“Bî-kılavuz kim varır Allâh’ına?
Reh-nüması olmayınca evliyâ!”
  Belirli bir kılavuz olmadan tertîb ve tanzîm-i ilâhî ki evliyâdır, in-san hayatını bu tertîbin dışında mütâlaa etmek “Arısı olmayan boş kovandan bal beklemeye benzer.” Katılaşmıyorum, bu abd-i âciz vazifem olduğu için anlatmaya çalışıyorum.
  Şanlıurfa’da bulunduğumuz günün gecesi hürmet olsun diye bağ evine götürdüler Akşam yemeğini orada yiyecektik.
  Urfalı gençler ilâhî ve mazharlarla bizleri taltiflerle karşıladılar. Usta ellerde hazırlanmış Urfa kebabı ve keçi peyniri ile kadayıf ki, Urfa’da ismi künefe sıcak yenen tatlı. Geçmişlerine rahmet olsun, afiyetle yedik.
  Beş hoca efendi ve tarafı hayli kalabalık çağın kazazedesi din mücahidi, bizim gibi zamana göre Dîn-i İslâm’ı ve şerîat-i garrâyı emr-i ilâhîyeye göre zamana uyumlu nefsinde yaşadığı gibi, başkalarını da yaşasın zevki ile uyarmaya çalışan biz âcizlerden pür silah çağa uyumlu olmanın emr-i ilâhîyeden habersiz ilim sahibi geçinenlerin mahkûmu bazı beldelerde olduğu gibi temiz, saf aldatılmaya her zaman müsait amma mücahit kardeşlerimiz yaşlı ve ihtiyâr, Hz. Allâh’ın vazifelendirdiği, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in de mânevî vazifesini müjdelediği Kâdirî ve Rufâîden izn-i icazet sahibi bu gariplerden hesap sormaya gelmişler. Maksatları naçiz vücudumuzu kaldırmaktı. Tutumları açıktı.
  Ne yapalım ki, Hazret-i Allah zevklerini kursaklarında koydu, emelleri tahakkuk etmedi.
   “Lâ ilâhe illallah” deyip de “Muhammedün Resûlullah” demeyene nasıl kardeşim dersin?
  Nasıl cennete girer bunlar? Mâide Sûresi 51. âyet-i kerîme hükmüne göre “Siz Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” buyuruyor Hazret-i Allah.
  Sen nasıl bunlara ferahlık veriyorsun? Bunların hepsi “kâfir ve gâvurdur.” dediler.
  İşte bu âyet-i kerimeye verilen çarpık mânâ ehl-i kitabı Hazret-i Kur’ân’a, dolayısıyle âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize ve ümmet-i Muhammed’e olan düşman-lık, hâlâ bu yanlış tefsirin izahından olmuştur. Gerçek mânâsı şudur:
  “Ey îman edenler! Yahudilerin ve Hıristi¬yanların evliyâlarını ev-liyâ edinmeyin. Zira onlar kendilerinin evliyâsıdır. İçinizde onların evliyâlarını evliyâ edinenler onlardandır. Allah zalimler toplumuna yol göstermez.”
  (Maide Sûresi, 51)
  Kabahat yalnız tefsir edende mi? Onlardan da hesap sorulacak. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da “Evliyâm” diye sıfatını ve mânevî vazifesini belirtirken Hazret-i Allah (c.c.) naçiz aklınla evliyânın anlamı “Dost’dur” diye ahkâm kesersen olacağı mânâ budur. Yersiz yere Haz-ret-i Kur’âna Ehl-i Kitabı düşman edersin; görünen köy kılavuz istemez!
  Lütfen, salâhiyetli merciler! Hz. Allah ve Resûlullah aşkına, Evliyâ demeyi bilin de düzeltin ve kurtarın bu virüsten Hz. Kur’ân’ı!
  Bu hakka dâir hadîs-i şerîflerden naklettik.
  Kur’ân’da sarahaten bahsedilirken hadîs-i şerîfleri dinlemeyeceklerini söylediler. Diyanetten bahsetmek istedim, diyanetin kendi memurları olduğu hâlde bırak o k....... dediler. Onları da aynı gördüklerini beyan edince din mücahitlerinin ne maksatla geldiklerini daha iyi anladım.
  Bizim de yiğit, cengâver arkadaşlarımız vardı, amma garipdik, eyvallah, dedik. Alttan aldık. Köroğlunun prensibini uyguladık. “Yiğitlik ondur, dokuzu kaçmaktır.” Biz bu dokuzu uyguladık. Ve Allâh’ın yardımı ile kaçtık elhamdülillah!
  İnanan, akl-ı selim sahibi insanlara ibret olsun diye anlatıyorum. Böyle bir durumda kaldığın zaman aman kardeş sende kaç bu görünümün alternatifi yok! Ve Diyanet teşkilatını da uyarıyorum, üzerinde ısrarla tarih boyu değişmeden verdiğiniz çarpık dîni tedrisatın meyveleri görülsün diye.
  Zamanımız bu tür ulema ve mücahitlerle dolu dolu. Allah korusun, cehaletten öte gitmeyen bu hâllere düşmüş âlim geçinen kardeşlerimizi, onları da suçlayamıyorum.
  Bu türlü, ilm-i kelâm ve ilm-i fıkıhtan ileri gitmeyen ilim sahipleri, hakîkat dışı kaldıkları gibi bâzı ehl-i mutasavvuf geçinen kalıplaşmış ve katılaşmış kurallardan kurtulamayıp daha katı davranmakla daha çok derece alacağını zannedenlerde, Allâh’ın sonsuz rahmetinden samîmiyetleri kadar şahsen istifâde ederler.
  Fakat taraf-ı etraflarını çağ dışı tutumları ile ileriye götürmeleri mümkün değildir. Zâhiri ulemanın tasavvufu inkârlarına da bu zihni-yetler fırsat vermişler ve mânâ kabul etmeyen akılcılara sermaye olmuşlardır.
  Aklı emr-i ilâhî olan nakille bağdaştıramayıp, aklı daha evlâ gös-termek isteyen felsefeciye şair Aktulga, gerçeği şöyle hicveder!
  “Senin akıl dediğin kafada yumruk kadar et parçası ise, Bizim öküzün kafasında onun daha alâsı var.”
  Çağı idrak ederek, daima ileriye bakan ve gören ehl-i tasavvufu tenzih eder, Allah cümlesinden râzı olsun, derim.

SEMÂVÎ DİN BİR TÂNEDİR, DEĞİŞMEZSÖZ


  Evvelâ yapılacak olan, dışta ve içte düşmanlıkları önlemek için, Hazret-i Kur’ân’ın mânâsını anlayarak, her sahada yetişmiş elemanların ilim ve meziyetlerinden istifâde ederek, kimsenin tesirine kapılmadan, çağın anlayacağı bir meâl ve tefsir yazılmalıdır, inşallah. Şu esası ihmal etmeyelim: Şöyle ki:
  “Semâvî bir din gelince evvelki din iptal olur” zihniyetini beşerin hafızasından nasıl sileceksek silelim! Zira bu türlü inancın hakîkate uygun bir yönü olmadığı gibi Kur’ân-ı Kerîm’de de yeri yoktur!
  İşte gerçekleri tahrif ederek din düşmanlığının başlıca nedeni bu tertîb-i ilâhîyi yalnız akıl yoluyla idrak edemediklerindendir. Semâvî din İslâmiyet’tir. Dolayısı ile bir olan semâvî din değişmez. Sadece tebliğ ve şekli zamana asra uyumlu olarak elçileri ile tebliğ oluna gelmiştir, mânâda değişiklik olmadığını Hz. Allah bildiriyor:
  “Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kânun budur. Bizim kânunları­mızda hiç değişiklik bulamazsın.”
  (İsra Sûresi, 77)
  Tevhîdin de esâsı budur. Şerîatlerde zamana uyumlu görünümler değişir gibi görülse de bilcümle şerîatlerde mânâ bâkidir! Kulların tekâmülüne göre, onların ilimde, kültürde, medeniyette, teknikte, v.s. ilerlemelerine göre, Allâh’ın bir lütfu olarak görünüm arz eder.
  “Bugün size dîninizi ikmal ettim” hitâbı Peygamber Efendimiz’e ise de hakîkat bütün şerîatları kapsar; son şerîattan sonra başka şerîat gelmeyeceğinin tasdiki anlamındadır!
  Bu hitab-ı ilâhî demek değildir ki, içtihat edilmeyecek… Kesin bilinmelidir ki içtihatın kıyamete kadar devam edilmesi kânun-ı ilâhîdir!
  Beşer bu tanzim-i ilâhîyi her an hakîkatın dışına çıkmadan, günâh-ı kebâireye düşmeden, emr-i ilâhîye ve zamana ve asra uyumlu yaşaması kulluğunda hataya düşmemek için ise de, nefsin için de elzemdir! Başka düşünemezsin. Düşünsen de zamana uyumlu değilse uygulaması müşküldür, görünümü ise teşvikkâr olamaz!
  Maddî ve mânevî asra uyumlu olamayan şer’î içtihatlar, idare, sanat, ticaret, ziraat, inşaat, tıp, ilmin her dalı saymakla bitmez; her birisi yasaklar dışında içtihat görmedi ise hâlâ onu yaşıyorum zannedenler başkalarına örnek olamadıkları gibi nefislerine zulmederek gülünç olurlar!
  Hoca rahmetullah zaruret hâli gölde yüzen ördeklere bakarak derenin suyuna kuru ekmeğini bandıra bandıra yer imiş. Görenler ne yaptığını sormuşlar. Gâyet tabi: “Ördek çorbası içiyorum” ve ilâve ederek: “Bunu ben icat ettim, lâkin ben de beğenmedim” buyurdu!
  Yapılan, şerîatta ve her mevzuda içtihat hakîkatı tahrif etmeden, yani günâh-ı kebâirelere pirim vermeden, zamana ve asra uyumlu kulluk vecibesine uygun olduğu gibi icraatı da ehlinin yapabileceği ölçünün dozunu kaçırmadan göstergen yapılabilir olsun! Sakın ha, Hoca’nın ördek çorbasına benzemesin!
  Peygamber efendilerimiz emr-i ilâhîyi tebliğ için cümlesi İslâmiyet üzere geldiler! Getirdikleri ahkâm-ı ilâhîye “Şerîat” denildi ve tavsiye eyledikleri yola da “Tarik” denildi. Şerîatları ile ve gösterdikleri tarikleri ile anıldılar!
  İslâmiyet ise semâvî tek dindir. Başka din ismi toplumların kendi icatlarıdır veya kabile isimlerini salikleri din ismi olarak algılamışlardır... Yanlış!
  Hz. Allah başka isim altında din kabul olunmayacaktır, buyurdu!
  İslâmiyetin mânâ anlamı: Bir olan Allâh’ın irâdesine bağlanmaktır, denildi.
  Buna göre İslâmiyet doktrin olup Hazret-i Kur’ân’da da İslâmiyet’in anlamı budur. Peygamber efendilerimizin de cümlesinde tecelli eden nûr, nûr-ı Muhammedî’dir!
  “Sen olmasa idin eflâkı yaratmazdım” hitâbı cümle peygamber efendilerimizde zuhuru görülen rahmet-i ilâhîyeye şâmildir.
  Mâide Sûresi 51. âyetin gerçek mânâsını iyi öğren de “benim mantığım kabul etmiyor” diye evliyâyı, tasavvufu, mezhebi, meşrebi dışlama. Ehl-i kitaba karşı tavrını değiştir. Ehl-i îman nedir? Ehl-i İslâm nedir? Biliyor isen anlat! Bilemiyor isen sükût et veya bir bilene sor!
  Bir şeye mahlûk gözü ile bakarsan, o mahlûk olur. Hak gözü ile bak ki, bî-şek nûr-ı Yezdân olsun. Hayırların zuhuruna “Yezdân” denir.
  Bir şâir de bu mevzûda şöyle diyor;

Mâide Sûresi, âyet ellibir,
Ah bir anlaşılsa, kardeşlik gelir.
Düşmanlıklar kalkar, tüm buzlar erir
Bombayı patlatan Şeyhimi buldum.

Âyette “dost” yok... “evliyâ” vardır.
Bunu anlamazsak, mânâ çok dardır.
Yüzeyde kalırsak, dine zarardır.
Bu âyeti çözen Şeyhimi buldum.

Âyet “dost” demiyor, bilelim gayrı,
Evliyâ denince, mânâ apayrı,
Her bir millet için evliyâ ayrı
Evliyâyı bulan Şeyhimi buldum.

Dinde tekâmül var, geri dönüş yok.
Evliyâ her zaman, her millette çok
Altınla gümüşü, pek farkeden yok,
Bu farkı farkeden Şeyhimi buldum.

Bizi tân eyleyen erbâb-ı zâhir.
Cihâd-ı ekberle olunur tâhir
Vârisü’l-enbiyâ bu yolda mâhir
Vahdeti bulduran Şeyhimi buldum.
  (Edebiyat Öğretmeni Fazlı Al)
  Tasavvufun ne olduğu soruldu, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne, buyurdular ki:
  Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakîkatini, derinliklerini araştırmaya kalkma.”
  Her dâvâyı çözmeye âdem muktedir yaratılmamış. Zâhir ile amel et, bu sana yeter! Mânâ ilminin zuhuru merci’i âdemlikten terakki eden Hazret-i insan bu yönlü rahmet-i ilâhî ezel-i ervâhla başlar! Bu rahmet-i ilâhîyenin dünyada zuhurunun görünümünün cem yeri. Mü’min ve müttaki, ittika sahibi sadık derviş kullarda aslı görülegelmiştir! Dünyadaki hayatlarındaki görünüm âmentünün yani îmanın şartlarının dışa, hayatının her safhasına yansıdığı ehli tarafından müşâhede edilir. Bu gerçekler Hazret-i Allâh’ın yed-i kudretinde olup, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da itikat bahsinde İmam-ı Maturudi, İmam-ı Hasan el-Eş’ari Hazretleri:
  “Kur’ân’ın itikatta medarı ikidir: İlm-i tevhit, amel-i tevhit. Anlamı: Nafi ilim, salih amel.”
  Nafi ilmin anlamı: Lüzumlu, işe yarayan ilim.
  Amel-i salih ise: Emr-i ve tertîb-i ilâhîye uyumlu ameldir.
  Erkekte zuhur ettimi zuhur merciine “salih”, kadında zuhuruna “saliha” ismi verilmiştir.
  Nefsin hazzına uyum sağlayarak kendine göre mânâ ve te’villere sapmayasın! Kaldıracağın kadar yük altına gir. Bilgin dışında kalan zuhurata ilgin, aynı mevzuda bilgin kadar olsun! Gaibe îman et ve her mânâ zuhuratından zevk almaya çalış ki müttaki sınıfına alsınlar. Hâlık-ı Zülcelâl:
  “O müttaki kullarım gayba îman ederler” buyurdu.
  Zaman ve mekândan, ahval-i âlemden habersiz, sevkiyattan geri kalmış şubede dura dura tayini kurumuş, ilim irfan yoksunu Kaba sofu, yoluna git. Bana hakîkatı anlatmaya kalkma! Bu kâinâtın esrarı bizim gözümüze kapalıdır. Hep öyle kalacaktır” diyen rindan Hâfız Şirâzî, Allâh’ın sonsuz rahmetinden habersiz kaba sofuyu ve rindân” ki içkiye olan bağımlılığından kurtulamayan şahsını dile getiriyor.
  Peygamber efendilerimizde ve vârisleri olan evliyâullahda zuhûru görülen mânevî hâllerin kendisinde de zuhur ettiğini iddia eden, şeytanın oyuncağı olan gafil Allah yoluna hizmet ediyorum” zannı ile tahrîbat yapar. Örneğini verdiğim Urfa’daki hâdiseyi küçümseme. Kimseyi suçlayamıyoruz.
  Amma zaman merceği ile bakıldığı zaman görülür ki ehline göre çarpık ve yamuk gösteri arzeden herkes kendi inancında o kadar enâniyete düşmüş ki, başkalarının çağa uyumlu emr-i ilâhîye uygun mânâsı zamana göre içtihat görmemiş, amma Hazret-i Kur’ân’da mevcut Hazret-i Resûllullah’ın ve Ashab-ı Güzinin yaşantılarında benzeri olaylar yaşanagelmiş, normal inançlara hak tanımadığı gibi, gerçeği yaşayanlara dahi bilgisizce tecâvüzkâr olmayı cihat zannediyor!
  Allâh’a inanmaya kültürü müsait olup da inanmıyorum” demeyi medeniyet ve ilericilik zanneden Allâh’ın kulları lütfen nefsinize merhamet edin! İnd-i ilâhîden verilen bu fırsat bir daha elinize geçmeyebilir.
  Uyanın. Kurtuluş: ilim, irfâniyet, haram dışında olan güzellikler yaratanını inkâr etmeyen gün, geçerli teknoloji ile bağdaşan medeniyettedir!
  Cehalet; benî âdemde kalıcı değil geçici olarak halkedilmiştir! Kulun iradesi ile elde edeceği, inancının terakkiyat, zamanı yaşantısı, îmanı tehlikeye düşürecek olaylar dışında, bugünün geçerli yaşamasına muhtaç olduğunun bilinmesi ile kişi âdem iken insan olmak için halkedilmiştir!
  Hz. Allah âdemlikten terakki ederek insanlık mertebesine erişenlere Hz. Kur’ân’da şu ilâhî sıfatlarla “mü’min, müttaki, ittika sahibi” diye taltifi ile tebşir buyurmuştur!
  Maalesef terakkiyattan nasibini alamamış benî âdemin yedinde küll olarak umumun icraatına sunulmuş asrın gerçeğinin zuhurunun dışa yansımasını benimseyen saliklerde bugünün düne göre değerinin bilinmesinin idraki ve icrası toplumların zamana uyumlu kültürü müsait ise sâlikin icraatının teşviki için fazla külfet gerekmiyor, hemen intibak ediyor!
  Amma ne yazık ki zamanı idrak edemeyen cehalet; nefs-i emmare ile uyum hâlindeler. Asra uyum sağlayamayan müşterek icraatlarını beşeri yasaklarla önlemek imkânsız hâle gelmiş! Ferden kimseyi suçlamaya hakkımız yok. Bugün cemiyet olarak bu gerçeklerden kısmende olsa uzaklaştık. Bir kısım toplumlar dîni tedrisatta da mânâyı dışlayarak, esaslarda nakli kaldırdık, yalnız akla uygun felsefi sistemleri esasa geçirdik. Tasavvufsuz, hakîkat garibi din adamlarını da bu yönlü yetiştirdik.
  Rabbimden: ümidim ve arzum, görüşüm, tazarru ve niyazım, kıvancım o dur ki: dünyada yaşayan âdem ve insanları bugün az da olsa bilinçli olarak hakîkate yürüyor.
  Bu yürüyüş elbette kolay olmayacak. Amma, gelecekten ümidli olmamaya sebep yok.
  Cehaletten doğan başımıza gelen felaketlerden tekrarı olmasın diye yaratıcımıza sığınırız. Âmîn.
  Ve selâmün ale’l-mürselin…

GİRİŞ


  Âdem Safiyyullah’dan Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz’e kadar gelmiş geçmiş adetleri ancak Allâh’a mâlum olan cümle Peygamberan-i izam ve Resül-i kirâm hazerâtına salât ü selam olsun.
  Cümlesi Allâh’ın elçileri, rahmet-i ilâhînin zamana göre rahmet kaynakları.
  Yaratılışın sırrı olan nûru Muhammedî kıyamete kadar devam edecektir. Aksini düşünmek Hazret-i Allâh’a noksan sıfat isnad etmektir.
  “Lev-lâke lev-lâk, le-mâ-halaktü’l-eflâk” buyurdu, hadîs-i kudsîde: Sen olmasa idin eflâkı yaratmazdım.” “el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” buyurdu Hazret-i Allah (c.c.).
  Rahmet-i ilâhî ki, nûr-ı Muhammedî’yi muayyen bir zamana mahsusmuş gibi düşünmek Allâhu Teâlâ Hazretleri’ne masum kullarına karşı zulüm isnat etmek değil mi?
  Siz asrı tân etmeyin” buyuruyor Hazret-i Allah (c.c.).
  Zamanı seçmek, dünyaya geliş zamanını tanzim etmek, gidişi ayarlamak kulun elinde olmadığına göre Hazret-i Allah bâzı kullarını rahmeti ile ihyâ eyleyip, bâzılarını da gazabı ile perişan mı edecek?!
  Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bildirdiler: Dünyaya gelen her çocuk İslâmiyet fıtratı üzere doğar.”
  Terbiyecisi nasıl terbiye olmuş ise, çocuğun terbiyesi aynı olur. İnsan terbiyeye muhtaçtır.
  Verilecek terbiye İslâmî kurallar içinde olduğu gibi, zamanın kurallarına uygun, tertîb-i ilâhîye ters olmayan terbiye de mânâ îtibârı ile İslâmiyettir!

Zihniyet Üzerine

İçtihat Gereklidir


  Muhkem ve müteşabih âyetlerin ve yapılmaması kesinlikle belirtilen günâh-ı kebâire dışında, zamana göre müçtehitlerin içtihatları gereklidir ve elzemdir!
  “Biz arza nice nice âyetler indirdik. O âyetleri insan-ı kâmil ve akl-ı selim okur” hitâb-ı ilâhîsi her zaman geçerli olup, yapılması elzem olan içtihat her dalda gereklidir. İçtihatsız kalan toplumlar medeni iken zamanla bedevîliğe dönüşürler. Maalesef bin ikiyüz senedir “fitne oluyor” diye dîni içtihat kapısını kapatmışlar. Tedrîsat ve muâmelat o günün seyrine bırakılmış. Bütün hesaplar geçmiş günün hesaplarına uygun düşsün, diye titizlikle üzerinde duruluyor. Bilmiyorlar mı ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Muâz bin Cebel (r.a.) Efendimiz’i Yemen’e vâli tâyin ettiğinde Resûl-i Ekrem Efendimiz sordular:
  - “Yâ Muâz, ne ile hükmedeceksin?” “
  - “Allâh’ın Kitâbı ile.”
  - “Kitap’ta bulamazsan?”
  - “Resûlullah’ın sünneti ile”
  - “Onda da bulamazsan, yâ Muâz?”
  - “İçtihâdımla, yâ Resûlullah.”
  Hazret-i Peygamber (s.a.v) çok duygulandılar böyle bilinçli ve muhib bir ümmet bahşettiği için Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâ ettiler.
  Şunu iyi bilelim ki Emeviler ve Abbasilerin zamanındaki hüküm ve fetvaları zamanımızda uygulamaya kalkışan zamanın içtihatından habersiz toplumlarda ancak İslâm’ın ismi kalır, anlamı kalmaz. Öyle olmadı mı?
  Her mevzûda böyledir. Bir sanatkâr diyemez ki, “ben bu öğrendiğimle yetinir, ömrü hayatımın sonuna kadar böyle götürürüm.” Tıp doktoru, “benim gördüğüm tedrîsat yeniliklere muhtaç değil” diyemez. Mühendis de öyle değil mi? Her mevzûda böyledir. Dîni kurallar da böyledir. Hangi kurallar içtihata tabidir? Ehli bilir. Maalesef yapmadılar. Mesûldürler. Şu günlerde anlamaya başladılar inşallah!
  Bilge kişi, yeniliklere gözünü kapatır, kulağını tıkarsa zaman zaman sanat değerini kaybeder. Alıcısı kalmaz. Tahammülü güç hâdiseler hayatı çekilmez hâle getirir.
  Çünkü müşteri dünü düşünen değil, yaşadığı günü idrak eden insandır. Allâh’ın tertîb ve tanzîmi böyledir. İnsanın fizikî durumu da, hücreleri de daima değişir. Bir kararda kalan Hazret-i Allâh’tır.
  Muâsır milletlerin seviyesine çıkmak imkânı her an mevcuttur. Şerîat-i Muhammedî daha müsaittir. Bilge kişi hem İslâm’ı yaşadığını iddia etsin, hem de yeniliklere ve medeniyete karşı çıksın; gülünçtür.
  Zamana göre içtihat kapısı açık bırakılmıştır. Geçmişi geri getiremezsin. İstikbâl, yani gelecek Allâh’a mâlum olup, hâl bugündür. Günü yaşa, yaşamak için Allâh’tan güç ve imkân iste. Evvelâ, irâdeni kullan. Havf u reca üzre ol.
  Allâh’tan nasıl korkmak lâzımsa öyle kork ve kulluk vazifeni yap. Ondan sonra tazarru ve niyâzı bırakma.
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: “Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” dedi. Havârîler: “Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allâh’a inandık. Şahit ol ki, bizler müslümanlarız” cevabını verdiler.” (Al-i İmran Sûresi, 52)
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allâh’ı bir tanıyan, dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.” (Al-i İmran Sûresi, 67)
  “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyen âdem, müslümandır. Mânâsını yaşıyorsa mü’mindir. İttika, sahibidir, müttakidir!
  “İslâm’ın lügat mânâsı bir olan Allâh’ın irâdesine bağlanmaktır. İslâm’ın Kur’ân’daki anlamı Hz. Allâh’ın beyanı budur!
  “Size din olarak İslâm’ı seçtim. Size dîninizi tamamladım.”
  Âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’den sonra peygamber gelmeyeceğini bildiriyor. Hazret-i Allah (c.c.)’nun bütün âlemde rahmet-i ilâhîsi sonsuzdur, kıyamete kadar da devam edecektir. “Şu zaman çok, bu zaman azdır” demek, beşerin zaafından, nefsânî kuruntusundan başka bir şeyle izah edilemez. Nûr-ı Muhammedî’yi herhangi bir zamanda kısıtlı gibi görmek veya öyle göstermek ilim ve gerçeklerle bağdaşmaz. Şüpheye düşmek, ilme’l-yakînden başka ilme garip olanların zayıf ölçüleridir.
  Kur’ân-ı Azîmüşşân Allah kelâmıdır, mânâ itibarı ile ehline bâkiredir, hiçbir tahrîbe uğramamıştır. Çünkü Hazret-i Allahkoruyucusu benim” diye tekeffül ediyor. Hamd olsun. Tefsir ve meâlleri yazan ilim sahiplerinin Allah cümlesinden râzı olsun, ilimlerini âlî kılsın. Biz arza nice âyetler indirdik” hitâb-ı ilâhîsi, ilim sahiplerinin her zaman içtihat yapmasına ve Kur’ân-ı Kerîm’in meâl ve tefsirini, yaşadıkları zamana göre ehil zevatın bir araya gelerek, zamanın zuhûrâtına göre yazmaya ve izah etmeye, herkesin anlayacağı duruma getirmeye bugün için ihtiyaç olduğu gibi, yarın için daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü yarını yarın yaşayacağız!
  “Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre hazırlansınlar” buyurdu, âhir zaman Peygamberi (s.a.v.).
  Kur’ân-ı Kerîm’in bir harfini dahi değiştirmek kimsenin haddi değildir. Zamana göre tecelliyât daha bâriz kendisini gösterirken, abd-i âciz olarak, yazmak istediğim, gördüğüm, yaşadığım ve mânevî vazifem îtibâri ile sıkletini çektiğim (şikâyet değil) bâzı hâlleri anlatmaya çalışacağım, inşallah.
  Özet olarak şöyle derim: Tasavvuf ve tarîkatı dışlayarak, Allâhu Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği “evliyâ” “velî” buyruklarına “dost” diye mânâ vermen, Arapça’da bulunmayan, Türkçe’de ise basit mevzûlarda dahi kullanılan “dost” kelâmını evliyâ yerine eşit görmen nasıl izah edilir? Evliyâ nedir? Ne anlatacaksın? İşte, anlatamadın.
  Zamanımızda akl-ı selim, îmanlı, müttaki kulların safiyetli inançlarını, mânâdan nasibin olmadığı için, olanların da yolunu sarpa sardırdın. Toplumları daha çok hurafeye kaçırdın.
  Bilemedin ki bir beldede, bir şahıs rahmet-i ilâhî zuhuruna vesile olmuştur, yevmi’l-kıyâme, o yer ve o şahısta rahmetin zuhur merciidir...
  Gazab-ı ilâhîyenin zuhur ettiği yerler de tekin değildir. Öyle yerlerden hemen geçivermek tavsiye edilir!
  Îmanları ile zevk alıp hac edenler Fil Sûresi’nde bildirildiği gibi Ebraha’nın fil ordusunun helak olduğu yerden geçmek için acele ederler. Hâlâ o beldede ehl-i hâl için gazab-ı ilâhî sıkleti vardır. Lut kavmi, Ad kavmi, Semud kavminin helak olduğu yerlerde de iskân edilmez. Belirli kabir üzerine ev yapılmaz. Ekserisi rahatsız olur, müsâade etmezler.
  Mümtehine sûresi’nin 13. Âyetine Hz. Allâh’ın buyurduğu gibi kısıtlamadan mânâ verir isen yakayı kurtarırsın!
  Ne idi o emr-i ilâhî? Beraber görelim. Niçin âyet tahrif edildi? Cesaret mi diyelim? Diyemeyiz, çünkü Allah kelâmını bilerek tahrifin daha henüz ismi konulmadı!
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tâbi olmayın ki onlar kâfirlerin kabir ehlinden ümit kesdikleri gibi, onlar da âhiretten ümit kesmişlerdir.(Mümtehine Sûresi, 13)
  Bilmem kabirleri bildirilen edeple ziyaret ve oradaki bulunan medfun zatı îmanlı kulların huşu ve bilinçli ziyaretlerini yadırgayarak “kâfir oldun, taştan topraktan ne istiyorsun?” gene diyebilecek misin? Der isen kim kâfir oluyor? Âyet-i celîleyi tekrar oku da ben demiyeceğim, sen anla! Allâh’ın kullarına bu âyeti nasıl açıklayacaksın? Lütfen ilmî cesaretin var ise açıkla!
  Şunu iyi bilesin ki: Hazret-i Allâh’ın rahmeti geçici değildir. Hele hele peygamber efendilerimizi ziyaret edenler hakkında, bilmeden mütâlaa etmiyesin. İnanan, gören ve yaşayanları ruhen rencide ettiğin gibi gayretullaha dokunursun!
  “Dikkat et! Evliyâma korku yoktur, onlar üzülmeyecekdirler.” (Yûnus Sûresi, 52)
  Bu âyet-i celîle senin için bir şey ifade etmiyor mu?
  “Siz onlara ölü demeyin; onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz!” (Bakara Sûresi, 154) hitabının muhatabı olmaktan ne zaman kurtulacaksınız!
  Gayretullaha dokunduğunu hissedemiyor musun? Oradaki yatan zatın ilâh olmadığını, ancak rahmet-i ilâhînin zuhuruna vesilenin zuhur mercii olduğunu duy yaşa ve anlat. Görmüyor musun, bu millete mânâdan soyutlanmış fikirlerini çok anlattın; amma hiç de kabul görmedi? Çünkü yaptığın telkinlerde hakîkatla bağdaşmayan mânâyı tahrifat var. Lütfen, dünya göçü başlamadan bu gerçeği anlamaya çalış!
  Lâ ilâhe illallah” diyen insanlara Müslüman olduklarını ne zaman duyuracağız? Herhangi bir peygamber Efendimiz’e mülaki olup Allâh’a alenî şirk koşmayan ehl-i îmanı “kâfir” ve “gâvur” diye dışlayarak emr-i ilâhîye ters düşen bugünkü dîni tedrîsattan her dalda ilim sahiplerinin yeteri kadar tatmin olmadıklarını görmek kehânet değil!

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’DAN BİR HATIRA


  Kimseyi itham etmeye kalkmayalım. Cennet-mekân Sultan Abdülhamit Han dahi zamanındaki dîni tedrîsâtı yeterli bulmadığını dile getirir!
  Bugün dahi bu yönde ilmî ve irfanî yaşantılarımızı zaman ve mekâna uyumlu emr-i ilâhîyeye uygun yaşandığını kim iddia edebilir?!
  İşte Sultan Hamit Han cennet-mekânın 33 seneye yakın Osmanlı İmparatorluğu devamınca milletini muâsır milletler seviyesine çıksın için sarfettiği icraatının yeterince semeresini bulamadığı üzüntüsünü nasıl dile getiriyor, oku veya dinle:
  Bundan evvel anlatmak istediğim ibretâmiz tarihi olay ve hakîkatleri daha geniş bir şekilde yazmaya özen göstermeye çalışacağım Rabbım muvaffak kılsın.
  Cennet-mekân Sultan Hamit Han Cumhuriyet’ten evvel yetişmiş, mânâ yoksunu mevcud din ulemasını nasıl anlatıyor, dinle de haksız yere vatanı için bildiği kadarı ile samimi çalışanlara nankörlük etmeyesin!
  Cumhuriyet deyince de hatıra elbetteki rakipsiz olarak Mustafa Kemal Atatürk ve dolayısı ile kader birliği ettiği fikir ve silah arkadaşları gelir!
  Anlatacağım ifşaatle ilgili olduğundan Harbiye Mektebinde düşünce ve kader arkadaşlarından aynı kurmay yüzbaşı rütbesi taşıyan makamları taltif-i ilâhîye olan Cennet olsun, Ali Fethi Okyar’dan kısa da olsa bahsedeceğim. Atatürk 1930 senesinde çok partili demokrasiye geçmek kasdi ile muvafık gördüğü okul arkadaşı, düşünce ve gaye arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurdu.
  Atatürk gördü ki millet çok partili demokrasiye uyum sağlayamadı. 4 ay sonra gene kendi emri ile Ali Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kapattırdı!
  Bu olaya şahidim. O tarihte Samsun Merkez Belediyesi karşısında bulunan Büyük Hamam veya Şifa Hamamı ismiyle bilinen hamamı müstecir sıfatı ile biz işletiyorduk.
  Olaylara şahit olduğum gibi, senelerce dinledim. Belediye seçimi idi. Kadınların da ıssız hücrelere sokularak oy vermesinin namusa ve iffete uygun göremeyen Karadenizliler ayaklandılar. Aynı günün akşamı evimize yakın olan büyük parkta oturuyorduk. O gece Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a girişini annem, ablam ve on yaşında olan ben parkın yola bakan demirlerine yaslanarak o unutamadığım Samsun’a gelişini bütün azemetiyle seyrettim. Ve halkın ayaklanmasını o gün bastırdığı söylenir.
  Ertesi günü arkadaşlara da anlattım. Gazievine yakın olan Bozkurt İlkokulundan Ata’yı daha yakınen görmek merakı ile okuldan kaçtık.
  Çünkü vatan kurtaran kahramanı gördüğümüz gibi, îmanlı şahsiyetlerin “mehdi resûl” diye hafızalarımızda yer eden büyük insanı görmeyi kim istemezdi ki… Ve Rabbımın lütf u ihsanı ile üstü açık arabası geldi, bizim bulunduğumuz Gazievinin kapısının önünde durdu. Halk gelene kadar arkadaşlarımla Atatürk’ün çenesinin altına girdim ve yakınen seyrettim.
  Mehdi ağırlıklı bakıyordum. Makamı cennet olsun çok bitkin bir hâli vardı. Sebebini sonradan dinlediğim olaylardan daha iyi anladım ki büyük mesûliyetler duygulu insanları genç yaşta çökertiyordu!
  Teferruatına girmiyorum, birinci Metafizik kitabında daha geniş yazmaya çalıştım, yazmak denir ise!
  Üç Devirde bir Adam adlı yazdığı kitabında Fethi Okyar hatıralarını şöyle anlatıyor:
  Cennet-mekân Sultan Hamit Han saltanattan el çektirilip Alatini köşkünde gözaltında geçirdiği günlerde ben de vazifeli idim. Geçirdiği günler içinde bana bazı şeyler soruyordu. Öğrenmek istediklerinin çoğunun çözemediği mevzular üzerinde olduğuna dikkat ettim. Bunlar arasında Balkan devletlerinin bu kadar kısa zaman içinde yüzlerce sene idaresinde yaşadıkları Osmanlılara karşı isteklerini kabul ettirecek kudrete nasıl erişebildikleri sorularına devamla: Bulgarlar Balkanların en iptidai kavmi olarak bilinirdi. Bunu Rus sefirinden de dinlemiştim, kısa zamanda derlenip toparlandılar. Nasıl? Sebebini izah edebilir misin?
  Bu sualini mümkün olup da Sofya’da 4 yıl elçilik yapmış olmamdan sonra sorsa idi daha açık ve inandırıcı cevaplar verebilirdim. Fakat o gün de aynı teşhisimin üzerinde durdum:
  Papazlar şevket-maab, papazlar, din adamları!
  Çünkü bu Ortodoks papazları sadece din bilgileri öğretmiyorlar, milli istekleri de kalplere ve kafalara aşılıyorlar. Bilgileri de buna kâfi geliyor.
  Her Bulgar papazı yetiştirilmesini üzerine aldığı halkının cehaletten kurtulmasına, kazanmak ve iş sahibi olmak için öğrenmesi şart malûmâta da sahip olmasında yardımcı oluyor. Dîni esas temel olarak kullanılır iken karşısındakilere hem siyasi hem hayati hatta mesleki bilgiler veriyorlar. O iptidai adamı elinden geldiğince yaşanılan devreye eriştirmede gayret eder hâle getiriyor!
  Beni o güne kadar rastladığım dikkat ve alâkasının sanırım mümkün olanı ile dinledi. Kendisini çok üzen olaylarda teselli arama ihtiyacı ile yaptığı gibi 99’luk kehribar tesbihini iki avucu içine alarak ovuşturdu. Bir an daldı, sonra konuştu!
  -Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır efendi oğlum! Tarihini sarih olarak söyleyemeyeceğim. Fakat Ruslara karşı kazandıkların arifesinde idi. Japon imparatorluk ailesine mensup bir prens beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden İslâm Dîni’nin muhtevasını, îman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dîni ilim heyeti istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslâmiyet’i yaymayı mukaddes vazife sayan Abdurreşid İbrahim isimli aslı Kazanlı olan bir müslüman âlimden mektub almış. Japonya’da İslâmi tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti!
  Şerîat-i Muhammediyye ile yükümlü İslâm âleminin halifesi idim! Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu ali vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle mümkün olan her şeyi yaptım. Fakat bu yardımım daha çok maddî sahada kaldı. Çünkü Abdürreşid İbrahim Efendi bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arabça ve Farsça’dan başka Rusça ve Japonca biliyordu. Avrupa’yı baştan aşağı dolaşmıştı. Çin’i bile görmüştü. 40 yaşından sonra Fransızca ve Lâtince’yi de öğrendiğini yazmıştı.
  Japonya’da Şinto dîninin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini mantık, akıl, ilim, ruh bilimciliği ve cihanşümul evrensel felsefeyi temsil edecek bir dîni mânevî hareketin Japon milletince benimseneceğini İslâmiyetinde aslında bütün bu vasıfları ihtivâ ettiğini sadece hakîkatleri izah edecek kudret ve ilmi-mânevî kifâyette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı.
  Japon İmparatorundan ailesinden bir prensin ziyareti ile böyle bir mektupta alınca mevzunun ehemmiyeti hâdise olarak önümde idi.
  Onların istedikleri din âlimlerini bulabilse idim Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife yani Peygamberimizin vekili olarak İslâm âleminin istifadesini temin ederdim!”
  Fakat bizdeki din adamlarının ilmî ve mânevî seviyelerini çok iyi biliyordum.
  Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.
  Pederim merhum Sultan Abdülmecid’in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa’dan getirdiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını fetva veren ulema benim saltanatımda da yerinde idi!
  Bugün gördüğünüz ve sizin de yetiştiğiniz mekteblerin çoğunu ya ben açtım, ya da bugünkü hâle getirdim. Mektebi Sultani (Galatasaray) ve herkesin serbestçe okuyabileceği mekteplere bakınız, nüfusa göre en az olan Türk talebeleridir. Bu sadace iktisadi sebeblerle değildir, bilhassa Anadolu’da bu mekteblerde okumanın salâbet-i dîniyeyi zedelediği hâlâ telkin ediliyor. Eğer Harbiye’ye Hırıstiyanları alma izni verilse, değil bizdeki ekalliyetler Yunanistan’dan, hatta belki Rusya ve diğerlerinden dahi talebe gelirdi.
  Ben saltanata geldiğim zaman sadece Kuleli İdadisi vardı. Ülkede yedi yerde Askeri idadi, Selânik Harbiyesi, Selânik ve Konya’da Hukuk Mektebini ben açtım. Bunlardan gayem mülkiyeyi de ilmiyyeyi de tatminkâr hâle getirmekti. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyetler vardı.
  Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler, fakat ilmî kudretleri olduğu kadar cihanı telâkki tarzları bu kadar büyük ve İslâmiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya neticelendirmeye müsait değillerdi!
  Daha evvel tanıdığım İngilizlerin elinden alarak emniyete aldığım ve İstanbul’da şahsen misafir ederek ömrünün sonuna kadar huzurunu temine gayret ettiğim meselâ Cemaleddin Afgani gibi içtihat sahibi büyük âlimler de yoktu. Zaten Cemaleddin gibilerin akibeti Hırıstiyan dünyasının artık İslâmiyet’e yeni çığırlar açacak o ilk günlerin heyecan ve vecdini büyük ve şerefli neticelere ulaşma kudretini tesir edecek mürşitlere kolaylıkla hayat hakkı tanımayacaklarını gösteriyordu! Bu elbetteki böylelerinin var olmasına mâni değildi.
  Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu!”
  “Şimdi siz, neden 30 şu kadar sene içinde sen yapmadın, ecdadın nasıl yapmış? Sualini sorabilirsiniz.”
  Cümlesinin burasında durduğunu ve başını eseflenircesine iki tarafa salladığını hatırlarım.
  “Beyefendi Oğlum! Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı vardır. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakîkatlerden birisi demir tavında dövülür darb-ı meselimiz olmuştur. Biz o tavı geçirdik!” buyurdu Sultan Hamit Han cennet-mekân
  Ne ise! Tarih bu gerçekleri bir gün elbette yazacaktır!
  Milletçe hasreti çekilen mahrumiyetleri, hikmeti Hz. Allâh’a ma’lûm, az da olsa tertîb ve tanzim-i ilâhîdir tesellisiyle yaşamaya çalışıyoruz! Yeter mi? Elbet yetmez. Zira bu aziz, necip millet muâsır milletler seviyesine çıkması için tarihin göstergesine bakıldığı zaman başkalarından daha lâyık olduğunu görmek zor değil!
  Medeni ülkelerle sen de medeni isen iyi anlaşabilirsin! Maharet gayr-i medeni ülkelerle iyi geçinmektir. Yapabiliyor musun?” Ülkemiz içinde kader birliği hemcinsimiz kardeşlerimizle yaratanımızı, yaratılışımızın nedenini idrak edenler için muvakkat dünya hayatını yaşamak niye zor olsun ki? İnanan kitleler için karmaşık da olsa dış dava dahi neden hâllolmasın ki?!
  Aciz kul, iç ve dış âleminde nefsini ilâhî emri umursamadan şımartan, her türlü ihtirasa mağlup olmuş nefis mevcut iken, kişi dışarıdan daha hangi haydutları bekliyor?!
  Nefsi ile gerçeklerde anlaşamayan kul, Hz. Allâh’ın emrini yaşamayı umursamadığı hâlde hem cinsini aldatmak kasdi ile sermaye cevher ve araza sahip olmadığı hâlde, yalnız sathi görülen ilmî kelâmla yaşıyorum iddiasının doğruluğuna değil Hz. Allâh’a, sırat-ı müstakîm üzere yaşayan ehl-i hâle mahçup!
  Bu yönlü yaşıyorum zanneden hakîkat fakirinin çarpık telkinatları ile âciz kulun inancının âmentüyü tamamı ile kapsamamış olsa dahi, yalnız nefse güzel görünen şeyleri ilâhî güzelliklere tercih edenlerin icraatlarının günümüzde de ehli tarafından müşâhede edildiğinde yadırgandığı gibi; zaman ilerledikçe toplumlarda zamanın zuhuru ilâhî güzelliklerini yaşantılarında da zuhur ettiğini günlük hayatlarında müşâhede etmek zevkine erecekler! Böyle ümit ediyor, Cenab-ı Hak’tan daha güzel tecellisini tazarru ve niyaz ediyoruz.
  Toplumlara karşı nefsinin dışında ve içinde hiç görmediği samîmiyet, sadakat güzelliklerinin olmadığı hâlde var olduğuna inandırıcı olabilir mi? Düşmanı evinin içinde olan kimse, istediği kadar dış tedbirleri yerine getirsin, düşmanın taarruzuna karşı kapı ve pencerelerini sağlamlasın, bundan ne çıkar?! Ecdat yadigârı bir söz vardır: “İnek eve doğru gelecek, mahallenin bebeleri doğru durur da ineği ürkütmezlerse!”

TASAVVUF Bİ-ZÂTİHÎ İSLÂM’IN KENDİSİDİR


  Bu ölçülere isim vermek gerekirse ismi “ilme’l-yakîn “dir. Ayne’l yakîn’ı, hakka’l-yakîn’ı da yaşamadıkça, yalnız ilme’l-yakîn yeterli olmayıp, İslâm’ı ve gerçekleri yaşamak lâzımdır ki bütün bunlar ihlas, takvâ, vera... cemî ismi tasavvuftur. Tasavvufsuz din yaşanmaz. Anlamı budur.
  Tasavvuf; dîn-i İslâm’ın dışında değil, bi-zâtihî kendisidir. İnsan fıtratı da bu ilme uyumlu ve müsait yaratılmıştır. Hz. Allâh’ın bildirdiği ölçüde îmanlı insanlara nazar ettiğimizde görürüz ki; mistik yaşantıya karşı aşırı temâyül göstermeye müsaittir. Madde çıkarcıları da fırsatı kaçırmaz. Dîni îmanı bir torbaya koydu mu, boşalan mânâsı ile mânâ yolunun nasipsizlerini istismârı güç değil, ehli düzenbaz için çok kolaydır. İlim sahipleri mânâ ilmini (Tasavvufu) kabul edemediklerinden mânâ sahası boşalmış istirmacı fırsat düşkünlerine saha boş kalmış. Bu hâdiselerin mesûlü kimdir? İnsan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir!
  Bilemediği mevzulara bilmiyorum demek, yokluk, mânâ ehlinin yolunun sırat-ı müstakîm üzere olduğunun kanıtı ve ilminin Hz. Allâh’a yönelik olduğunun görüntüsü mahiyetindedir.
  Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz.”
  Hz. Allah senden razı olsun istiyor isen, Allâh’ın zâtına mahsus sıfatlarını naçiz şahsına mâletmemeye dikkat ettiğin kadar rahmet-i ilâhîyeden maddî ve mânevî kazancından zuhur eden kısmetini, ihlasının gereği kaldıracağın kadar verilir, şüphen olmasın!
  “HasbünAllâhu ve ni’me’l-vekil” diye Hâlik-i Zülcelâl’e anlamında teslimiyet gösteren kulunun Hz. Allah o yöne yönelen sadık ve muhib kullarını bu türlü rahmetinden mahrum ettiği görülmüş mü? Hatta duyulmuş mu? Bu gerçekleri önemsemediğin kadar varlığa düşersin, o varlıksa bi-zâtihi eşi, şeriki ve naziri olmayan Hz. Allâh’a mahsustur. Naçiz şahsına yakıştırmaya kalkışma. Dikkat! Günâh işlemeyecek mizaçta yaratılan cümle peygamber efendilerimizin de korkulu rüyaları bu değil mi?!
  Hz. Allâh’ın zâti sıfatlarını naçiz şahsına dolayısıyla beşere mâletmek en büyük mânâ sahtekârlığıdır. O kişinin bu tehlikeyi umursamadan dünya hayatını bu türlü varlık iddialarıyla idame ettiren cüretkâr âdemin dahi, Lâ ilâhe illallah diyorsa bir kişi beşer olarak gayrıya Müslüman demekten başka ölçü vermemiş Hz. Allah. “Müslüman”ım demesini ve denilmesini biz âciz kullarına bildiren Hz. Allah, vazifeli melâikeler de defterine öyle mi yazacaklar? Merakımı mazur görün!
  Nefsanî duyguların ağırlıkta olduğu aldıkları tedrisatın etkisi olsa gerek, bu türlü bilginin Hz. Allâh’ın bildirisine uyum sağlar gibi görünümlü olsalar da icraatlarında bu ve buna benzer emr-i ilâhîye iltifat etmediklerini görmek için gözlüğe ihtiyaç yok!
  ÇÖZÜM:
  Bu abd-i âciz derim ki; Her daldan ehil zaâtlar bir araya gelerek Allah rızâsı için asra ve günümüze uygun meâl ve tefsirleri arkadaşınızdan kopya çekmeden yeniden yazınız. Yalnız bizim milletimiz değil, bütün dünya muhtâç bu icraatınıza! Muhkem âyetler, müteşâbih âyetler üzerinde ileri geri tartışmak haddimiz değil. Hz. Allâh’ın haram kıldığı günâh-ı kebâireleri icra eden kişileri de alkışlamak îmanla bağdaşmayacağı umumun malûmu!
  Affu mağfiret deryasından ümitle yaşamakta, yaratanına âczini itiraf kasdi ile yaptığı noksanlıklara nedamet duyuyor ise, hakîkat dışı ilminle o kulun hakkında mutlaka “Allâh’ın gazabından başka bir nasibi yoktur, Hz. Allah o kulunu af etmez” diyebilir misin?!
  Allah aşkına! İçtihâda müsait olan âyet ve hadisleri zamana göre tefsir ve izah ediniz.
  Allâh’ın âciz beşerin gazab-ı ilâhî ile ödünü patlatmadan, rahmetini kısıtlamadan, lütfen!

NÛR-I MUHAMMEDÎ ÂDEM SAFİYYULLAH’TAN KIYAMETE KADAR BÂKÎDİR. BİR TOPLUMA MÂLETMEYE KALKIŞMA. HZ. ALLAH YALNIZ SENİN DEĞİL CÜMLE YARATIKLARIN ALLÂH’IDIR


  Özet olarak: Semâvî bir din vardır oda İslâmiyet’tir. Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” diyen ‘müslüman’dır! Nûr-ı Muhammedî, Âdem Safiyyullah’dan îtibâren bütün peygamber efendilerimizde tecelli edip peygamberler zincirinin son halkasını teşkil eden âhir zaman Peygamberi Hazret-i Fahr-i Âlem Efendimiz’den sonra peygamber gelmeyeceği için ictihâdî meseleler müçtehitlere ihsan edilmiştir!

MÜCEDDİD-İ DİN


  Kütüb-ü sitte ve kütüb-i sünen de mevcut. İzahı şöyle belirtilmiştir: Yenileyen, yenileyici, hadis-i sahihle bildirilen her yüzyıl başında dîni hakîkatleri devrin ve asrın ihtiyâcına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin vârisi olan kişiler kendinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler! Yeni ahkâm getirmezler.
  Dine vaki tecavüzleri ret ve imha eyledikleri gibi, günâh-ı kebâire dışında görünen güzellikleri emr-i ilâhîyeye gölge düşürmeden asra uyumlu yaşanacak güzellikte cümle Allah kullarına bildirmekle, yaşantısı ile de örnek, Hz. Allâh’ın vazifelendirdiği, Allâh’a mahsus olan varlıkta haddini bilen, her hâli ile Hz. Allâh’a muhtaç olduğunun farkında olan Allah fakirlerinin hizmetkârı, bu fukaraların hizmetçisi.
  Peygamberinin de verâsetini taşıyan kâmil insan, umumun rahmet-i ilâhîyesi kıyamete kadar bakîdir.
  Sonsuz rahmet-i ilâhîyenin anlamı budur. Aksini düşünmek Hazret-i Allâh’a noksan sıfat isnad etmektir küfürdür!
  Bu rahmetlerin zuhur mercii evvelâ simalarda vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî, mü’min, müttaki, samimi derviş kullarının her muâmelatında müşâhede etmek mümkündür. Aksini düşünmek irfanîyette mânâ noksanlığıdır!
  Peygamber efendilerimizi daha evvel gelenleri tasdik, sonra gelecekleri müjdeleyici olarak, asra uyumlu kullarının tekâmülüne göre lütfetmiştir Hazret-i Allah...
  Îmanın şartı olan “Âmentü’nün” mânâsı budur; îmana gölge düşürmeyelim!
  İnsanlar arasında “Sen benim gibi inanmıyorsun, kâfirsin, gâvursun” diye hakîkat dışı düşmanlık yapmayalım!
  Yeryüzünde bu yönlü ilmin alıcısı kalmadı. Hele asrı idrak eden benî âdem toplumlarında müşteri hiç kalmadı! Hele bugünlerde asrın güzelliklerini idrak ederek yaşayan insanların dostluğuna çok muhtacız!
  “Allâh’ın dostluğu bize yeter” diye kendini avutma!
  Sözün gerçeği bu değil. Bâriz görülen Allah düşmanlarından dost edinme.
  Ama merhametsiz de olma, onlar için de dua et: Allah kabul eder veya etmez.
  Sen Allâh’ın rahmet ve merhamet sıfatından uzak durma. Bu türlü meziyetlerde az da olsa rahmet-i ilâhînin dünyadaki tecellisi de rahmettir!
  Dünya mendupdur, güzeldir. Dünyadaki kazanç hiçbir yerde yoktur. Ne kabirde, ne mahşerde! Gafil olma!
  Dünya benî âdemin rahmet kaynağı ve mânen ihyâ yeridir!
  Bâzı dergilerde, gazetelerde, video kasetlerinde, cd bantlarında (sayısını bilmiyorum) sohbetlerim ve mülâkatlarım vardır.

Tasavvufu Bugüne Göre Nasıl Yaşayacağız? Şerîat-i Muhammediyye’yi Bugüne Göre Yaşamak Mümkün Mü?


  Mânâ değişmeden, asra ve zamana göre içtihatla yaşamak elbette mümkün! Çünkü asra göre tertîb ve tanzim-i ilâhî kullarını tarih boyu rahmetini cümle kullarına bu minval üzere ihsan ve ihyâ eylemiştir. Gafil olma!
  Evet, bugün de, yarın da verilen ömür müddetince insan olmaya namzet benî âdemin kıyamete kadar yaşaması elbette mümkün kılınmıştır, amma tertib, tanzim ve kasd-i ilâhî ne yönlü ise yüzde yüz olmasa da âdem iken insan olmaya yönelik yaşantısında kul Hz. Allâh’ın varlığına ve emrine samimi olduğu nisbette, samîmiyetini ölçme terazisi cüz’i de olsa âdeme de bahşedilmiş ayarını sen de beğendinse şüphe etmeyesin, insan olmaya namzetsin!
  Şüphe etme. İzlediğin yolunun ismi sırat-ı müstakîmdir! Din ismi ise ind-i ilâhîde tek olup Hz. Allâh’a inanan, dünyada yaşayan tüm insanlara ihsan edilmiş mânâsı ile anlamı ile tek din ismi İslâmiyettir!
  Fakat “Biz arza nice nice âyetler indirdik” hitâbını bilenlerle istişare etmeden hüküm verir isen içinden çıkamazsın. İcraatın hayır iken şerre dönüştürürsün. Medeniyete, teknolojiye, cumhuriyete, demokrasiye, insan haklarına, lâikliğe, tasavvufa, aklın ötesinde metafiziğe dahi karşı çıkarsın! Bu hâlini de “Şerîat-i Muhammediyye’dir” diye pazara dökersin. Elbette alıcı bulamazsın. Buldun mu?
  İslâm’ı yaşamak isteyen kültürlü insanları da Şerîat-i Muhammedî’den öyle kaçırdın ki, kelime olarak dahi duymak istemezsin Onlar îmansız kâfirler” diye laf ebeliği yapma.
  Peygamber efendilerimiz Allâh’ın rahmetinin sonsuzluğundan bahsettiler. Müstesna yaratıldıkları hâlde Bizler de Hz. Allâh’ın rahmetine muhtacız” dediler. Bu türlü îman ve tutumları ile emr-i ilâhîleri tebliğ ettiler. Uzun lafın kısası hep rahmet-i ilâhîyeden, aşk-ı ilâhîden bahsettiler, kulluğun zevkini anlattılar, verdiler. Rabbım cümlesinden râzı olsun, şefaatlerine nâil kılsın. Âmîn!
  Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin Kur’ân’ın çok yerinde bahsettiği evliyâ’ya anlamı mânâsı uymayan dost diye çarpıttığın gerçekler sana neye malolacak Allah bilir?. Ehl-i aşka neye maloldu, ölçe biliyor musun?.
  Evliyâyı telaffuz etmediğin gibi mânâdan dışladığın müddetçe çarpık yolunda dahi yaya kalırsın. Bu abd-i âcize itimad et!
  Allâh’ın kânunlarını hiç bir beşerî kânun iptal edemez. Ediyormuş gibi görünse de netice hüsrandır!
  Elbette, bahşedilen cüz’î irâdeni kullanacaksın. Küllî irâdeyi dışlamadan, harama helâl, helâle de haram demeden, hasbe’l-beşer, gerek bilerek, gerekse bilmeyerek, hataya düştüğünde sonsuz rahmet-i ilâhî tövbe istiğfar kapısını kıyamete kadar açık tutuyor. Bizim âczimizi bizden iyi biliyor.
  Hazret-i Allâh’ın afv u mağfiretinin sonu yoktur. Yeise kapılma, samîmi ol; samîmiyet: îmanın dışa yansıdığı zaman zuhur eden meyvesi ruha ve cesede de sürur verir, o sürur ebedidir geri alınmaz!
  Hz. Allâh’a şirk koşma. Cüz’î irâdeni kullanman her şeyin güzelini, iyisini, zamana göre uygun olanını alman tertîb-i tanzîm-i ilâhîyedir!
  Bu güzelliği bulman için seni salâhiyetli ve vazifeli kılmış Hz. Allah ve kuluna hitaben:
   “Bu âlemi ben yarattım. Ey insan, sen tanzim edeceksin” “Yeryüzünde halîfemi yaratacağım” hitâbı, Yaratılışın sırrı Hazret-i insana secde edin” buyruğunun anlamı İblis ve o türlü yaratıkların idrâkinin dışında oldu nedense. Allâh’u âlem yeteri kadar kendini bilmeden Allâh’ı ve “men araf” sırrının nedenini bildiklerini zannedenlerin varlık iddiaları!
   “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” (nefsini bilen Allâh’ı bilir) buyuruldu.
  Yaratanını bilmek yaratılanı bilmekle ve nefsini bilmekle başlar öğrenim yeri dün dünya idi, bugün de dünyadır! Yarın başka beklemeyesin.

Kulun Yaratılışının Nedeni Aşktır


  Aşk-ı ilâhîyenin öğrenim dalı ise tasavvuftur! Öğretmenlerine mutasavvıfîn denir. Yol ismi ise tariktir, cemi tarikattır! Talebesinin yani, sâlikinin ismi ise derviştir. Okuduğu virdi günlük dersi o kuluna Hz. Allâh’ın bahşettiği, ihsan eylediği aşk rahmetidir. Nevisini ve adedini peygamber efendilerimize, Peygamber Efendimiz’inde dervişin ind-i ilâhîden vazifeli kılınan mürşidi bu rahmet-i ilâhîyeye vesile kıldığı ehl-i aşka lütfedilen avama dahi ihsan edilen rahmet-i ilâhîyeler. Cümlesi vesile ile elde edilir!
  Güç ve varlık her şeylere kadir olan Hz. Allâh’a mahsustur!
  Terazi; îman ağacındaki görülen meyvelerde, müşâhede edeceksin. Nefsini bilmiyorsan Allâh’ı da yeteri kadar bilmiyorsun, demektir. Şu hâlde bu zâfiyetten ne bekliyorsun?! Gurur, kibir, ucub, varlık, benlik meyvesinden başka meyve mi arıyorsun?
  Ne ekersen, onu biçersin. Rahmet ararsan, rahmet bulursun. Nefsinin esiri olursan, zarar görürsün!
  Ne kadar güzellik varsa dindir, güzellik yok ise lâ-dindir, din değildir.
Vallâhi güzel etmiş,
Billâhi güzel etmiş,
Ne’ttiyse ezelde etmiş.
diyen, gerçeği görüp, yaşayan ehl-i hakîkat ne güzel anlatmış, anlayana.
  “Biz arza nice nice âyetler indirdik” : Arza inen âyetler Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin fiilî sıfatlarında ihtişamıyla zuhur etmiş âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerîm beyyinattır. Yeryüzünde zuhur eden âyetlerin kelâmla ifadesidir. Yeryüzündeki ve gökdeki âyetleri her kişi okumaya muktedir olmadığından, peygamberini ve vârislerini yardımcı kılmış. Bi-lâ-istisnâ, kullarım rahmetimden istifâde etsinler” diye. Sakın bu türlü sebeplerin zuhur ettiği şahsiyetleri Allâh’a eş görme, ilâhlaştırma. Çünkü bir yere kadar Cehaletinden mâzur görülürsün, cehaletindeki samîmiyetinden ötürü. Amma neticede dikkat et!
  Hep mazur görmezler gayretullah’a dokunursun. Her zaman samimi olamazsın bu yolun şarlatanlarına dikkat et Bu türlü iddia sahipleri mânâ mukallitleri seni “hikmettir” diye kandırmaya çalışırlar. Aldanma.
  Mecnunda velâyet olmaz! Sahtekâr yalancı düzenbazlardan, bu türlü kurnazdan mürşit olmaz!
  Mutlaka, Hazret-i Allah, onun hilesini az da olsa sana samîmiyetin kadar gösterecektir. İyi düşün, samimi değilsen ne göreceksin? “yemin ettim, söz verdim” diye kıymetli zamanını o mukallit için öldürme. Ona verdiğin söz de, yaptığın yemin de geçersizdir!
  Hz. Kur’ân’ın ışığının zamana yansımasını” irşâd vazifem ve emr-i ilâhîye ve zamana uyum sağlamanın verdiği sıkletin dönüştüğü zevkle anlatmaya çalışıyorum:
  “Tasavvuf nedir?”
  “Yirmibirinci asırda tasavvufî anlamda Şerîat-i Muhhammedî ile İslâm nasıl yaşanacak?”
  Tekrar ediyorum: Semâvî olan her din İslâmiyet’tir.”
  Daha geniş açmaya çalıştım, inşallah. Zamana göre yaşamanın İslâm’a uygun olanlarını ara bulduğun zaman tâbi ol mutmain olamıyorsan samîmiyetle Hazret-i Allâh’a sor. Cevabını almakta ısrar et fakat haddi aşma, sabırlı ol. Neticeyi Allâh’tan bekle, başkalarına inanma!
  “Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerde bulursa alsın.”
  Günâh-ı kebâire dışındaki güzellikleri al. Güzeli al, katılaşma. Dünü yaşayamazsın. Gün bugün. Güzeli bul, yaşamaya bak, emr-i ilâhîye uyan güzellikler senin kayıp malındır, çekinme al.
  Kırk dokuz senedir mânevî vazifemin bu abd-i âcize verdiği bilgi ve Hazret-i Resûl-i Ekrem Efendimiz’in işaretleri ile arzdaki âyetleri azda olsa müşâhedemle ve Rabbımın bahşettiği mânâ zuhuratı ile derim ki:
  Bugün yeryüzünde geçerli idare tarzı Cumhuriyet’tir! Dergilerde, gazetelerde, medya ve kanallarda sohbetlerimde hayli bahsettim. İslâm’a uygundur!
  Özet veriyorum. İzah edeceğim, ileride inşallah. Cumhuriyet Demokrasi ile birlikte yaşanıyor ise mânâsı tahakkuk ediyor ise güzeldir!
  İnsan haklarına riayetkâr olunması bakımından lâiklik de gerçek din ve vicdan hürriyetini ihlal etmiyorsa, cidden kasıt insan hakları ise güzeldir; güzellikse senin kayıp malındır çekinme al!
  Hazret-i Resûllullah Efendimiz’in hayatlarında lâikliğin aslını bâriz olarak görebiliriz bu güzellikleri göremiyorsak kabahatı nefsimizde arayalım!
  Bu dünyada a’mâ, âhirette a’mâ.” Kahır hitâbına hissedar değilsen görürsün. Peygamber Efendimiz de buyurdular:
  Bu dünyada görmeyen âhirette göremez.”
  Kavl-i Mustafa’dır bu. Görmek yalnız baş gözü değildir. İnsanın zâhirî beş gözü vardır! Bunların hepsi görmek diye izah edilir! Ayrıca, bâtınî hisler de beş adettir: Hayal, hâfıza, müfekkire, müzekkire, hatıra diye izah edilir!
  Teknolojiden, medeniyetten buna benzer güzelliklerden kaçamazsın ve İslâm’a mâni gibi göstermekle İslâm’a, bilmeden zarar verdiğini bilesin!
  Bu hâlimiz ile hem yakınlarımızı hem de dünya insanlarını birini diğerine düşman ettiğimizi, bütün inançlardan tarih boyu düşmanlık zuhur ettiğini görmek mümkündür!
  İslâmiyeti yaşanmayacak hâlde gösterilen, kulu Allâh’dan kaçıran, cehennemi anlatmaktan başka sermayesi bulunmayan, katı kurallar kıyamete kadar devam etmez, inşallah!
  Dünya küçülüyor, teknoloji ve medeniyetin bütün insanlığın malı olduğu iyi anlaşıldı!
  Bedevîlik medeniyete dönüşüyor. Afrika’nın en ücrâ yerlerinde dahi bedevîlik tarihe mal olmaya başladı. Bu terakkîde yerini iyi ayarla, geriye dönme. Allâh’ı (c.c.) ve Resûlullah’ı gücendirirsin.
  Hazret-i Resûlullah buyurmadı mı:
  “İki günü biri birine eşit olan ziyandadır.”
  Biliyorsan, Allâh’ın rahmetinin nâ-mütenâhî olduğunu, anlat!
  Âdem’i rahmetinden halkettiğini anlat!
  Güzeli görüyorsan, anlat!
  Kardeşliği yaşıyorsan, anlat!
  Dostluğu, insanlığı anlat!
  Dünyanın en çok kazanılacak yer olduğunu anlat! Bilmiyorsan, lütfen sus!
  Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
  “Siz insanları medhü senâ ederken ileri gitmeyin. Noksanlıklarını görürsünüz; mahcup olursunuz. Zem ederken de ileri gitmeyin. Güzelliklerini, iyi yönlerini görürsünüz; utanır, mahcup olursunuz.” İnsan budur.
  Yalnız Peygamber Efendilerimiz mâsum yaradılışlı olup, günâh işlemezler. Evliyâlar mâsum değillerdir. İnsan iki tarafa da meyleden bir nefse ve yapıya sahiptir.
  Hayrihî ve şerrihî.” İradenle dünya hayatını emr-i ilâhîyeye uygun kılmaya çalış zaman çok kıymetli zamanının kadrini bil. İnanan insanlar için nefsin terbiyesi olduğu gibi ruhunda terbiyesi vardır. İnsan terbiyeye muhtaçtır. Aldığı terbiye îmanı nisbetinde kendisini gösterir!
  Tıynetinde bozukluk olan benî âdemi hayatı boyu sırtında taşırsın, bir gün hasbel-beşer ayağını yere bastırdığın zaman nankörce “Niye yere bastırdın!?” diye canına el atar!
  Allâh’ı bilmeyen, ilâhî terbiye almamış insan cehaletinden dolayı nankördür!
  İlahî terbiye almış, edepli insan, yaratılışın sırrı Yeryüzünde halîfemi yaratacağım” hitâbının tecelli mercii gerçek insan!
  Bilgisiz kişilerin nankörlüğünden Rabbime sığınırım. Bilen insanlarda buna benzer, normal olmayan hâllerin zuhûru ender görülse de tahrîbâtı büyük olur!
  Cehaletten kurtulmamış benî âdem cehlinden dolayı hiçbir zaman mâzur değildir!
  Hazret-i Allah, Dâvut aleyhi’s-selama:
  Yâ Dâvûd, cehaleti özür olarak kabul etmiyorum” buyurdu Hz. Allah!
  Cehaleti de Hz. Allah yarattı” demek kasd-i ilâhîye uygun olur mu hiç?!
  Dünyanın yaradılışdaki sırrı bilir isen, yaratılışa aykırı fikir üretmekten içtinap edersin!
  “Cahil insan kimin arabasına binerse onun türküsünü söyler.”
  Bu kişilere halkın verdiği âlim sıfatı yağcılıktan başka nedir!

Çarpık Zihniyet Değişmeli


  Kadın çeşmede su dolduruyordu. Söz gelişi, alışkanlıkla
  “İlâhî, Köroğlu, gözün kör olsun” deyince, tesadüf Köroğlu’da orada idi. “Teyze, Köroğlu sana ne yaptı?” diye sordu.
  “Ne bileyim evlâdım, herkes böyle diyor, ben de öyle diyorum”
  Ne zaman kurtulacağız bu mukallitlikten?!
  Sene 2004. Seksen beş yaşındayım. Hayat mektebinin hemen hemen hayli dallarında stajım var. Çocukluk ve gençlik senelerimde yaşadığım, anlayamadığım, hâlâ ölçemediğim... Maalesef hep böyle mi gidecek? O günleri az çok yaşayan, daima gerçekleri arayan, buldu mu, hayatı pahasına da olsa onu muhafazaya çalışan bu abd-i âcizi böyle lütfu ile yarattı Hâlık-ı Zülcelâl. Müteşekkirim. Hamd olsun, gördüm ki, bu hâlin alternatifi cehalet ve nankörlük.

Atatürk Hakkında


  Allah rahmet eylesin, Mustafa Kemal Atatürk’e dindar kesim “mehdi, resûl” dediler. Yapılan kurtarıcı icraatlarının başka türlü izahı mümkün değildir. Halk arasında en büyük taltif bu türlü iken, daha on sene geçmeden nedense fikirler tamamıyla değişti. “Aydın geçinen insanlar Atatürk’ü kendi inançlarına göre ilâhlaştırdılar. Dindar geçinen insanlar da Atatürk’ü ne kadar küfürde gösterebiliyorlarsa o kadar âlim olduklarını zannettiler ve ispatlamaya çalıştılar.” Bu türlü çarpık zihniyet hafifledi, fakat hâlâ silinmedi.
  Darvin’in çarpık faraziyesinin üfürük yenilikçilerin hafızalarında zaman zaman dışa yansıdığı gibi!
  Darvin kendi fikrini kendi çürüttüğü hâlde Darvin’in eski tezine devam bizim malûm kişilerin işine geldi.
  Örneğin:
  3 Mart 1985’de çıkan Nokta dergisinde Atatürk’e mehdi resûl denildiğinden bahsetmiştim.
  Çok gazete ve dergilerde mülâkatım, hakkımda yazılar ve medyada sohbetlerim vardır.
  En güzel idare sistemi olan Cumhuriyet’i bizler kurduk. Bizlerden kasıt zihniyettir. Şahit mi gerekli: İlk Meclis-i Mebusan kimlerden müteşekkildi? Lütfen iyi bak! İleriyi gören şeyh efendiler, hakîkati idrak eden hoca efendilerimiz değil mi idi?
  Hayati tedirginlik olduğu hâlde Mustafa Kemal Paşa ile gönül birliği yaparak, bu vatan ve necip millet için hayatlarını hiçe sayanlar; onlar iyi biliyorlardı, Peygamber Efendimiz’in hubbü’l-vatân mine’l-îman” buyurmasını!
  Vatan sevgisi olmayanın îmanı da olmaz. Zamanımızdaki hâdiseler daha açık göstermiyor mu, bu hadîs-i şerîfin sıhhatini?
  Yazıklar olsun... Vatan sevgisini kaybetmiş fakat Atatürk hayranlığından bahseden gafil, gülünç insanlar zamanımızda az değil.
  Allah rızâsı için sen ben davasını bırakalım vatanımıza sahip olalım. Bilmeden, büyük insanların büyüklüğüne leke düşürmeyelim. Bugün vatan olarak elimizde mevcut olan Atatürk’ün canını fedadan çekinmediği vatan değil mi?
  Bu vatanın gerçek mübârek evlatları Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Çerkez kardeşim, Laz kardeşim, Gürcü kardeşim... Daha nice nice kardeşlerim. Allâh’ımız bir, dünya kardeşlerim, şimdiye kadar bilmeden, cehaletimizden düşman yaşadık. Bütün insanlar dostça yaşamaya mecbur.
  Çünkü; tertîb ve tanzimi ilâhîye göre yaratılışın sırrı olan insan dünyayı gün-be-gün ilmî ve yaşantısı ile küçültüyor.
  Müslüman kardeşim bu değişime sende uymak mecburiyetindesin!
  Allâh’ın emirlerinin nedenini görebiliyor azda olsa bilebiliyorsan. Semâvî Din ki İslâmiyettir, tevhit dîninde insanlık ve kardeşlikten başka bir şey göremezsin.
  Ehl-i tasavvuf, ehl-i hakîkat gerçeği şöyle ilân ettiler:
  Yetmiş iki milleti bir gözle görmeyen halka müderris olsa da, hakîkatte âsidir.”
  Vatanın kurtuluşunda hayatları pahasına emekleri geçen, şüheda ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Makamları cennet olsun!
  Cumhuriyet’ten evvel, Cumhuriyetten sonra, diye bu vatanın kahraman evlatlarını bölmenin İslâm’ın, insanlığın adâlet yapısına ters düştüğünü senelerdir gördük.
  Özet olarak izaha çalışacağım. Yoksa bu kitapçığın hacmi de, yazarı da bu türlü rahmet-i ilâhîyî anlatmaya yeteri kadar muktedir değildir!
  Yanlış anlama! Bir beşeri ilâhlaştıran, Allâh’ın bahşettiği güzellikleri görmeyip nankörlük yapanlar, başkalarını küçümsemeyi ilericilik veya dindarlık zannedenler, dindar kesime karşı çıkmayı aydın kişilik olarak görenler lütfen kabul etsinler dalâlettedirler!
  Kabul edilsin yâhut edilmesin şu gerçeği bu türlü vazifem olmasından ötürü ifade ederim ki: Bugün Şerîat-i Muhammedî’yi az da olsa bid’at ve hurafeden sıyrılmış, teknoloji ve medeniyetten yine az da olsa nasibini almış olan bu vatanın evlâtları değil mi?
  İslâm devletlerinin hepsinden ileri olan yaşantımız, çağın yaşantısına daha çok intibak ettiğimizi ifade etmiyor mu? Ama yeter mi? Elbette yetmez! Medenî devletlerle arayı çok açmışız. Büyük bir gayretle önce onlara yetişmeye, sonra da geçmeye mecburuz. Çünkü en mütekâmil şerîata tekâmül ve her sahada benî âdemin yaratılmasının nedenine asra uyumlu mütekâmil toplumlar yaraşır değil mi!
  Atatürk’ün de düşüncelerinin maksadı ve gâyesi bu idi. Bâzı aklı ermeyen dindarlar Atatürk’e “dinsiz” dediler, bilemediklerinden!
  Allâh’a yeteri kadar inanmayan, aydın geçinen bâzı zümreler de Atatürk’ü kendilerine yakın gösterip, Hz. Allâh’a inanan kitlelerin zaafından istifâde ederek dinsizliklerine medar olsun diye Atatürk’ü dinsiz göstermeye çalıştılar!
  Bu abd-i âciz az da olsa o günleri yaşamam ve itimada şayan büyüklerimden edindiğim intiba ve senetlerle isbat ederim ki;
  Atütürk dinsiz değildir; Allâh’ın varlığına inanan, âhir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’e hak peygamber olarak inanmış!
  “O’nun getirdiği hakîkatler aynen tatbik edildiği zaman kurtuluşa erersiniz” diyen bir büyük insandır.
  Fatih Çekirge’nin ATV’de “İktidar Oyunu” programında okumak nasip olmuştu. Aynen yazıyorum:
  “Atatürk ölümünden on beş gün önce kendine geldiği zaman, dünya müslümanlarına şu mesajı vermiştir:
  “Bütün dünyanın müslümanları, Allâh’ın son Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği tâlimatları da tam olarak tatbik etmeli! Tüm İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli! Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”
  Mustafa Kemal Atatürk, bu mesajı başbakan ve dışişleri bakanı vâsıtası ile dünyaya açıkladı!
  (Prof. Dr. Hanif Fauk, Urduca Yayınlarında Atatürk, A.Ü. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi yayınları, Ankara 1979, s. 102)
  Atatürk’ü iyi tanı, hürmet et.
  Geçmişteki idarecilerini de tanı ve hürmet et.
  Hele Sultan Vahdettin Han için “vatan hâini” diyenleri Allah ıslah etsin. Zamanla tarih daha tafsîlatlı yazar, inşallah!
  “Atatürkçü şeyh olmaz” diye ahkâm kesenlere derim ki:
  Atatürkçülük diye ne bir din, ne mezhep, ne de meşrep var. Bu vatanın, milletin kalkınması için o günkü imkânsızlıklar içerisinde vatanım ve milletim” diye kıvranan büyük insanı takdir etmeye mâni olacak bir şeyi kabul etmem mümkün değil. Sen nasıl aksini düşünüyorsun? Biliyorum ki doyurucu bir izah yapamayacaksın. Çünkü öyle bir sermaye mevcut değil, tutarsız cehaletine doğrusu hayret!

KUR’ÂN-I KERÎM’DEN ÂYETLER (2. BÖLÜM)

Yanlış Dini Bilgiler


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “İslâm’a çağırırken Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir. Allah zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Sâf Sûresi, 7)
  Bu âyet-i celîlenin anlamına halel getirmeden yazmak istediğim yazımı Allah rızâsından başka bir şey düşünmeyen, mânen verilen vazifenin mesüliyetini müdrik abd-i âciz, yaşadığım şu zamanda gerek şer’î ve gerekse tasavvufî yaşantılarda bilmeden, tarih boyu kalıplaşıp, Allâh’ın rahmetini beşerin zayıf irâdesinde görmeye kalkışmak, “başkası makbul değil” anlamında olan hâl ve hareketlerin İslâm’a hizmet olmadığını, aksine, bilmeden İslâmdan insanların uzaklaştıklarını ve çıkarcıların da bu durumu istismar ettiğini bilmek, gençliğimden beri beni huzursuz bırakan bütün beşeri gâvur ve kâfir görmek, bi-lâ-istisnâ hepsini cehenneme atmak...
  Maalesef benim de İslâm anlayışım evvelleri bu idi. Rabbimin bana bahşettiği îmanla çelişki hâlinde idim! Huzur bulamıyordum. Başka türlü ne anlatan, ne de dinleyen vardı.
  Asrı tanıyan, haramiyeti kesin olanın dışındaki benî âdemin ihtiyaç duyduğu güzellikleri arayan aydın kesimi aydınlatacak, ikna edecek bir merci de yoktu! Olsa da zamana göre yeterli olamıyordu.
  “Din, aklın ve naklin ikisinin de müşterek dâvâsı olduğu hâlde maalesef ayrı görülmüş, mücerret ilm-i kelâmdan başka bir şey kabul etmeyen ilm-i kelâmcılar, yalnız irâdeden başka ilim kabul etmeyen ehl-i tasavvufçuların dalâlette olduklarını bildiren tefsir sahibi ulemânın beyânı bu veçhiledir!”
  Sonsuz rahmet-i ilâhîye yaşantımda çok zaman bariz hissettiğim, Kanal 6’da da dile getirdiğim bir konuyu bir daha tekrar ediyorum: “Samîmiyetle insan Allah için ne yapıyorsa ibâdettir, rahmettir!” Ama fazlasına samimi olamıyor ise Allâh’ın emrine uygun, Hazret-i Resûlullah’ın sünnetine sureta uyumlu yaşantıya ittiba edip bu hâlini hayatının sonuna kadar götürebildi ise, taklidi îman denilse de sonsuz rahmet-i ilâhîye deryasından o kul da nasibini alacaktır! İnşallah, daha açmaya çalışacağım!
  Yaratılışın sırrı olan Lâ ilâhe illallâh’ı dilden bırakmayalım ve mânâsını yaşamaya çalışalım. Bu bütün insanlar için telaffuzu geçerlidir. Anlamını yaşaması ise onun için sırat-ı müstakîmin kelâma dönüşmüş şeklidir!
  “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona verid damarından da yakınız.” (Kaf Sûresi, 16)
  Tıp otoritelerinin izahına göre, bu âyet-i celîleyi cümle ulema yalnız boyundaki şah damarı diye yanlış tefsir ettiler.
  İnsan vücüdunu teşkil eden bütün hücrelerde mevcut verid damarı bütün vücudu ihata ettiğinden kasd-i ilâhî sıhhatli mânâ budur.
  Îmanla bütünleşen İslâm kıyamete kadar beşerin dünyasında ve ebedi yaşantısında en büyük düsturdur. Çünkü İslâmi nizam, nizam-ı ilâhîyedir! 1400 senedir Muhammed ümmeti de bu rahmete nâil olmuştur. Rabbım emr-i ilâhîye zamana göre içtihatlı uyum sağlayan ve dünyaya örnek müslüman ve insan eylesin, âmin!
  Emr-i ilâhîyi yaşamakla yükümlü İslâm terakkiye her zaman müsaittir; yeterki, bencillikten, başkalarını hâkir görmekten kurtulmayı bilesin! Bu tür îmanın kişide mevcudiyeti her hâlinde ve muammelâtında bariz görülebilen ilâhî merhamet sıfatının o kişideki devamlı açık görünümüdür!
  Âmentüde mânâsı ifade edilen îmanın şartı salih kulun yaşantısındaki görünümü değişiklik arzetmez âmentünün tefsiri mahiyetindedir.
  Allâh’a ve elçisine yakınlığın tecellisidir merhamet!
  Bilgeler uyarmışlar hem cinslerini:
  Merhametsiz kızı oğluna sakın alma, demişler...

KUR’ÂN-I KERÎM RAHMET-İ İLÂHİYE İLE DOLU DOLUDUR


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adâletli olanları sever.” (Mümtehine Sûresi, 8)
  Çelişkiye düşmeyelim: “Sizinle din uğrunda savaşmayanları sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapın âdil davranın. Hazret-i Allah (c.c.) böyle düşünen, böyle hareket eden kullarını sever.”
  Bu âyet-i kerîmenin mânâsı o kadar açık lütfedilmiş olmasına rağmen, aksini göstermeye çalışan ilim sahipleri neyi ispatlamak istiyorlar.
  Hazret-i Kur’ân bu türlü rahmet-i ilâhî ile dolu dolu. Yeri geldikçe meâl olarak yazmaya çalışacağım ama hepsini, bildirmeye yazacağımız kitapçığımızın hacmi müsait değildir.
  Sakın “Sen âlim misin, yazar mısın, Arapça biliyor musun?” diye sorma. Arapça bilmenin Allâh’ı bilmek için kâfi olmadığını iyi biliyorsun.
  Bu abd-i âciz, Hazret-i Allâh’ı Türkçe biliyorum.
  Ve Hazret-i Allâh’ın ihsan eylediği irşâd vazifem var elhamdülillah, ibâdet ve tâat yapacak kadar.
  Allah, noksanı, kusuru ile dergâh-ı ilâhîsinde kabul buyursun inşallah. Sûre-yi celîleleri inzal olduğu gibi okumaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki, mânâsı ile namaz kılmak takvâ, vera değildir.

“Dost” Kelimesi “Evliyâ”nın Anlamını Ve Mânâsını Kesinlikle Yansıtmaz


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Ey îman edenler, benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları evliyâ edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar, Rabbınız olan Allâh’a inandığınızdan dolayı Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehıne Sûresi, 1)
  Hazret-i Allah kullarının âczine göre her sınıf insanın anlaması için açık seçik beyan ediyor.
  Bir âyet-i kerimede “Anlayabilesiniz diye kendi lisânınızdan peygamberler gönderdik.” buyuruyor.
  Şunu anlatmak istiyorum. Ekseri âyet-i kerîmeler ne tefsiri, ne de tırnak içerisinde izahı gerektirmez. Bâzı izahlar yazarın düşüncelerine dönüşüyor maalesef.
  Örneğin, Kur’ân-ı Kerîm’de Türkçe’de karşılığı olmayan “Evliyâ” “Velî” buyurulmuştur. Meâl ve tefsir yazan ulemânın (Allah ilimlerini âlî kılsın) tutumlarının kasıtlı olduğuna inanamıyorum, ama evliyâ’nın anlamını ve mânâsını düşünmek, tefekkür etmek istemiyorlar!
  Dîn-i İslâm’da tasavvufu Şerîatı kabul edemiyorlar. Ediyormuş gibi mütâlaa ettikleri, akılları, ilimleri ihlas, takvâ, verâ’yı yansıtmadığı için Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin koymuş olduğu Kur’ân’ın çok yerlerinde mevcud “Evliyâ” lafzını ve mânâsını bu türlü mânâ ve sıfattan uzak avamın her mânâda kullandığı “dost” kelâmı ile eşdeğermiş gibi ifade etmeye kalkışmak...
  Tâbir ettiğiniz mânâ insanlar arasında dostluk değil, bâriz düşmanlık getirmiştir.
  Ümmet-i Muhammed’e ehl-i kitabı da düşman ettik.
  Cihanşümul olan Hazret-i Kur’ân’dan evvelki kitapları ve suhufları.
  Hz. Allah İsa aleyhiselâm’ın irtihâlinden altı yüz küsur sene sonra ihsan eylediği Kur’ân-ı Kerîm’de semâvî kitaplara ve suhuflara îman edenlere Ehl-i Kitâb diye medhü sena eylediği hâlde, âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in zaman zaman Ehl-i Kitâbla muahede imzaladıkları vakıa değil mi?!
  Mescid-i Saadet’in bir köşesini ayin yapsınlar için onlara tahsis etmedi mi? İsevi olan Habeşistan kralı Necâşî Hazretleri’nin vefatında gıyabi cenaze namazını kıldırmadı mı?... El-insaf!
  Ehl-i kitabın Hz. Allâh’a îman edenine îman etmeyenine de, kâfir, gâvur, biraz insaflısı kibarca gayr-i müslim dediler! Semâvî kitapların ve suhufların cümlesini tahrif olmuş ve hükümsüz göstermeye kalkıştılar ve Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki Ehl-i Kitâb hakkındaki beyanına ters bilgi edindiler! Bu zihniyet (21’nci asır) dünyanın her yerinde devam ediyor!
  Hangi şerîattan olur ise olsun, Hz. Allâh’ın bildirilerine sadık ve muhib gönül ehli, ilâhî aşk nasipli hissedarı âmentüye acabasız îman ettiği gibi, zevkiyle yaşayan, zikrullahı kendisine vird edinmiş kullarının da yeryüzünde rahmeti icabı varlıkları kıyamete kadar devam edecektir, şüphen olmasın!
  Naehlin ister istemez gerçekleri çarpıttıkları gibi, emr-i ilâhî diye nakille bağdaşmayan akıl yolunu seçtiler, akılcı din edindiler! Fertler, milletler, ümmetler ve toplumlararası ilâhî emrin hilâfına düşmanlıkların doğmasına yardımcı oldular! Bunlar Hazret-i Kur’ân’da Ehl-i Kitâb hakkında Hz. Allâh’ın bildirilerini okumadılar mı? Okumuyorlar mı ki?..
  Hz. Allâh’ın inanmış Ehl-i Kitâb kullarını kâfir görmekten zevk alan bedbahtlar: yeter! Hiç olmazsa olmayan bu çarpık insafınızla hemcinsinize insaf edin de, anlamsız din çelişkilerinizden, mezhep, meşrep kavgalarınızdan masum insanlar az da olsa huzura ersin!
  Feylesof Diyogen’in dediği gibi:
  Güneşe hasret masum insanların ihsan ediyoruz zannederek bilgisizce güneşine durmayın. Gölge etme başka ihsan istemem.”
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahudi, hırıstiyan, vb.nin) yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.
  Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mihrlerini vermeniz şartıyla size helâldir.
  Kim inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O âhirette de ziyana uğrayanlardandır!” (Maide Sûresi, 5)

Maddî “Sultân”, Mânevî “Sultân”


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Ey cin ve insan toplulukları, göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin, ama Allâh’ın verdiği güç olmadan geçemezsiniz.” “İllâ bi-sultân” (Rahmân Sûresi, 33)
  Hazret-i Allah açık olarak buyuruyor ki; “Siz “sultan”ı bulmadan arzın çevresinden dışarı çıkmaya yeltenmeyin, çıkamazsınız.” “Sultân”ın lügatta mânâsı basıcı, aşırıcı güç demektir. “Mânen sultan” olanlar ise mânen çıkarlar! Bunu ehli bilir. Sultan, o türlü bahtiyarların mîraçlarıdır. Şunu kesinlikle bilelim ki, Peygamber efendilerimize verilen her rahmet-i ilâhî evliyâullâha da lütfedilir, fakat aynı olmayıp ilham yolu iledir... İrşada vazifelenmiş kişilere evham ile ilhamı ayıracak kabiliyet verilmiştir, iyi biline…

Verid Damarı


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona verid damarından da yakınız.” (Kâf Sûresi, 16)
  Verid damarı boyundaki şahdamarı değildir. Tıp otoritelerinin bildirdiğine göre verid denen damar bütün vücûdu ihâta etmiş damarlardır ki, bağırsaklarda dahi mevcuttur.
  Allâhu Teâlâ Hazretleri insanı bütün olarak ihâta ettiğini beyan ediyor. Bu türlü hataya düşmemek için Kur’ân tefsir ederken yâhut meâl yazarken her türlü ilim sahiplerine ihtiyaç vardır. “Benim ilmim müsaittir” diye enâniyete düşmeyelim. Çünkü Hazret-i Kur’ân cihanşümuldür, kıyamete kadar hükmü geçerlidir. Boyundaki can damarı diye hataya düşmeyelim!
  Hz. Allâh’ın zatına mekân göstermek yeteri kadar zati sıfatlarını bilemediğinin ifadesidir!
  Hz. Allâh’a mekân göstererek günâh işlemeyelim.
  Dikkat! Hazret-i Allah zati sıfatı ile mekândan münezzehtir!
  Fiili sıfatı ile her yerde hazır ve nazırdır. Bütün âlemde görünen maddî zuhuratlar bi-zâtihi değildir, izâfidir, mecâzîdir. Hakîkatın madde âlemine yansımasıdır.
   “Yerde Allah, gökte Allah” diye hitaplar da doğru olmayıp hatadır. Dikkat edelim!” Abd-i âciz

Îman İle İslâm’ın Anlamları Farklıdır


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Yukarılarda da yazmıştım, amma yeri gelince tekrarında faide görüyorum.
  Bedevîler: inandık, dediler. De ki: Îman ettik demeyin. İslâm’a girdik deyin! Henüz îman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz! Allah işledikleri­nizden hiçbir şeyi eksiltmez çünkü çok esirgeyen çok bağışlayandır. (Hucurat Sûresi, 14)
  İslâmiyet doktorindir Âdem Safiyyullah’tan kıyamete kadar devam edecek din İslâm’dır.
  Allâh’tan başka ilâh yoktur illâ Allah vardır” diyen kişi Hz. Allâh’ın bildirisine göre o kişiye beşerin müslüman demesi emr-i ilâhîdir.
  Hz. Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
  “Lâ ilâhe illallah diyen kişi müslümandır, senin kardeşindir. Kaza meydanında dahi kılıç vuramazsın. Vurur isen katil olursun.”
  Kelime-i tevhîdin anlamını, âmentüde hulasa edilen mânâyı yaşantısında yani nefsinde îman ile yaşıyorsa Hz. Allâh’ın bildirisine göre o kul mü’mindir, müttakidir, ittika sahibidir.
   Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minin bildirisi nedir? Bakara sûresi başında Hz. Allah şöyle buyurdu:
  2 Âyet:
  “Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap, müttakiler için bir hidâyet kaynağı ve yol göstericidir.”
  3 Âyet:
  “O müttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan düşkünlere tasadduk ederler.”
  4 Âyet:
  “Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilene îman ederler. Âhiret gününe de kesinlikle inanırlar.”
  5 Âyet:
  “İşte onlar rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”
  Îman inanmaktır, âmentünün altı şartını inanarak kabul etmektir. Îmanın 72 şubesinden bahseder ehl-i tasavvuf. İlk basamağı insanların geçeceği yerleri temiz tutmak; bugünkü deyimle çevre temizliği. Zirvesi ise kelime-i şahadettir.

Birbiri İle Savaşan İnananların Arasını Düzeltmek


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile vuruşurlarsa aralarını düzeltin şâyet biri ötekine saldırırsa Allâh’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın Allah adil davrananları sever.” (Hucurât Sûresi, 9)
  Arzda nice hâdiseler oluyor ki.. Misâl, iki inanan devletten biri diğerine saldırıyor, işgal ediyor. Diğer inanan devletler “neme lâzım” mı diyecekler? Güçlünün zayıfı ezmesine göz mü yumacaklar? Başkalarının hürriyetlerinin çiğnenmesine seyirci mi kalacaklar? Bu nasıl adâlet anlayışı, nasıl din anlayışı?
  Her asırda mevcudiyetleri görülebilen Hz. Allâh’ın bildirdiği mü’min kulları gerek ferdi ve gerekse toplumsal îmanlarının dışa yansımasının nedeni meşru bir sebep zuhur etmedikçe biri diğeri ile harp edemez. Zira meşruiyeti tahakkuk etmedikçe harb etmek zulümdür. Zulümse Hz. Allâh’ın dünya ve âhiret gazabını celb eder. Bu gibi tecavüzkâr ferdlerin ve toplumlarda mü’min sıfatının aranmaması gülünçtür! Bu ölçüler ferdi ölçülerdir. Toplum olarak meşru idarecilerin bu yönlü içtihatlarına tâbisin! Görünümü toplumun icraatının sergilendiği levha akl-ı selim mü’min kişiye mahrem değildir!
  Siz mü’minin firasetinden kaçının; onlar Allâh’ın nuru ile bakar” buyuruldu!
  Her türlü icraatların meşruiyeti o toplumun müttaki kulunun Hz. Allâh’a olan îmanının göstergesi olmalı. Hâl böyle iken dahi vatanına tecavüz ediliyorsa tecavüz edenin şekline ve cinsine bakılmaz. Zira vatan müdafası emr-i ilâhîdir. “Hubbu’l-vatan mine’l-îman.”
  Vatanı olmayanın îmanında salah yoktur!
  21’inci asrın toplumları çok geniş fiziki bilgiye sahip olmalarına rağmen nâkile itibarının zayıf olmasından emr-i ilâhîye asrın uyumlu icraatlarının icrası için muâmelatta mânâ zâfiyetinden hayata bakışı gerçeklere karşı müteredditdir.
  Hâlbuki ister anlasın, velevki anlamasın günâh-ı kebâire dışında olay güzellik arzediyorsa Hz. Allâh’ın buyruğuna uygun olduğunu görmek zor olmasa gerek!
  Toplumlar yeteri kadar gerçeği anlayamıyorlar. Tekrar ediyorum: Cehlin katı taassubu olsa gerek! Yazık oluyor, kültürü yerinde olan insanlar gerçeği niçin görmek ve anlamak istemiyorlar? Zamanımızı kasdediyorum. Her zaman içtihat yapılması emr-i ilâhîye uygun ve elzem iken ilim sahibi zatların toplumların zamanın içtihatına ferden ve cemî insan toplulukları mutlaka muhtaç iken anlaşılamıyor.
  “Çağa göre içtihat neden ihmal edildi, niçin hâlâ içtihatsız yaşantı düşünülüyor?.. “
  Müçtehitler, yetkili kişiler vazifelerini ihmal ederek emr-i ilâhîleri asra uyumlu anlatılamadığından toplumların emr-i ilâhîyi anlamasına yardımcı olamadıklarının, mânevî manzaranın görünümü her devirde gerçeği gören gözlerin görmesi mümkün!
  İstisnai rahmet görüşü ve icraatına sen de neden sahib olmayasın?!
  Bu rahmet-i ilâhîye yalnız ferde değil cemî kullarına ihsan edilmiştir! Sırat-ı müstakîmdir!” Bu yolu seçmek kulun ihtiyârına ve iradesine bırakılmıştır! Bu rahmetler dünya için vardır; dünyadan sonraki gideceğin yerlerde bu imkânları bulamazsın, gafil olma!
  Bu türlü hâdiselerle her an karşılaşabiliriz, karşılaştık da. Bu emr-i ilâhîyi yeteri kadar bilemediğimizden harp eden taraflardan daha zararlı biz çıkıyoruz. Açıklayamayacağım, arif olan anlar!
  İçtihatsız bırakılan şerîatların mesûl kişilerinin tertîb-i tanzim-i ilâhînin bazılarının çağa göre yaşanacağını kabullenemediklerinden veya bilemediklerinden emr-i ilâhîleri ve peygamber efendilerimizin tebliğ eyledikleri çağına uygun şerîatları peygamber efendilerimizin irtihâllerinden sonra zamana göre müçtehitlerin her mevzuda olduğu gibi şerîatta da içtihatın çağa göre elzem olduğunun bilincinde olmalarına rağmen, esefle görülüyor ki şer’î içtihatın günümüze kadar ihmal edildiği gerçek!
  Tekrar ediyorum! Şerîatı içtihatsız bırakarak, binlerce sene tâbileri içtihattan yoksun şerîatları yaşanması güç hâle getirmişler. Çağın yaşanılan ilm-i zâhir ile ister istemez ters düşmüşlerdir. İçtihadı çağdışı mütâlaa ederek içtihata tâbi dîni kuralların âlim kişilerde bariz görülmesi gerekirken maalesef onlar da içtihatsız yaşamayı benimsediklerinden dîni kurallar da çağdışı yaşantıdan kendilerini de kurtaramadıkları gibi, çağa da uyum sağlayamadıkları günümüzde bariz görülen ve toplumların iptidai yaşamalarına neden olan gerçekleri görelim artık!
  Müslümanlar olarak Hz. Allâh’ın bildiri ve tertibine göre âczimizle bu gerçekleri görebilir ve âczimizle yaşantımızda başkalarına örnek olabilir isek, fizikten öte gidemeyen tahsilli, bilgili insanların bilmeden îmanlı insanları küçümseyerek küfre düşmelerine neden kalmayacağına inanırım!
  Bu asırda kudret ve kuvvet-i ilâhîyi inkâr edecek bir ilim tanımıyorum ve olacağına da inanamıyorum!
  Çünkü düşünebilen normal bir insan aradıklarını o rahmet deryasında şüphesiz bulacaktır.
  Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın.” diye bildirilmedi mi?.

“İnsanları Konuşmalarından Daha İyi Tanırsın”


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Biz isteseydik onları sana gösterirdik. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Andolsun ki sen onları konuşma üsluplarından tanırsın. Allah bütün işlediklerinizi bilir” (Muhammed Sûresi, 33)
  Yüz ifadesi az da olsa kişinin dışa yansıtmak istemediği düşüncelerini yüzünde yansıtır. Yüzdeki gayr-i ihtiyârî mimikler veya renk değişikliği bir şeyler gösterse de illâ tamâmen ölçüye alınamayacağını, konuştuğu zaman kişinin ne olduğunu daha bâriz şekilde göstereceğini Hazret-i Allah bu âyet-i celîlede beyan ediyor. Evliyâullah öyle buyurmuşlardır; “Dilini oynat; sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Nûr-ı Muhammedî Rahmeti İlâhîyenin Genel Adıdır. Bu Rahmet-i İlâhîye Dünya Ve Âhiret Devam Edecektir, İnşallah


  Hz. Allâh’ın, levh-i mahfuzda beyan eylediği “rahmetim gazabımı örtmüştür” bildirisinin zuhurudur. Başka yönlü düşünmek rahmet-i ilâhîyeyi bilgisizce çarpık mütâlaa etmektir!
  Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
  “Bil ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günâhlarının bağışlanmasını dile. Allah gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir.” (Muhammed Sûresi, 19)
  Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn (seni âlemlere rahmet olarak gönderdik)” diye buyuran Hazret-i Allâh’ın rahmet-i ilâhîye verdiği isim nûr-ı Muhammedî. Buna rağmen dikkat! Ulûhiyete enâniyete düşüp, kendine yersiz süs veren gafiller bu âyet-i celîleyi tekrar tekrar okusunlar, dikkat etsinler.
  Mü’min erkeklerin mü’min kadınların ve kendinin de günâhının bağışlanmasını dile” buyuruyor Hz. Allah (c.c.)
  Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyururlar ki: Allâh’ın rahmeti olmadan kimse cennete giremez!”
  Ashab sordular:
  Siz de mi, yâ Resûlullah?”
  “Evet, ben de” buyurdu.

Zikirden Uzaklaşanlara Şeytan Musallat Olur


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Kim Rahmân’ın zikrinden gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf Sûresi, 36-37)
  Allâh’ın zikrinden uzak duranlar, zikredenleri zikrullahdan men edenler, biatlarından, yani Allâh’a verdiği sözden uzaklaşanlar, hangi akla hizmet ediyorlar?!
  Onlar kendilerini Allâh’tan kudretli mi görüyorlar? Mantıkları ve akılları da nakle itibar etmeden ilâhî ölçüme müsait değildir.
  Zira nakille yapılan ölçüye sahip kevnî hakîkatlerle iktifa edip, dîni hakîkatleri ittiba etmeyenler peygamber efendilerimizin tâbiininden sayılmazlar.
  Şerîat-i garrâ dört mevzûda izah edilir..
  İlm-i fıkıh, ilm-i kelâm, ahlâk, tasavvuf.
  Fetvâ budur. İlm-i fıkıhın kolları vardır: Mezhepler. Tasavvufun kolları vardır: Tarîkatler. Bu tertîb-i ilâhîdir. Her semâvî din de böyledir. Verâ, takvâ, ihlas bununla yaşanır; tasavvufsuz bu rahmet-i ilâhîlerden nasip almayı düşünmek muhâldir. Akılcılıktan nakle dönüşen ilmin mahsulü olup, bu tür ilim sahipleri enbiyâ, evliyâ, velî, mü’min müttaki ittika sahibi lafzenın anlamını iyi bilirler ki, Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” buyruğu ilme’l-yakîn olduğu gibi, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîndır. Bu ilme, nâil olup verâset taşıyan bir evliyâyı rehber edinmeden bu rahmet-i ilâhîye nâil olmak muhâldir!
  “Yolun uğramaz ise peygamber efendilerimize geçti kervan kaldın dağlar başında” diye ne güzel gerçeği dile getirmişler!
  İşte pek çok âyet-i celîlelerde Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin “evliyâ” buyurmasını Türkçe’de aynı mânâyı taşıyan karşılığı olmadığı için avamın biri birlerine kullandığı “dost” diye tercüme ettikleri bu tâbir, hiçbir zaman evliyâ’yı ifade etmiyor; bu benzetişle gerçeklerden mahrum bırakılan toplumları sırat-ı müstakîmden uzaklaştırdığı gibi zararı çok çok büyük olup, cihanşümul olan Dîn-i İslâm’dan ve cihanşümul olan Kur’ân-ı Kerîm’den toplumların uzaklaşmalarına sebep olunuyor. “Siz Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin” diye, ayrı bir din imiş gibi bütün şerîatları dışlarsanız onların Allâh’a olan îmanlarını, resüllerine olan bağlılıklarını Lâ ilâhe illallah” diye tasdik ettikleri hâlde onlara “kâfir ve gâvur” derseniz, îmanın şartı olan âmentüyü kabul ettiğinizi söylerken Hz. Allâh’ın bildirisine ters düştüğünüz gibi dünyadaki cümle Allah kullarını gâvur, kâfir, gayrı müslüm deye Allâh’a sadece inanmış da olsa bu gibi insanlara müslüman diyecek iken peygamberinin getirdiği şerîata samimi olan bir kişiye.
  Hz. Allah mü’min, müttaki derken, cüretkâr, hangi ilmine istinaden gâvur, kâfir, gayr-i müslim diyorsun?
  Neye istinaden ehl-i kitaba hakaret ederken Hz. Allah Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Ehl-i Kitabı medhü sena ettiğini okumuyor musun?!
  Yahut okuyorsun da anlayamıyor musun?!
  Elhamdü lillahi rabbil âlemin” buyruğunu okumadınsa, duymadında mı?
  Uyuz itinden vazgeçmeyen Hz. Allah (c.c.) “âlemlerin rabbıyım” buyurdu.
  Varsa eğer elini vicdanına koy ve düşün!
  Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)’den sonra elçi gelmeyecek. Verâset-i Nebî olarak nedîm-i ilâhîler ezel-i ervâhta tanzim edilmiştir. Allâh’ın tertîbi. Hiçbir zaman dünya rahmet-i ilâhîyeden mahrum bırakmamıştır
  Hz. Allah îmanlı, zatına karşı samimi olan kulları için hiçbir zaman bir şey değiştirmez.
  “Siz asrı tân etmeyiniz” buyurdu Hz. Allah.

Ehl-i Kitâb’ın Yiyecekleri Size Ve Sizinde Yiyeceğiniz Onlara Helâldir. İffetlerini Namuslarını Koruyan Kadınları Mihrlerini Ödemek Sureti İle Nikâhla Alabilirsiniz, Helâldir


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlar, daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere, mihrlerini vermeniz şartı ile size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” (Mâide Sûresi, 5)
  Dini nikâh Hz. Allâh’a inanan benî âdeme kıyılır. Îmansıza nikâh olmaz!
  Halk arasında imam nikâhı derler; bu hitabın gerçekle ilgisi yoktur. Gerçeği dîni nikâhtır.
  Muktedir olan herkes iki şahit huzurunda mihrlerini tesbit ederek emr-i ilâhî üzere kıyabilir.
  Türkiyede resmi nikâhta lüzumludur ve şümullüdür.
  Şahitler huzurunda Allah anılarak kıyılan nikâh da geçerli olup caizdir!

Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitâb


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik, kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine zikredilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç onlardan daima hâinlik görülür, yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (Mâide Sûresi, 13.)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler, uyarıcılar olarak göndeririz. Kim onlara inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaktır.” (En’âm Sûresi, 48)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Bu, Ümmü’l-kurâ denen Mekke ve çevresindekileri uyarmak için sana indirdiğimiz mübârek ve kendinden önceki kitapları doğrulayıcı bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.” (En’âm Sûresi, 92)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  De ki: Allâh’tan başka bir hakem mi arayacağım?. Hâlbuki size kitabı açık olarak indiren O’dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Kur’ân’ın gerçekten Rabbın tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Onun için sakın şüpheye düşenlerden olma.” (En’âm Sûresi, 114.)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Yâhut bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk, demeyesiniz diye. İşte, size de Rabbınızdan açık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi. Allâh’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir?. Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezâlandıracağız.” (En’âm Sûresi, 157.)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Şüphe yok ki, îman edenler, Yahudîler, Nasranî ve Sabiîlerden kim Allâh’a âhiret gününe inanır, bununla beraber sâlih amelde bulunursa elbette onların Rab’leri katında ecirleri vardır. Hem onlara korku da yoktur. Onlar mahzun olacak da değillerdir.” (Bakara Sûresi, 62)

Hazret-i İnsân


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin. Çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir.”
  Bilmem bu âyet-i kerîmeye izah gerekir mi?! Kulakları çınlasın “Allah ile kul arasına girilmez” diye ahkâm kesenlerin... Evliyânın, dost diye mânâsını değiştirenlerin... Mânevî âlemden nasibini alacakların nasiplerini tehir ettirenler, yeteri kadar tatmin olmadığı hâlde, mesleği îcâbı tatmin olmuş gibi icrâ-yı sanat eyleyenler, bilsinler ki, bu âlem benî âdem hazret-i insan için yaratıldı. Zira hazret-i insan ayîne-yi Rahmân’dır.
  Hazret-i insanda Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin fiili ve subuti sıfatlarının benî âdemde zuhur ve tecelli eylediği gibi hiçbir eşyada zuhuru görülemez!
  Hazret-i insan âlemin küçültülmüş nüvesi. Mânâsı ileyeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının tecellisi ve sırr-ı ilâhîdir!
  Nûr-ı Muhammedînin zuhur mercii hazret-i insan nazargâh-ı ilâhî olan insan-ı kâmil!
  İnsan-ı kâmilin en büyük rütbe ve makamı ise ne kadar rahmet-i ilâhî ile yücelirse yücelsin Hz. Allâh’ın zatına karşı yokluktur, abdiyettir. Zira hiçbir zaman abd rab olmaz, Rabbımız da abd olmaz!
  “La ilâhe illAllâhu vahdehu la şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ kulli şey’in kadir.”
  Allâh’dan başka ilâh yoktur. Şeriki, benzeri de yoktur. Mülk onundur. Ancak hamd ona mahsusdur. Zira her şeylere kadir olan bi-zatihi Hz. Allâh’tır.

Benî âdeme Ne Melâikeden Ne De Kadından Peygamber Gelmemiştir


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Senden öncede kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik eğer bilmiyorsanız erbabı zikirden sorunuz.” (Nahl Sûresi, 43)
  Kadın da muhteremdir. Hürmete ve sevgiye lâyık kılınmıştır. Velâkin bazı yönleri teklifatın erkeğe emredilen yerlerine çok nedenden muvafık kılınmamıştır. Vücut yapısı itibarı ile zariftir, erkek gibi örselenmeye gelmez. Teni dahi erkeğe nazaran incedir zariftir. Bâzı hâllerde erkek gibi mukâvim ve tahammüllü olamaz.
  Vazifeler Hazret-i Allah tarafından öyle tanzim edilmiştir. Çocuk doğurma vazifesi kadına verilmiş olup erkek bu hususa müsait yaratılmamıştır. Çocuk doğurma imkânları ve organları kadında yaratılmıştır. İhtiyaç ve geçim hususunda her türlü mesûliyet erkeğe verilmiştir. Bazı ahvalde kadın doğurduğu çocuğa süt vermeye de mecbur değildir. Kâide budur; ama istisnâlar vardır, kaideyi bozar; bâzı kadınlar bâzı erkeklerden daha güçlü gibi görülse de bu istisnâî hâldir. İstisnâlar kâideyi bozmaz!
  Cennet ananın ayağı altındadır” buyurdu Hazret-i Peygamber (s.a.v.). Hazret-i Allah, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da:
  “Anana babana hizmette kusur etme, rahmetimden nasip alamazsın. Onlar yanında yaşlandığı zaman onlar hakkında “uf” dahi demeyesin” buyurdu Hz. Allah (c.c.)
  Kadınlar emr-i ilâhîye sadakat gösterdiklerinde erkeklerden daha çabuk yol alırlar. Tertîb ve tanzim-i ilâhî buna rağmen erkeğe tahsis edilen vazifeye yaratılışı itibarı ile uygun kılınmamıştır.

Efendi Kime Denir?


  Efendilik Peygamber Efendilerimizde sıfat olarak tecelli etmiştir.
  Vârisleri de bu sıfata lâyık görülmüş. “Mevlânâ” lafzı da aynı mânâyı taşır.
  Allâh’ı bir bilip kul olmak için irâdesini kullanan sâlih kişilere de tarih boyu “Efendi” dene gelmiştir vakıa bu asırda apartman kapıcılarının başka ismi yok, soyadını efendi olarak telaffuz ederler.
  Tekrar ediyorum: Efendilik, isim olduğunun ötesinde kişiye bahşedilen mânevî sıfat ve mânâ hâlinin ifadesidir.
  Bu meziyeti taşıyan işine bakılmadan her kişi efendidir. Hanımefendilerin de bu taltif-i ilâhîye lâyık olanlarını unutmayalım!

Kalbi Gözyaşları İle Suladığın Zaman Yaptığın Duayı Kâinât Bilir


  Evet, kalbi gözyaşları ile suladığın zaman yaptığın duayı kâinat bilir.
  “Bu yaşa hak yolunda Allah c.c için kıyamayanlara aşk yolunda sefer haram kılınmıştır.”
  Bâzı gözyaşları vardır ki, gözünü sulandırmaktan başka bir işe yaramaz. Allah için akan gözyaşları bir maksada istinâden değil, yalnız rızâ-i Bârî için olmalı!
  “Gözyaşla dolup, kalp hissettiği zaman benlik gider. İşte, o vakit kul Allah ile konuşmuş olur. Bu hâl mü’minin mîrâcıdır.”
  Gözyaşının tadı Allâh’dan gayri için akıttığın yaşın tadına benzemez. Dilini dokunup tadına bakarsan diğer gözyaşına benzemediğini, daha tatlı olduğunu görürsün. Çünkü geliş kanalı dahi başkadır! Ne acıdır, ne de tuzlu. Hakîkat hilkatında mutasarrıf olarak yalnız onu görmektir!
  “Hidâyete ulaştırır, dalâlete düşürür, izzete çıkarır, zillete indirir... İllet devamı saâdet sahibi olanlara kendisine ibâdet ve tâatı kolaylaştırır.”
  İnsana bahşedilen cüz’î irâde dediğimiz irâde, küllî irâdenin etkisinde olup, insan yalnız cüz’î irâdesinden sorumlu kılınmıştır. Bu bilgi kişiyi ilme’l-yakîn olarak rahmete erdirir. Bu mevzûları aklen çözeceğini zanneden, mânâ yoksunu kişiler Kaderiyye ve Cebriyye mezhebine düşmüşlerdir. Kaderiyye ve Cebriyye Ehl-i sünnet îtikâdı ile bağdaşmayıp ve-bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi’ye muhalif olduğundan küfürle itham edilirler.
  Rahmet-i ilâhî daima yukarıdan aşağıya gelir, kalbe hulul eder. Kalpden beyine geçer. Kalpte mânâ olur. Beyin ise onu kevnî hakîkatlara dönüştürmeye çalışır. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz müracaatında:
  Yâ Rabbi! Sen ne kadar kulluk yaptırmışsan, o kadar kulluk yaptım, sen ne kadar mârifet verdinse, o kadar arif olabildim. Yâ Rabbi! Ne kadar zikrettirdinse, o kadar zikrettim” der!
  Hazret-i Allah buyurmadı mı: Ben kulumu zikretmezsem kulum beni zikredemez.”
  İşte rahmet-i ilâhî daima üstten gelir. Peygamber efendilerimiz bu gelişin başlıca sebepleridir. Yolun uğramazsa Muhammed’e geçdi kervan, kaldın dağlar başında. Tertîb-i ilâhîye, tanzîm-i ilâhîye, emr-i ilâhîye uygun olmayan yollar uğramaz Muhammed’e (s.a.v.).
  İşte bu hâlde yaşayana ehl-i tarik, gayrısı vahşî tariktir. Ehl-i tarike süluk edenler kendi imkânları ile gidilemeyeceğini iyi bilirler. Bu yol tertîb-i ilâhîdir, Hz. Allâh’ın vazifelendirdiği mürşit gereklidir.
  “Her tabîbe âşikâr etme derûn-ı derdini.
Her ne derdin vâr ise eyler devâ: Allah kerîm.”
  Tertîb-i ilâhî, vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî, evliyâ mensup olduğu peygamberinin şerîatını mânâsını tahrip etmeden yaşantı ve uyarısını günâh-ı kebâirler dışında, asra uyumlu mânâ vazifelisi verilmiş kişiye mürşit denir!
  Bu sahih mürşitlere biat etmek peygamberine biat etmekten farklı değildir!
“Bî-kılavuz kim varır Allâh’ına
Reh-nümâsı olmayınca Evliyâ”

***
  “Kâmil doğarmış ehl-i hak Doğmadan evvel anası”
***
Mürşid-i kâmil kime tâlim eyledi
Her varaktan okuyup tefsir-i Kur’ân eyledi.
Levh-i dilden okuyup bî-harf-i ümm-i kitab
  Hak Teâlâ ilm-i hıdrı ona ihsan eyledi
  Bilmem izaha muhtaç mı? Hazret-i Allah buyurdu:
  “Ben kâinatı yarattım, ey insan,
  Sen bunu düzene sokacaksın.”
  Sıhhat ve selâmetin için kapanmış maziyi, meçhul istikbâli bırak da günü yaşa. Zira hakîkat bu andır, hayat bu demdir!
  Peygamberimiz Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de sabah namazından sonra hâl-i yakazada bu abd-i âcize buyurdular ki:
  “Ümmetime söyleyin. Geçmiş zamana göre değil yaşayacakları zamana göre hazırlansınlar.”
  İnsanlar umûmiyetle aynı hataya düşmüşler. Tertîb-i ilâhîyi yeteri kadar anlayamadıklarından, ileriye dönük yaşamaları elzem ve emr-i ilâhî olduğunu anlayamamışlar!
  İçtihadın her devirde ortaya çıkardığı yorumlanmış din tablosuna diyanet ve şerîat denir!
  Bu tablo her zaman çizilecektir. Bu uyarıyı iyi anlamaya mecburuz. Aksini yaşadığımız zaman ki yaşadık ve yaşıyoruz bedelini çok pahalı ödüyoruz. Yetmez mi? Ümmetçe ve milletçe zamana göre uyanmaya mecburuz!

Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana ve babanızı çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz, biz şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.” (A’râf Sûresi, 27)
  Mensup olduğu şerîatından evliyâ kabul etmeyenlerin bu âyet-i kerîmede beyan edildiği gibi evliyâsı şeytan olur. Bu âyet-i celîleyi ehli tasavvuf, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diye beyan etmişlerdir. Bunun başka izahı var mı? Varacağı yerin garibi olan kişi rehbersiz yolculuk yapıyorsa rehbersiz gideceği menzile doğru varacağını kim iddia eder?
  Hz. Allah bana yeter diye ahkâm kesmeye kalkışma. Hz. Allâh’ın peygamber efendilerimize tebliğ eylediği tertib ve tanzim-i ilâhîden bahsediyoruz!
  Beşer mizacı itibarı ile bir şeyler yapmaya çaba sarf ederse de “ustasız sanat haramdır” denildi. Hele gayba îmanda mürşidin lüzumu tartışılmaz.
  Dünyada hakiki mürşit ilimdir” denildi. Çok doğru; çünkü mürşit eşittir ilim! İlim Allâh’ı bilmektir.
  Peygamber efendilerimiz en çok Allâh’ı bilendir. Vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîler de en çok Hazret-i Allâh’ı bilenlerdir.
  Delide ve mecnunda velâyet olmaz. Sahte şeyhler mânevî gerçeklere uygun değillerdir. Amma hakîkat bilgisinden yoksun saf kulları çıkarlarına kullanmışlardır!
  Abd-i âciz tetkik ettim, ekserisi düşünce ve hayalinden hiç çıkaramadığı, çıkarmayı da düşünmediği, mânâ garibi, şeytanın da yardımı ile hemen şeyh oluverir.
  Hayatı boyu yolunu tıkadıklarının sıkletini çeker. Sıhhatli olmadığını iyi bildiği hâlde, enâniyet bırakmaz ki, gerçeği anlatsın da sahte olduğunu bildirsin, vebalden kurtulsun!
  Mânevî ücreti olmayan, mesûliyetini, hayat boyu sıkletini taşıdığı gibi yevmü’l-mahşerde de hesabı sorulacak.
  Yolunu sarpa sardırdığı bî-çare kulların hakları şüphesiz adli ilâhî tarafından alınacaktır!
  Yerini bulamamış, saf dervişin sanki teselli olduğu bir silahı vardır. Hakîkat ehli uyarsa da aynı silahı kullanır: O da “Allah” dedirtiyor.
  Allâh’ın sıfatına tertibine uymayan, ters düşen, yersiz ve anlamsız, bu anlamsız kelâm bilgisizce nâ-ehlin uydurması, müflis tesellisidir!

Sonra Gelen Peygamber Efendimiz’in Şerîatına tâbi Olmak Asra Uyumluluk Ve Emr-i İlâhîye De Uygundur, Kemâlattır.


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Ey Âdemoğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak Peygamberler gelir de, kim sakınır ve kendisini ıslah ederse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (A’râf Sûresi, 35)
  Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar. İşte o Peygamber onlara iyiliği emreder onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar. O Peygambere inanıp ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra uyanlar var ya, işte, kurtuluşa erenler onlardır.” (A’râf Sûresi, 157)
  Bu âyet-i celîlede Hazret-i Allah daha sonra gelen Resûl’üne uymayı, tertîb ve tanzîm-i ilâhî olduğunu, asra uyumlu kullarının tekâmülüne göre gönderilip, insanlar insanlıkta olgunlaştıkça üzerlerindeki ağırlıklarını atacağını beyanla, sonra gelen Resûl’üne tâbi olmanın daha uygun olduğunu ve yüklerini daha hafifletmekle, daha rahat dîni vecibelerini yerine getireceğini bildiriyor. Hâlik-ı Zülcelâl Hazretleri tamamı ile kulun inisiyatifine bırakmış.
  Evvel gelen şerîattan daha mütekâmilini lütfetmiş. Daha evvelki şerîatta kalanlar kâfir ve gâvur, gayri müslüm değildir. Yeter ki, Allâh’ı tanısın şirke düşmesin!

Yeryüzündeki Ve Gökyüzündeki Âyetleri De Görebilmek Okumaktır!


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Onları doğru yola çağırmış olsanız işitmezler ve onların sana baktıklarını görürsün, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf Sûresi, 198-199)
  Kulluk yapacak kadar Allâh’ı bilmek ilimdir. Hiç bilmemek cehalettir. Bu hitâb-ı ilâhî mecnuna değil. Çünkü ona teklifat yoktur!
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yûsuf Sûresi, 105.)
  Biz arza nice âyetler indirdik, kâmil insan ve akl-ı selim insanlar okur.”
  Bâzı müfessir efendilerimiz der ki; “Kur’ân’daki âyetler yeryüzüne indirilen âyetlerin beyyinâtıdır.” Bizler maalesef, yeryüzündeki âyetleri umursamayız. Eskiden tabîat derdik şimdi ise doğa deyip geçeriz Hazret-i Allâh’ın yarattığı her şey hikmet olduğu gibi her zerre bakmayı bilen insana beşeri vazifesini anlatır.
  Mü’minin ferasetinden kaçının onlar Allâh’ın nuru ile bakarlar.”
  “O nurun zuhur mercii niçin olmayasın?
  Lâyık olmaya çalış ki Hazret-i Allâh’ın fiili sıfatlarındaki tecelliyat ve zuhuratına şahit olasın!”

Hiçbir Beşeri İlahlaştırmayasın


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Onların çoğu ancak ortak koşarak Allâh’a îman ederler.” (Yûsuf Sûresi, 106.)
  Hz. Allâh’ın bildirisi semavi din, tevhîd dînidir. İslâmiyet’tir. Kendi lisânı ile de “Allah vardır” diyor ise kul, beşer ölçüsü ile müslümandır!
  Başka isim altında din kabul edilmeyeceğini Hazret-i Kur’ân’ın çok yerlerinde beyan eder Hazret-i Allah!
  Hazret-i Allâh’ın müslüman, müttaki, ittika sahibi, mü’min ismini ve sıfatını vermesi Allâh’a mahsus olduğu gibi rızâ-i Bârî’ye uyumlu amel ve îman meziyetine ve mizacına göre ölçü ancak ve ancak Allâh’a mahsustur. Siz bilemezsiniz, buyuruyor Hz. Allah (c.c.).
  İslâmı yaşamanın görünümü, bir olan Allâh’a ortak ve eş tanımamak, tevhîd kelimesini dilden bırakmayıp mânâsını kabul edip anlamını yaşamaktır. Bu kadar ferah ve kolay olduğu hâlde her şeyin zor olanında kazancın daha çok olduğunu zanneden ve içtihatsız şerîatı yaşamakta ısrar eden zamanımızda umumiyetle çok kişilerde görülen bu hâlin, kendinde varlık görmesinden meydana geldiğini, “dini vecibeleri yerine getiriyorum” varlığı ve gerçekle yeterince gerçek ile alakası olmayan daha acısı beşerin naçiz zannı ile bilgisizce peygamberlerini, papa, papaz, haham, hoca ve şeyhleri ilâhlaştıran cemaatler az mıdır? İşin garibi bunlar kendilerinin mü’min olduğunu zannederler. Yerleri ateştir” buyuruyor, Hazret-i Allah.
  Tek kelâm, dikkatli ol ne hafî, ne de celi ne gizli, ne de aşikâr Allâh’a şirk koşmayasın. Eş, ortak tanımayasın onunla şirket kurulmaz, çünkü eşi benzeri yoktur!

İlm-i Verâset Ezel-i Ervâhla İlgilidir. Tertîb-i Tanzim-i İlâhîdir. Beşer Bu Ölçüye İhtiyarı İle Kendini Vazifeli Görmesi Mümkün Değildir


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” (Yûnus Sûresi, 44.)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “De ki; ben kendime bile Allâh’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yûnus Sûresi, 49)
  Peygamber efendilerimizin ve evliyâların ilmî, diraset yoluyla değil, verâset yoluyladır. Yani, okuyup yazmakla değil. Bu ilim amel ve mücâhede neticesinde elde edilmez. Esas olan ezel-i ervâhta Allâh’ın tertîbi olup, dünyada beşer bunu sây-i gayreti ile elde etmeye muktedir değildir. “Nefis Hak’tan kaçar. Onu bir yere tesbit etmeli.” Bu da verâset yolu olup, aksi Kur’ân’ın rûhuna aykırıdır.
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’da çok yerde “Evliyâ” buyuruldu. Türkçe’de karşılığı olmadığı için aynen olduğu gibi alınması îcap ederken her yerde, her mânâda kullanılan “dost” diye mânâ vermek, evliyânın mânâsını yansıtmadığı için, Ehl-i Kitâb’tan îman edenlerinde Allâh’ın rahmetinden uzaklaşıp düşman olmalarına bilmeyerek sebep olmuşuz. Kendi aramızda dahi Allâh’ın sonsuz rahmetini bir nebze idrak edemediğimizden, hakîkatleri gösteremeyip, yakınlarımızı dahi “akılcı” diye diye nakilden nasipsiz kılmışız. Bu durumda her hâlükarda mânâsız yaşanamayacağını bilenler gerçeği bulamadıklarından mânevîyatı çıkarlarına kullanan çıkarcıların kucaklarına itilmişlerdir. Samîmi olanları Allah mahrum etmez, amenna. Bu samîmiyeti ileriye götürebilecek bahtiyar ne kadar çıkar. Bu türden vazifeli olduğunu zannedenler, bâzı görgülerinin esiri yâhut da başkalarının iteklemesinden dolayı kendilerine zulmedip, gayrının mes’ûliyetini üstlendiklerini bilseler dahi artık kendilerini geri alamazlar. Enâniyetleri mâni olur. Buna benzer nâ-ehlin kucağına iteklenen tarikat kazazedelerinin de Allah emeklerini zayi etmesin, âmin!
  Tekrar ediyorum; bu vazife verâsettir, ezel-i ervâhla ilgilidir. İnsan bu tertîb-i ilâhîyeyi beşeri duyguları ile çözmeye muktedir değildir. Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Bu ilim diraset yolu ile değil ancak verâset yolu ile Rabbımın takdiri kadar anlaşılır. Anlaşıldığı kadar da zevki alınır. Mânevî vazifeleri tertîb ve tanzîme değil âdem, kâmil insan dahi muktedir ve yetkili değildir.
  “Ben de sultanım” diyen dünyada bî-hadd-ü hesâb. Bende-i dergâh-ı ehlullah olan yüz binde bir.”
  Dergâhtan evliyâ terbiyesinde yetişmiş ve turuk-i âliyyeden, silsile-yi merâtip ve izn-i icâzete sahip olan kul, Allâh’ın evliyâsıdır. Peygamber Efendimiz’in de vârisidir.
  Mânevî vazife Hazret-i Allâh’ın yedinde olup hayatta bulunan evliyânın tebliği ile zuhuru görülür, şahsın kendi görgüsü ile değil. Allâh’ın lütfu ile olur. Hazret-i Kurân’a âhir zaman Peygamberi Hazret-i Resûlullah’a ve getirdiği şerîata inancın tam olsun!
  Her zaman yeryüzünde eksik olmayan, eksik olması kânûn-ı ilâhîye aykırı olan evliyânın mevcûdiyetinin inkârının zâhirî ve batinî ilimle bağdaşmayacağını iyi bilesin ki, hataya düşüp, hem bu türlü gerçeği yaşayanlara, hem de nefsine zulmetmeyesin!
  Allâh’ın inanan muhib kullarına rahmeti olan, îmansız­lara da istiğfar kapısının açık bırakıldığını unutma! Dünyanın geçici olduğunu bir daha istesen de eline geçmeyeceğini iyi anlayasın da ona göre dünya hayatında yaşantını tanzim edesin!
  Hazret-i Allah bu imkânları vermiş. Cüz’î irâdenle gerçekleri idrak edecek kabiliyette yaratıldın, inancında samîmi ol. Batanları sevmem” diyecek kadar ilmî hakîkatlere aşina ol... “Hazret-i Allah bana yeter” demek, sebeplerine tevessül etmektir, gülünç olma!
  Sebeplere dikkat et. Allâh’a eş, ortak gibi görme sebepleri. Vesile olarak gör.
  Maddeyi ilâhlaştırmadan tevhîdi yaşa. Haddi aşmadan sebebine hürmet göstermen, hizmet etmen de tertîb-i ilâhîdir, edeptir.
  Bunları birbirine karıştırmayın. Baban ve ananın senin üzerindeki hakları da böyledir. Allâh’ın emridir ve sen kul olarak emre uymaya mecbursun. Hizmette kusur etmeyesin!
  Dünya memduhtur, en güzel yaratılmıştır. Dünyadaki mânevî kazanç hiçbir âlemde mevcut değildir. Emr-i ilâhîler insanlar için kazançlı, fâideli, yararlıdır, dindir. Zararlı olanı lâ-dindir!
  Allâhu Teâlâ Hazretleri kullarının ihyâ olması için öyle bahâneler halk etmiş ki maalesef bu rahmetten herkes yeteri kadar nasip alamıyor. Kânûn-u ilâhîyi işine geldiği gibi yorumlayıp tatbik etmesinden ötürü! Beşerin zâhiri ve batını ilmî irfanî ne kadar çok olsa da küll olarak emr-i ilâhîyi ölçmeye muktedir değildir... Akılcı geçinen, fizikî durumdan başka tecelliyât-ı ilâhîleri kabul edemeyen, Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı âyetlerden mantığına uymayanları, ya mantığına uyduracak yahut da görmezlikten gelerek... mânâ tahribatından çekinmeyen fizikçi, ne zaman hakîkatlara yönelip gerçekleri anlayacak
  Allah (c.c.) samîmi kullarını mahrum etmiyor. Çok çok şahidim buna. İlme’l-yakînden öte gitmeyen ilim sahiplerinin, üzülerek, mahrûmiyetlerini görüyor, gayr-i ihtiyârî bu kadarını da bilmese idiler daha mı iyi olurdu ki” demekten kendimi alamıyorum. Geçmiş zaman bunlarla dolu dolu. Boşuna dememişler: Yarım doktor insanı candan; yarım âlim insanı dinden eder.”
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın birçok yerlerinde zikrullahın fazîletinden, rahmet-i ilâhîye vesile olduğundan, erbâb-ı zikrin ilminden istifâde edilmesini bildirirken, onların çok mübârek insanlar olduğunu, gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse kütüb-i sittede, ferdî ve toplu zikrin fazîletinden bahsedilirken, bâzılarının cehli ile zikrullaha karşı emrullaha aykırı zikrullaha karşı çıkarak, Allah ve Resûllullah düşmanının bilmeden, küfrüne ortak olmalarına bir anlam verilebilir mi? Bu türden ilim sahipleri hocalara bilemediği ahkâma “bilmiyorum” demeyi öğretmediler mi? İnsan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir. Gerçek ilim (ilm-i nâfi) kısmet etsin” diye dua ediyoruz. dîni tedrîsat görmüş zikrullahı kelime olmaktan öte hakîkat nasibi alamamış kişilerin bu yolda akılları ermeden ahkâm kesmeleri... O türlü ilim sahipleri nâmına üzülmemek elde değil. Allah ilimlerini zü’l-cenâheyn eylesin (âmîn).
  Benî âdemin halk oluşundan kıyamete kadar zerreden kürreye benî âdemin ve mahlûkatın canlı ve cansız yaratılmışların müşterek ibadet ve taatları zikrullahdır. Hazret-i Allâh’la yaratıklar arasında bağdır. Yaratanını tanımaktır!
  İlâhî aşkın bonservisidir zikrullah…
  “Beni zikredenin yanında celisim, otururum” buyurdu Hazret-i Allah. İnanarak, kesir zikredersen bu rahmet-i ilâhîyenin garibi olmazsın. Sen de rahmet şahidi olursun hiç şüphen olmasın.
  Cebrâil (a.s.), Peygamber Efendimiz’e şu müjdeyi getirdi: Hazret-i Allah (c.c.) buyurdu ki: Ümmetine bir şey verdim ki, başka ümmetlere vermedim: ‘Fe’zkürûnî ezkurküm (ey kulum, beni zikret ki, ben de seni zikredeyim).” Buna benzer rahmet-i ilâhîleri idrak eden insan, Rabbına nasıl teşekkür etmez?!
  Allâh’ın rızkından yeyin” âyeti, ekmek değil, hikmet ve mârifetullahdır. “Ne zaman kulum üzerine zikrim gâlip ola, bana âşık olur. Ben de ona âşık olurum” buyurdu Hz. Allah c.c.
  Zikrullah ferdî yapıldığı gibi bütün ibâdetlerin toplu olarak yapılması rahmet-i ilâhîye kesin vesile olduğu teşvik edilir, toplu zikrullah da zikir halakası diye.
  Allah ve resülleri tarafından sadık kulların toplu zikir etmeleri hakkında Hazret-i Kur’ân’da ve Kütüb-i Sittelerde teşvikini sık sık görmek mümkün ve teşvik vardır.
  Ehli tarafından bir nizam ve intizam üzere yapılır. Ehli bu hususta gerek maddî gerekse mânevî tâlim ettirilir. Nâ-ehlin sapık düzenlerine bakıp da, ileri geri fikir vermeye kalkışma. Hele metafizik olayları, “Ben âlimim, ya izah ederim yâhut reddederim, hattâ küfür gibi gösterir içinden çıkarım” deme, büyük hata edersin.
  Evliyânın kerâmetini hatırla. İnkârı küfürdür. Hazret-i Allah bildirmedi mi:
  Evliyâma ezâ edene harp ilân ederim.”
  Bâzıları derler ki, “böyle bir harbe hiç rastlanmadı.”Mûsâ aleyhi’s-selâm’a kavmi gelerek:
  Bizleri korkuttuğun azap ne zaman gelecek?” diye alay ettiler.
  Hazret-i Allah buyurdu ki:
  Yâ Mûsâ, biz onları sonsuz rahmetim olan zâtım için akacak gözyaşından mahrum ettik, yetmiyor mu?”
  O mahrûmiyet ve belâ gözünden yaş aksa da nazargâh-ı ilâhî olan kalbi yıkayan gözyaşı değil.
  Hani uyanık bir kişi hacca gitmişti Sarrafı gördü ki, iki eli de boş değil; hiç fâsıla vermeden para sayıyor. Yâ Rabbi, bu kulun ne zaman fırsat bulup da seni zikredecek” diye, sû-i zan etti!
  Allah (c.c.) o sarrafın hâlini açtı, ilâhî sadakatini gösterdi. Gördü ki, bir anı dahi Allâh’dan gafil değil, utandı. Diğer taraftan: Beytullah’ta bir kişi Beytullah’ın örtüsüne yapışmış, öyle ilticâ ediyordu ki, gözlerinden kan akıtıyordu. “İşte aşk-ı ilâhî, Allâh’ın sadık kulu böyle olur” diye, gıpta ile seyrederken, onun da gerçek yönünü gösterdiler. Allah için değil, o gözyaşları, o ilticâ. Hepsi dünya için, Allah için zerre yok. Bu kıssayı hayat terazisi olarak kullanmayı bil!
  Râbia Adeviyye Hâtun eline balta almış gidiyor! Sormuşlar; Yâ Râbia, balta ile nereye gidiyorsun?” Futur etmeden:
  “Cenneti, cehennemi yıkmaya gidiyorum. Cennet aşkı ve cehennem korkusunun insanlar o kadar te’sirinde kaldılar ki, “Allah” diyen, düşünen pek azaldı. Allâh’ın zikrine mâni olan bu şeyleri kaldırmaya gidiyorum” diye esprisiyle uyarmıştı, na ehli ehl-i aşkta mânâ zevkinin zevkine daldı!
  Zâhiri ilim erbabı da sermayesini yitirdi. Zaman zaman ufukta iflasın yıpıltıları bu toplumları rahatsız etmeye başladı. Şu iyi bilinsin ki 21’inci asrı idrak edip emr-i ilâhîye uyumlu yaşantı zevki dünyanın ücra yerlerinde dahi sırat-ı müstakîm özlemi uyumlu yaşamamanın mahrumiyetinin yaşantısının sıkleti görülüyor, el-hamdü lillah!
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Onlar başka değil, sırf “Rabbımız Allah” dedikleri için, haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer, Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi mutlak surette içlerinde Allâh’ın ismi bol bol anılan mânâstırlar, kiliseler, havrâlar ve mescitler yıkılır, giderdi. Allah kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir.” (Hac Sûresi, 40)
  Hazret-i Allah zâtını zikreden kullarını, zikredilen yerleri, dahi hiç bir ayrılık gözetmeden meth-ü senâ buyuruyor!
  Zikrin efdali Lâ ilâhe illallah”tır. Bu kelime-i tevhîdi söyleyen kişi müslümandır. Kalben tasdik ederse bu da îmandır. Allâh’tan başka ilâh yoktur; illâ, Allah vardır” diye âmentünün ihtivâ ettiği mânâyı yaşamak için ihtiyârını kullanıyor ise emr-i ilâhî olan kulun îman bonservisi Hz. Allâh’ın muhib kullarına ihsan eylediği savm u salat, hacc u zekât, kelime-i şahadetin şahitliğini anlamış ve yaşamaya azmediyor demektir ve ehl-i îmandır, mü’mindir, ittika sahibi müttakidir, dervişlik sıfatının zuhur eylediği yeryüzünde halifemi yaratacağım hitabının bariz görünüm tablosudur Hazret-i Allah bu bahtiyarlardan dünyayı hiç mahrum bırakmadı kıyamete kadarda bırakmayacak vaadi ilâhî bu yönlü el-hamdü lillâh!.
  Son sözü kelime-i tevhit olan cennetliktir” diye bildirdi Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz. Hüküm Allâh’ındır.

Yeryüzündeki Ve İnsanın Kendi Nefsindeki İşâretler


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyorlar mı?” (Zâriyât Sûresi, 20-21)
  Âdem aleyhi’s-selam aklın kemâlatından aşk derecesine erişince bütün varlıklarda Allâh’ın güzelliğini görmeye başlar. Her varlıkta Allâh’ın tecellisini ve adını görür. Âdem her şeyin hakîkatını biliyordu ki, ona: Alleme’l-esmâ” denildi.
  Bâzıları aşkı iki türlü ifade ederler; ilâhî ve mecâzî diye. Aşk bir tânedir ve ilâhîdir!
  Mecâzî aşk olmaz. Bu istektir, arzudur, nefsin ihtiyâcıdır. Mecaz olan arzu, istek ve ihtiyaçlar, vuslatla ağırlığını kaybeder. İlâhî aşk yakınlık ve vuslatla daha artar. Mecâzî olanı aşk diye karıştırmamak lâzım. Aşk efendiliktir, mecnunluk değil. Mecnunda velâyet olmaz. Vahşî tariklerde görülen bu türlü hâller kişiyi mânâdan uzak kıldığı gibi, zayıf îman sahiplerine kötü örnek oluyorlar. Bir nevi mânâ yolunun yol kesicisi oluyor!
  Sıhhat ve selâmetin için kapanmış mâziyi, meçhul istikbâli bırak da günü yaşa. Zira hakîkat bu andır. Hayat bu demdir. Malın, servetin efdali Allâh’ı zikreyleyen lisân, Allâh’a şükreyleyen bir kalp, Allâh’ın emrine yardım eden mü’min bir kadına mâlik olmaktır!
  Düşmanı evinin içinde olan kimse istediği kadar dış tedbirleri yerine getirsin, düşmanının taarruzuna karşı kapı ve pencereleri sağlamlasın, bundan ne çıkar!
  Vücûdunun içinde nefis gibi her ihtirasa mağlup bir düşman varken, kişi dışarıdan daha hangi haydutları bekliyor?!
  Nefis, Allâh’a inananların derecelerinin yücelmesine vesile, îmansızların küfrünün artmasına sebeptir. Vereceğin cevabı da suâli de Hazret-i Allah sende mevcut kılmış ve mevcûdiyetini sebeplerle bildirmiş. Cüz’î irâdeni ne yönlü kullanır isen var olan îmanını gösterirsin!
  Buna rağmen hatasız kul olmaz rahmet deryâsı olan afv u mağfiret seni bekliyor.
  Âczini itiraf et. Mağfiret deryâsından ümidini kesme. Rahmet kapısına yönelmek îmanının mahsülüdür. Îmansızda bu hâli arama, bulamazsın!
  Hayat boyu edindiğim bu yönlü tecrübem mânevî vazifem nedeni ile. Daha geniş açmak fırsatını bulurum. İnşallah!
  Öyle ki, insan melek de olsa ilâhî yardıma uğramayınca defteri siyah çıkar.
  Hakk’ın yardımına, Hakk’ın has kulları olan kâmil insanların şefaatine meleklerin bile ihtiyâcı vardır.

Peygamber Efendilerimiz Rahmet-i İlâhîyenin İnanan Benî Âdeme Tebliğ Müesseseleri Olduğu Gibi Yaşantıları İle De Emr-i İlâhînin Nasıl Yaşanacağının Göstergesidirler


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “O kitap onda asla şüphe yoktur o müttakiler (sakınanlar, arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara Sûresi, 2)
  “O müttakiler ki, gayba inanırlar. Namaz kılarlar. Kendilerine verdiğimiz mallardan muhtaçlara tasadduk ederler. Yine onlar sana indirilenlere, senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır” (Bakara Sûresi, 3-4-5)
  Cümle peygamber efendilerimiz Allâh’ın elçileridir. Evvel gelenleri tasdik edici, sonra gelecekleri müjdeleyici olarak gönderilen.
  Lev-lâke lev-lâk, le-mâ-halaktü’l-eflâk” hitâbının zuhur hazîneleri.
   “Sen olmasaydın eflâkı yaratmazdım” hitâbı peygamber efendilerimizin cümlesini kapsayan rahmet-i ilâhîyenin zuhur mercileri olup güç, kuvvet, rahmet, ceza, mağfiret Hazret-i Allâh’ın yed-i kudretinde olup icraatı ilâhîyenin zâhire yansımasının bariz vesileleridirler.
  Rabbım cümlesinin şefaatlerine nâil eylesin, âmîn.
  İşte yeryüzünde insanlar bu türlü ilme ve irfâna yöneldiği zaman, Allâh’a inanan saliklerin tertîb-i ilâhî ölçüsü ile Hazret-i Kur’ân’a ve cemî emr-i ilâhîye bakıldığında Allâh’ın varlığına inanan cemî kulların kardeş olduklarını anlayacaklar, îman etmeyenlere de dua edip, onları incitmeden uyarmaya çalışacaklar. Zaman buna gidiyor. Bedevîlikten kurtulup medenî olmaya çalışalım.
  Bunlar tertîb-i ilâhîdir. Rahmet-i ilâhîden nasip almak için yoldur, basamaktır.
  İfade etmekte belki zorlanıyorum; ama lütfen mânâyı anla. İnsanları geriye götüren, zarara mucip bir semâvî tebliğ düşünebiliyor musun? İnsanlara faydalı olan dindir; din yoksa lâ-dindir!
  Hazret-i Kur’ân’da tek din bildirilir o da İslâmiyettir.
  Peygamber Efendilerimiz ayrı ayrı din getirmediler cümlesinin dîni İslâmdır.
  Cümle peygamberlere tâbi olanlarda müslümandır.
  Enâniyetten nefsini uzak tutarak Kur’ân-ı Kerîme bakabilirsen sarahaten görürsün!

Bu Gerçekler Yaşayan Cemî Kullara Duyurulsa Toplumlar Arası Husumet Kalkar, Zulüm Kalkar, Bütün İnsanlar Kardeş Olduklarının Zevkine Erer. Sen Ben Davası İflas Eder. O Zaman Yeryüzü Cennet Misali Olmaz Mı!


  Hazret-i Allah bildiriyor:
  “İstese idim sizi bir kabile olarak yaratırdım. Birbirinizi tanıyasınız diye ayrı ayrı kabile yaptım.”
  Muhterem hocam böyle değil mi?.
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Gerçekleri yüklenip, taşımakta sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz o kalbi Allâh’a saygı ile ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (Bakara Sûresi, 45)
  Tavsiye ediyor Hazret-i Allah. Sabır, îmanın ürünüdür. Sabırsız insan ibâdet de, tâat da yapamaz!
  Nefsin zararlı isteklerine karşı yegâne silah sabırdır... Sabırda zafer vardır. Sabırla, koruk helva olur. Kalbi Allâh’a saygı ile ürperenler, emr-i ilâhîye uygun hareket edenler, sabırlı kişilerdir. Bu türlü kullarının duaları umumiyetle müstecaptır, ret edilmez!
  Sabırsız nefis Allâh’tan kaçar, siz onu bir yere bağlayınız. İşte, bu türlü bağlanmak da ayrıca rahmettir, gerçek özgürlük budur!
  Bu ölçü akla olduğu gibi esas mânâya göredir!
  “Hakk’ın rızkından yeyin” âyetini ekmek anladık. Gördük ki hikmet ve mârifetmiş.

Ehl-i Kitâb’ı Rahmet-i İlâhîyeden Dışlamak Emr-i İlâhîye Ters Düştüğünden Mânâ-yı Kur’ân’a Ve Cümle Kitablara Da Suhuflara Da Aykırı Olduğunu Hazret-i Allah Sarih Bildiriyor


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kânun budur. Bizim kânunumuzda hiç değişiklik bulamazsın.” (İsra Sûresi, 77)
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Îman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalacaklardır.” (Bakara Sûresi, 82.)
  Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” diyen meâl ve tefsirler Kur’ân’ın ruhuna ve rahmet-i ilâhîyeye tamamı ile aykırıdır. Uygulaması da imkânsız olup bu yanlış tefsir semâvî dinler arasında düşmanlıktan başka bir şey getirmemiştir.
  Hazret-i Allâh’ın Kur’ân’ın çok yerlerinde verâset-i enbiyâ olan “Evliyâ”yı, Türk lisânında her mevzûda kullanılan “dost” ifadesi, gayr-i meşru hâdiselerde dahi “dost” diye ifade olunurken... Arapça’da “dost” diye bir kelâm yok.
  Herhangi bir ecnebî kelimeyi “aynı mânâyı yansıtmıyor” diye lisânımızda olmadığı için onların telaffuz ettikleri gibi almak mecburiyetindeyiz de, “evliyâ” için aynı uygulamayı niçin yapmıyoruz?
  Mâide Sûresi 51. âyetinde mâlumun “evliyâ”ya “dost” demekle o kadar mânâ değişiyor ki, Benî İsrâil (Yahudiler) ve Benî Nasârâ (Hıristiyanlar)’ı tamamı ile dışlamak Allâh’ın kânunlarına uymadığı gibi Hazret-i Kur’ân’da ehl-i kitâbın îmanlılarını taltif eden âyetleri görmezlikten gelemeyiz emr-i ilâhînin dışına çıkmayalım. Başka inanç sahiplerini hâkir görerek yaşamanın mümkün olmadığını tarih boyu gördük veya göremedik. Gerçeği göremeyip, nefsânî hislerinin esaretinden kurtulamayan, başkalarını hâkir görerek yükseleceğini, bir yere varacağını zannedenler bu zannın doğurduğu perişanlığı görmemezlikten gelemeyiz. Bu türlü düşünce ve tutumlarımızı hemen değiştirelim lütfen. Bugün buna daha mecburuz. Zararın neresinden dönülürse kârdır denir!
  Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki; Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın.” Bundan sonra daha bâriz göreceğiz, hiç şüphemiz olmasın. Dünya daralıyor, uzaklık yerini yakınlığa terk ediyor. İnsanlar birbirlerine daha yakın yaşamaya mecbur olduklarını hissediyorlar. Sosyetenin îcâdı imiş gibi hoşgörülü ve sevecen olalım” lafzı, İslâm’ın anayasasıdır. Tekrar ediyorum: Semâvî dinde Allâh’ın (c.c.) ihsan eylediği makbul sıfattır bu, tertîb-i ilâhî böyledir. İntibak etmeye gayret et. Her şeyi halk eden, Hâlik-ı Zülcelâl böyle tertip eyledi. Bu güzel hâllerden kendini uzaklaştırmayasın!
  Şerîat-ı Muhammedî’nin daha mütekâmil, zamana göre yaşamaya daha müsait olduğunu bilesin. Hazret-i Allah bu türlü çalışanların işlerini rast getirsin!
  Ümmetçe, milletçe cemî kullarına bu gerçeği anlamayı ve yaşamayı nasip eylesin. Âmin ve selâmün ale’l-murselîn.
  Gümrük birliğine girdik. Avrupa Birliği’ne girmek için çabalar sarf ediyoruz. Girmemiz lâzım, gireceğiz, inşallah!
  Hayat tecrübemle görüyorum. Sene 2004 abd-i âciz 85 yaşımdayım. Düşüncelerim ve lüzumlu çalışmalarımda güzelliğin özlemini çekerek hep ileriye baktım. Helâl kazanç zevkim, gayem idi, hep elimin emeğini yedim. Çocuklarıma da hep helâl yedirmeye çalıştım. Çok fırsatlar geçti, ihtiyâcım olduğu hâlde tenezzül etmedim. Üzgün değilim, geçen hayatımın bu gün dahi zevkini yaşıyorum!
  Esnafım ve aynı zamanda Ankara Marangozlar Derneği’nin kurucularından olup 7 no.lu üyesiyim. Bir günümü bir günüme eşit etmemeye çalıştım. Cihan Harbinde 44 ay askerlik yaptım. Muhabere çavuşu olarak başarılı oldum. Çavuş kursunu birincilikle bitirdim, o sene yeni düzenlenen tabur muhabere kıta komutanlığına, sonra da alay muhabere takımına vekâleten vazifelendirildim!
  Takımda benden yaşlı ve kıdemli çavuşlar da vardı. Buna rağmen 172. alay komutanı Fehmi Akın makamı cennet olsun, muhabere takımına beni komutan vekili olarak resmen atamıştı. Birinci tabur muhabere kıta komutanı iken verdiğim teftişe hayranlığını bildirdi. Muhabere kıtası eratını da ödüllendirmişti. 1941 Askerliğe duhul ettim. 1945 İkinci Cihan Harbi bitti, terhis oldum.
  Dînimi, vatanımı, milletimi çok, ama çok severim. Herkes sever de, bu sevgi bende ifrat gibi görülse de zevk alarak yaşıyorum, el-hamdü lillah.
  Kâdirî ve Rufai izn-i icazeti ile ihsan edilmiş, bu abd-ı âcize iki tarikten kol Gâlibîlik verildi. İzaha çalışacağım, inşallah.
  Gâlibîliğin mânâ görünümünü vezin ve kafiyeleri ile senelerdir Kâdirî ve Rufai’nin birleşiminden ihsan edilen Gâlibîliği, emr-i ilâhîye uyumlu, muhib, derviş, dîni tedrisat almış, edebiyat öğretmeni Ispartalı Fazlı Al hoca efendi Gâlibîlikte yaşantı ve görgüsünü nasıl anlatıyor:

Gâlibî Yolu


Gâlibî yolunu bilmek istersen
Hakkın fermanıdır Gâlibî yolu
Yol içinde yolu bulmak istersen
Asrın dermanıdır Gâlibî yolu
 
Doğrudan Kur’ân’dan alır ilhamı
Asrın idrakiyle söyler İslâm’ı
Çağını tefsirdir onun kelâmı
Asrın irfanıdır Gâlibî yolu
 
Medeniyet onda tekâmül bulur
Hikmet kayıp malı bulursa alır
Dinde güzelliğe hep hayran kalır
Hikmet mizanıdır Gâlibî yolu
 
Demokrasi ile cumhuriyetle
Dini kaynaştırır yaşar milletle
Hizmet erbabını sever hürmetle
Ecdat hayranıdır Gâlibî yolu
 
Dini anlatışda içtihat eder
Şeklide önemser hep öze gider
Zamanı yaşarda gün etmez heder
Günün lokmânıdır Gâlibî yolu
 
Kin ve nefret bilmez sevgiyi yaşar
Fakir fukaraya hizmete koşar
Nefsi islâh için zikirle coşar
Hizmet yaranıdır Gâlibî yolu
 
Kesretle vahdetle çağını yaşar
İnzivaya değil islâha koşar
Din adına terör yapana şaşar
Yobazlıkla bağdaşmaz Gâlibî yolu
 
Mânâ birdir amma kavimler ayrı
Bir şekilde mânâ yaşanmaz gayrı
Asra uyumsuzun olmuyor hayrı
Mânâ seyranıdır Gâlibî yolu
 
Ey Fazlı yetişir noktala sözü
Gâlibî yolunda buldun sen özü
Göster çağa yolunu açılsın gözü
Canlar cananıdır Gâlibî yolu
 
  Kulaktan dolma cehennem ağırlıklı tedrisat asrın normal yaşantısı ile ilgisi ve hakîkatle bağdaşmayan ruhla ceset arasında akıldan öteye nakle yol bulamayan mütereddit, ruhen yeteri kadar tatmin olamayan, taklidi güya korumaya alınmış îman. Taklidî amma, ibadet ve taatın görünümü düzgün, ezel-i ervâhda “beli” diyen ruhların dahi çelişkiye düştüğü, sanki zoraki itekleniş, mecrasından saptırılmış, ilme’l-yakîn yaşantının asrın görünümü, düştüğümüz enâniyet bataklığından çıkamadığımızdan, çıkmak için say’-i gayretin de görülmediğinden Hz. Allâh’ın yarattığı cümle kullarını hâkir görmenin cezası olsa gerek, âdemlikten terakki ederek, insan olmaya yeterli olamıyoruz!
  Durum böyle iken ayne’l-yakîn yaşantısı kelime oyunu aldatmacadan gerçeklere yol bulamıyor ki, kurtulup zuhuratların gerçek yüzünü görmenin hasreti çekiliyor!
  Hakka’l-yakîn telaffuz zevkinden dahi mahrumuz!
  Hakîkati yaşamaya azmeden, azminde samimi ehl-i tasavvuf; sırat-ı müstakîmin hasretini çeken zâhiri ilim erbabı; halaka-yı zikri bilgisizce ama ilgisi ile kaçırmayan, hulâsa fiziki hâlden öteye yol bulamayan mürşidinden habersiz mânâ garibi; ruhsuz ceset misali yürüyebilen canlı cenaze görünümlü, akıldan öteye yolu olmayan, maddeden öteyi gösteremeyen felsefecinin ürettiği kazazedeler; bu kadarmış gibi zannı ile inancını asra ve medeniyete aykırı, güzelliklere aykırı yaşantısı sanki Allâh’ın emri imiş gibi devam ettirmeye özen gösteren topluluklar az değil. Allah gerçeği yaşamak cümlesine ihsan eylesin, âmin!
  Bu sıkıntılı yaşantımı yaşıyorum zannettiğim ve yukarıda izaha çalıştığım mânevî hâlim, mizacıma uygun mürşidimi bulana kadar aynen devam etti.
  Bulabildin mi? Ben bulamadım; samimi tazarru ve açık niyazlarımla eşref-i saatlerde yaratanımdan istedim. Zuhur eden olayın her yönü metafizik… Diğer kitaplarda tafsilatlı yazmaya çalıştım. Hz. Allah (c.c.) müracaatımı reddetmedi, gönderdi mürşidimi, elhamdü lillah..
  Mizacıma uygun mürşidimi rica ettiğim saatte bu fakire yetiştirdi!
  On beş sene evvel peygamberim efendim diye tanıtılan mânâmda iltifatına nâil olduğum mürşidimi gönderdi!
  Karanlık dünyam aydınlandı. Mizacımdaki anormallikler bir anda bariz değişti. Deli danalar gibi bakışlarım kuzu kuzu oluverdi!
  Sakın izahımı yanlış anlamayasın! Bu bir tertîb-i ilâhî!
  Memleketim ve yakınımdaki şeyh efendiler âlim, tasavvufi bilgilerle dolu dolu idiler. Tazarru ve niyazımla gönderilen mürşidim ise onların bilgisi karşısında ümmi denebilirdi! Amma benim hastalıklarımın devası yedine verilmiş lokman hekimimdi. Gelecek için verilen mânevî vazifeme uygun uyumlu mürşidimi gönderdi. Bu kadar izahımla yetin. Mânâyı ölçmeye kalkma. Dikkat et! Gayretullaha dokunmayasın! Teferruatını hususi sohbetlerimde, anlayabilene anlatmaya çalışırım inşallah!
  Yakınımda, memleketimde Allâh’ın rahmetinin bariz tecelli ve zuhur eylediği mürşitler vardı. Hepsinin de yaşantı ve halk arasında övgülerin ve anlatılan menkıbelerinin hayranı idim
  Abd-i âciz şeyh olduktan sonra teberrük olarak ayrıca Kâdirî ve Rufâî silsile-i meratib yazılı ve mühürlü icazette verildi.
  Sene 1968 İstanbul’da Erenköy’de damadı Hacı Ömer Kirazoğlu’nun evinde Nakşibendi Meşâyihi Hacı Sami Efendi’nin kalabalık cemaatinin huzurunda, fakirin irşâd vazifemi duaları ile tasdik ederek ihvanımın çok olması, dergâhımın kıyamete kadar devam etmesini cenab-ı hakk’a tazarru niyaz etti. Hazır olan cemaat duaya iştirak edip âmin dediler.
  Ankara’dan Hazret-i ziyarete hayli gelmişlerdi. İçlerinde tanıdıklarım hayli vardı. Hacı Necati Efendiler, İstanbul’dan da Musa Topbaş Efendiler taraf-ı etrafı bu fakiri acayip karşılamışlardı. Buna rağmen hepsi de bu fakire Hazret’in yaptığı duaya içtenlikle âmin dediler.
  Hz. Allah cümle gerçek mürşitlerden razı olsun. Makamları cennet olsun, âmin.
  Çorum’un medar-ı iftiharı Hacı Bekir Baba, “Gara Şeyh” ismiyle maruf, Mısır Tanta ve Nişabih’ten verilmiş altı tarikden icazetli, çocukken dahi menkıbelerini dinleye dinleye hayran olduğum Hacı Bekir Baba ve halifesi anamın ve babamın da şeyhi Hacı Ali Haydar Ahıskavi Efendi’nin halifesi, yedi tarikten icazetli kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi, babamın şahitliği ağabeyi amcam Mevlevi ve Nakşi Şeyhi Hacı Bekir Kuşcuoğlu ayrıca musikişinastı. Sultan Abdulhamid Han cennet-mekâna kânun çalgısını dinletmiş ve takdirini kazanmış.
  “Tanıdığın bu kadar Hz. Allâh’ın ihsanı zatlar var iken neden Hz. Allâh’tan mürşidimi gönder diye feryat ettin?!”
  Tertîb-i tanzim-i ilâhî ancak ve ancak Hz. Allâh’a mahsustur. “Beşerin ne tiynette olduğunu ancak ben bilirim” buyruğunu iyi anla. O bakımdan mürşidini kimseye değil Hz. Allâh’a sorarsın istihâre ile. Çünkü senin mizacını tıynetini bilen Allâhu Zülcelâl’dır, müracaatın ismine istihâre denilir. Tasavvufta gerçek terazi yazdığım Tasavvuf ve Zikrullah kitabında geniş bahsetmiştim. Okumanız tavsiyemdir.
  Lâf aramızda kalsın, ben âcizin yaptığım müracaatı kimseye tavsiye etmem. Hususi ve samimi olan müracaatların zuhurunda kulun ihtiyârıyla sadakatinde görülen âczin zuhuru hatalar mazur görülmüyor! Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Siz bilemediklerinizi Hazret-i Allâh’a sorunuz” tavsiyesini unutmayın!
  Yarım asırdır, normal tecelliyâtla, sıhhatli yollardan Hazret-i Allah tarafından nâçiz şahsıma lütfedilen irşâd ve biat için ind-i ilâhîden normal yollarla 1949 senesinde Rabbıma yakarışım ve samimi ricam ind-i ilâhîde reddedilmeyip metafizik tecelliyat ve zuhuratla Şeyhim Hacı Mustafa Yardımedici Efendi’ye biat ettim.
  Mustafa Yardımedici Efendi ise, Kahramanmaraş’ın Birinci Cihan Harbi’nde kurtuluşunun mânevî fatihi Ali Sezai Kurtaran Efendi’nin halifesi idi.
  Sevgi ve teveccühlerini kazandığım şeyh efendilerin cümlesinin bu fakire ihsan edilen ezel-i ervâhda tanzim-i ilâhî rahmet-i ilâhîyenin dünyadaki zuhuru…
  1956 senesi Kâdirî ve Rufai’den izn-i icazet verildi. Yarım asra yakın ihsan edilen vazifenin mesûliyetini taşıyorum!
  1969 senesinde kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi benim de bizzat şahidi olduğum Kâdirî ve Rufai’den makamın emrine istinaden izn-i icazet ve burhan da icazetle verildi. Teberrüken ben zaten Kâdirî ve Rufai’den irşâda vazifeli mürşit idim. Çünkü şeyhim 1968 senesinde dünyasını değiştirmişti, makamı cennet olsun, âmin.
  Kayınpederim başka kimseye icazet vermedi değil veremedi, dergâhı sahipsiz kaldı!
  Gerçek mürşitler kesinlikle emr-i ilâhînin dışına çıkamazlar! Tertîb ve tanzim-i ilâhîden habersiz yahut mânevî tertibi umursamayanlar, mürşitsiz dergâhı götürmeye çalışıyorlar. Ne diyeyim, Hz. Allah gerçeğin aslını bilendir!
  1993 senesinde mânâ meclisinde Kâdirî ve Rufai tarikatının birleşim vazifesi kol Gâlibîlik verildi. Çok çok arkadaşlarımın şahit olduğu bu mânevî olayın şahitlikleri mânâ dosyalarında yüzlerce görülebilir. Ayrıca şahitler huzurunda bilgisayar pirıntırda basılan ilâhî mühür! Yazdığım kitapların kapaklarının üzerinde görüntüsünü vermeye çalıştığım Rabbımın ihsan eylediği tasavvufi madalya!
  Bir metafizik olay daha: Kol verildiğinin müjde edildiği günlerde İstanbul’da büyük Hattat Mahmut Öncü Efendi’ye mânen makam tarafından emir veriliyor. Makam tarafından ihsan edilen izn-i icazetlerimi levha yapmasını emrediyorlar! Ve Hattat Mahmut Öncü Efendi mânevîyatın emrine göre iki levha yapıyor. Levhaları fakire ulaştırmadan vefat ediyor! Üstadın yetiştirdiği elemanlar üç sene sonra bize emanetleri ulaştırdılar. Meraklılar her zaman levhaları görebilirler! Bu kitapta da göstermeye çalışacağım. Mahmut Öncü Efendi’nin makamı cennet olsun!
  Yemin ediyorum, hattat merhum Mahmut Öncü Efendi zâhiren beni tanımaz, ben de o zatı zâhirde tanımam! Hz. Allah çok çok razı olsun icra eylediği mânevî hizmetten.
  Bu zamanda bu ve buna benzer metafizik olaylara itibar yok denecek kadar azaldı!
  Şuna inanıyorum ki Rabbımız rahmetinin önünü kullarına olan merhameti, affu mağfireti dünya yaratılışının rahmet-i ilâhîyeye uyumlu yaratılmasının nedeni ile ihsan ediyor. El-hamdü lillah!
  Şu zamanda mânâya karşı evvel zamana nazaran dünyada daha çok eğilim ve arayış var. Hurafe tamamiyle kaybolmaz amma benî âdem bilinçlendikçe hurafenin azaldığını bu asırda görmek için mercek gereksiz!
  Yanlış anlamayasın. Allâh’ın yarattığı âciz bir kulum. Verdiği cüz’î irâdenin dışında hiç bir güce sahip değilim!
  Ancak, Rabbımın bu abd-i âcize bahşettiği vazifeyi yine Rabbımın lütuf ve ihsanı ile her hâlükarda götürmeye çalışıyorum!
  Nedense bu yolda da çok sapık ve mecnun kişiler var. Mehdi-resûllük, peygamberlik, hatta Allâh’lık iddia edenlere uyduruk dergâhlarda menfaatı dünyadan ileriye yolu olmayan yol sapıklarının adedi sayılamayacak kadar çoktur! Şeytana yakasını kaptırmış, bu hakîkat sapıklarına zamanımızda sık sık rastlamak mümkün. İyi dinle! Bu abd-i âcizi terazinin aynı kefesine koymayasın. Ne yapım, ne karakterimin, ne de îmanımın bu türlü sahte yaşantıya müsait yaratılmadığını her an görüyorum, Rabbıma sonsuz şükürler olsun!
  İslâm’ın dışında tasavvufu düşünemezsin. Tasavvuf ehli her hâlukarda örnek insan olması lâzımken bâzı ehl-i tasavvuf, ehl-i tarik geçinen, mânevî vazifesi normal yollardan olmayan kişiler var. Hayâlî ihracat benzeri nefsânî ve şeytânî yollar... Ki bunu ölçmek için fazla bilgi ve ilme ihtiyaç yoktur. Hazret-i Allah o kadar açık seçik ihsan etmiş ki, bu abd-i âciz “gördüm, yaşadım, öğrendim.”
  Derim ki: Semâvî tek din vardır. İsmi “İslâmiyet”tir. İslâmiyet ise mecnunluk değil, efendiliktir!
  Günâh-ı kebâire dışında asrı idrak eden zamanı ihsan edilen şerîatını içtihatlı yaşamaya özen gösteren insan, Hz. Allâh’ın kabul ettiği müslüman korkulan insan değil, yaşantısına gıpta edilen insan. Başkalarına örnek izinde gidilecek insandır!
  Zira yol olarak ne yönlü bakar isen sırat-ı müstakîm üzeredirler!
  Habibim sen onları yüzlerinden tanırsın…” Onlar mü’minlerdir, müttakilerdir, tevhit ehlidir, ehl-i zikirdir, ehl-i şükürdür, ehl-i tariktir, hâl ehlidirler, kâl ehli değil; laf ehli değillerdir. Cemî güzel hâlleri uhdesinde toplamış örnek yol ehl-i tariktirler!
  Hz. Allâh’ın o seçkin kulları yalnız ilm-i kelâmla yetinmezler! Maddenin felsefesine lüzumu kadar aşina olmaya özen gösterirler.
  Zira âlemde zuhuru görülen cümle eşya Allâh’ın fiili sıfatlarıdır! Bi-zâtihi değil izafidir mecâzîdir. Güneş ışınları güneşin aynı olmadığı gibi!
  Maddenin felsefesine tasavvuf demezler! Mutasavvıfînin ilmi dad-ı hak ağırlıklı olup ilm-i ledünnidir de. Bu ilmin sahibi de müşterisi de Hz. Allâh’tır
  Onlar gerçeği bilerek yaşarlar. Mânâları ve sıfatları da “derviştir.”
  Onlar için Hazret-i Allâh’ın gelinleridir” denildi. Çünkü ahd u misak bütün çıplaklığı ile o bahtiyarların maddesinde ve mânâsında görülür!
  Mânâ ilminden habersiz, madde ilmî ile yetinen, kulluk vecibesini bundan ibaretmiş zannedenler, nakli de akla dönüştürenler, rahmet-i ilâhînin az da olsa zevkine eremedikleri gibi, kendilerine tâbi olanları edindiği bilgiye ve gördüğü tedrîsâta göre daima gazab-ı ilâhîden başka bir yere götüremez onların bilgi ve ilimleri gazab-ı ilâhîden başka yeri görmeye müsait oluşmamıştır!
  Çünkü onlardaki zuhur eden gazab-ı ilâhî “cehennem” dir. O türlü kişiler kişilikleri itibarı ile gazab-ı ilâhîden zevk alırlar rahmet-i ilâhîye aff u mağfiret deryasından uzak durdukları için akılcı din ihdas etmişlerdir mânâ ilmî mantıklarına uymadığı için onların mânevî zannettikleri nefsanî zevklerini tatmin edemez!
  Şerîat ile tarîkatı, mârifet ile hakîkatı küll olarak düşünmek mecburiyetindeyiz. Allah yaşamak nasip etsin. Şerîat ve tarîkat derken gayr-i ihtiyârî çekiniyoruz. Suç işlemiş gibi gösterdik. Gerçek bu değildi, amma hâli kâle dönüştürdük. Tasavvufu ve hakîkatı felsefe yaptık. Bilmeden, rahmet-i ilâhîyeden kaçırdık insanları.
  Her şeyi Kur’ân terazisinde tartmayı bil; her kişide var olan bu cevheri kullanmayı biliyor isen, bu terazide tart teraziyi bulamadınsa ehline müracaat et. Sendeki hazînenin yerini göstermeye vazifeli olan zevattan uzak durma. İnsan bu türlü terbiyeye muhtaçtır. Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki: “Dünyaya gelen her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar, terbiyecisi ne ise öyle terbiye olur.”
  İnsan zamana göre içtihatlı Allah elçilerinin getirdiği terbiyeye muhtaçtır.
  Hazret-i Allah sanki benî âdemi hınç almak için yarattı gibi gösterme çabasına kapıldılar. Rahmet ve mağfiret yönünü bilmezler ki, görüp yaşadıklarını anlatsınlar.
  El-hamdü-lillah Kâdirî ve Rufâî’den Gâlibî diye kol verildi. Rabbım lâyık kılsın. Rızâsının dışında yaşamak nasip etmesin (âmîn). Milletçe müteşekkiriz. Bu vatan için canını verenlerden, canla başla çalışanlardan Allah râzı olsun, makamlarını cennet eylesin.
  Peygamber Efendimiz buyurdular: Hubbü’l-vatân mine’l-îman (vatan sevgisi îmandandır).” Vatansız olan kardeşlerimizin çektikleri ezâ ve işkenceleri görmüyor muyuz? Hazret-i Allah hiç bir kulunu vatansız bırakmasın (âmîn).
  İnsanların tekâmüllerine göre peygamber efendilerimizi rahmetinden göndermiş. İnsanların olgunluklarına göre şerîatlarını kullarına daha değişik emirlerle ki, bu durum zannedildiği gibi ezâ değil, rahmettir. Sonra gelen şerîatı yaşayarak intibak eden bilen bir kişinin daha evvelki şerîata dönüşü zaaftır.
  Peygamberimiz efendilerimizin herhangisine tâbi olarak getirdiği ahkâmı ilâhîyeyi yaşayabiliyor ise sonsuz rahmet-i ilâhînin; elbette sahibi mü’min Hz. Allâh’ın sevgisine mashar olmuş müslümandır!
  Ben kulumun zannına göre tecelli ederim” hitâbının şümulune girer ki, rahmet olur. Daha sonra gelen şerîata tâbi olunması fazîlettir, tertîb-i ilâhîye daha uygundur. Önceden gelmiş şerîata tâbi olanlara “kâfir, gâvur deme sormazlar mı bu hakkı kimden aldın deye.” Gayretullah’a dokunduğunun farkında mısın? Dokunanların cezalandırıldıklarını göremedin mi nasıl cezalandırıldıklarını? Çok yazık!
  Semâvî din Allâh’ın yed-i kudretindedir. İslâmiyet’tir. Adâleti îcâbı böyle tanzim eylemiş. Evliyâlar vârisü’l-nebî nedim-i ilâhî olup Peygamber efendilerimizin cümlesi Hz. Allâh’ın elçileridirler. Bu tertîb tertîb-i ilâhîdir!
  Tertîb-i ilâhîyi almış olduğun kültürün ve mantığın kabul etmeyebilir; vahiy yoluyla gelen tertîb ve tanzim-i ilâhî akıl ve mantık ölçüsü ile ölçülemez. Akıl ve mantığa uygun görünümleri olsada yalnız başına akıl ve mantık vahiyle ihsan edilen emr-i ilâhîlerin mânâ ve anlamını çözmeye yeterli değildir!
  “İyi biliniz ve Şerîat-i Muhammedî’den yetişmiş evliyâlara tâbi olunuz. Daha evvelki evliyâya tâbi olursanız onlardan sayılırsınız. Nefsinize zulüm etmiş olursunuz. Allah zâlimleri doğru yola iletmez.”
  Ancak tâbi olduğun peygamberinin getirdiği şerîata uymak mecburiyetinde olduğunu unutma!
  Zamanı maziye götüremeyeceğin gibi, istikbâli de yaşaman mümkün değil. Allâh’ı bilen benî âdeme “gâvur, kâfir, gayr-i müslim” diyemezsin. Dikkat et, gayretullaha dokunursun! Kimsenin inancı ile oynamaya hakkın yok. Hazret-i Allah uyuz itinden de vazgeçmiyor. Emr-i ilâhîye uyumlu yaşa ki gerçekleri öğrenesin ve bilesin!
  Hazret-i Kur’ân’ı yanlış tefsir ve hem cinsimize olan gayri insâni tutumumuzla ne yazık ki, cümle ehl-i kitabı Şerîat-i Muhammediyye’ye ve Hazret-i Kur’ân’a düşman eylemişiz. “Sonra gelen semâvî din evvelkini iptal etti zihniyeti” ile hâlâ zamanımızda bu yersiz ilime toplumlarda rağbet devam ediyor bilcümle kullarını Hz. Allah rahmeti ile kurtarsın âmin!
  Maalesef bazı hakîkat bilgisinden yoksun bilgeler de bu gerçek dışı hâli korudukları gibi, cihat malzemesi yapıyor. Silah olarak da kullanıyorlar.
  İyi bilelim ki, peygamber efendilerimiz evvelki gelenleri tasdik, sonraki gelecekleri müjdeleyici olarak gönderilmişlerdir.
  Küllî rahmet-i ilâhî nûr-ı Muhammedî’dir. Evvelki şerîatlara geri dönüş Allâh’ın emri olmayıp, kulun daha ileriyi göremediği içindir.
  Mensup olduğun dînin özünü muhâfaza edebiliyor isen, özü “Lâ ilâhe illallah” tır. Zirvesi şahadettir. Peygamber Efendimiz’in de tebliği budur. Îmanın şartı olan âmentü’nün özü, dört kitabın ve suhufların da anlamının özü ve özetidir!
  İslâm’ın şartı var diyenleri de dinleme. Hazret-i Allâh’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bildirisine göre İslâm’ın şartı kesinlikle yok. Savm u salat, hacc u zekât, kelime-i şahadet… bu rahmet ve emr-i ilâhîler mü’min olmanın, müttaki olmanın, hatta derviş olmanın, hulasa gerçek sadık kul olmanın makamları ve basamaklarıdır ve ayrıca îmanlı kullarına Hz. Allâh’ın sadakasıdır!
  Kelime-i tevhîdi sakın küçümseme. Yaratılışın sırrıdır. Peygamber Efendilerimiz; Allah’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” anlamını taşıyan bu tevhîdi Allâh’ın kullarına tebliğ için vazifelendirildiler. Kelime-i tevhîd, tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât diye, tevhîdin dört mertebesi vardır.
  Beşer ölçüsü kelime-i tevhittir.
  Kur’ân’da îtikâdın medârı ikidir: İlm-i tevhîd, amel-i tevhîd. Sâlih amel, nâfi ilim diye de ifade olunur. İlm-i nâfi dünya ve âhiret için faydalı ilimdir. Sâlih amel ise dünya ve âhiret fâideli ameldir!
  Bu türlü ilimle Hazret-i Allâh’a eş ve ortak tanımadığın gibi, amelde de şerik ve nazir tanımazsın. Bu esas îmanın ve Kur’ân’ın özünü oluşturur. İlm-i tevhîdin, amel-i tevhîdin anlamı budur. Gayrı icraat ve gayrı düşünmek şirktir!
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Sonra da Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü o güç ve hikmet sahibidir.” (İbrâhîm Sûresi, 4)
  Hazret-i Allah güçlük emretmiyor. Bâzı kimselerin dîni yaşanamayacak gibi göstermeleri cehaletlerindendir. Zor gösterenler, kendi ilmini üstün görüp başkalarını tepeden seyretmeyi meslek edinmiş gafillerdir, yaratılışın sırrını ilâhî yardımla tefekkür etmemiş olanlar, bu türlü meselenin cahilleridir. İnsan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir.

Çizmeden Yukarı Çıkma!


  Zamanın en usta ressamı resim yapmış ve hatasız gördüğü resimde hata bulana ödül koymuş. Ressamlar hiç hata bulamamışlar. O toplumda temizlik işi ile vazifeli bulunan, ressamlıkla ilgisi olmayan bir kişi:
  “-Hatayı ben buldum, çizmenin körüğünden bir körük noksan” demez mi?
  “-Ne biliyorsun, sen resimden ne anlarsın?” denilince:
  “-Bir zamanlar çizmecilik yaptım, mesleğim idi” demiş. Durumu çizmecilere sormuşlar. Çizme ustaları ittifak ederek:
  “-Evet, noksan” demişler.
  Adam ödülü almış.
  Bir şey bilince her sahada kendinin âlim olduğunu zannedenleri çok yerlerde müşâhede etmek mümkündür. Şımaran çizmeci, resmin başka yerlerinde kabahat bulmaya kalkışınca, ressamlar:
  “-Haddini bil, çizmeden yukarı çıkma” demişler.
  Yâ Rabbi! Lütfeyle, ihsan eyle; yalnız çizmeyi bilmekle yetinen kişiler, çizmeden yukarı çıkmamaları gerektiğini ne zaman öğrenecek daha ne zaman anlayacaklar!
  Îmanın 6 şartı olan âmentü yeteri kadar mânâsına yer etmemiş kişi, çizmeden yukarı nasıl çıkar, biliyormuş gibi mânâda ahkâm kesmeye kalkar. Ona hiç kimse demedi ve diyemedi ki, “çizmeden yukarı çıkma!” diye. İyi bilinsin ki şer’î tahribatlar bu çizmecilerden geldi.
  Zorlaştırmayın kolaylaştırın, daraltmayın genişletin, ikrah ettirmeyin sevdirin.” Mesajını duymadın mı? “Rahmetim gazabımı örtmüştür.” hitâb-ı ilâhîsini iyi anla. Arzdaki tecelli eden âyetlerle daha bâriz anlayacaksın. Okumaya çalış veya okuyanlarla arkadaş ol. Bu türde kişilerin âyetlerin anlamını laflarında olduğu gibi, esas hayatlarında müşâhede edeceksin...
  Lafı hâline uymayanlardan uzak dur. O tür kişiler, yeteri kadar îman etmeyen mânâ hırsızlarıdırlar!

Her Zuhuratta Allâh’ın Adâleti Vardır: İnancında Samimi Ol. İcraatın İse İnancının Görüntüsü Olsun. O Zaman Gerçekleri Görmemen İçin Neden Kalmaz!


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Muhakkak ki, Allah adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Sûresi, 90)
  Hazret-i Allah benî âdemi rahmeti ile adâleti üzere yarattı.
  “Kullarım rahmetimden istifâde etsin, daha yüksek makamlar dereceler kazansın” diye.
  Çirkin işleri de bildiriyor, adâlete uygun gelsin, diye. Allâh’ın halkettiği eşyâda hiç âdil olmayan bir şey gördün mü? Gördünse kendi noksanlığın ve bilgisizliğindendir. Rabbımızı noksan sıfattan tenzih ederiz.
  Nefsânî gözünle bakma, yanılırsın. Kalp gözü ile bak, kalp gözü îmanın şûlesidir.
  Mü’minin ferâsetinden kaçının. Çünkü onlar Allâh’ın nuru ile bakar.

Allah, Kalbinde Olanı Dahi Bilir


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Muhakkak ki, Allah adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Sûresi, 90)
  Hazret-i Allah benî âdemi rahmeti ile adâleti üzere yarattı.
  “Kullarım rahmetimden istifâde etsin, daha yüksek makamlar dereceler kazansın” diye.
  Çirkin işleri de bildiriyor, adâlete uygun gelsin, diye. Allâh’ın halkettiği eşyâda hiç âdil olmayan bir şey gördün mü? Gördünse kendi noksanlığın ve bilgisizliğindendir. Rabbımızı noksan sıfattan tenzih ederiz.
  Nefsânî gözünle bakma, yanılırsın. Kalp gözü ile bak, kalp gözü îmanın şûlesidir.
  Mü’minin ferâsetinden kaçının. Çünkü onlar Allâh’ın nuru ile bakar.

Ashâb-ı Zâhir, Ashâb-ı Bâtın


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Doğruyu getiren ve onu doğrulayanlar... İşte onlar Allâh’a karşı gelmekten sakınan müttakilerdir.” (Zümer Sûresi, 33)
  Tevhit kelimesi birlemektir. Kelime-i tevhîd, tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât diye, her şeyde Allâh’ın varlığını müşâhede etmek ve birlemektir. Doğruyu getiren Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ve diğer peygamber efendilerimizdir. Peygamber efendilerimizin getirdiği emr-i ilâhîyi kabul edip doğrulayanlar, en son gelen Şerîat-i Muhammediyye’ye de tâbi olanlar, Peygamber Efendimiz’in: “Ashâbım yıldızlara benzer. Hangisine tâbi olur iseniz sizi hakîkate götürür.”
  Hadîs-i şerîflerinde ifadesini bulan getirdiği nizâm-ı ilâhîyi acabasız kabul edenlerdir!
  Ashâbı, zâhirî ashap, bâtinî ashap diye izah etmek lâzımdır. Zâhirî ashabdan olan kabîle reisleri dahi zaman zaman kabîleleri ile birlikte asr-ı saâdette irtidat ettiler. Üç kabîle akıl ve mantıklarına, nefsânî duygularına put-perestlikleri daha uygun geldiği için küfürlerine geri döndüler. Mânevî ashâba gelince; onları (Allah şefî kılsın) asr-ı saâdette mevcut olduğu gibi kıyamete kadar da devam edecektir inşallah! Bu mânevî teşkilattan şüpheye düşmeyesin şüphe îman zâfiyetinden doğar îmanın şüphelisi îmansızlıktır!
  Mânevî ashab; işte, “Evliyâ” nın bir anlamı da budur. Peygamber Efendimiz’le ünsiyeti olmayan evliyâ düşünülemez. İrşâd yapamaz. Asr-ı saâdette münafıkların listesini Hazret-i Huzeyfe (r.a) Efendimiz’e Resûl-i Ekrem Efendimiz vermişti. Gizli tutmasını istemişti. Âmentü’ye îman edenler, peygamber efendilerimizin aralarında ayrılık görmezler. Hepsi Allâh’ın elçileri, nûr-ı Muhammedî’yi taşıyan müslümanlar’dır. Zamana göre, insanların kemâlatlarına göre gönderilmiş rahmet-i ilâhîdirler. Aksini düşünmek îmanla bağdaşmaz. Onların tamamı müslüman olduğu gibi müttaki, ittika sahibi, mü’minlerdir ve onlara tâbi olanlar da mü’mindir, müslümandırlar.

Ehl-i Kitâb’a Çağrı


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “De ki: Ey Ehl-i Kitâb! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit kelimeye geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım. Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım ve Allâh’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: ‘Bizim müslüman olduğumuza şahitler olun deyiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 64)
  İslâmiyet doktrindir.
  Semâvî din “lâ ilâhe illallah”ı bozmadığı müddetçe kul müslümandır!

Merhamet-i İlâhîyenin Hudûdu Yoktur


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “O vakit Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et, işlerinde onlara danış. Artık, kararını verdiğin zaman da Allâh’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine sığınanları sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 159.)
  Bu âyet-i celîlede, Peygamber Efendimiz’e, dolayısı ile cümle kullarına buyurulduğu gibi, rahmet-i ilâhîyi mülayemetle, incitmeden, enâniyete düşüp de karşındakini rencide etmeden anlatmanın, Allâh’ın rahmeti olduğunu beyanla, Hazret-i Allah insan mîzâcının okşanmaya daha müsait yaratıldığını izah ediyor!
  Onları evvelâ sen affet, bağışlanmalarını dile!”
  Rahmet-i ilâhîyenin zuhuru Merhamet-i ilâhîyi düşünebiliyor muyuz?
  Bir kadın Pazar yerinde çocuğunu kaybetmişti. Nice sonra buldu. “-Yavrum” diye öğle bağrına bastı ki; bu olaya şahit olan Hazret-i Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbı ile çok duygulandılar. Fahr-i kâinat Efendimiz ashâbına sordular:
  -Bu kadın çocuğunu ateşe atar mı?
  -Hiç atar mı, ya Resûlullah! Dediler.
  Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
  -Allâh’ın rahmeti ve merhameti karşısında bu kadının merhameti zerre dahi olamaz!”
  Bu rahmet-i ilâhîye tecelli ederse inşallah cehennem memurlarına pek iş düşmeyecek. Bu abd-i âciz rahmet-i ilâhîyeden bahsederken: “Siz böyle anlatır iseniz, ibâdet ve tâat zahmetine kimse iltifat etmez” diyenler oldu ve daha çokda olabilirler. İşte, bu türlü düşünen ilimden Rabbımın sonsuz rahmetine sığınırım. Bunlara benzer düşüncenden kurtulmak istiyorsan, ilme’l-yakîn yetmiyor; ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn yaşa. Bunun ismi Hazret-i Kur’ân’a uygun tasavvufu kabul edip yaşamaktır. Nâ-ehlin hareketlerine bakıp da hüküm vermeye kalkışma. Şunu bil ki bu tertîb-i ilâhîdir. Allâh’ın vazifelen­dirdiği, verâset-i enbiyâ olan “Evliyâ” ya “dost” demek nasıl izah edilir. Daha geniş açmak kısmet olur, inşallah.
  Aynı konuyu mükerrer olarak tekrarlamaya mecbur oluyorum. Sebebi ise Mâide Sûresi, 51. âyete yanlış mânâ verilerek Ümmet-i Muhammed’i haklı olarak düşman gördüler. hâlâ devam ediyor.
  Bazen “diyalog yapacağız” deseler de inanma. Diyalog nerde, biz neredeyiz! Hâlâ aldığımız dîni tedrisat ile bağdaşmayan bir hâl. Şunu iyi bilelim ki, geç olsa da İslâm’ın gereği milletler arası diyalog sağlanacak.
  Şerîat-i Muhammediyye’den gayrısının diyalog olmasa da buna ihtiyaçları yok. Biz Muhammedilerin var. Zoraki değil, mânâ ilmimizle idrak edelim. Zamanı geçirmeyelim, inşallah!

Hz. Ebû Bekir’in Duası


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’âm Sûresi, 125)
  Şerîat-i Muhammedî’ye tâbi olan mübârek kardeşim, bu âyet-i kerîmeyi iyi anla ve düşün ki, nefsine fırsat verip de enâniyete düşmeyesin. Cüz’î irâdeni bil. Allâh’a hamdet, şükret. Başkalarını hâkir görüp “gâvur, kâfir” diye dışlamaya kalkışma. Merhametli ol ki, gayretullah’a dokunmayasın. Peygamber Efendimiz, insanların affını dilerken, Ehl-i Kitâbla anlaşma yaparken kasdi Allâh’ın emirlerine muhâlefet mi idi? Hâşâ, Ebû Bekir Sıddık (r.a.) “Yâ Rabbi! Âsî kullarının yerine cehennemine beni at; vücûdumu büyüt, başka kullarına yer kalmasın” derken, Allâh’ın merhamet sıfatının tecelli ettiği şahsiyetlerin bu türden meziyetlerini ve nasıl bir îmanla yaşadıklarını araştırmıyoruz. Niçin?
  Kesinlikle bilesin ki: Hazret-i Allah kullarını affetmek için sonsuz bahâneler halketmiş. İşte dünya, memduhtur, en güzel kazanç yeridir. İnananlar için rahmet-i ilâhî nâ-mütenâhîdir. Şakîler de rahmet-i ilâhîden ümitle yaşarlar. Haddi aşma. Yer ehline merhamet et ki, gök ehli de sana merhamet etsin. Hazret-i Kur’ân’ı, dîn-i İslâm’ı ezâ gibi gösterme, küllî rahmettir!
  Habîbim! Biz sana Kur’ân’ı ezâ olsun diye göndermedik.” buyurdu, Hazret-i Allah (c.c.).
  Geçmişe hürmetkârız. Allah makamlarını âlî kılsın. İstikbâl Allâh’a mâlum.
  Hâl bu dem. Günü yaşamayı bil. Allâh’ın emrini yaşamak için asrı tân etme. Asrın birbirinden farkı mânâ yönünden yoktur. Maddede daima değişiklik arz eder. Bu bakımdan içtihat her zaman gereklidir. Çünkü dün, bugün değil, yarın hiç değil, hâl bugündür. Günü yaşa.
  Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacakları zamana göre hazırlansınlar.”
  Hazret-i Ali (r.a.) buyurdular ki: “Evlatlarınızı yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz.”
  Allâh’ın rahmeti her zaman mevcuttur. Nasiplisi bulur. Gafil olma.
  Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulur ise alsın” buyurdu, Hazret-i Peygamber Efendimiz (s.a.v.)!
  Dikkat! Haramiyeti kesin olmayan, her gördüğün benî âdeme yararlı medeniyete ve teknolojiye uyumlu ama sana uygun gelmiyor, neden? “neûzü-billâh” diyerek karşı çıkıyorsun! Bilgide ve mânevî tedrisatta yeterli olmadığını aldığın ilmin yaşadığın zamanla uyum sağlamadığını asrın içtihatına ilgisiz kaldığının ilmininde bu yönlü zaafını göstermiyor mu? Gülünç oluyorsun.
  Muâsır millet olmaya Şerîat-ı Muhammedî engel olmadığı gibi, gelecek yeniliklere de müsaittir. Her nedense gerçeği gösteremedik. Lütfedilen rahmet-i ilâhîyi idrak ederek zamana göre yetişmiş, aydın zümreye “Bugün İslâm nedir, nasıl yaşanır?” örnek yaşantımızla gösterelim de sonra anlatalım!

Bugünkü Nesil Gerçeği Düne Nazaran Daha İyi Anlayacak Kabiliyettedirler. Zamana Göre Bilgi Edindikleri İnkâr Edilmez Dîni Bilgilerini De Hz. Allâh’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Bildirisine Beşeri Katkı Katmadan Anlatalım. Anlatsa İdik İnancım Odur Ki Cemî İnsanlar İyi Anlayacaklardı. Bundan Şüphen Olmasın!


  Örnek mi: İngilizce ve Almanca, İslâm nedir? Hz. Allâh’ın bildirdiği gibi emr-i ilâhîye beşer kelâmını karıştırmadan, benî âdemin bu hususta bilgisinin hududunu gösteriyor Hz. Allah.
  Ve buyuruyor ki:
  Varlığımı kabul eden kulama müslüman diyeceksin. Gayrısı ölçü zatıma mahsustur.”
  Nuh peygamber dilinden: “bana müslüman­lardan olmak emrolundu.” (Yunus Sûresi, 72)
  Babanız İbrahim’in dinine uyunuz ki O, size daha önce müslümanlar adını vermişti.” (Hac Sûresi, 78)
  “Oğullarım Allah her hâlde sizin için tabi olacağınız dini seçti, öğle ise yalnız ve ancak müslüman olarak ölünüz.” (Bakara Sûresi, 132)
  “Benim arkamdan kime ibadet edeceksiniz? Senin Allâh’ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın tanrısı olan tek Allâh’a ibadet ederiz ve ona boyun eğen müslümanlarız.” (Bakara Sûresi, 133-134)
  Allah katında din İslâm’dır.” (Al-i İmran, 18)
  Bu emr-i ilâhîleri Türkçe, İngilizce ve Almanca cd ve vcd’ler ile dünyaya ilân ettik.
  Allâh’a inanıyorsan müslümansın! Müslü­manlarsa kardeştirler!
  ÖZET OLARAK:
  Allah elçisi peygamberinin getirdiği şerîatıyla yükümlü kılındığını idrak ederek yaşıyor isen müttaki ve mü’minsin, diye gerçeği 21’inci asırda yaşayan müslüman iken, müslüman olduğunu bilemeyen cümle ehl-i kitaba duyurmaya ve anlatmaya çalıştık!
  Rabbim cümle Allâh’ı bilen kullarına anlayış ve bu gerçeği anlamayı ihsan etsin! Bu gerçeği anlayan büyük Alman şairi ve düşünürü Goethe:
  İslâmiyet eğer tanrıya teslimiyet demekse, hepimiz İslâmiyet’te yaşayıp ölüyoruz.”
  İslâm ve insanlığın geleceği adlı kitabın yazarı Roger Garaudy:
  “İslâm, Hazret-i Muhammed’in anlatıp açıklaması ile ortaya çıkmış yeni bir din değil, Allah da sadece müslümanlara özgü özel bir tanrı değildir!”
  Cümle insanlar bu tertib-i ilâhîyi er geç anlayacaklar. Ne zaman? Beş duygunun ötesine yöneldikleri zaman, bedevîlikten kurtulup medeni oldukları zaman!
  Belirli şahsiyetlere, devlet adamlarına gönderdik. Devlet büyüklerinden, başbakan­lardan büyükelçiliklerden, dünya kütüphane­lerinden resmi kimliklerini taşıyan övgülü teşekkürlerini aldık. Bu teşekkürleri vakıfta sergi yapmayı düşünüyorum!
  Muhammedilerden de gelir ise inşallah bekliyorum. (Abd-i âciz)
  Bu kitapçıkda sergileyecektim amma hacmi müsait değil, bir kaçını belki.
  Biz o bilgilerine uygun, eşdeğer Dîn-i İslâm’ı, Şerîat-i Muhammediyye’yi anlatamadık. Yaşantımızda da gösteremedik. Lütfen, enâniyet etiketini nazara almadan, kendi noksanlıklarımızı görmeye çalışalım. Evvelâ kendi aramızda diyalog kuralım. Daha açık söyleyeyim: Devletimizle diyalog; Hükümetimizle diyalog; Ordumuzla diyalog; milletimizle diyalog kuralım. Zor değil!
  Allâh’ı bilmek müslüman olmanın özüdür. Hazret-i Allâh’ın Kur’ân’da bildirisi “La ilâhe illallah” diyor ise beşerin başka ölçüsü yok Hz. Allâh’ın bildirisine göre o kişiye Müslüman demek mecburiyetindesin
  Hz. Allâh’ın ölçüsüne karışma. “İslâmın şartı beş” diye yersiz ahkâm keserek, îman ve ihlas için ihsan edilen rahmet-i ilâhîyeden henüz bir şey bilemeyen kişinin “müslümanım” deme şerefini elinden almaya kalkışmaz isek, cemî diyalog kendiliğinden oluşur! Yeterki, o değerlere de müslüman olduğunu, dîni terimlerle anlatalım.
  Bu gerçeğe bugün dünden daha çok muhtacız. Allah geçmiş günâhlarımızı af etsin!

Bahtiyar İnsan: Haddini Bil!


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbın dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” (En’âm Sûresi, 112)
  Bu tertîb-i ilâhî yersiz değil, hikmettir. Allâhu Teâlâ Hazretleri’ni zulümden tenzih ederim. Düşünce ve hislerin bundan öte gitmiyorsa ki gitmez tazarru ve niyâzı bırakma.
  Yegâne güç Allâh’a mahsustur.
  Bir âyet-i celîlede “istersek biz açarız” buyuran Rabbımızın rahmeti sonsuzdur. Ümidini kesme.
  Rahmet-i ilâhîye nâil olmuş bahtiyar insan, haddini bil. Havf u recâ üzere ol.
  Başkalarına tepeden bakma, kimseyi hâkir görme.
  Onun yerinde sen olabilirdin.
  Rahmet-i ilâhîye vesile olan sebeplerden uzaklaşma.
  Samîmi ol, hakîkatı bulursun!
  “Âlemin Hâlik’ı birdir;
Neden bâzısı kâfirdir?
Bu ne hikmet, bu ne sırdır?
Bilen gelsin bu meydâna”
  diyen Niyâzî Mısrî’yi dinle, biliyor isen meydana gel.

Ne Kadar Saçma Bir Söz: “Allah İle Kul Arasına Girilmez”


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Sen, O mutlak gâlib ve engin merhamet sahibine güvenip dayan. O ki, kalktığın zaman seni görür; secde edenler arasında dolaşmanı da. Çünkü her şeyi işiten, her şeyi bilen O’dur.” (Şuarâ Sûresi, 217-220)
  Şirk’in her türlüsünden kaçınasın. Kuvvet ve kudret Allâh’a mahsustur. Âciz mahlûkata Allâh’a ait olan gücü mâletmeyesin, yegâne mutasarrıf Hazret-i Allâh’dır.
  Vermeyi murat etmedi ise kimin almaya gücü yeter? Peygamber Efendilerimizin dahi tasarrufatları hudutludur. Yegâne tasarruf Allâh’a mahsustur.
  Her şeyi sebepleriyle halk edip bu âlemi biz yarattık. Ey insan! Sen tanzim edeceksin.” buyurmadı mı? Bu tertîb-i ilâhîden nasipsiz mi yaşıyorsun? Yoksa Allah ile kul arasına girilmez” diyerek kendi îman zâfiyetine başkalarını da ortak etmeye mi kalkışıyorsun?
  Hakîkat nedir? bilmeden mânâ tahribatı yaptığının farkında mısın?! Elbette değilsin! Çünkü îmanın öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmaya yetmiyor. Kulu Allâh’a eşit mi görüyorsun?
  Değil, diyorsan arayı nereden buluyorsun? O söz karı koca için, iki arkadaş için, birbirine eşit ve benzerleri için söylenir. Haddini bil!
  Hoş, senin bildirin mânâ ilminin zevkini almış bahtiyarlarda bir şey değiştirmiyor, amma din garibanlarının hakîkata giden yollarını tıkıyorsun! Huzur-u ilâhîde bu garibanların elinden yakanı nasıl kurtaracaksın?
  “Siz onlara ölü demeyin onlar diridirler fakat siz bilmezsiniz” buyurmadı mı Hazret-i Allah?! Görüldü ki, bu bilgin insanları gerçeklerden uzak kıldı. Senin bu fikrine uyanları hakîkat dışı bıraktın. Dünyasını değişenlerden kim olur ise olsun farketmez Enbiya, Evliyâ, Velî, Mü’min, Müslim, Şüheda…
  Allâh’ın bu seçkin kullarının da senin ilminde, yol büyüklerinin de bir anlamı yok mu?!
  Bu çarpık zihniyetin etkisi ile dünyada hemcinsine karşı sevgi, muhabbet, küçüğüne karşı sevgi, büyüğüne karşı saygı yok edildi. Anlıyor musun? Ne kadar menfi yol göstersen de, tâbir caizse “maymun gözünü açtı.”
  Örnek mi? Bu millet, mânâ büyüklerini gün geçtikçe daha iyi tanıdığını yaşantıları ile gösteriyor!
  Rabbıma sonsuz hamdolsun! İnanmaz isen Ramazanda Evliyâ türbelerine bir zahmet bakıver…
  Belki bakarsın ki, oradaki Evliyâsına geriden nazar etti, diye, mânâ hidâyeti zatına da oluverir!

Kabir Hayatına İnanmayanlara Hazret-i Allah Diyor, Dikkat:


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazaplandığı topluluğa tabi olmayın ki onlar kâfirlerin kabir ehlinden ümit kestikleri gibi âhiretten de ümit kesmişlerdir .” (Mümtehine Sûresi, 13)
  Dünyada rahmet-i ilâhîyenin zuhuruna vesile olan vücudda, hatta zuhur mercii muhitde, yevmi’l-kıyâme her an gene rahmet-i ilâhî az da olsa vardır.
  O yerden îmanlı insanlar her an ruhi haz duyarlar.
  Hazret-i Allah verdiğini muvakkat vermez. Aynı değildir, feridir; amma vardır!
  21’inci asırda hakîkatı yaşantımızla gösterebilse idik, Cihanşümul olan Hazret-i Kur’ân ehl-i kitabın îmanlıları arasında dışlanmazdı!
  Toptan onlara “kâfir ve gâvur” diye hakaret etmese idik inancım odur ki, çoklarının Şerîat-i Muhammedî’yi kabul etmemelerine sebep kalmayacaktı!
  Fütûhât devrinde Şerîat-i Muhammediyye’yi hangi silahla Endülüs’lere kadar götürdüler?
  O gün İslâm’ı nasıl görüyorlar nasıl gösteriyorlardı?
  Bugünkü nesil daha anlayışlı, daha kültürlü; gerçekleri niçin anlatamıyoruz? Zamanı yaşantımızla niçin örnek olamıyoruz?

Tasavvufu Yanlış Öğretiyorlar


  21’inci asırda dahi Hz. Allâh’a îman eden insanların mistik yaşantı hayrânı iken, bizler ne yazık Şerîat-ı Muhammedî’den ayrı olmayan tasavvufu umursamadığımızdan hakîkat garibi, nâ-ehil ellere bıraktık ve dîni tedrîsat gören okullarımızda Hint ve Yunan felsefelerini tasavvuf diye okuttuk ve hâlâ okutuyoruz!
  Muhammedi şerîatının tasavvufunu anlatırken hiçbir şerîatta olmayan “bir lokma, bir hırka” veya servet ve teknoloji düşmanlığından öte gitmeyen bir tasavvuf sergiledik. Akl-ı selim olan kişinin kabul edemeyeceği bir şekil verdik. Şerîat ve çağ dışı cehaletin ürünü olan bu zihniyet müşteri bulamadı!
  Kevnî hakîkatlerle iktifâ edip, dîni hakîkatleri de yalnız akıl ölçüleriyle ölçeceğini zanneden kişinin, iyi bilmesi gerekir ki, vahiy yolu ile gelen emr-i ilâhîyeyi küll olarak ölçmeye hangi akıl yetkilidir?. Peygamber efendilerimizin bir sıfatı da en akıllı iken, vahiyle gelen ilâhî emirleri küll olarak ölçmeye muktedir yaratılmadılar. Peygamber efendilerimize vahiy yolu ile gelen emr-i ilâhîleri akıl yolu ile halledeceğini zannedenler, akılcı dinden öte gidemeyip, bilmeden aklı ilâhlaştırıp, nakli akıllaştırarak, nefsin ürettiği dîni, nefse çok câzip getirdiler.
  Putperestliğe meylin anlamı budur. Peygamber Efendimiz hayatta iken üç kabîle reisinin Şerîat-i Muhammedî’ye tâbi olmuşken, İslâm’dan irtidat ederek kabîlesi ile tekrar putperestliğe dönmesi gelen vahiyleri aklına mantığına uyduramadığı için değil mi?
  Allâh’ın sonsuz afv u mağfiretini Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in:
  Zorlaştırmayın kolaylaştırın, daraltmayın genişletin, ikrah ettirmeyin sevdirin” buyurmasını dînde katı kurallardan başka mânâ tedrisatı görmeyen bilge kişi, Hazret-i Allâh’ın rahmet sıfatından habersiz, ilmî öz olarak cehennemden başka sermaye edinmemiş, bilmediği şeyden ne diye bahsetsin ki?!… Başka sermayesi yok ne yapsın?..
  Dua ediyoruz, Allah ilimlerini âlî kılsın, diye. Bir vârisü’n-Nebî’yi, nedîm-i ilâhîyi kabul edemediklerinden, ilim dağarcıklarında evliyâya yer bulamamışlardır. “Dost” demekle rahmet-i ilâhîyi dışlamışlardır. Allah ilimlerini nafi, amellerini de salih eylesin!
  İlmi ve irfânı akılcılıktan öte gitmeyen, tasavvufsuz yaşanan İslâmî terbiyenin, bu çarpık metot devam ettiği müddetçe toplumlar arasındaki düşmanlıkların, yok olmak şöyle dursun, azalacağını ümit edebiliyor muyuz? Lütfen Kur’ân ışığında iyi tefekkür edelim. Buna rağmen cümle İslâm âleminde, hâsseten Türkiye Cumhuriyeti’nde daha fazla tasavvufu yaşamak arzusu görülüyor!
  Medyada yayınlanan dîni yayınların ekserîsi tasavvufî anlam taşıyor; günümüzün ihtiyaç duyduğu mânâda olmasa da. Müteşekkiriz.
  Şerîat-i Muhammedî dört esasla mütâlaa edilir. İlm-i fıkıh, ilm-i kelâm, ahlâk, tasavvuf.
  Fıkhın kolları vardır: Mezhepler. Tasavvufun kolları vardır: Tarîkatlar. Mezhep ve tarîkat mensuplarının yaşantılarının hakîkate uygun olması gerekirken, akılcı olup, nakli de akla uydurmaya çalışan, yol kesicilerin çarpık fikirlerine nasıl iltifat ederler?
  Bugün İslâm toplumlarının hâli iç açıcı olmayıp biri birlerine karşı hasmâne tavırlarının olduğunu inkâr edebilir miyiz?
  Şu hâlde hiç bir te’sir altında kalmayarak Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin lütf u ihsanı olan Hazret-i Kur’ân’ı olduğu gibi, Kur’ân’ın rûhuna uygun hadîs-i şerîflerden uzaklaşmayarak, dîn-i İslâm’a ne kadar hizmetkâr olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
  Hazret-i Kur’ân’da beyan edilen:
  Biz peygamberlere bir şerîat ve bir de tarîk verdik” buyurmasını nâ-ehle nasıl izah ederiz?
  Vahşi tarikler hiç bir zaman gerçeğin ölçüsü olamaz. Herhangi bir kişinin bilgisiz yaşayışı İslâm’ın ölçüsü olamadığı gibi.
  İlm-i verâseti nasıl dışlar nefsin? Hazzına ve uydurmalarındaki nefsanî duygunla kendini göstermek için, ya hurafe ve bid’atlara kaçarak dîn-i İslâm’ı yaşanamayacak hâle getirecek veyâhut şer’î hükümleri dışlayıp “avamın takdîrini kazanıyorum” zannına kapılacaksın! Ehl-i tarîk şerîat-i Muhammedî’den yani edille-yi şer’îyeden uzak olursa vahşî tarîktir!
  Şöyle ki; tarîkat şerîattır, mârifet şerîattır, hakîkat gene şerîattır. Öyle bir ilim öğrendin ki, şerîatı ile yükümlü kılındığın Peygamber Efendimiz’in ilmî dışında olur mu, düşünebiliyor musun? İlim olsun, irâde olsun, talep olsun Hazret-i Resûlullah’ın getirdiğine uygun olmalıdır!
  İradeden yüz çevirip mücerret ilmi isteyen kelâmcılar; ilimden vaz geçip yalnız iradeyi talep eden bazı tasavvufcular; Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in getirdiğine aykırı irade ve ilmi isteyen bazı bid’at erbabı; Allâhu Teâlâ’nın varlığını kabul edip şerîatı ile yükümlü olduğu peygamber efendilerimizin getirdiği şerîatı kabul edemeyen felsefe­cilerin dalalette olduklarını gerçek ilim sahiplerinin inkâr etmesi mümkün mü?
  Osmanlı zamanında “Turuk-ı aliyyede vazifeli olduğunu iddia edenlerden” Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e kadar dayanan bir silsile-yi merâtibe ve izn-i icâzete sahip olması gerekirdi, yok ise sahte olduğu tebeyyün ederdi! Hz. Allah bilir ya bu zamanda, bu meziyetlere sahip kaç meşâyıh çıkar?

Yolumuz


  Büyük şeyh Efendimiz Kahramanmaraşlı Seyyid Ali Sezâi Efendi’nin (makamları cennet olsun) Sultan Reşat Hazretleri’nin tasdik ettiği, dergâh açmaya, ayin yapmaya müsâade ettiği, tuğralı izn-i icâzetnâmesi mahfuzdur.
  Hakkında birinci kanalda da gösterilen, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkıları ile “Sahibini Arayan Madalya” adıyla bir film de yapılmıştır.
  Kahramanmaraş’ın kurtuluşundaki hizmetinden dolayı mânevî şahsı madalya ile ödüllendirilen Seyyid Ali Sezâi Kurtaran’ın Kâdirî, Rufâî, Nakşî tarîkından izn-i icâzetleri vardır ve askeriyenin de tasdîki mevcuttur!
  Tekrarlı olsa da lüzumludur: Bir dervişin bir şeyhi vardır!
  Dervişe irşâd vazifesi verildikte izn-i icâzetini aldıktan sonra başka şeyh efendilere verilen makam ve hâllerden de istifâde ettirilir. Tertîb-i ilâhîde ayrılık yoktur. Küllî tarikin vahidün.” Cümle tariklerin kökü Peygamberindedir. Ayrı görenler hata ederler... Yalnız terbiye usulleri ayrı ayrıdır.
  Derviş şeyhine bey’at ettikten sonra mürşidinin terbiye tarzına kimse müdâhale edemez. Ederse, dervişin mânâsını öldürür. İnsanın dünyaya gelişine bir babayı vesile kıldığı gibi, ebedî hayata gidişinde de o mânevî bir babaya, Allâh’ın vazifelendirdiği, irşâda me’mur, mîzâcına ters düşmeyen, tertîb ve tanzîm-i ilâhî bir babaya muhtaçtır. İki olmaz. Olur, ise “tarîkat pici” olur.
  Gerçeği arayanlara Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyaya çocuklar İslâm fıtratı üzere gelirler. Terbiyeye muhtaçtır. Terbiyecisi ne ise onu öyle yetiştirir.”
  Tertîb ve tanzim-i ilâhîler ezel-i ervâhla ilgilidir.
  Hz. Allâh’ın yed-i kudretindedir!

Ferman

  Ezel-i ervâh’da tertip edilmiş olup, kulun isteği ve iradesi o yönlü zuhur eder kulun iradesi Hz. Allâh’ın yedindedir!
  İşte, kul bu tanzîm-i ilâhîyi hissedememişse, böyle vazifeli kişilere rûhen bir yakınlık duyamıyorsa, istihâre yapar. Hazret-i Allâh’a sorar. İstihâre mânevî bir müracaat usûlüdür, Hazret-i Resûlulah (s.a.v.) Efendimiz istihâreyi, ashâbına sûre ezberletir, gibi önem vererek tavsiye ederdi. Bâzı yol kesicilerin uydurdukları, “ben gördüm” laflarına kanmayasın. “Beyaz gördüm, yeşil gördüm” gibi de değil.
  Aldanma... Müracaatı sen yaptın, cevabını sen alacaksın, inşallah. İleri sayfalarda tasavvufî istihâreyi târif edeceğim. Bu yolun eşkıyâlarından sakın. Gerçek budur: istihârem “Çıkmadı” diye müracaatını kesmeyeceksin. Kısmetinde var ise mutlaka cevabını alırsın!
  Kayınpederim Hacı Mustafa Efendi’nin hayatta bir kızından başka evlâdı yoktur. “Postu dürdüm, gidiyorum; makam halîfe vermedi” diye üzülerek giden Şeyh Efendi’nin makâmı cennet olsun. “Vermedi Ma’but, ne yapsın Sultan Mahmut?!”
  Ne sebepden bilmiyorum; Ma’but isterse vermesin, Şeyh Efendi üzülerek öbür âleme gidedursun,
  Sebep ne olur ise olsun daima şeyh olma hayali ile yaşayanlar şeyhinin olümünü mirasa konan azgın evlât misali gece gündüz bekleyenler: hayâlinden hiç çıkaramayan menfaatı dünya fakat mânâ sahtekârları kişilerce Şeyh Efendinin yeri hemen doldurulur. Bu hakka dâir rüyâlar görürler. Rüyâlarında hırkalar giyerler, icâzetlerine hayâlî mühürler bastırırlar:
  Kork Allâh’dan korkmayandan.”
  Netice îtibâriyle, nefsânî hislerinin esiri olanlar: Her şey Allâh’ın yed-i kudretindedir. Bu rumuzu bilmeyerek “ben daha iyi yaparım” diye kendiliğinden meydâna çıkanlar, katılık ve hurafeden başka ne getireceklerdi? Eğer evliyânın ne anlam taşıdığını bilselerdi cür’et edemezlerdi. Ama tekrar ediyorum: Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hazret-i Allah, hayli sûrelerde Peygamber Efendilerimizden sonra vârisü’l-enbiyâ olan evliyâya tâbi olunuz” buyurmaktadır. Daha evvelki evliyâlar, sizden evvelki şerîatların evliyâsıdır. Siz tâbi olduğunuz şerîattan yetişmiş olan evliyâya bey’at ediniz. Eğer bilmiyorsanız, daha evvel belirtildiği gibi istihâre yapınız. Cevabını açıkça alana kadar tazarru ve niyâzı bırakmayınız.
  Evliyâ, peygamberimiz efendilerimiz gibi masum değillerdir.
  Ama yaratılışları tertîb-i ilâhîdir. Ezel-i ervâhla ilgili olup, dünyada kul, illâ çalışmakla elde edemez!
  İnsan sây-i gayreti ile sâlih kişi olur, makâmı velâyete çıkar, velî olur ama peygamber ve evliyâ olamaz.
  Bu vazifeler tertibi ve tanzimi ilâhîyedir!
  Kâmil doğarmış, ehl-i Hak,
Doğmadan evvel anası.
  Peygamber efendilerimiz, kendilerinden sonraki peygamberi seçmeye salâhiyetleri olmadığı gibi, evliyâların da kendilerinden sonra evliyâ seçmeye salâhiyetleri yoktur!
  Eğer buna rağmen lâyık gördüğü bir kişiye Allah emretmediği hâlde hilâfet verir ise, hilâfet verdiği şahsın vefat edene kadar işlediği yanlışlıklardan vazifelendiren zât sorumludur. O bakımdan hiçbir meşâyıh bu türlü mesûliyeti almak istemez.
  Niçin alsın? Allâh’ın vermediğini vermeye muktedir mi?
  Âciz insan, sorumluluğu idrak edemeyen insan, (Allah affetsin). Na ehlin Yaptığı tahrîbatları saymaya beşer ilmî kâfi değil. Allâh’a mahsus olan varlığı kendinde gören, enâniyetten kurtulamayanlara yazıklar olsun!
  Bu izahımı ancak izn-i icâzet sahibi şeyh efendiler anlar. Allah adetlerini artırsın. Makamlarını âlî kılsın. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vazifesini tebliğ ettiği zaman müşrikler demediler mi?:
  Vazife yetim Muhammed’e mi kaldı, falana filâna gelse idi biz kabul etmez miydik?”
  Nasipsizler... Güç ve kuvvetin Allâh’ın olduğunu bilmeyenler az mıdır?
  Şunu da anlatmadan geçemeyeceğim: Vazife istenmez. Verilirse red edilmez!
  Dergâhta “vazife” derece demek değildir. Derece, kulun îman ihlas ve samîmiyetiyle elde edilir. Vazife ise dervişin kabiliyetine göre, yoluna hizmet etmesi içindir. Bazı vazifeler şeyhinin lâyık görmesi ile verilir. Dervişin gördüğü açık rüyaları da şeyhini ikna eder. Tekrar ediyorum: Bu vazifeler dereceye tesir etmezler. Samîmiyeti ve ihlasına göre mânen okşanır. Samimi icraatlarından elbet mânevî taltif görür. Şeyh efendiler lüzumuna binâen, her türlü vazife vermeye salâhiyetlidirler. Verdiği vazifelinin dünya ve âhiret mesûliyyeti vazife veren şeyh efendiye aittir. Sorumludur. Bu bakımdan “hilâfet” gibi vazifelere hiçbir şeyh bu mesûliyeti yüklenme saflığına tevessül etmez. Ezel-i ervâhtaki tanzim-i ilâhîyenin zuhurunu, bi-zatihi Hazret-i Allâh’ın emrini bekler!
  Bu mevzuda dervişin görgüsü şeyhini mecbur kılmaz. Şeyhine bi-zâtihi verilen emir muteberdir. Ehl-i hâl bir zât buyurmuşlar ki:
  “Vardığı her menzilde sofra beklemeyen kişinin ayağını öperim.” demek böylesi güç bulunur. Bu türlü enâniyetten rabbim muhip kullarını korusun!

“Bilmiyorsanız Ehl-i Zikir’den Sorunuz”


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” (Nahl Sûresi, 43)
  Bâzı müfessir efendilerimiz şöyle tefsir etmişler: Biz melâikeden ve kadından Peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız erbâb-ı zikirden sorunuz.”
  Hazret-i Allah bu sûre-yi celîlede kullarına, herkesin ölçemeyeceği bir tertîb-i ilâhîyi gösteriyor: Bu tertîb-i ilâhîyi yeteri kadar bilemezsiniz. Siz bilmediklerinizi erbâb-ı zikirden sorunuz. Bu türlü ilmin sahibidir onlar. “Âlimler anlar” diye meâl ve tefsir olarak da mânâsı doğru, fakat izah edilmesi lâzım. İlim Allâh’ı bilmektir. Allâh’ı en çok peygamber efendilerimiz bilir, evliyâlar, velîler, mü’minler ve sâlih kulların bilişleri kâdeme kâdeme ve derece derecedir.
  Peygamber Efendimiz: “En çok Allâh’ı bileniniz benim” buyurmadı mı? Belirtilen erbâb-ı zikir mürşittir; eşittir âlim. Ama nasıl âlim: Verâset yoluyla âlim. İnsan her türlü sâhada neye çalıştı, ne öğrendi ise o bildiğinin âlimidir, bilmediği çok şeylerin de cahilidir. Evliyâyı kabul etmeyen ilim sahipleri ki, kevn den ileri gitmeyen, ilme’l-yakîn bilenler, yeterli değildir. Ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn gerekli olup, mânâ ilmî ilm-i verâsettir. Diraset ilmî de ilimdir, amma mânânın özüne gariptir!
  Onlar iyi bilirler ki, makâm-ı velâyet yalnız erkekler içindir. İmâmetlik de böyledir. Kadın ve melâikeden imam olmaz. Akâidde geniş izahı vardır.
  Yeryüzünde halîfemi yaratacağım hitâbı.”
  Âdem aleyhi’s-selam ve zürriyetinden gelecek olan erkeklere mahsustur. Vârisü’l-enbiyâ, evliyâ insanların irâdesine bağlı olmayıp, tamâmen Allâh’ın (c.c.) tertîb ve tanzîmidir. Ezel-i ervâhla ilgili olup, insanlar sây-i gayreti ile velî olur, makâm-ı velâyete çıkar.
  Bu hususta, Gavs-ı Âzam Seyyid Abdulkâdir Geylânî Hazretleri’nin beyânı şöyle:
  “Kişi Allâh’ın mü’min ismi aynasında kendini görür. Bu ayna zâhirî aynaya benzemez. Yapacağın hareketler bu aynada değişmez.”
  Maddedeki sırlı ayna gibi değil. Makâm-ı velâyete çıkan kişinin irşâdla vazife yetkisi yoktur. Evliyâ, makâm-ı velâyetten de nasîbini almış, Allâh’ın irşâda vazifelendirdiği kişidir. İrşâd, tertîb ve tanzîm-i ilâhîdir. Bahşedilir. Şöyle ki: İzn-i icâzete sahip mürşit tarafından tebliğ edilir. Başka türlü kimsenin salâhiyeti yoktur bu vazife beşerin aklı ve mantığının ölçüsüne girmez!
  Bu türlü vazifesi olanlar nefislerine zerre kadar bir şeyi mâletmezler. İnsan âcizdir. Bu gerçeği duyarak değil, yaşayarak bilirler. Geçmişi rahmetle ve hürmetle anarlar. Bilirler ki, istikbâli Allâh’tan başka kimse bilmez. Sana gerekli olan hâldir, bugündür. Şerîat-i Muhammedî’ye tâbi olup yaşayan bahtiyar, tevhîd-i zâtı yaşa, inşallah. Yaratılışın sırrı ilim ve irfânını başka türlü arama!
  Dîn-i İslâm’ın da özü tevhittir; bütün semâvî dinler tevhit dînidir. Dört kitabın ve suhufların da özü tevhittir.
  İlim yönünden de, amel yönünden de tevhittir. Kelime olarak lâ ilâhe illallah” tır: Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır.” Bunun gayrısı şirktir. Ne kadar dilinle söyleyip, hâlinle yaşamak istiyorsan, nedîm-i ilâhî, vârisü’n-Nebî’ye, ehlullâhın terbiyesine muhtaçsın. Ehl-i hâlden şâir Emrah gerçekleri şöyle ifade eder.

İksir-i a’zamdır, nutk-u ehlûllah,
Yek nazarda hâki kimyâ ederler.
Hakk’ın esrârından onlardır âgâh,
Velâkin sûrette ihfâ ederler.

Hakâretle bakma dervişanlara,
Köhne aba giyen ârifânlara.
Vârisü’l-enbiyâ denmiş anlara,
Mürde gönülleri ihyâ ederler.

Emrâh-ı cehdeyle, kâli hâl eyle,
Kâl ehl-i olandan infisâl eyle.
Erenleri bul da imtisâl eyle,
Seni de vâsıl-ı Mevlâ ederler.

Ehl-i Aşk


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  “Onlar öyle sapıklar ki, söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allâh’ın ziyâret edilip, hâl ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyâretten vazgeçerler. Ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.” (Bakara Sûresi, 27)
  Bu âyet-i kerîme umûma mahsustur. Ziyâret edilmesi lüzum eden kimseler zaman zaman izah edilmiş olup, tek bir şahsa mahsus olmayıp, nesebden gelen büyükler olduğu gibi, âyet-i kerîmede kasd-i ilâhî dolayısıyla Allah için bey’at edilen kimselerdir, gerek hayatta iken gerekse kabir hayatlarında!
  Mevlâ-yı Zülcelâl Ve Tekaddes Hazretleri Fetih Sûresi 10. âyette: “Onların elinin üzerinde benim elim vardır” buyurmadı mı? “Kim ki, ahdini bozarsa nefsine zulmetmiş olur. Kim de sebat eder, ahdine sâdık kalırsa o kullarım için büyük ecir ve mükâfât vardır” buyurmadı mı?
  Bey’at, bey’at-i Resûlullah’dır. Söz Allâh’a verilir. Mürşitlere olan bey’at, Hazret-i Resûlullah’a vekâletendir verâset taşıyan mürşitler kıyamete kadar biatı götürmekliği için vazifelidirler!
  Yukarıda arz ettiğim gibi, rahmet-i ilâhî bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar bâkîdir!
  Böyle biline. El-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn olan Allah (c.c.) şeytana, şeytani vazifesini kıyamete kadar müsâade etmişken, mürşidin vazifesi biter mi? Bu türlü çarpık düşünceler Allâh’a zulüm isnat etmektir. Küllî şey’in sebebâ” buyurulmadı mı? Kişisel düşüncelerinle değil, Hazret-i Kur’ân’ı iyi anla. Bu türlü vazifeli yaşayan insanlara “tertîb-i ilâhî” diye hürmeti ve istifadeyi bil. Bu rahmet şâhısa münhasır değil, umûmîdir!
  Ehl-i aşkı sakın rencîde etmeyesin. Hazret-i Allah merhamet-i ilâhîsiyle kullarını açık açık uyarıyor:
  “Evliyâma ezâ edene harb açarım” buyurmuyor mu? Söyler isen Gerçeği söyle, bilmediklerini “bilmiyorum” de. Hiç olmazsa mesûliyetten kurtul doğruyu söylemekle kurtuluşa ermen umulur!
  Dini tedrîsâtı tasavvufsuz bu hâle getirenler, nâ-ehle meydanı boş bırakanlar, huzûr-ı ilâhîde yaptığı tahrîbâtın ki en azından kişinin mânevîyatını öldürmektir hesâbını nasıl verecekler? Hesap sorulmadan kurtulacaklarını mı zannederler?
  Kimse vazifesini yüzde yüz yaptığını iddia edemez. İnsanlar Allâh’ın afv u mağfiretine muhtaçtır. Samîmi ol. Yalnız “akılcı” giderek, bu gerçekten nasip alamayandan olmayasın!
  Ehlullâhın sözüne kulak ver. Okumak yazmak araçtır gereçtir. Mârifet, hakîkat Allâh’ın yed-i kudretindedir. Biz dilediğimize hikmet veririz, hikmet verdiğimize rahmetimizi çok çok ihsan ederiz” buyurmadı mı?
  Camide ehl-i zikrin toplu zikirlerine, eğer namaz kılanları rencîde etmiyorlarsa, eşyâda tahrîbat yapmıyorlarsa, korkunç hâlleri ile insanları Allâh’tan kaçırmıyorlarsa, teknolojinin ve medeniyetin aleyhinde değillerse, bu hususta ilmin de müsaitse ehl-i zikre yardımcı ol. Başkalarına güzel örnek olmalarını sağla. Hizmet et.
  Allâh’ın mescidlerinden Allâh’ın zikrini men eden zâlimden daha zâlim kim olur?”
  Hitâbı ile ind-i ilâhîden azarlanmayasın, “bu hitâb namaz içindir” diye ahkâm kesmeye kalkışma. Sizlerin de mâlûmu olduğu gibi her ibâdete “zikir” buyuruldu. Ama zâtının isimlerini kesir zikretmeyi, Kur’ân’ın çok yerinde emir buyurmuyor mu? Namazın orucun, zekâtın, haccın belirli zamanı vardır.
  Zikrullah zamana bağlı olmadığı gibi kesir buyuruldu başka ibadetlere benzemez yalnız benî âdeme mahsus olmayıp cemî yaratıkların müşterek ibadetleridir!
  İbâdetin devamlısı makbuldür, buyuruldu. Bu bakımdan Peygamber efendilerimiz arasında ayrılık görmeden, gelmiş geçmiş evliyâullâhın, ehl-i îman ve ehl-i islâmın, âhirete yürümüş derviş kardeşlerinin de ruhlarına üç İhlas, bir Fâtiha okuyarak ezkârı her gün yapmak gerekir ki, bu “ezkâr” ağırlığı alınmış, dervişin günlük dersidir.
  Bunun dışında belirli mübârek gün ve gecelerde, cemaat ibâdetlerinin ferdîden daha makbul olduğunu bilmeyen var mı?
  Böyle, tarih boyu devam edip gelen rahmet-i ilâhîyeleri ilmimiz müsaitse daha güzel tanzim edelim. Câzip hâle getirelim, tahrip tarafına gitmeyelim. Allâh’ın “zâlim” buyurduğu damgayı yemeyelim.
  Aşk caddesi akla tıkandı... Kendi kulaçlarınla aşk deryâsını geçemezsin; ya bir vârisü’n-Nebî, ya da bir nedîm-i ilâhî elinden tutmadıkça!
  Tertîb-i ilâhîyi, kimsenin değiştirmeye gücü yetmez. Hazret-i Allah hiç bir kulunu akılsız bırakmasın.
  Na-ehlin esiri de kılmasın.
  Gerçekleri tefekkür edebilecek akıl, ilim ve irâde ihsan buyursun.
  Âmîn, ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.

İstihâre


  Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
  “Siz bilmediğiniz mühim şeyleri Hazret-i Allâh’a sorunuz.”
  Bilmediklerimizi her ilim yed-i kudretinde olan Hazret-i Allâh’a Peygamber Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi sormamıza istihâre denildi. Ehl-i tasavvufun târif ettikleri istihâreyi inanarak acabasız yapmaya çalışalım:
  Aldığımız cevabı önemseyecek îmana sahip değilsek yapmayalım. İstihâre falcılık, cincilik, gaybtan haber vermek hiç değil, Kulun âczini itirafı anlamındadır.
  Bilmediği mühim mevzuları Hz. Allâh’a sorulmasının elçisi âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) efendimizin tarifi üzere yapılmasına “istihâre” buyuruldu.
  Müracaatında âczini itirafla bildirilmesinin, âczine uygun anlayabileceği gibi olmasını samimiyetle rica edecek. Ve cevabı istihâreyi yapana verilir başkasına verilmez! Gördüğü mânâ müracaatında açık olacak. Beyaz gördüm, siyah gördümle kimse kimseyi kandırmasın!
  İstihâre mürşidini görmesi için yapılır! Evlenmek için yapılan istihâreler görgü için yapılmaz, hakkında hayırlı olması için Rabbına inanan insanların müracaatıdır tavsiye edilir.
  Neticeye tahammül sadık, muhip, ehl-i îmanın kemâlatıdır.
  İstihâreyi, sana tarif eden salâhiyetli zâta ilave etmeden, noksan da söylemeden anlatacaksınız. O zât nasıl tâbir etti ise öyle kabul edeceksin. Çünkü gördüğün mânâ seni de tatmin edecek!
  Tekrar ediyorum: Renk meselesi değil. Beyaz, yeşil önemli değil. Tatmin olacak cevap alacaksın!
  Cevap alamadınsa istihâreni tekrar edeceksin. 9 gün kadar yapılması tavsiye edilir. Cevap gelmedi ise kimseden vazife alınmaz. Alır ise alan da veren de ind-i ilâhîde mesûldür!
  Başkasına verilen cevap kesinlikle muteber değildir. Gafil olma. İstidayı sen verdin, cevabını sen alacaksın.
  Başka nedenle yapılan istihârelerden mutlaka görüntü beklenmez îmandan gelen müracaat usulüdür makbuldür

İstihâre Nasıl Yapılır?


  Sıhhatin normal olacak. Yatma zamanı abdestin olsa da yeniden abdest alacaksın. İki rekât istihâre namazına niyet ederek namaz kılacaksın. Fâtiha’dan sonra Kâfirûn ve İhlas sûreleri tavsiye edilir.
  Selamdan sonra üç İhlas bir Fâtiha Peygamber Efendimiz’in mübârek rûhuna hediye edilir. Üç İhlas bir Fâtiha Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimizin ruhlarına hediye edilir. Tekrar üç İhlas bir Fâtiha Gavsü’l-Azam Seyyid Abdulkâdir Geylânî, Seyyid Ahmede’l-Kebir er-Rufâi, Seyyid Ahmede’l-Bedevî, Seyyid İbrâhim Düssûkî, Şeyh Ebu’l-Hasan Ali Şâzilî, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâaddin Efendilerin ve kâffe evliyâullâh’ın ruhlarına hediye edilir.
  Üç salevât-ı şerîfe okunur: Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammed” diye.
  Üç istiğfar, estağfurullah el-Azîm” diye.
  On bir İhlas, on Fâtiha okunup, istihâreyi ne için yaptınsa onu dile getireceksin. İntisap hakkında ise örneğin:
  “Yâ Rabbi, zâtına kulluk vecîbemi lütfu ihsanınla yerine getirmek istiyorum. Rızânı kazanmam için mîzâcıma uygun, vazifeli kıldığın vârisü’l-enbiyâ olan hangi kulunu rehber edineyim? Îmanım odur ki, dünyayı bu türlü rahmetinle her zaman bezedin. Kıyamete kadar da ihyâ edeceksin. İhtiyârımla yalvarıyorum, lütfet. Âcizim!
  Rahmetine vesile kıldığın varisü’n-nebi, nedim-i ilâhî olan mürşidimi ihsanınla açık göster!
  Rızâna uyumlu, emr-i ilâhîye uyumlu, rahmetine yol almamı ihsan et” diye niyaz edersin.
  Abdestli olarak sağ tarafına sağ avucunun içine başını koyup, “Yâ Fettâh!” diye yatacaksın.
  Açık açık görene kadar devam eyleyeceksin. Sen mutmain olmadıkça başkalarına” kanmayasın. Başkasının görmesi muteber değil. Müracaatı sen yaptın. Sana, kısmetin varsa mutlaka bildirilir. Bildirilmeden, sakın kimseden bu türlü vazife alma. İstihâren çıkınca, sana istihâreyi veren kişiye istihâreni anlat. Ne diyorsa öyle yap. Sakın bâzı cahiller gibi kendi kendine değerlendirme. Peygamber Efendimiz hâssaten tavsiye buyurmuşlardı.
  Mürşidini buldun mutmain oldun ise istihâresiz biat edebilirsin!
  Dikkat! İstihâre yaptıktan sonra cevap almadan ömür boyu devam etse de kimseden vazife alamazsın! Falcıdan cinciden uzak dur.
  Peygamberimiz efendimiz buyurdular ki: “küllî müneccim kezzab (bütün müneccimler yalancıdırlar).
  Cinnî hâllerdir. Cin tâifesi benî âdemden daha fazla bilgiye sahip değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı benî âdem kadar bilemediler, bilemezler de...
  Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır. Onun şeriki, naziri yoktur. Güç ve kuvvet bi-zâtihi Hz. Allâh’a mahsustur!
  Bütün âlem onun yed-i kudretindedir. İzafidir, mecâzîdir, bi-zâtihi değildir!
  Peygamber efendilerimiz de ilâh değildir. Cümlesi Hz. Allâh’ın kuludur, abdidir, elçileridir! Hz. Allâh’ı ve elçilerini bu veçhile bilesin.
  Müttaki, ittika sahibi, mü’minin îmanı bu yönlüdür!

3. BÖLÜM



ŞİŞ HAKKINDA


Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

  Huzurdan koğulmuş, lânetlenmiş şeytanın şerrinden Rabbıma sığınırım. Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla başlarım.
  Maksadım şiş propagandası değil. Yanlışlıkları duyurmak kasdı ile okurlarım bu metafizik olayın da garibi olmasınlar, diye izaha çalışacağım!
  Şunu da bildireyim ki: Şiş burhanı benim için suç değil. Çıkarıma kullanmadığıma dair elimde mahkeme kararları var! 12 senedir şiş burhanı yapmıyoruz. Çok mühim metafizik bir olay. Ne yazık ki taklitçilerin ve nâ-ehlin elinde. Hazret-i Allâh’ın varlığını, fiziki olaydan başka bir olay kabul edemeyen bilge kişilere her şeyin yed-i kudretinde olan Hazret-i Allâh’ın var olduğunu kanıtlayan, her sınıf âdemi düşündüren ve gerçeğe yönelten.. Nâ-ehlin elinde ölüm aleti; müsâade edilen ehlinin elinde metafizik olay..
  Bugünkü yaşantıda tesiri görülmedi. Taklitçilerin, ehil olmayanların elinde suyu çıktı. Aklın ve mantığın ölçemeyeceği metafizik bir olay. Metafizik olaylara müsait olmayan toplumların yedinde bilgisizce, horlanır oldu. Basit bir olay değildi.
  “Habibim sen atmadın, illâ ben attım”
  Hitabının zamana yansıması idi! Yalnız isimler değişik değişiktir. Peygamber efendilerimizde zuhur ederse ismi “mucizedir”; Vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî ki, zâhiri ulemanın diyemediği “evliyâullah”ta zuhuru “kerâmet”tir.
  O kerâmetin tekrarının zuhuru “burhan”dır.
  Bu metafizik olaylar mânevîyatın yed-i kudretindedir.
  Peygamber efendilerimizden zuhur eden hârikulâde, tabîat üstü hâller fiziğin ölçemeyeceği, metafizik, beşerin gücünün yetemeyeceği ve hiç bir zaman da aklî, mantıkî ölçülerle ölçemeyeceği, sonsuz merhametinin, rahmetinin imtihan dünyasında, tâbir câizse cemî kullarına iltiması olup; yaratıcısını unutup, her şeyi maddede mütâlaa eden, maddeden başka bir şeyi kabul edemeyen gafil kullarını.
  Mûcize ile sihri ayırt edemeyen, Mûsâ aleyhi’s-selam’la sihirbazları aynı gören ulemâ geçinenlerin gafletlerinden ve şerlerinden her şey yed-i kudretinde olan Hazret-i Allâh’a sığınırım.
  Maddede ve mânâda da kânûnu bilmemek mâzeret midir? Hayır...
  Mânâ yönünde hakîkat dışı düşünenlerin Hint felsefesinden, Yunan felsefesinden öte gitmeyen tasavvuf anlayışları, bu yönlü rahmet-i ilâhîyeyi anlayamazlar. Geçmişi anlayamadıkları gibi, bu ve buna benzer düşünceler çağı da idrak edememektedir. Geçmişlerimize Hazret-i Allah rahmeti ile lütfetsin, makamları cennet olsun…
  Mâzideki yaşanan rahmet-i ilâhî kalıplaştırılarak bugün de aynı durumda mütâlaa etmek, tertîb-i tanzimi ilâhîyeyi bilmemek çağı hiç bilmemek, geçmiş zamanda yaşamış evliyâullâhın hayatını motamot olarak zamana yansıtmaya kalkışmak, gülünç ve yersizdir.
  Peygamber efendilerimizin de hayatları basmakalıp olmayıp, Allâh’ın elçileri rahmet-i ilâhî, kâffesi nûr-ı Muhammedî’dir. Hepsinden mûcize yani metafizik olaylar zuhur etmiştir!
  Ezel-i ervâhda peygamber olarak, istisnâî, günâh işlemeyecek kâbiliyette yaratılmışlar, dünyaya gelişleri dahi mûcizedir.
  Allah tarafından gönderilen kitaplar ve suhuflar da mûcizedir. İnkârı küfürdür!
  “Veresetü’l-enbiyâ” olan evliyâullahtan zuhur eden tabîat üstü, hârikulâde hâller olan kerâmeti inkâr da küfürdür.
  Allâh’a ve Resûlü’nün getirdiği şerîata inanmış, yaşamaya çalışan bahtiyar insanın hayatında tecelli eden rahmet-i ilâhînin ismi “kerâmet”tir.
  Aynı kerâmetin değişik sîmâlarda zuhûru “burhan”dır.
  Allâh’a inanmayan bâzı kişilerde zuhûru görülen hârikulâde hâller “istidraç”dır.
  Bunları yapan Hazret-i Allâh’tır.
  Bu türlü hâlleri insan yapmaya muktedir değildir.
  Muktedirmiş gibi göstermek cehalettir, varlıktır; varlıksa Allâh’a mahsustur, beşere mâletmek zındıklıktır, küfürdür!
  Yol kardeşlerimle sohbetimde, vazifem îtibâriyle üzerinde hassâsiyetle durduğum esasın, mutasarrıfı Hazret-i Allahdır. İnsan âcizdir. Verilen cüz’î irâdenin dışında tasarrufata muktedir değildir. Böyle biline!
  Gelelim şiş burhânına: Pîr Efendimiz Seyyid Ahmede’l-Kebîr er-Rufâî Hazretleri’nde ve cümle evliyâullahda zuhur eden kerâmetlerin sonradan tekrârının ismi “burhan”dır!
  Dergâh’dan yetişmiş, silsile-yi merâtip sahibi, izn-i icâzet almış, irşâda salâhiyetli kılınmış şeyh efendiler şiş burhânı yapmada ve yaptırmada yektili olabilirler -ki bunların vazifeleri Allah tarafından mürşidinin salâhiyeti ile verilir; bu türlü vazife vermeye na ehil salâhiyetli değildir! Peygamber efendilerimiz, peygamber tâyin edemez!
  Meşâyıhlar da yerine şeyh tâyin edemezler!
  Hazret-i Mûsâ (a.s.) Allâh’a niyaz ederek:
  Yâ Rabbi! Kardeşim Hârûn’u yardımcı vermez misin?” diye müracaat etti, Hârun (a.s.) da kendisine yardımcı olarak lütfedilmiştir. Bunun dışında mânevî vazife yapmaya kalkışanlar, bilgisiz, saf kişilerdir. Yâhut çıkarlarının esiri olan, Allâh’a kul olmayı bilmeyen gafil insanlardır!
  Rabbım böyle, bildikleri hâlde hâlâ “vazife yapıyorum” zannedenlerin şerlerinden cümle kullarını korusun (âmîn).
  Şiş burhanı bu fakire senelerce evvel verildiği hâlde burhan yapmadım. Gerçek şu idi: Çekiniyordum. Açık söylemek lâzımsa: Korkuyordum da!
  Önceleri, “-Niçin burhan yapmıyorsun?” diyenlere: “-Şiş ile bizi tanıyanlar, tanımasınlar” diyerek işi kapatıyordum!
  Öldürücü bir demir nasıl insana girer de tahrîbat yapmaz, aklım mantığım îmanımla çelişki hâlinde idi!
  Bir gece mânâ âleminde azarlandım. Makam tarafından:
  “-Niçin şiş burhanı yapmıyorsun. Sana bu vazifeyi verenden daha mı iyi biliyorsun?!” denildi.
  Daha neler demediler ki, bu türlü görgüleri sakın hafife alma. Peygamber Efendimiz’e de vahy-i ilâhî altı ay rüyâ âleminde geldi!
  Sadık rüya vahyin kırk altı cüzde bir cüzüdür. Mânevî rüyânın inkârı küfürdür. Bu durum ancak ehline mâlumdur.
  Biz Yûsuf’a rüyâ tâbirini öğrettik, ona hikmet verdik. Biz dilediğimize nice nice hikmetler veririz.” buyurdu, Hazret-i Allah!
  Nâ-ehle anlatma. Her tahsil yapan kişinin bileceği maddî mesele değil, gülünç olma. Ehline sor!
  Bu abd-i âciz o mânâda yapılan hakâretten sonra her isteyene şiş vurdum. İsteksiz burhan yapılmaz, enâniyet olur. Burhanların içerisinde en tehlikelisi şişdir!
  Zâhirî ilim bu olayları izaha muktedir değildir olamayacak da! Beşerin gücü burhanı ne icraata ne yapmaya, ne de yeterli izaha muktedirdir. Zâhirî ilim erbâbına sorup da onları da günâha sokmayalım. Lütfen...
  İsterse ilâhîyat mezunu olsun, ilmin her dalı rahmettir. Her ilim Allâh’ı bilmektir.
  İlim vardır, Allâh’ın fiilî sıfatlarını bildirir,
  İlim vardır, sübûtî sıfatlarını bildirir.
  İlim vardır ki Hazret-i Allâh’ın zati sıfatlarının zevkini verir ki o bahtiyar Allah ve resülünun gerçek şahidi Ehl-i Aşk’tır!
  Bu ilim Kur’ân’ın özü, Peygamber efendilerimizin ve cümle vârislerinin yaşantısı olup, umûma izahı ihlas, takvâ, verâ olarak izah edilir. Kaynağı tasavvuftur. Tasavvuf semâvî dînin dışında gösterilemez. Bi-zâtihî dindir. İnsan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir!
  Burhan yapmak kişinin şeyhliğini kanıtlamaz. Burhanı, her hangi bir kişiye salâhiyetli şeyh efendi verebilir. Derviş olmasa dahi verilir. Bu, kişinin derecesini de göstermez. Bu ahval kişinin irâdesinin dışında olup, nefsine mâletmek mânevî sahtekârlıktır. Kişinin derecesini inancı ve inancının yaşantısındaki zuhûru gösterir. Nâ-ehle burhan verilirse, mesûliyeti hem yanlış yapana, hem de şeyh efendiye âittir. Kendisine verilen burhânı izn-i icâzeti olmayan kişinin başkasına vermeye salâhiyeti yoktur. Burhan verilen kişi dinden çıksa da geri alınamaz.
  Biz onların iplerini uzatırız, imkânlarını genişletiriz, azabımızı iyi tatsınlar diye” buyurdu,
  Hazret-i Allah. Burhan yapma yetkisini na ehle veren kişi mesûldür.
  Şiş basit bir inşaat demiri olduğu gibi her hangi sivri bir şey de olabilir. Vurmadan evvel sünnet-i Resûlullah olduğu veçhile tükürük ile meshedilir. Çıkardıktan sonra vurulan yere gene tükürük sürülür.
  Kan durdurmak ayrı bir burhandır. Tazarru, niyaz edilerek, Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut âyet-i kerîme ile durdurulur. Seyirciler içinde inanmayan var ise, sihir gibi düşünüp de günâha girmesin, diye rahmet-i ilâhî olarak ondan kan çıkarır!
  İnsan âcizdir. Güç, kuvvet Allâh’a mahsustur. Fizikî kâideden başka bir şey kabul etmeyenleri düşündürmek için bu olay bir metafiziktir! Yoksa kuvvet ve kudret-i ilâhîyi bu âlemde her zerre göstermiyor mu? Bâzı âlim geçinen kişiler bu durumu kânûn-i ilâhîye mugâyir gibi göstererek, günâh işlerler, kendilerine inananların îmanlarını da zaafa uğratırlar!
  Bu türlü burhanlar rahmettir ve çok kişinin îmanını güçlendirir. Yoksa bu abd-i âcizi “yapmıyorsun” diye niçin azarlasınlar. Bu sözlerimi atmasyon zannetme. Buna ihtiyâcım yok. “Trans” diye basitleştirme. Onun için çocuklara da vuruyoruz. Çocuğun transı mı olur?
  Uzun lafın kısası; zâtınız transa girip, tükürüklenmiş bir demiri kendinize sokun. Beceremiyorsanız laf ebeliği yapmayın!
  Buna aklımız ermiyor” derseniz îtibârınız ve ilminiz daha saygın olur inanırım. Bu yönlü niyetinizi bilmek kehânet değil! Maksadınız “Üzüm yemek değil, bekçi döğmek.” Ama dikkat et, ne kadar kara sürsen de hakîkatte kendi yüzüne sürersin amma bilirsin veya bilemezsin bu bilgin kânun-ı ilâhîyi değiştirmez!

Bir Tv Programı Üzerine


  Hayli arkadaşlara makâmın verdiği yetkiye istinâden, Allah rızâsı için burhan yapmalarını ricâ ettim. Çok yerlerde senelerce icrâ ettiler. Fakat medyada olsun, bâzı başka yerlerde olsun maksadından saptırılmış, ehil olmayan ellerde gülünç duruma düşürülüp, rahmet-i ilâhîyi tahrif ettiklerini, şiş burhânını ne hâle getirdiklerini milletçe esefle gördük!
  Burhânı takrîben oniki sene evvel te’hir ettik. Müsâade edilen arkadaşlara da tehirini ricâ ettim!
  Bâzı kanallardan ısraren istenildiği hâlde, fikrimizi değiştirmedik.
  Eli Tertemiz”(!) olan programda, beş yıl evvel yapılan burhânı, doksan altının Kadir Gecesi’nde yapılmış gibi aleyhimizde, kabahat ve suç bulmuş edâsı ile hakâretler, iftirâlar ekleyerek, tıynetlerindeki küfrün tezâhürünü gösterdiler. Cumhuriyet Türkiyesi’nde bizleri perişan edecekler idi, güyâ!
  Evet, ruhen sarsıldık, rahatsız olduk. Hazret-i Allâh’ın buyurduğu:
  “Evliyama eza edene harp ilân ederim” hitabının nasıl olduğunun zuhurunu ve anlamını gördük ve yaşadık!
  Avrupa’ya biz âcizleri reklam eylediler. Alman FOX televizyonu ile 35 ülkeye yayın yaptılar! İslâm’da yaşanmak istenilen, hurafelerden, bid’atlardan arınmış, kalıplaşmış nâ ehlin tasallutundan kurtarılmış, Şerîat-i Muhammedî’yi yaşayarak muâsır milletler seviyesine çıkmak isteyen toplumlara, İslâm’ın mâni teşkil etmediğini tüm şerîatı Muhammedî’yi yaşayan bahtiyarlar...
  Gerçeklerin güzelliklere karşı olmadığını anlayanların günbegün arttıklarını hayranlıkla seyredip Allâh’a hamd ediyor ve bu güzellikleri biz âcizler sergilemeye çalışıyoruz.
  Rabbım muvaffak kılsın. Âmin, veselâmün ale’l-murselîn.
  Hazret-i Allâh’ın emrini, Hazret-i Resûlulah’ın teblîğini bütün insanlar ne zaman anlayacaklar? Hazret-i Allah buyurdu:
  Ey insan! Bu âlemi ben yarattım, sen tanzim edeceksin.”
  Atv’de Fatih Çekirge’nin İktidar Oyunu programında TRT 1’de ve daha birçok programlarda gazetelerde, dergilerde, haftalık sohbetlerimde, “Cumhuriyet”in en güzel idâre tarzı olduğunu ve yağcılık ve nankörlükten uzak bir Atatürk hayrânı olduğumu birinci kanalda kaç defa, diğer bâzı kanallarda da ara sıra anlattığımı sağır sultanlar dahi duydular ve biliyorlar. Bu gerçekleri her zaman her sınıftan insanlara anlatmaya yetkiliyim ve muktedirim. Az da olsa o günleri yaşadım. Şahidi olduğum çok meseleler var, gerek maddî gerekse mânevî...
  Lâiklikte dünyaya İslâmiyet’in örnek olduğunu, ama lâikliği istismar ederek, dinsizlik gibi göstermeye yeltenen bâzı kişilere zahmet etmesinler, derim. Bu millet îmanı bütün, İslâm’ı çağa göre yaşamaya çalışan, başka İslâm devletlerine örnek olan bir millet. Bütün gâyesi muâsır milletler seviyesine çıkmak isteyen bir toplumu, gericilikle itham etmek, bilmiyorum onlara ne kazandırıyor?
  Bugün demokrasinin geçerli olduğunu, komünist ülkeler dahi anladılar. Hasretini çekiyorlar. Çok partili demokrasi idâresini bu millet 1946 senesinde kabul etti. Milletçe yaşamaya çalışıyoruz. Allah muvaffak kılsın...
  Vakfımız ve üyelerimiz her partiye gönül vermiş, partiler üstü bir kuruluş ve cemaat olup, partiler içinde herkesin görüşüne göre seçme özgürlüğüne sahiptir.
  Bizi küll olarak herhangi bir partide göstermek iftirâdır, zulümdür.
  Şunu anlatmak istiyorum: Burhan metafizik bir olaydır. Şüphe edilmesin.
  Fakat zamanımız bu rahmet-i ilâhîyeyi kaldırmak gücünü kaybetti!
  Hz. Allâh’ın varlığı sebepsiz biliniyor.
  Daha açık tecelli-yi ilâhîyenin zuhur edeceğine inanıyor ve bekliyorum!

Kâinatın yaratılış sebebi olan Nûr-ı Muhammedî hakîkatine ulaşmak!
Kâmil insana karşı beslenen sevgi ve bağlılıktır.
Kâmil İnsan, bütün insanların gözbebeğidir.
Kâmil insanı sevmek,
Nûr-ı Muhammedî’yi sevmek,
Allâh’ın rahmet sıfatlarının tecelli ettiği merciyi sevmek,
Allâh’ı sevmektir. H. Galip Hasan Kuşçuoğlu


4. BÖLÜM



ZUHR-I ÂHİR


  Peygamber Efendilerimizin yaşadıkları zamandaki imkânları ile yaşamaya müsait lütfedilen emr-i ilâhîler insanların dünyevî ve uhrevî yaşantılarında kemâlatlarına göre tanzim edilen tertîb-i ilâhîler ki, bunlar şerîatlardı.
  Kabîlelerin, yani toplumların dünyada huzur, birlik beraberlik ve âhiret hayatında vaadedilen ebedî hayatın sonsuz nîmetlerini kazanmaları için, emr-i ilâhîye uygun yaşamaya mecbur ve muktedir kılınan bahtiyar insan “yeryüzünde halîfemi yaratacağım” hitâbının sırrını anla.
  Allah “biz, insanı ahsen-i takvim üzere yarattık” diyor. En güzel sîmâda yaratılmak şerefine nâil olan, kendinden daha güzel yaratık yaratılmadığını bilip de şımaran insan, bu “âlemleri yaratan benim, tanzîmini sen yapacaksın” hitâbına nâil olup da, vazifesini idrak edemediğinden, “hata ederim” zannı ile cüz’î irâdesini de kullanmayı bilmeyen insan, Allâh’ın akıl, mantık ve irâdene verdiği güçte “O’nu görüyormuş gibi” hissedeceksin.
  “Bu meziyetlerde seni müsait kıldım. Benim zâtıma eş ve ortak tanıma. Bu türlü ilme müsait kılındın diye kendinde bir şeyler görüp de uluhiyyet iddiasına kalkışma. Bu türlü yersiz iddiaların sahtekârlıktan başka ismi yoktur. Fiilî ve sübûtî sıfatlarımın en çok sende zuhûru görülecek. Sen benim yarattığım abdimsin, kulumsun, Rab olamazsın.”
  Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)
  “Habîbim, ‘Rabbım Allah de, dosdoğru yürü” buyurmadı mı?
  Allâh’a inanmış, Âmentü’ye îman etmiş beşer arasındaki düşünce farklılıklarının, hattâ aynı şerîatta görülen ibâdete, sünnete müteallik ayrılıkların az da olsa izahı mümkündür. Bunlar ictihâdî mevzûlardır.
  Hicrî 5. asırdan bu yana yalnız Türkiye’de uygulanan, başka İslâm âleminin bilmediği, bilmek de istemedikleri “zuhr-u âhir” denen, Allâh’ın emri, Hazret-i Resûlullah’ın sünneti ile hiç ilgisi olmayan, Moğol istilâlarının hüküm sürdüğü bir zamanda Konya’da ihdas edilen ek ibâdet usûlü ki, namaz değildir!
  Hükümet ve devletin olmadığı yerde, ulü’l-emrin icra edilmediği yer -ki, darü’l-harptir- darü’l-harpte ise cumâ namazı kılınmaz, diye uyduruk fetva verenler, zamanımıza kadar..
  “İslâm’da yeri olmayan namaz” demeye hicap ediyorum, çünkü namazın iki kaynağı vardır: 1: Kitap, 2: Sünnet. Başka kaynak aranmaz.
  Beş vakit namazdaki farzlar, Cumâ namazı için de geçerli olup, hutbesiz Cumâ namazı geçerli değildir. Bayram namazlarında hutbe sünnettir. Okunmasa da namaz tamamdır.
  Sünnetleri hafife almayasın. Kur’ân’da belirtilmemiş, Peygamber Efendimiz’in ibâdet ve amellerinde görülen hâllerin cümlesine sünnet deriz. Sünnetleri emr-i ilâhînin dışında görme. Kur’ân’da sarih olarak görülmediği için sünnettir.
  İcmâ, kıyas, edilleyi şeriye namaz için geçerli değildir.
  Rabbımızın lütuf ve ihsanı olan en büyük bayram olarak belirtilen Cumâ günü, âyet ve hadisle ifade edilen öğle vaktinde Cumâ namazı Hutbede bulunarak imam efendiye uyup iki rekât farzı kılan kişinin Allâh’ın emrine göre cumâsı tamamdır..
  Sünnetlerini de mezhebine tâbi olunan imam efendinin içtihatına göre kılmaktır. Çünkü imam efendilerimizin aralarında sünnetlere dâir içtihat farklılıkları vardır. Hepsi de geçerli olup, cumânın sıhhatına halel getirmez.
  İmâm-ı A’zam Hazretlerihicri 75 senesinde dünyaya teşrif ettiler. 150 senesinde irtihâl eylediler. Makamları cennet olsun. Kendileri tâbiînden olup, ashâbın yaşlıları ile görüştüler. Ve izah ettiler:
  Hazret-i Resûlullah (s.a.v) Efendimiz mescide gelmeden önce dört rekât sünnet kılar, mescide geldiklerinde hutbe îrad ederlerdi. İki rekât cumânın farzını cemaate kıldırır, hâne-yi saâdetlerine gider, dört rekât da orada sünnet kılarlardı.”
  İmâm-ı A’zam Hazretleri bu türlü beyan ve içtihat etmişlerdir.
  İmâm Şâfiî Hazretleri İmâm-ı A’zam Hazretleri’nden sonra dünyaya teşrif ettiler. Cumânın sünneti hakkında buyurdular ki:
  Cumâdan evvel iki rekât, cumâdan sonra da iki rekât Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) sünnet kılardı.”
  İmâm Mâlik ve İmâm Hanbel Hazretleri’nin içtihatları da:
  Cumâya gelmeden evvel Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) iki rekât namaz kılar, farzdan sonra başka namaz kılmazdı.” şeklindedir. Allah cümlesinden râzı olsun.
  Cumâ Sûresi’nde de müsta’celiyyet vardır: Allâh’ın zikrinden sonra yeryüzüne yayılınız, rızıklarınızı arayınız.”
  On altı rekâtlı hiç bir mezhep yoktur.
  Dikkat edilirse, yalnız sünnet üzerinde ihtilaf değil, içtihat değişikliği vardır.
  Kimsenin namaza rekât ilâve etmesi uygun olmayıp, hatadır.
  Bâzı kimseler çok ibâdet ve tâatla çok kazanacağını zannederler. Her şeyin ifrâtı yasaklanmıştır.
  Misâl olarak, seferde olan dört rekâtlı farz namazları iki rekât kılmayı Hazret-i Allah emrediyor.
  Fazla kılarsan ne olur?
  Âsî olursun, emr-i ilâhîye karşı geldiğin için.
  Hiç fazla namaz kıldı diye insanı döverler mi? Fazla mal göz mü çıkarır?”
  Gibi sözlerle emr-i ilâhîyi basit bir hâdise gibi gösterip günâha girme. “Zuhr-u âhir” diye bir namaz yoktur.
  İslâmiyette şüpheli ibâdet olmaz. Şüpheli ibadete sıhhatlidir diye kimse cevaz veremez. Evham, rûhî hastalıktır..
  Namaz husûsunda ilham ve rüyâ ile de amel edilmez.
  Sahîh-i Buharînin (Tecrîd-i sarih Tercümesi) üçüncü cildinde Cumâ bahsinde bildirildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hutbe îrad edip, buyurdular ki:
  “Cumâ size kıyamete kadar farz kılındı. İster âdil imam, ister zâlim imam zamanında olsun, kim ki, Cumâ namazını sebepsiz yere terk ederse, iki elim yakasındadır. Allah işini rast getirmesin. Onun ne namazı vardır, ne orucu, ne haccı, ne de zekâtı... Vaktâ ki, tövbe ve istiğfar etmiş ola.”
  Büyük fıkıh âlimi İbn-i Nuceym buyururlar ki:
  “Zuhr-u âhir kılan kişi ilim yoksunudur.”
  Kütüb-i sitte’den olan Sünen-i Dârekutnî Tercümesi, 2. Cilt sahîfe 10’da şöyle ifade olunur: “Zuhr-u âhir kılan şüphesiz günâhkârdır.”
  Diyanet İşleri Başkanlığı da Şerîat-i Muhammedî’de 92 hurafe ve bid’at tespit etti. Ama umûma ilânından çekindiler. Fakat ben bu listenin bir nüshasını elde ettim ve çoğaltıp, dağıttım. Bid’at ve hurafelerin başına yazmışlar, zuhr-u âhir diye bir namazın olmadığını. Merhum cennet-mekân Hamdi Akseki buyuruyor ki:
  İmam efendilerimizin cumânın sıhhati ve vücûbu hakkındaki ihtilafları “muhtelefun fîh”tir (kesin olmayan, ihtilaflı konulardandır). Cumânın farziyetine te’sir edici değildir.
  Şöyle ki, Cumânın vücûbunun sıhhati hakkında ictihâdî ihtilaflar musallînin (namaz kılanın) daha mutmain olması içindir.
  “Hiç bir içtihat cumânın farziyetini bozmaz.” Nitekim öyle olmuştur.
  Türkiye’den başka İslâm ülkelerinde zuhr-u âhir diye bir şey bilmezler. Çünkü kesinlikle yoktur. Bir namazın iâdesi farzın terkinden îcap eder. Vâcibin terkinden, farzın te’hirinden sehiv (yanılma) secdesi lâzım gelir. Hazret-i Allah Türk milletini de bu gibi anlamsız ibâdetlerden kurtarsın.
  Katılaşma... Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in, Zorlaştırmayın, kolaylaştırın; daraltmayın, genişletin; ikrah ettirmeyin, sevdirin” hitâbını hâfızana iyi yerleştir. Rahmet-i ilâhîden Hazret-i Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, cümle peygamber efendilerimizin, evliyâ, velî, şühedâ, Allâh’a şirk koşmamış, nedâmet duyarak, tövbe, istiğfar etmiş, gerçek kulluğunu idrak eden mü’min kullar... Rabbımızın rahmet hazîneleri... Allah cümleye şefaatçi kılsın.
  Onların dünya ve âhiret yaratılışları şefaattir. Yaratılış, sebeb-i hikmettir, rahmettir, mağfirettir.
  Hazret-i Allâh’ın Ve-mâ-erselnâ ke illâ rahmeten li’l-âlemîn” buyurmasını, o nûru taşıyan bahtiyarları, niçin nûr-ı Muhammedî, rahmet-i ilâhî olarak göremiyorsun?
  Madde âleminden öte görgüye sahip olmadan, ilme’l-yakîn ile iktifâ edip, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn yaşamadıkça mânâ ilminin garibisin.
  Bu yaşantı mensup olduğun şerîatın maddesini, mânâsını kelime olarak ifade etmek değil, hâl olarak yaşamaktır.
  Tasavvuf, semâvî dinlerin özü ve mânâsıdır; Ehl-i Aşkın rahmet yoludur ayrı ayrı mütâlaa edemezsin;
  Dînin cüzünden ferâgat, küllînden ferâgattır.
  Mânâdır. Şer’î hükümler değişse de mânâ değişmez. Onlarda cennet arzusu, cehennem korkusu vardır. Ama beşerî zaafından öte gitmez. Esas olan istekleri, arzuları rızâ-i Bârî ve cemâlullahdır.
  Bunun ismi aşk-ı ilâhîdir.
  Anormallik, mecnunluk, asalaklık, başkalarının sırtından geçinmek, çoluğunu çocuğunu ihmal ederek perişan etmek değil!
  Verdiğini geri alması beşerde ayıplanıyor. Beşere yakışmayanı Hazret-i Allâh’a nasıl uygun görüyorsun?
  Evet izn-i ilâhî olmasa Habîbin de şefaat edemez. İzni olmadan, elbette... Karşı çıkacak bir güç var mı?
  Şefaati, rahmet-i ilâhîyi nereden bekliyorsun?
  Bu rahmetlerin zuhûru o anlamı taşımıyor mu?
  Bâzı kişiler zaman zaman mehdilik iddiasında bulunurlar. Her zaman böyle zevâta rastgelmek mümkündür.
  Mânâlarında “-Mehdisin” denir. “Mehdi” mensup olduğu dine samîmiyetle hizmet edenlere verilen bir isimdir. Mürşit değildir, mehdi, resûl hiç değildir.
  Böyle sîmâlar mehdilik, resûllük iddia ediyorsa ki, ona karşı teknoloji duracak, silahlar patlamayacak “-mehdi, resûlüm” diyen zât-ı muhterem kendi kendine bu deneyi yapabilir. Tutukluk yapmayan bir silahı bedenine doğru patlatır. Buna rağmen ayakta durabiliyorsa Mehdi Resûl’dür. Tebrik ederim. Başka türlü olursa ona tâbi olan mâsumlar kurtulmuş olur.
  Mehdi Resûl’ün gelmesine inanmak îmanın şartından değildir.

Netice


  Söz Meclisten İçeri diye TRT 1’de Nazlı Ilıcak Hanımefendi’nin ve makamı cennet olsun merhum yazar Tayyar Şafak Efendi’nin tertip ettiği programda TRT’nin sakıncalı bulup ta yayınlayamadığı kıssayı, maksadımın her hangi bir zümreyi tân etmek, küçümsemek olmadığını belirterek, her şerîatta çıkarlarını esas alanların uydurdukları esprileri anlatacağım bu olayda üçünüde çıkarları uğruna mânâ istismarcılığını nasıl yaptıklarının beceri sanatlarını anlatmak kasdi ile anlatacağım.
  Çok yerde bahsettiğim gibi din İslâmiyet’tir!
  Semâvî dinlerin hepsi mânâ îtibâriyle İslâmiyet’tir.
  Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” diyen müslümandır, kardeşimizdir.
   Lügat mânâsı, bir olan Allâh’ın irâdesine bağlanmaktır.
  Şerîat-i Mûsâ aleyhi’s-selâm’a, Şerîat-i Îsâ aleyhi’s-selâm’a ve Şerîat-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e tâbi olan 3 şahıs yolculukta birleştiler. Anlaştılar.
  Yollarına devam ediyorlar. Bir ufak tepsi baklava var. Bir kişiye yeterli fakat 3 kişiye az..
  “Bu gece kim güzel bir rüyâ görürse baklavayı o yesin” diye anlaştılar!
  Ve baklavayı kazanmak için mânâ uydurmak kasdi ile yattılar!
  Mûsevî anlatıyor:
  -Mûsâ aleyhi’s-selam’la Tûr-ı Sînâ’da idim...” Daha neler, neler anlatıyor...
  Îsevî de anlatıyor:
  “-Dördüncü katta Îsâ aleyhi’s-selam’la beraberdim.” Çok tecelliyâttan bahsetmiş.
  Bu mânâları garip garip dinleyen kurnaz Muhammedî’ye sordular:
  -Sen bir şey görmedin mi?”
  Muhammedî mânâsını şöyle dile getirmiş.
  “-Ben de Hazret-i Resûlullah’ı gördüm. Telâşımı sordu. Dedim: Yâ Resûlullah, hangimiz iyi bir mânâ görürse baklavayı o yiyecek. Arkadaşlarla öyle anlaştık. Buyurdu ki:
  “Mûsevî, Mûsâ kardeşim ile Tûr-i Sînâ’ya çıktı. Îsevî, Îsâ kardeşimle dördüncü kat semâvâta çekildi. Onlar çok uzak gittiler. Bilinmez, ne zaman gelecekler. Sen baklavayı bayatlatma, kalk, ye.”
  Ben de “emr-i Peygamberî’ye îtiraz mı edecektim? Gece kalkıp baklavayı yedim” der ve boş olan tepsiyi gösterir.
  Kıssadan hisse alacaksak, ey Ehl-i Kitâb, dünya küçülüyor, ayrılığı ve kurnazlığı bırakalım, birlik ve beraberlikle, kardeşliği anlayıp yaşama zamanı geldi geçiyor. Lâ ilâhe illAllâh’ı bozmayalım. Peygamber efendilerimizin aralarında ayrılık görmeyelim. Âmentü’ye îmanımız bunu gösteriyor. Gafil olmayalım. Daha mütekâmil insanlara bahşedilen şerîatı seçmenin kişinin bilgi ve inisiyatifine bırakılması ayrılık değil, kardeşliktir. Ama biz bunu pek anlayamadığımız için tarih boyu düşmanca yaşamışız.
  Artık kendimize gelelim yeter!
  Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
  Ey Âdemoğulları, size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak Peygamberler gelir de, kim sakınır, kendisini ıslah ederse onlara korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” (A’râf Sûresi, 35)
  Lütfen dikkat! Hazret-i Allah (c.c.) “Âdemoğulları” diye bütün beşere hitap ediyor. Gönderdiği peygamber efendilerimizin hangisine tâbi olur da Allâh’a şirk koşmazsa, “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” der anlamını da yaşarsa onlar için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
  Bu tertîb-i ilâhînin zevkini alıp, Allâh’a hamd edecekken bütün semâvî dinlerin birbirine düşman olması neden?
  Maksadımız küfrün avukatlığını yapmak değil. Müdâfâsı hiç değil. Merhamet, gerçek insanlığı ve bütün güzellikleri kapsayan İslâm’ı anlatmaktır.
  Hazret-i Kur’ân’ı bütün insanlara, Allâh’tan kaçırmadan anlatmaktır.
  

Peygamber Efendimiz’in şu mübârek hitâbı ile noktalayalım:

Mü’min olmadan cennete giremezsiniz;
birbirinizi sevmedikçe de
mü’min olamazsınız.
Ey Allâh’ın kulları,
kardeş olunuz!

SÖZLÜK

Abd-i âciz: Âciz kul
Abes: Boş şey
Âfâkî: Dış âleme âit
Âgah: Bilen, haberdar
Âguş: Kucak
Âhenk: Düzen, tertip
Âhir zaman Nebîsi: Son peygamber
Ahit: Söz verme
Ahlâk: Güzel huy sahibi olmak
Ahsen-i takvim: En güzel yaratılış
Akâid: İnanç esasları
Akılcılık: Her şeyi akıl ile ölçmeye çalışmak
Akl-ı selim: Sağlam akıl sahibi
Âlem-i Lâhut: Lâhut âlemi, mânevî âlemlerden biri
Alleme’l-esmâ: Meâlî: “Ona (Âdem’e) isimleri (eşyâyı) öğretti” demektir. Fakat Hz. Âdem için “bütün isimleri, eşyânın hakîkatini bilen” anlamında kullanılan bir sıfat ve tasavvufta bir makamdır.
A’mâ: Kör
Amel-i tevhîd: Allâh’ın birliği düşünülerek yapılan davranış
Angarya: Lüzumsuz
Ârif: Allâh’ı bilen kişi
Ârifân: (Tekil:) Allâh’ı bilen kişi, (çoğul:) bilenler
Âşinâ: Yabancısı değil, bildik
Âsûde: Mutlu, huzurlu
Ateş-gede: Ateşe tapanların ateşe taptıkları yer

Avam: Halk tabakası
Âyine-yi nur-ı Huda: Allâh’ın nurunun aynası
Ayna-yı Rahmân: Rahmân’ın aynası
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Ebedî, sonu olmayan
Bâtıl: Gerçek olmayan
Bâtınî: Mânevî yönle ilgili
Bedevî: Medeniyetten uzak yaşayan insan
Bende: Köle
Bende-i dergâh-ı ehlullah: Allah dostlarının dergâhına hizmet eden
Benlik: Kişinin kendini düşünmesi
Beytullah: Allâh’ın evi, Kâbe
Beyyinât: Açıklamalar
Bî-harf ü savt: Harf ve ses olmaksızın
Biat etmek: Söz vererek bir kişiye bağlanmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Bî-hadd ü hesap: Hesapsızca, sınırsız
Bi-lâ-istisnâ: İstisnâsız
Binâen: Bunun üzerine
Bî-şek: Şüphesiz
Bîzar: Sıkıntılı
Bi-zâtihî: Tam kendisi
Burhan: Kesin delil, sürekli olan kerâmet
Cebriyye:İnsanın fiillerinde irâde sahibi olmadığını, her şeyin ka-der gereği yapıldığını iddia eden mezhep
Cefâ: Eziyet, sıkıntı
Cehrî: Açık, yüksek sesli
Celbetmek: Çekmek, cezbetmek
Cemâdat: Ağaç, taş gibi cansız varlıkların tümü
Cemî: Bütün
Cesâmet: Büyüklük, ağırlık
Cevir: Eziyet
Cihanı telakkî tarzı: Dünya görüşü
Cihanşümul: Evrensel
Cihat: Nefis ve düşmanla din uğrunda
Cıngar çıkarmak: Gürültü, kavga çıkarmak
Cüz’î hâkimiyet: Yarı hâkimiyet
Cüz’î hürriyet: Yarı bağımsızlık
Cüz’î irâde: İnsanın kendi irâdesi, fikri
Dalâlet: Düşünce ya da istek yö-nünden sapıklık
Darü’l-bekâ: Ebedî kalınacak yer, âhiret
Delâlet: Delil olma, işâret etme
Dem: Zaman, an
Derunî: Batınî, iç ile ilgili
Deryâ-yı vahdet: Tevhîd, Allâh’ın birliği denizi, ilmi
Din bezirgânları: Sahte dindarlar, dîni gelir kaynağı edinenler
Doktrin: Belli nizâmı olan fikir
Düstür: Prensip, kural
Ebrar: İyi kimseler
Edep: Terbiye, edebiyat
Ednâ kul: En düşük mertebedeki kişi
Ef’al: Fiilller
Eflak: Felekler, dünyalar
Ehl-i îman: Îman eden kimseler
Ehl-i İslâm: Müslümanlar
Ehl-i Kitab: Kendilerine kutsal kitap veyâ sahife indirilenler, Yahudi ve Hıristiyanlar
Ehl-i mârifet: Allâh’ı bilen kimseler
Ehlullah: İbâdet ve tâatleri ile kendilerini Allâh’a yakın hisseden kimseler
Emir bi’l-ma’ruf: İyiliği emretmek
Emsal: Örnek, geçmiş nesillerin başından geçenler
Enâniyet: Kendini beğenme, bencillik
Enfusî: Kişinin iç âlemi ile ilgili
Engizisyon: Ortaçağ Avrupası’nda kilise mahkemeleri
Ervah: Ruhlar
Esrâr: Bilgi melekesi, sırlar
Evliyâ: İrşad ve velâyet makâmını hâiz kişi.
Evrad: Virdler, dervişin günlük virdi
Ezel-i ervâh: Ruhlar bedene girmeden önceki zaman
Ezkar: Zikirler, dervişin günlük dersi
Fakih: İslâm Hukukunu bilen kişi
Fâni evsaf: Gelip geçici sıfatlar
Fânîlik: Yok olmak
Fantezi: Merak, alâka
Fazilet: Erdem, üstünlük
Felekiyât: Gezegenler ilmi
Ferâgat: Fedâkarlık
Ferah: Rahat
Fer’î: Asıl olmayan, teferruatla ilgili
Fetvâ: dîni hüküm
Feyiz: İstifâde
Feylosof: Filozof, aklı ön planda tutan kişi
Feyyaz membaa: Feyizli, bereketli kaynak
Fiilî sıfat: Fiil ile ilgili sıfat
Firâset: Bir şeyin iç yüzünü görebilme kâbiliyeti
Fısk: Yanlış iş, bozuk iş
Fitne: İmtihan, bozgunculuk
Fıtrat: Yaratılış, insanın tabîatı
  
Futur: Tereddüt
Gafil: Habersiz, cahil
Garip: Yabancı, kimsesiz
Gavsiyet: Gavslık makâmı
Gavsü’l-A’zam: En büyük yardım edici, tasavvufta en büyük makâmın sahibi, Abdülkâdir Geylânî Haz.
Gâvur: Hiçbir hak hukuk tanımayan, gaddar, vicdansız, dinsiz
Gayret: Çaba
Gayretullah: Allâh’ın emri
Gayri: Yabancı, başka
Gazab-ı ilâhî: Allâh’ın gazabı
Gılef: Kılıf
Güzellikler manzumesi: Güzelliklerden oluşmuş
Habip: Sevgili
Hafî: Sessiz, gizli
Hâfıza: Bellek, hatırlama melekesi
Hakîkat hilkati: Hakîkat âlemi
Hakîkat: Öz, kesinlik
Hakka’l-yakîn: Hak ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek,
Hâl ilmi: Yaşanarak öğrenilen ilim, tasavvuf
Halel: Sakınca
Hâlık: Yaratıcı
Hâl-i yakaza: Uyku ila uyanıklık arası
Halvet: Birlikte olmak, bir arada bulunmak
Hasebi ile: Dolayısı ile
Hasenât: İyilikler
Hasene: İyilik
Hasmâne: Düşmanca
Hâşâ: “Olmaz böyle bir şey ya” anlamına bir söz
Havîtır: Kalbe gelen şeyler
Havf u recâ: Korku ve ümit
Havfullah: Allâh’tan korkmak
Hayâ: Utanma duygusu
Hayal: Gerçekleşmesi mümkün olan veyâ olmayan şeyleri dü-şünmek
Hayvânât: Hayvanlar
Hazan: Sonbahar
Hâzık: Mesleğini iyi bilen
Levh-i mahfuz: Korunmuş kitap, her şeyin yazılı olduğu Allah katındaki kitap
Heyhât!: Boşuna!
Hidâyet ulaşmak: Doğru yolu bulmak
Hıfz: Hıfzetmek, ezberlemek
Hikmet: Bir şeyin içyüzü, esâsı, asıl sebebi
Hikmetullah: Allâh’ın hikmetlerinden
Hilkat: Yaratılış
Hünsâ: Kadın veyâ erkek olduğu net olmayan
Hurafe: Yanlış ve asılsız inanç
Huda-yı nâbit türemek: Her yerde çoğalmak
Hükm-i İlâhî: Allâh’ın hükmü, karârı
Hüsn-i zan: Bir kişi veyâ olay hakkında iyi düşünmek
İcmâ: Bir şey üzerindeki fikir birliği
İcrâ-yı sanat: Mesleği yerine getirmek
İçtihad: dîni yorum
İfnâ olmak: Son bulmak, yok olmak
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhâta etmek: Kuşatmak, içine almak
İhfâ: Gizlemek
İhlas: Samîmiyet
İhsan: Bağış, Allâh’ı görüyormuş gibi davranmak
İhtiyar: Seçme kâbiliyeti, yaşlı
İhyâ: Yaşatma, diriltme
İhyâ omak: Dirilmek, hayata geçmek
İkrah: Nefret ettirmek, çirkin göstermek
İksir-i a’zam: En önemli ilaç
İktifâ: Yetinmek
İhtivâ: İçermek, kapsamak
İllet: Sebep, hastalık
İlme’l-yakîn: Bir şeyi hakkında bilgi edinmek sûretiyle bilmek
İlm-i dirâset: Okuyarak öğrenilen ilim
İlm-i Fıkıh: Fıkıh ilmi, dînin ibâdet ve muâmelat yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i Hıdr: Hızır (a.s.)’a verilen ilim, ledünnî ilim, tasavvuf
İlm-i Kelâm: Kelâm ilmi, dînin inanç esasları yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i nâfi: Faydalı ilim, kişiye dünyada ve âhirette faydası olan ilim
İlm-i Tevhîd: Allâh’ın birliği ile ilgili ilim (kelâm, akâid, tasavvuf)
İltihak: Katılmak
Îman-ı zevkî: Îmandan zevk alma derecesi
Îman etmek: İnanmak
İmtisal: Örnek almak
İnfisal: Ayrılmak, terketmek
İnsan-ı kâmil: Kâmil, örnek insan
İntisap:Bir kimseye veyâ yere bağlanmak
İnzal: İndirme
İrâde:Dileme, bir şeyi yapma isteği
İrfan:Allâh’ı bilme
İrfâniyyet: Allâh’ı bilme
İrfanlı: Bilgili, kültürlü
İrşad: Yol göstermek, rehberlik
İsmet: Günâh işlemeyen
İstidraç:Müslüman olmayanlarda görülen fizik ötesi olaylar
İstihâre: Bir şey hakkında Allâh’tan rüyâ yolu ile bilgi istemek
İstismar: Sömürmek, kötüye kullanmak
İçtihat: dîni yorum
Îtikad: İnanç
İttibâ etmek: Tâbi olmak, uymak
İzâfî: Herkese göre değişen
İzn-i İcâzet: İzin, temsil yetkisi verme
İzzet: Değer, şeref
İzzete çıkarma: Şereflendirme
İzz u şeref: İzzet, şeref, haysiyet, onur
Kâl ilmi: Söz ilmi, konuşulup da uygulanmayan ilim
Kâbil: Karşılık
Kâdiriyye: Abdülkâdir Geylânî’nin (v. 561/1166) kurmuş olduğu tarîkat
Kâfi: Yeterli
Kâfir: Örten, ekin eken çifçi, gerçeğin üzerini kapatan, gerçeği gizleyen, Allâh’ı inkâr eden
Kâfir: Bir şeyin hakîkatini örten, Allâh’a inanmayan
Kâl ehli: İşin sadece konuşma yönünde kalan, özüne vâkıf olmayan kişi
Kalbe hulul etmek: Kalbe girmek, yerleşmek
Kanaat: Olanla yetinme, yeterli bulmak
Kande: Her nerede
Kâşâne: Büyük ev, konak
Katre: Damla
Kavî: Güçlü, kuvvetli
Kavl-i Mustafa: Hz. Peygamber’in sözü
Kenz-i ahfâ (mahfî): Gizli hazîne, ilâhî hazine
Kerâmet: Dindar insanlardan zuhur eden olağanüstü durumlar
Kesb-i azâmet etmek: Daha da artmak
Kevn-i fesat: Var olmak ve yok olmak
Kevnî hakîkat: Madde ilmî ile ilgili gerçekler
Kibir: Büyüklenme
Kimyâ: Kimyâ ilmi, maddeyi de-ğiştirme ilmi
Kışr: Kabuk
Konak: Büyük ev
Kurb, kurbiyet: Yakınlık
Kutsî: Kutsal, mukaddes, mânevî değeri yüksek
Küllî irâde: Allâh’ın irâdesi
Küll: Bütün
Kürre: Arz, dünya, kütle
Kütüb-i Sitte: Hz. Peygamber’in sözlerini toplayan en güvenilir altı hadîs kitabı
Lânetlemek: Kötülemek
Len-terânî:Allâh’ın “Beni göremezsin” anlamında Hz. Musâ’ya hitâbı
Levh-i dil: Gönül dili
Lîk, Lâkin: fakat
Mâ-adâ:...dan başka
Ma’bûd: Kendisine tapılan, Allah
Mahlûkât: Yaratılmış her şey
Mahrem: Yakın,
Mahrumiyet: Mahrum olma, onsuz olmak
Mahv: Yok etmek, yok olmak
Mahz-ı atâ: Mutlak bağış, gerçek bağış, bol bağış
Maiyyet: Beraberlik, beraberinde olma
Makâmât: Makamlar
Makâm-ı velâyet: Evliyâlık, mürşitlik makâmı
Maksut: Maksat, gâye
Mâ-lâ-ya’nî: Boş, faydasız
Mâlik olmak: Sahip olmak
Mârifet: Bilgi, Allâh’ı bilme
Mârifetullah: Allâh’ı bilme
Mâzur olmak: Özürlü olma, mâzereti olma
Meâl: Anlam
Meçhulât: Bilinmeyen şeyler
Medar: Kaynak, sebep, vesile
Mehdî: Kıyamete yakın zamanda yeryüzüne geleceğine inanılan kişi
Mihenk taşı: Ölçü olarak kabul edilen
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Mekr: Tuzak
“Men araf” sırrı: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” sırrı, bu sözün hakîkatine vâkıf olma
Menkıbe: İnsanların güzel hâtırâları
Mensuh: Hükmü lağvedilmiş, geçerliliği kalmamış
Mesmuât-ı ilâhî: Kutsal şeyler dinleme, Allah kelâmı dinleme
Mest: Sarhoş olmuş, gönlü bir şeye aşırı bağlanmış
Meşâyih: Büyük şeyh
Meşrep: Mîzâca uygun yol, tarz
Metafizik: Fizik kânunlarının dışında olan
Materyalist: Maddeyi her şeyin önünde tutan
Meth ü senâ: Methetme, övme
Meyletmek: Eğilim göstermek
Mezmum: Zemmedilmiş, yerilmiş, kötülenmiş
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Mihman: Yakın, sırdaş
Mihrab: Namaz kılarken imamın durduğu yer
Minnet: Borç, verecek
Mestan: Sarhoş
Mistik: Gizemli, tasavvuf ile ilgili
Mistisizm: Batı dillerinde tasavvuf
Mızrab: Kendisiyle sazların tellerine dokunulan âlet Muâsır millet: Çağdaşlaşmış, uygarlığın doruğuna ulaşmış millet
Muvâzene: Ölçü, denge
Mübtelâ: Bağımlı, düşkün
Mücâzât: Karşılık
Mücerred: Yalın, soyut, tek başına
Muvaffak: Başarılı
Muhâl: Gerçeği olmayan
Muhkem âyet: Anlamı kesin olan, yorumla ilgisi olmayan âyet
Muhtar: Seçilmiş
Mukarrebun: Allâh’a yakınlık kazanmış cennetlik kimseler
Mukeddesât: Mukaddes, kutsal şeyler
Mükevvenât: Kâinât, yaratılmış her şey
Murdar: Pis, eti yenmeyen hayvan
Musahhar: Hizmetçi
Müsâmaha: Hoşgörü
Müsâvî: Eşit, denk
Mutasarrıf: Tasarruf eden, harcama yetkisi olan
Muteaddit: Çeşitli
Mutmain: Tatmin olmuş, kanaat getirmiş
Muttalî: İç yüzünü bilen
Müdrik: İdrak etmiş, kavramış
Müeyyide: Yaptırım gücü
Mülâki: Karşılaşmış, tanışmış
Mü’min: Allâh’a tam anlamıyla inanmış
Münezzeh: Yüce, kötü sıfatlardan uzak
Mürde: Bozuk, hasarlı
Mürşit: Rehber, yol gösteren, evliyâ
Mürşid-i kâmil: İnsanlara yol gösteren tasavvuf büyüğü
Musevî: Hz. Musâ’nın şerîatine tâbi kimse
Müsta’celiyyet: Acele etmek
Müstakîm: Dosdoğru
Müstecâp: Karşılık gören
Müşâhede: Gözetleme, tasavvufta bir makam
Müteallık: İlgili
Mütekâmil: Daha gelişmiş
Mütenâsip: Uygun
Mütesellî olmak: Teselli olmak, avunmak
Müteşâbih âyet: Anlamı kesin olmayan, anlamını ancak ehlinin anlayacağı âyet
Müttaki: Allâh’ın emirlerini titizlikle yerine getiren kimse
Müzekkire: Hatırlatan, zikrettiren
Nâ-ehil: Ehil olmayan, işi bilmeyen
Nâçiz: Zavallı, beden bakımından yetersiz
Nâfi ilim: Faydalı ilim
Nahnü: Arapça’da “biz” demektir
Nâhoş: Hoş olmayan
Nâib: Veki, tarikatte bir görevli
Nâ-mütenâhi: Sonsuz
Nâsih: Kendinden öncekinin hük-münü kaldıran
Nazar ehli: Nazar, mânevî bakış sahipleri
Nazîr: Benzer
Nebî vârisi: Hz. Peygamber’in vârisi, gerçek âlimler
Nedîm-i İlâhî: Allah dostu, O’na yakın kişi
Nefha-i ruhü’l-kudüs: Kutsal ruhun üflemesi, nefesi
Nefsânî: Nefse bağlı, nefsin isteği
Nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis
Nehiy ani’l-münker: Kötülükten men etmek, kötülüğe engel olmak
Neşv ü nemâ: Serpilip, gelişme
Nevruz: Yılbaşı
Nizâm-ı İlâhî: İlâhî nizam, Allah kânunu
Nûr-ı Yezdân: Allâh’ın nûru
Nûr-ı Zât-ı Kibriyâ: Allâh’ın zâtının nuru, ışığı
Nutk-u ehlullah: Allah ehli sözleri
Nükte: Şaka, latîfe
Pervâz eylemek: Uçmak, kanatlanmak
Psikoloji: İnsan davranışları ve iç dünyası ile ilgilenen ilim dalı
Polat: Demir, demir gibi güçlü insan
Rahmet tecellisi: Rahmetin inmesi, tecelli etmesi
Rahmet-i âhî: İlâhî rahmet
Reh-nümâ: Rehber, yol gösteren
Rahvan: Atın yavaş yürüyüşü
Rakip: Kendisiyle yarışılan kişi
Ravza-i Mutahhara: Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu mekân
Rehber: Yol gösteren
Reh-nümâ: Rehber, yol gösterici
Rencîde: Kırgın
Refik: Yol arkadaşı
Revnâk: Düzen, temel
Riayetkâr: İtâat eden, uyan
Rical: Erkekler, tasavvufta ileri gelenlerden
Rindân: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünün peşine düşen, âşık
Riyâ: Gösteriş
Riyâkar: Gösteriş yapan, sâmîmiyetsiz
Riyâzî: Matematik veyâ beden eğitimi ile ilgili
Rızâ-i Bârî: Allah Rızâsı
Rububiyet: Allâh’ın her şeyin Rabbi, sahibi, terbiyecisi olması
Ruhânî: Ruh ile ilgili, mânevî
Rücu: Geri dönme
Rüsvay: Rezil, aşağılık
Rü’yet: Görme, görülme
Sadr: Göğüs, orta
Sahih îtikat: Sağlam inanç
Salât: Dua, namaz
Sâlih amel: Sağlam ve iyi yapılan iş
Salih îtikat: Doğru inanç
Sâlih kul: Dindar, güzel ahlâklı insan
Sarih: Apaçık, besbelli
Savm: Oruç
Sây-i gayret: Çalışıp, çabalama
Şehâdet: Şehit olmak
Serâhaten: Açıkça
Şerh etmek: Açıklamak
Şerîat-i mutahhara: Tertemiz şerîat, İslâm şerîati, din kânunları
Seyran: Seyretme
Silsile-i merâtip: Tarîkatte Hz. Peygamber’e kadar ulaşan silsile
Smaç: Voleybolda, yükselerek el ile topa sertçe vurmak
Sîne: Göğüs
Sîret: İç yüzü
Sırr-ı ednâ: En düşük sır
Sufiye: Tasavvuf erbâbı
Sosyoloji: Toplum bilimi
Sübut: Sâbit olmak
Subûtî sıfat: Allâh’ın sıfatları
Süflî: Aşağı dereceden
Suhuf: Sahifeler, kutsal sahîfeler
Sû-i zan: Bir kişi ya da şey hakkında menfî zanda bulunmak, düşünmek
Sukut: Düşmek
Şule: Işık parçası
Suret: Dış yüz, görüntü
Sükût: Susmak
Süluk: Yola girmek, tasavvuf yoluna girmek
Sünnet: Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları
Şakî: Allâh’a inanmayan
Şefî: Şefaat eden,
Şek: Şüphe
Şer: Kötülük
Şeref-yâb olmak: Şereflenmek
Şer’î hükümler: dîni hükümler
Şerîat: Din kânunları
Şerîat-i garrâ: Parlak, aydınlık şerîat
Şerîat-i garrâ: Aydınlık şerîat, İslâm şerîati
Şerik: Ortak
Şeyh: Yaşlı veyâ büyük kişi, tarîkat lideri
Şiar: Özellik
Şimşir-i Huda: Hakk’ın kılıcı
Şinto dîni: Japonların dîni
Şirk: Allâh’a ortak tanımak
Taam: Yemek
Tâat: İtâat etmek, dîni emirleri yârine getirmek, ibâdet
Tahammül: Dayanmak, katlanmak
Tahayyül: Hayal etme, düşünme
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Tâlib: İstekli
Tân: Kötülemek
Tan yeli: Sabah esen rüzgâr
Tanzîm-i İlâhî: Allâh’ın düzeni
Tarîkat: Yol, Allâh’a götüren yol
Tarîk-ı müstakîm: Dosdoğru yol
Tasavvuf: Dînin mânevî yönü, rûhî tarafı
Tavaf: Kâbe’nin etrâfında dolan-mak sûretiyle yapılan ibâdet
Tazarru: Yalvarma
Tebliğ: Duyurma
Tebşir: Müjdeleme
Tecelliyat: Zuhur etme, görünme
Tedrisat: Ders okuma
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefsir: Kur’ân’ın yorum ve açıklaması
Tekâmül: Gelişme
Tekeffül: Üzerine almak, kefil olma
Tekke: Eskiden sufilerin, dervişlerin, eğitim gördükleri yer
Tekvin: Yaratma
Telakki: Anlayış
Telepati: Başkası ile duyusal bağlantı kurmak
Temâşa: Seyretme
Temâyül: Meyletme
Tenezzülen zuhur: Merhametinden dolayı yapmak
Terakkî: Gelişme, ilerleme
Tertîb-i İlâhî: İlâhî tertip, düzen
Tesânüt: Birlik, uyum
Teşrî: dîni kânun koyma
Teveccüh: Yönelme
Tevekkül: Allâh’a dayanmak
Tevessül: Aracı edinmek, vesile edinmek
Tevfik sâ’ye refik olanındır: Başarı çalışanındır
Tevhîd-i ef’âl: Her olayın hakîkî fâilinin Allah olduğu şuurunda olma
Tevhîd-i sıfât: Allâh’ı sıfatlarında bir olarak bilmek
Tevhîd-i Zât: Zât olarak Allâh’ı bir bilmek
Tevhit ehli: Gerçek dindarlar
Tiğ: Kılıç
Tiynet: Yaratılış, huy, tabîat, karakter
Tolerans: Müsâmaha, hoşgörü
Trans: Bir iş üzerinde fikri yoğunlaştırarak onu gerçekleştirmek
Turuk-ı aliyye: Yüce tarîkatler
Türbe: Dindar insanların kabirleri
Ucub: Kendini beğenme
Uhrevî: Âhiret ile ilgili
Ukbâ: Âhiret
Ulûhiyet: İlahlık
Ulvî: Yüce
Ümm-i Kitâb: Ana kitap, Kur’ân-ı Kerîm
Vâcibü’l-vücud: Var olması mecburi olan
Varak: Yaprak
Vârisü’l-enbiyâ: Peygamberlerin vârisleri, gerçek âlimler
Vârisü’n-Nebî: Hz. Peygamber’in vârisi
Vebal: Sorumluluk
Veçhile: Bu şekilde
Vehâmet: Korkunçluk
Vehim: Kötü duygu, düşünce
Velâyet makâmı: İrşâd makâmı
Velî: İbâdet ve tâat ile Allâh’ın yakınlığını kazanmış kul
Verâ: Yeme, içme, giyinme gibi hususlardaki dîni hassâsiyet
Verâset: Vâris olmak, bir kimseden sonra onun mülkünde kısmen veyâ tamâmen tasarruf sahibi olmak
Visal: Kavuşma
Vuslat: Kavuşma
Yed: El, yan, yakın.
Yed-i kudret: Kudret, kudret eli
Yezdân: Allah
Zâfiyet: Düşkünlük
Zarurî: Mecburi
Zâviye: Eskiden dervişlerin kaldıkları şehrin dışındaki yer
Zekât: Malın belli bir kısmını fakirlere vermek
Zerre: En küçük parça
Zikir: Anmak, Allâh’ı zikretmek
Zikke: Damga
Zillet: Aşağılık vesilesi
Zillete inmek: Aşağı düşmek
Zındıklığa düçar olmak: Zındık, dinsiz olmak
Zuhr-u âhir: En son öğle namazı niyetiyle “Cumâ namazım kabul olmuyorsa” şüphesiyle kılınan ve aslı olmayan uydurma namaz
Zuhur vesilesi: Görünme vesilesi, aracı
Zuhur: Görünmek, ortaya çıkmak
Zühd: Dünya malına meyil etmeme
Zü’l-cenâheyn: İki kanat sahibi, hem şerîati, hem de tasavvufu bilen
Zülf, zülüf: Saç