MERHAMET-İ İLÂHÎDEN
HİKMET-İ İLÂHÎ OLAN
ASRA UYUMLU RAHMET DAMLALARI

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

KISALTMALAR


a.s.: aleyhis-selâm (ona selam olsun)
a.s.s.: aleyhis-salâtü ves-selâm (salât, en güzel dua ve selam onun üzerine olsun)
c.: cilt no
c.c.: Celle Celâlühû (Allâh’ın şânı ne yücedir!).
Hz: Hazret-i (yüce, büyük)
k.A.v.: Kerremallahü vechehû (Hz. Ali için kullanılan bir ifadedir. Allah onun yüzünü puta tapmaktan korumuş, tertemiz tutmuştur, demektir.
k.s.: kuddise sırruhu (sırrı, makamı mukaddes, kutlu olsun)
k.A.s.: Kaddesallahü sırrahû (Allah sırrını mukaddes kılsın)
k.A.e.: Kaddesallahü esrârahû (Allah esrârını mukaddes eylesin)
r.a.: Radıyallahü anhü anhâ, anhüm (Allah ondan, onlardan razı olsun)
s.: sayfa
s.a.v.: Sallallahü aleyhi ve sellem (Allah onun şanını yüceltsin ve ona selam etsin)
S.O.S.: save our salves (Denizde boğulmak üzereyiz, bizi kurtarın!)
s.t.a.v.: Sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem (Yüce Allah onun şanını yüceltsin ve ona selam etsin)

EÛZÜ BİLLÂHİ MİNE’Ş-ŞEYTÂNİ’R-RACÎM
BİSMİLLÂHİ’R-RAHMÂNİ’R-RAHÎM
RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN
ADI İLE BAŞLARIM

HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.










BAŞYAZI

Eûzü Billâhi Mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

Huzurdan kovulmuş, lânetlenmiş şeytanın şerrinden
Rabbıma sığınırım,
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla başlarım.



  Cüretim mâzur görülsün. Rahmet-i ilâhîyeyi küll olarak anlatmanın beşerin âczi ile eşdeğer olamayacağını müdrikim!
  Hâl ve ahvalimi yirmi birinci asırda vazifem gereği emr-i ilâhîden edindiğim dünya görüşümü sene 2001-11’inci ay, 46 senedir Rabbımın lütfettiği mânevî vazifemi, gene Rabbımın lütfu ihsanı ile cümle kullarına ihsan eylediği, Kelâm-ı Kadîm, sünnet-i Resûlullah, Hazret-i Allâh’ın lütuf ve ihsanı, yeryüzü ve gökyüzünde indirilen âyetler, “Yeryüzünde halifemi yaratacağım”  hitabının şerefini taşıyan, insan olmaya yegâne namzet, îmanın şartı olan âmentüye intibakı nisbetinde mânevî nasibini alan, bilcümle benî âdem, madde ve mânâ görüş ve yaşadığı zamanı günâh-ı kebâireyi müdrik, âczini de bilmesi ile bedevîlikten medeniyete, zamandan sağlanılan emr-i ilâhîye uyum ile kudret-i ilâhî karşısında rahmet-i ilâhîye zuhuru olan, âczini hiç unutmayan, terakki eden “hazret-i insan”ı tanımak, rahmet-i ilâhîyeden ve şu nizam-ı âlem manzumesinde Rabbımızın lütuf ve ihsanı kadar, mânâ okyanusuna bir damlacık da olsa damlatıldı isen, ne mutlu!.. Gerçekte Dîn-i İslâm, bir zümrenin tekelinde olmayıp, Hazret-i Allâh’ın Âdem safiyyullah’tan kıyamete kadar gelen, Allâh’ın varlığına inanan cümle kulların müslüman olduklarını, tebliği ilâhînin dışına çıkmadan anlatabilir isek… 1200 küsur senesinde uygulanan, o gün için çok değerli olan tedrisatı zamanımıza uydurmaya kalkışan ulemaya, çağı idrak edemeyip,irfanîyetten dem vuran mutasavvıfînin geçinenlere senelerdir anlatamadık! Gene Rabbımın lütfu ihsanı ile zuhur eden hâdiselerden anlarlar ise, anlayacaklar inşallah!...
  “İslâm’ın beş şartı var” diye, İslâm’ı anlamadan, îmanı anlatırcasına, cümle benî âdemin Hz. Allâh’a inanan Ehl-i Kitab’a dahi “kâfir, gâvur, gayr-i müslim” yakıştırma gafletinin körlüğünden kurtulabilir de, sonsuz rahmet ve mağfiret-i ilâhîyenin cihanı kuşattığını hissedebilir ve görebilir isek Âdem’e bahşedilen cüz’î irâdeyi idrak ederek, var olanın, güç ve kuvvet sahibinin yalnız ve yalnız Hazret-i Allah olduğu, eşi ve benzeri olmadığı inancımızın âmentüye uyumlu olduğu, yaşantımızda ve muâmelatımızda da görülebiliyor ise müjdeler olsun!.. Rahmet ummanının bir damla da olsa o ummanın bir katrası, yaratılışın sırrı, nedeni hazret-i insan, mübârek olsun!... İyi bilesin Allâh’ın sevgisine nâil olanı âlem sever!.. Nihâyet-i ömrüne kadar Rabbım îmanını korusun. Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki:
  “Allah Kulunu severse, mukarrebun melâikesine emreder:
  “-Ben şu kulumu seviyorum, sizler de seviniz.”
  Bu emr-i ilâhî cümle melâikeye bildirilir. Melâikeler de cümle salih kulların kalblerine bu sevgiyi nakşederler; Rabbım falanca kulunu seviyor sizler de sevin diye.”
  Ya Rab! Bize ezel meclisinde bir damla ilim vermiştin, bu damlayı varmak için yanıp tutuştuğu ummana sen eriştir...
 

Niçin Marangoz Oldum?

   Sene 1935 – 1936 arası. Ortaokulu 2’ye uğramadan terk ettim. Babam ve anam hamam işletiyorlardı. Evimiz konaktı. Başka kiraya verdiğimiz evlerimiz de vardı. Ayrı ayrı semtlerde bağlarımız, birkaç köyde ortakçılarımız vardı. Şahit olduğum ortakçılık o zavallı insanları sömürmek için değil, yardımcı olmak, sıkıntılarını gidermek içindi. Allah rızâsı için olduğunu babamın ortakçılık icraatında ve muâmelatında apaçık görmek zor değildi. Çalışarak geçimini elde etmek gâyesi olan insanlara yardımcı olmak, ağalık icâbı, ibâdet misâli mânevî zevk idi. Bu meziyyet-i insanlığın çok yerlerde mecrasından saptırılıp nefsanî çıkara dönüştüğü, maalesef günümüzde çok yerlerde garibanların “ortakçılık” maskesi altında sömürüldüğünü daha açık görmek mümkün.
 

Sevr Hezimeti, Zaferle Gelen Lozan Anlaşması

   O zamanlar her şey çok ucuzdu. Para kazanmak ise çok zordu. İş yoktu, para da yoktu. Cehlimizle bu hâli rahmet-i ilâhîyeye maledip, gerçeklerden habersiz, mânevî tertibin bu kadar olduğunu zannederek, güya mütevekkil zevkini alıyorduk!. Bilenlerin sabrı ise güçsüzlüğümüzün nefse müflis tesellisi idi. Kelâmla ifadesi sabır… Harpten de yeni çıkmıştık, millet olarak “bu kadar olsun, hâlimize şükrolsun” diyorduk. İstiklal Harbi’nin zaferle sonuçlanması Cenab-ı Hakk’a hamdimiz, şükrümüz, neşemiz, bayramımız olmuştu. Sevrin korkunç kararlarından kurtulup, Lozan Anlaşmasında az da olsa söz sahibi olmuştuk.O zaferi bu millete yaşatan şüheda ve gazilerimize Allâh’tan rahmet diler, makamları cennet olsun, diye tazarru ve niyaz eder, bu düşüncemizin aksine düşünen nankörlerin ıslahları için de dua ederiz...

   Osmanlının ekonomik krizi harpden evvel de vardı, ne sebepten bilinmiyor. Zaman zaman ferahlamış gibi olsak da, muâsır milletlerin dünyevi imkânlarını gördükçe inkisarı hayale uğruyoruz. Aşağılık duygusuna kapılıyoruz. Ya Rabbi, bu günümüzü de aratma, niyazı ile az da olsa teselli buluyoruz.

Nasreddin Hoca’ya:
“-Karın aklını kaybetti,” denince, Hoca kara kara düşünmüş. Niye bu kadar üzüldüğünü sorduklarında cevaben:
“-Bizim karının aklı yoktu, acaba ne kaybetti ki?!..” demiş.
   Biz millet olarak ekonomik krizden bazen ferahlık hissetsek de, geçici idi. Gerçekte hiç kurtulamadık ki!...


***

    O zamanın vasat zengini sayılırdık. Sakın o günlerin özlemini çekiyor zannetmeyin çekilmesinde! Allah bu günlerde ihsan eylediği imkânlarımızı elimizden almasın. Yeterli mi? Elbet değil.

   Okuldan ayrıldığıma babam üzülmedi. İlmin aleyhinde değildi, amma sevindiği hafif de olsa simasında hissediliyordu. Çünkü işlerinde yardımcı olacaktım. Yardım edecek başka erkek evlâdı yoktu. Yalnızlıktan bunalan babam okumam için tek kelime dahi söylemedi. Mektebe gitmeyeceğim kararının babamı sevindirdiği aşikârdı. Derhâl kasayı teslim etti. Yükü sırtından atmış gibi, ferah nefes aldığı hissediliyordu.

   Birinci günden sıkılmaya başlamıştım. Pasif yaşantıya uyumlu olmaya ne fizikî yapım, ne ruhî yönüm, ne de ailemden edindiğim terbiyem müsait değildi. Sportmen vücut vermişti, Hazret-i Allah. Hakkını elbet veriyordum. İyi koşuyordum. Yüksek atlıyordum. Voleybolda “smaççı” idim. Futbol oynardım. Memleketim olan Çorumspor’un az da olsa formasını giydiğimin zevkini unutamam...

   Mânevî hâlim ve düşüncelerimi görüyor ve yaşıyordum ki, istisnai bir hâl vardı gönül bahçemde, nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Rabbımın lütuf ve ihsanı ile Yaratanımı tanımakta bildirilerini kabullenmekte hayatım boyu hiç güçlük çekmedim. Allâh’ın varlığından hiç şüpheye düşmedim. Cümle peygamber efendilerimizi birini diğerinden ayrı görmeyen, tek kelâm, îmanın şartı olan Rabbımın lütfu ihsanı ile îmanın altı şartı olan âmentünün mânâsına muhalif yaşantı ve düşünceye bütün gücümle ve âczimle, bahşedilen îmanımın icraatta zuhuru ilemânânın aksi olan küfre yer vermemeye Rabbımın ihsanı gücümle çaba gösterdim... Âhir zaman Nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’in tebliğ ettiği, emr-i ilâhîler başımın tâcı, gönlümün ilâcı, aşkımın mihenk taşı oldu... Bunları anlatmaktaki kasdim mizâcımın pasif yaşamaya müsait yaratılmadığını, “Görmediğim Allâh’a ibâdet etmem” diyen yol büyüklerimin neyi kasdettiklerini rahmet-i ilâhî olarak yaşadım, yaşıyorum. Hazret-i Allâh’ın rahmetine vesile kıldığı enbiyâsından, Evliyâsındanmânâmızı, hatta maddemizi dahi ayrı kılmasın, tazarru niyazı ile…

   Âmin, veselamün alel-murselin.

 

Güzelliklere Olan Hayranlığım

  Güzellik hayrânı olan bu abd-i âcizin, güzel sanatlara karşı zaafım vardı. Güzel sanatta şer’î hükme de uygun, her zaman geçerli ve lüzumlu mesleğin değerini ve lüzumunu sanat büyüklerim şu espri ile izah ederlerdi: “Dünyaya gelirsin beşik, bu âlemden giderken de tabuta, bunları ise icra-yı sanat eden marangoza ihtiyaç var.” Fıtratımdan gelen dürtülerden topluma hizmet ve hayatımda kimseye yük olmama mizacım ve beşerî zevkimle bir şeyler üretmek arzumdu. Tufeyli yaşayanlara nefret duygumun etkisi olsa gerek, zor olduğunu bildiğim hâlde marangoz sanatını öğrenmeye kesin karar verdim.
  O zamanlarda marangozluğa “dev sanatı” benzetmesi yapılırdı. Hiç beklenmedik bu kararım bütün aileyi şaşırttı. Ailede tek erkek evlat olmam, maddî durumumuzun da iyi olması, bedenen yıpratıcı bir işe gönül vermem, yakınlarımı haklı olarak şaşkın hâle getirmişti. Memleketimizde bugün az da olsa olduğu gibi, teknik imkânlar henüz yoktu. Tekniği ancak el aletlerinde görebiliyorduk. Sanat icra edenler insan gücü ile yani kendi gücü ile çalışmaya mecburdu.
  Şu acı gerçeği de bugünkü nesle anlatmadan geçmek istemiyorum: Allâh’ın gazabından başka bir bilgi ve tedrisat görmemiş, bilge geçinenlerin mobilya atölyelerini küfürhane, icra-yı sanat eyliyenlere de küfürde imiş gibi bakışları, elbette cehaletlerindendi. Hakîkat ölçeğinde elbet normal değillerdi. Mutasavvıfînin Hz. Allâh’ın gücü ve varlığı karşısında yokluğunun zevkini alan, âdemlikten emr-i ilâhîye uyum sağlamaya bütün gücü ile kimseye yük olmadan kazanıp, kazancından da yoksulları mahrum etmeyen bahtiyarların yaşantılarını anlayamadıklarından, taklitçiler İslâmiyeti servet düşmanlığı imiş gibi göstermekle, hakîkatte uyumsuz yaşantılarına takvâ, vera, mü’min sıfatını yakıştırma gafletinden kurtulamayan müslüman kardeşlerimizi, nerede arar isen bulmak güç değil!.. Çünkü bu zümre, masada yemek yemeyi, koltuk ve sandalyeye oturmayı İslâmiyetle bağdaştıramayanlar, bunları yapan ustayı niye küfürde görmesin?! Kaşıkla yemek yemeyi günâh kabul ettikleri gibi!
  Eskiden kibriti dahi ithâl ederdik. Kibrit kutularının üzerinde deve resmi vardı. Üzerindeki deve resminin başını belirsiz hâle getirmeden eve sokmazlar idi. Çarpık görüşlü takvâlarından o deveyi kafası ile eve sokamazlardı. İnançları bu küfrü icraya müsait değildi!.
  Buna benzer, katı kurallar ve taassubun İslâmiyetle ilgisi olmadığını anlamayanların mevcudiyetlerine rastlamak bugün dahi her yerde çok çok rastlamak mümkün. Çağın gerisinde kalmış, içtihatsız, katı kuralları Dîn-i İslâm’a maletmiş, hakîkat fakirlerinin dini öğretmekte öncülük yaptıklarını da zahmetsiz görürsün!... Yazmakla bitmez… Bin iki yüz küsur senedir içtihat görmemiş şerîatı yaşamaya çalışanlar Hazret-i Allâh’ın lütfu ihsanı olan, zamanın nimetlerinden nasıl istifade edecekti?.. Maalesef, hâlâ hakîkatte yeri olmayan, gülünç kuralların hasretini çekenler az değil, dersem mübalağa etmiş sayılmam.
  

***

“Gezdim Firenkistân’ı, beldeler, kâşâneler gördüm;
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm”

diyen Ziya Paşa yanlış mı söylemiş?!..

***

  Haklı olarak, aile efradım ferah bir işte çalışmamı arzu ediyorlardı... Hürmette kusur etmeden, babamı bu işe razı etmek zor oldu. Amma nihâyet, babam da ısrarıma dayanamayıp râzı oldu.
  Çırak olarak marangozluğa başladım. Prensip olarak, not defterime her gün öğrendiğim şeylerin notunu alıyordum. Bu hususta azimli ve kararlı idim. Titizdim. Her işi elde yapıyorduk. Ağaçla yapılan ne varsa, ayırt etmeden her branşta yetişmen günün icaplarındandı. O günün şartlarına göre kısa sayılan, ustalarımın da hayret ettiği üç senede iyi sanatkâr ve usta oldum. 1938’de eski Ankara Caddesine marangoz atölyesini açtım. 1939 senesinde ailemin yalnız olmasından dolayı hemen evlendirdiler.
  1941 senesinde asker oldum. Çavuş kursunu birincilikle bitirdim. Ordunun emri ile taburlarda yeni kurulacak muhabere kıt’a komutanı olmam için Trabzon Muhabere Tümeninde yedi ay subay ve gedikli çavuşları ile kurs gördüm. Kurs sonunda muhabere kıt’a komutanı oldum. 1945 senesinde harp bitti, bizi de terhis ettiler.
  1949’da seneler senesi ibadet ve taatta kusur etmemeye özen gösterdiğim hâlde, mânen tatmin ve ruhen mutmain olamamanın hayatım üzerindeki etkisi gün geçtikçe dayanılmaz ve kaldıramıyacağım hâle gelmişti. Okuduğum dini eserler, dinlediğim vaazlar ve nasihatlar, tedavi etmek şöyle dursun, hicran olmuş yarama sanki tuz basıyordu.
  “Ya Rabbi! Bilge kişilerin telkinatlarından ben niye mutmain olamıyordum? Zatına inanarak yapılan her ibadet ve taatı kabul ettiğine şahidim. Bu abd-i âciz, kulluğumda yeterli olamadığımın hastalığını çekiyordum. Bunu idrakimin özel rahmetin olduğunu bugün daha iyi anlıyorum. Tazarru ve niyazım odur ki: Bu yönlü anlayamayan, mânâ düşmanlığı ile maddeyi çok çok bilen, mânâyı maddenin içinde kaybetmeye olanca gücünü sarfeden kullarına da ihsan et. Onları da anlamsız varlık bataklığından kurtar, ya Rabbi!..”
  Elbet bu derdimin devasının da yaratıldığına olan inancım sonsuzdu. Îmanımın zevkinin istisnaî olduğunu bugüne kadar yaşadım. Ömrün nihâyetine kadar da taşıyacağım gibi, dünya hayatımdaki hikmet olan güzelliklerin ebedi âlemde daha bariz zuhur edeceğine olan inancım sonsuzdur. Benî âdemi rahmet-i ilâhîyesinden yarattığının bilimine vesile kıldığı sebeblerden şüphe edemem. Aksini düşünmek ise mânâ zevkime göre îman zâfiyetidir.
  Hazret-i Allah kullarını gazabından yaratmadı. Peygamber efendilerimiz ve verâsetini taşıyan, Hazret-i Allâh’ın bi-zatihi vazifelendirdiği cümle peygamber efendilerimiz, yeryüzünde ceseden bulunmadıkları zaman vârisü’n Nebî, nedim-i ilâhî olan, verâset vazifesi ile yükümlü Evliyâlarının yeryüzünde yokluğu düşünülemez. Aksini düşünmek Hazret-i Allâh’a zulüm isnat etmektir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın çok sûrelerinde “Evliyâ” diye bildirip, rahmetine de vesile kıldığını bildirdiği hâlde, kasıtlı olarak “dost” diye değiştirmenin Muhammedîleri Ehl-i Kitâbla düşman ettiği gibi, tertîb-i ilâhîde yeri olmayan, çarpık anlamından, ne zaman aslı olan “Evliyâ”nın anlamına dönüş yapılacak? sabırsızlıkla bekliyor ehl-i hâl, ehl-i aşk!.. Aklın, nefsin ürettiği, gerçeğe karşı zan ve tahminden öteye yolu olmayan, sırat-ı müstakîmin dışında din ihdas eyleyip Dîn-i İslâm’ı anlatımlarında aklın ve tahminin dışındaki gerçeği bilemeyip, yalnız madde ölçümünden öteye yol bulamayan ve onunla yetinen, bir katra suda boğulup, Nil Nehrinden habersiz kitleler yetiştirildi!.. Hazret-i Kur’ân’ın zamana uygun içtihata lüzumlu âyetlerinde değil de, değişmeyecek olan muhkem âyetlerinin mânâsında da âkli prensiblerine uygun görmeyerek mânâyı maddeye değiştirmekte mâhir, icraatları ile yetinen bilge kişinin mânâ yönünü, akıldan öteye yol bulamayan, mânevî tedrisattan da yoksun, 1200 senedir içtihat görmemiş tedrisatla bilinmesi muhâl olduğu gibi, âdemin insan olmasının basamakları olan âlem-i mânâyı da maddeye dönüştürmeye çaba gösterilerinin yetiştirdiği mahsulünün rahmet-i ilâhîyeyi bugüne kesinlikle yansıtamadığını, yıl 2001, hâlâ göremiyor iseler, gerçeklerin avazı ile uzunca bir “yuhhh!..”
 

Beş Duygudan Öteyi Göremeyenler

  Yalnızca ehl-i aşkın, ehl-i hâlin müşahadesi ile görülür ki, Hazret-i Allâh’ın bildirilerine beş görüşten mâadâ görüşe yer vermeyen materyalist görüşün dışına çıkamadıklarından benî âdemi korkutmaktan öteye yol bulamıyorlar. Seyirlerinde olan cehennem ve gazab-ı ilâhî, seçtikleri yollarının görüntüleri, sırat-ı müstakîmdeki güzellikleri göremediklerinden “gayri’l-mağdûbi” de kaldılar. Gerçeği hakîkat gözlüğü ile göremedikleri için de enâniyetin mahsulü, mânâ garibi ve mânevîyat tahribatçısı oluyorlar ve ürettiği mahsüllerine pazar bulamadıkları gibi, ürettiği mahsülleri laf aramızda kalsın kendileri de yiyemiyorlar!... Bu gerçekleri görmek için gözlük takmaya gerek yok. Bugün dünya materyalist zihniyetle dolu dolu. Cümle peygamber efendilerimiz ve evliyâ-yı kirâm hazeratı Cenâb-ı Hakk’ın açık bildirisi ile mânen tertîb-i ilâhîdirler...
 

Efendime Biatım

  Bu tertîb-i ilâhî ile ben abd-i âcizin mânâ yokluğundan günümü karartan, ruhi hastalığımın devasını Yaratanımın lütuf ve ihsanı ile idrak ettiğim için, âciz tazarru niyazımın kabulünün zuhuru, benim için vazifelendirilen, rahmet-i ilâhîyeye vesile Rabbım katından gönderildiğinden şüphe edemeyeceğim, rahmet vesilem, şeyhim efendime biat ettiğim an hâlim değişti. Kararmış dünyam aydınlanmaya başladı. Gün geçtikçe sevemediğim, çirkin gördüğüm hayat güzelleşiyordu. Cümle güzelliklerin aslını güzel görmeye başladım. Yunus Emre’nin:
  “Yetmiş iki milleti bir göz ile görmeyen, halka müderris olsa da hakîkatte asidir” hikmet bildirisi yolumun aslını oluşturdu ve bu yolda Rabbım bu abd-i âcizi cümle kullarına duyurmam için âhir zaman nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e lütfedilen şer’î şerîfi ve Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın içtihata tâbi kısımlarını 21’inci asra uygun, benî âdemi gazabından değil, rahmetinden yarattığının, dünyanın da benî âdem için mânevî kazanç yeri olduğunu…
  “Dünyanın memduh” olduğunu,  benî âdem için en kazançlı yer olduğunu, Allâh’ın varlığına inananların kardeş olduğunu, müslüman olduğunun ilmî ve aşk-ı ilâhîden zuhur eden rahmeti sadık kullarının mânâlarında bu abd-i âcizi ihyâ eden taltifleri ile Peygamber Efendimiz’in Allâh’ın lütfu ihsanı olan, gerek şahsıma ve gerekse sadık kullarının açık mânâları ile taltif ve mesajlarının âciz şahsım bilâ-istisna cümle kullarının mânevî rızkı olduğunun bilinci ile okuyan, dinleyen ve duyan kısmetli kullara duyurmanın vazife olarak zevkini taşıyorum. Îmanlı kullarına taltif-i ilâhîleri duyurup anlatmam kudret-i ilâhîyeden men edilmediğine göre, bir kaçını levha yapıp, âczimle duyurmakta bir sakınca görmüyorum. Zevkine îmanlı fert ve cemiyetlerin bu abd-i âcizin belirli şahsiyetlerin mânâlarında tebliğ-i ilâhîleri ve rahmet-i ilâhîyeye vesile istisnai yaratılan Peygamberimiz Efendimiz’den lütfedilen Rabbımın mesajlarını anlatmak ve kitapçığa yazmakta sakınca görmedim. Bu kitapçığın yazılmasına vesile eylediği bu abd-i âcizi Rabbıma olan hayranlığıma ve aşkıma lütfedilen, âciz şahsıma ihsan edilen, sadık dervişlerin mânâ aracılığı taltif-i ilâhîleri az da olsa bildirmekle mânevî vazife yaptığımın zevkini ve kıvancını yaşıyorum... Bu abd-i âciz mânâmda, hal-i yakaza ve açıktan zuhur ve tecelliyat-ı ilâhîyeleri lütfedilir ise ikinci metafizik kitabında yazmak istiyorum inşallah.
  Nasıl mı? Küfrün bütün çıplaklığı ile fütur etmeden kol gezdiği şu âlemde Rabbımın yasaklamadığı gerçekleri yaşatarak, kulunda zuhur eden rahmet-i taltif-i ilâhîleri yazmamda, bu asırda ifşaasında, vazifem icabı gerçeğe inanan kardeşlerime anlatmakta bir sakınca göremiyorum. Fiziki zuhurattan gayrıyı kabul edemeyenler, onlar da kardeşlerimiz. Kusura bakmasınlar, kendilerinin bileceği şey. Biz o yönlü inananları da sabırla dinlemeyi biliriz. Şimdiye kadar dinledik. Bu sabrımıza dünya şahit...
  Son senelerde mazbut karekterli, îman ve irfanîyetinden şüphe etmediğimiz şer’an da şahadeti muteber olan kardeşlerimizin mânâları ve hâl-i yakazaları, açıktan gördükleri ve şahit oldukları mânevî yaşantılarını kendi yazı ve imzaları ile dosyaya koydum ve devam ediyorum. Dervişlere her fırsatta tekrar ettiğim, Peygamber Efendimiz’in hasen olan, mânâsı emr-i ilâhîye uygun, inanan insanlara mesajını sadık derviş iyi bilir.
  “Rüyâ uydurana Allah lanet etsin” hitabına îmanı zayıf da olsa riayet edeceğine inanırım. Bu abd-i âciz iç âlemimde zevkini alamadığım mânâlara da iltifatım sönüktür. Sadık rüyalar vahy-i ilâhînin 46 cüzde bir cüzüdür. Peygamber Efendimiz’e vahy-i ilâhî 23 sene devam etmiştir. Altı ayı rüyada gelmiştir.
  5 dosya dolmak üzere abd-i âciz din, mezhep, meşrep, sınıf farkı gözetmeden, istifade edilir zevki ile vasiyetim olsun. İrtihalimden sonra lüzumlu görülenler kitap hâline getirilsin. Bu hitab-ı ilâhîlerden ve rahmet vesilesi Peygamberimiz Efendimiz’in şahsında ihsan edilen mesajlardan bir kaçını, ummandan lütfedilen rahmet ve marifet damlalarında ehl-i aşkın inancının çerçevesi olacağına inancımla buraya yazdığım gibi, çerçeveli levha yaparak, gene bu kitapçığın mânâsını süsleyeceğinden şüphem yok.
  Yazacağım gerçekleri bilgisizce değerlendirecek olan mânâ bilgisizine şimdiden acıyor, onların da hidâyete ermelerini rahmeti ve mağfireti sonsuz Rabbımızdan tazarru niyaz ediyorum.
  Allah rızâsından başka bir isteği olmayan, 82 yaşındaki ihtiyâr, bu abd-i âciz, 46 senedir, günâh-ı kebâirsiz götürmeye çalıştığım, huzur-ı ilâhîden lütfedilen mânevî vazifeme leke sürmemeye hasseten özen gösterdim. Abd-i âcizin hayatım boyu sahtekârlığı, düzenbazlığı, olmayan bir şeyi var gösterme hastalığını yedimde bulundurmak şöyle dursun, Hazret-i Allah yanımdan dahi geçirmedi. Sonsuz hamd olsun… Bu mânevî hitab ve tecellileri okuyan inanan kardeşlerime de ilâhî aşk olsun, diyorum... Rabbımdan tazarrum ve niyazımdır.


“Medeniyet ve Teknolojide ilerlemiş,
Allâh’a şirk koşmadan yaşayan
fert ve toplumlar
İslâm’ın bu yönünü anlamış
örnek insan ve toplumlardır.”


H. Galip Hasan Kuşçuoğlu



BİRİNCİ BÖLÜM

bugün Bildirilmesinde Sakınca Olmayan Rüya Ve Hâl-i Yakazada Zuhur Eden Taltif-i İlâhî Mânâlar

İLÂHÎ MÜHÜR

  Mânâ ve maddesi ile şahitler huzurunda zuhur eden, hayli sadık kullarının mânâsı ile onları da şahit kılan Hazret-i Allâh’ın lütuf ve ihsanı mânevî vazifemin tasdiki olarak ihsan edildi. Sen de bil, inan!
  Zuhur yeri metafizik kitabının 153’üncü sayfasının başına, fiziki zuhuratın ötesinde, büyük rahmet-i ilâhîye ve metafizik olay… Yazdığım kitapların kapağına şerefle aldığım mühr-ü ilâhîyi minnet ve şükranla bildirmek, tekrar ve tekrar bildirmek vazifem olduğu gibi, bu abd-i âcizin aşkım, şevkim, kıvancım ve şükrümdür...
  Hazret-i Allah sadık kulunun mânâsında buyurdu:
  “Biz bu mührü Galip Efendiden başkasına basmadık.”
  Mühr-ü ilâhî abd-i âciz şahsıma lütfedildi. Dolayısı ile dergâhımın da şeref madalyası oldu. Yazdığım tasavvufi kitapların dış kapağın yüzünde gösterildiği gibi, Hazret-i Allâh’ın bu abd-i âcize ihsanı olan mühr-ü ilâhîden hece taşımı da mahrum etmeyin, ricâm olur.
  Yazının dışında, altın yaldızlı tabloda büyütücü cihazlarla orijinaline bakıldığı zaman derinden Kur’ân yazısına benzer harflerin su gibi aktığı görülüyor.
  Ne yazdığı sadakatinden şüphe edilmeyen Şenol Çelik Efendinin mânâsında. Teferruatı dosyada mahfuz
  “Gökleri ve yeryüzünü taşıyanlara andolsun ki” diye yazıyor.
 

Rabbımın Lütfu İhsanı, Taltif-i İlâhî Levhaları

  HİTAB-I İLÂHÎ:
  Ahmet Sezgin Efendiye mânâsında hitab-ı ilâhî:
  “Ya Ahmet! Hacı Galip Efendi benim kulumdur, Evliyâmdır, şeyhimdir” buyurması ile gözlerimden sevinç yaşları akıyor. Siz o yaşları içtiniz.”
  Garibi değilim, yaşıyorum… Cümle kullarına istifade ettirsin Hz. Allah.
 

Zuhuru Görülen Hitab-ı İlâhî

  Bülent Hızarcıoğlu’nun mânâsında lütfedilen hitab-ı ilâhî ve hayata dönüşen gerçek olay:
  “Selahattin-i Eyyübi Hazretleri
“-Gel seni Hazret-i Allâh’a götüreceğim,” deyip elimden tuttu ve beraberce büyük bir kapının önüne geldik.
Hazret kapıyı çaldığı anda:
“-Buyur, ya Selahattin” diye hitap olundu. Fakat kapı açılmadı. Selahattin-i Eyyübi:
“-Ya Rab, zatına bir kulunu getirdim” dedi.
Hz. Allah (cc):
-O kulum Galip Efendinin evladı. Bu kapıdan hiçbir kimse şeyhi olmadan geçemez. Onun sırtına odun yükleyip geri gönderin.”
  Odunları yükleyip beni size gönderdiler.
  Yunus Emre misali, odun sırtında, bir aşağı bir yukarı dolaşıp durur gariban, takdir-i Huda!
  

***

  HİTAB-I İLÂHÎ:
  “Kim ki, Hz. Allâh’ın yapılmasını istediği şeylere yardımcı olur ise, şüphesiz ki, onun bütün işlerini kolaylaştırırız
  Efendim, Hz. Allâh’ın yapılmasını istediği şeyleri, sizin anlattıklarınız olarak görüyoruz ve hayranlıkla mânâda seyrediyoruz.”
  

Aslı dosyada. 6-1-2001. Şevket Sipahi

***

  Allâh’tan başka ilâh yoktur, güç, kuvvet Allâh’a mahsustur. Cümle eşyadan ve her zerreden tertîb-i tanzim-i ilâhî zuhur ettiği gibi, benî âdemdeki zuhurat herkesin ittifak ettiği bariz görülen gerçek..
  Ezel-i ervâhtaki ikrarı tereddüt etmeden, “BELİ” hitabı ile îmanını Rabbine sunan insan!..
  Maddî ve mânevî kazanç yeri ve affu mağfiret vesilesi, memduh olan dünya hayatını da ezel-i ervâhtaki ikrarını emr-i ilâhîye uygun yaşantısı ve başkalarına ibadet ve taatta örnek hâli ile; “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitab-ı ilâhîsinin zuhuru olan hazret-i insan, kâmil insandan icraat-ı ilâhîyenin yegâne zuhur mercii olduğunu, nasıl bir îmandır ki, bu gerçeği kabul edemediği gibi, hâşâ, Allah ile kul eşitmiş gibi, “Allah ile kulun arasına girilmez” teraneleri ile; mânevî yaşantısı ile dolu dolu, rabbı ondan, o da Rabbından razı, îmanlı insanların gözlerine baka baka beş duyudan gayrıya yol bulamayan bilge(!) kişiler, ruhen ve mânen yaşayanları, îmansızın hakîkatte yapamayacağı tahribatı, mânâ yoksunu olduğunu bilmeden, mânâ ehlini perişan etmeye ayarlanmış bilge(!) kişilerin çabalarını her zaman görebilirsin...
  Vahhabiliğe dönük icraatları ile belirli hayatlarında ve irtihâllerinden sonra dahi Hz. Allâh’ın tertibi ve tanzimi, rahmete vesile enbiyâ ve evliyâların kabirlerinin ziyaret edilmesini küfürle karşılayan zihniyet, îmanla nasıl izah edilir?!
  Belirli mübârek günlerde îmanlı kitlelerin ilâhî zevk alarak, gözyaşları ile ziyaretlerini, hele İslâm’ın beşiği İstanbul’da medfun bulunan, Rabbımın rahmetinin zuhur kaynakları, kıyamete kadar rahmete vesilelerimizi Hz. Allâh’ı bilerek, enbiyâ, evliyâ ve şühedasını tazim ve hürmetle ziyaret eden kulları bilâ-istisna ziyaretlerini küfürle eşdeğer görenleri Hz. Allah ıslah etsin. Mânâyı ifade eden, ilmî yönlerini görerek ve bilerek yaşamanın zevkini alan, rahmet ve mağfiret-i ilâhîyenin sonsuzluğunu idrak eden büyük bir îman kitlesinin, aklı esas alıp, nakle yer vermeyen ilmin 21’inci asırda îmanlı toplumları tatmin etmediğini ne zaman bilecekler?.. Örneğini gösterip ayıpladığın o hoyrat ziyaretlerin müsebbibi gene sizlersiniz. Çünkü gerçeği bilebilse idiniz, normal ziyaret nasıl yapılır,
  Vel-ba’sü bâdel-mevt’in sırrına erer de anlatırdın!.. Ümitle bekliyoruz…
  Şunu iyi bilmelisin ki: Yalnız bilimsel ilimle bu mânâdaki sırr-ı ilâhîyi hâlledemeyeceğini gün gelir de anlarsın inşallah!...
  

(Abd-i âciz.)

***

  HİTAB-I İLÂHÎ:
  “Buyuruldu ki: Okuduğunuz esmalar sizden Allâh’a değil, Allâh’tan size rahmet vesilesi bir ihsanıdır!...”
  

Sedat Çelikkanat, Haziran 2000.


Teferruatı dosyada.

***

  HİTAB-I İLÂHÎ:
  “Kim ömründe bir kerre, hulus-i kalble “Allah” (c.c.) der ise kurtulur...
  Demiyenler nasıl olacak? diye düşünürken:
  “Onlara da azrail dedirtiyor, denildi...”
  

Sedat Çelikkanat.

  Hayatı boyu hiç “Allah” demiyenler son anında çektiği ızdıraba dayanamayarak, îman etmediği hâlde “Allah” diye feryad eder. Bu, Allah demesi îmanının eseri olmayıp, başka kapı bulamayan gafillerin faidesiz son çığlıklarıdır…
  Hazret-i Allah buyurdu: Allah demiyenlere, ölür iken Allah dedirtirim, işte ben o Allâh’ım.
  Efendim, gece mânâmda hitab oldu:
  “Galip Efendiye benziyenler derneğine kayıt ol” diye ses geldi. O sesle uyandım.
  

Necati Durukan, Ağustos 2001.

  Evliyâyı ve mürşidi inkâr edenlerin kulakları çınlasın, diyelim mi?

***

  HİTAB-I İLÂHÎ:
  “İlâhî bir ses örtünün içinde bana soruyor:
“-Senin neyin var?” 
diye.
  Ben ses çıkarmıyorum. Tekrar size soruyor:
  “-Onun nesi var?” diye. Siyah örtünün altından çıkarak:
“-Sadakatı var efendim,” diyorsunuz. İlâhî ses:
“-Geçsin öyle ise” deniyor.”

Ulvi Paksoy, Kütahya.

İşte sonsuz rahmet-i ilâhîyenin mânâ ehline açık yönü, mânevî ilmin mahsulü samimi sadakat!...

***

  Ankara’da Tevhit Camiinde Galip Efendinin sohbeti anında mânevî bir hâl oldu (Hâl-i yakaza).
  HİTAB-I İLÂHÎ:
  “Din benim. Sahibi benim. Şeyhinizin ağzından çıkan her harf, her kelime, her cümle, benim hitabımdır. O ağızdan gönüllerinize hitab ediyoruz, gönüllerinizi açtık. İyi dinleyin! Zira bu anlattıklarımızdan imtihan edileceksiniz. Hüsrana uğrayanlardan olmayın. Kendinden başka ilâh olmayan Rabbınız sahibi olduğu gerçekleri gönüllerinize anlatıyor. İyi anlayıp sahiplenin!...”

Sedat Çelikkanat.

  Bu hitab-ı ilâhîlere şeytanidir, diyorsan mahkeme-i kübrada açılacak ilâhî davaya hazır ol!...

***

 

Peygamber Efendimiz’in Mesajı:

  Rahmet-i ilâhîyeye vesile Peygamberimiz Efendimiz’in bu abd-i âcizi vesile eyleyip bilcümle Allâh’ın kullarına uyarı mesajı:
  “Peygamber Efendimiz, Galip Efendi’nin yanına geldi ve:
  “-Dervişlerini al, yanıma gel, size çok önemli şeyler söyleyeceğim” dedi.
  Bütün dervişler Peygamber Efendimiz’in huzurunda toplandık. Galip Efendi’ye hitaben buyurdular ki:
  “Bak Galip! Şu karşı tepeye çok dikkatli, hepiniz bakın. İnsanlar denizden gemilerle gelip karaya çıkıyorlar. Gemileri tepenin yarısına kadar yürütüyorlar. Yarısında ise denizden bunları takip edenler oklarla öldürüyorlar. Bakın, bakın, bu insanları düşmanlardan kurtarmaya çalışan insanlar ne kadar kurtarmaya çalışsa da, kendileri de beraber kurtulamıyorlar. Bunlara iyi bak Galip, bunları ancak sen kurtaracaksın!...
  Senden başkası kurtaramaz. Bu gemilere insanları doldurup karada sen yürütüp ancak sen kurtaracaksın. Fatih Sultan’a da gemileri biz yürüttürdük. Biz kurtardık.
  Bak Galip, bu insanlara söyle, boşuna uğraşmasınlar. Kendileri ile birlikte onları da helak ediyorlar. Bu benim istediğim. Yetki tamamıyla senin! Buraya gelen gelemeyenlere söylesin. Herkes bilsin. Hadi, şimdi yolunuz açık olsun, Allâh’a emanet olun...
  Tekrar Galip Efendi, Peygamber Efendimiz’in elini öptü. Peygamber Efendimiz de Galip Efendi’ye sarıldı, kayboldu...
  

Cemil Yüksel, 12-12-1995.

  Teferruatını dosyadan veya yazılacak kitaptan okuyun, inşallah. Mânâyı, nefsin ürettiği zan ve tahminden öteye yolu olmayanlar pek anlamasalar dahi emr-i peygamberi diye inanmış gibi edepli olsunlar, lütfen...

***

 

Musa (a.s.)’a Hz. Allâh’ın Hitabı

  Musa (aleyhis-selâm)’a Hazret-i Allah ağaçtan hitap etti, “Ben senin Rabbınım” diye.
  Maddî ve mânevî, cümle ulema müttefiktirler hitabın Hazret-i Allâh’ın olduğunda. Ama ağaca “Allah” diyen şirke düşmüştür. Kâfir olur. Hazret-i Allah Ahaddir, zatî sıfatı ile birdir. Eşi, benzeri yoktur. Şirket olmayı da kabul etmez.
  Bu gerçeğin dışına çıkan ilimden Rabbıma sığınırız.
  

(Abd-i âciz.)

  

***

 

peygamber Efendimizin Tasavvuf Ve Zikrullah Kitabını Kur’ân Tefsiri Olarak Taltif-i İlâhîyesi

  strong>“Peygamber Efendimiz Tasavvuf ve Zikrullah kitabını göstererek, buyurdular ki:
  “-Galip Efendi Kur’ân’ı öyle güzel tefsir etmiş ki, Kur’ân ancak böyle muhteşem tefsir edilir. En güzeli, hakikisi bu. Hiç kimse Kur’ân’ı Galip Efendi gibi anlayıp yaşamadı.”
  Dosyada teferruatı ile mevcut. Daktilo ile yazılmış 3 sahife. İsterdim ki hepsini yazayım. Hepsi günümüze ışık tutacak mânâlarla dolu dolu. Fotokopi yapıldı. Arzu ve merak edenler vakıftan temin ederler. Dini yazılan her eser bir nevi tefsir sayılır. Yazılan tefsirlerin hiçbirinde şerîat ki, hakîkatın zâhire yansıdığı zaman aldığı isimdir. Tarikat ki, sırat-ı müstakîmdir ve Kur’ân baştan sona kadar Allah kullarına yol gösterir. Zikrullah ise, cümle yaratıkların müşterek ibadetleri zikrullahtır. Bunların cemi ise hakîkattır...
  Hazret-iAllah cümle tefsir yazanlardan razı olsun. Yukarıda belirttiğim esaslara ilgi gösterselerdi, beş duyunun esaretinden kurtulup tasavvufa ve zikrullaha önem verirler, elbette taltif-i ilâhînin değerini anlayan, Allâh’a kul, Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e ümmet olmanın hazzına daha çok nâil olurlardı. Sadık ve lâyık kullara ikram edilen rahmet-i ilâhîyeden elbette onlar da nasiplerini alırdı. “Yaratılanı hoş görmeyi bilirlerdi, Yaratandan ötürü.”

***

  “Efendim, beni elimden tutup ravza’ya, Hz. Resûlullah (s.a.v.)’e götürüyorsunuz. Efendimiz’in huzuruna varınca, selam verip:
  “-Dervişimiz Efendim” diyorsunuz.
  Peygamber Efendimiz (s.a.v.) elini uzatıyor. Biz elini öpüyoruz. Ben geriye çekiliyorum.
  Hz. Peygamber (s.t.a.v.) size hitaben:
  “-Memnun oldum, sen himmet et, biz de şefaat edelim, evlâdım” diyor...
  Her iki ses de Galip Efendi’nin sesi sanki. Dönüp bakıyorum, her ikisi de ayrı ayrı konuşuyor.”
  

Nazım Aslantaş.

***

  Sadık derviş, Peygamber Efendimiz’i yalnız gördüğü zaman, şeyhinin suretinde göremiyor ise mânâ hâli noksandır.
  Verâset, şekilde değil mânâdadır. Hz. Allâh’ın vazifelendirdiği kullarının mânâları rahmet deryasından ihsan edilir. Mânâ değişmez. Suretleri ise ayrı ayrıdır.
  Şeyhi ile beraber gördüğünde simalar ayrı ayrıdır, aslını görmüştür.
  Hz. Allah buyurdu:
  “Elçilerimi ayrı ayrı görmeyin. Birini diğerinden üstünmüş gibi anlatmayın. Onlar kullarım ve elçilerimdir. Evvelki gelenleri tasdik, sonraki gelenleri müjdeleyici olarak gönderdik.”
  Peygamber Efendimiz buyurdular:
  “Rüyasında beni gören, aslımı görmüştür. Şefaatım ona vaciptir. Çünkü şeytan benim suretime giremez.”
  

(Abd-i âciz.)

***

  “Hz. Pîr Abdülkadir Geylani buyurdular ki:
  “-Sizin için gideceğiniz tek kapı orasıdır.”
  Biz de o tarafa baktığımızda evlerin sizin olduğunu gördük. Allâh’a şükrederek, yanımdaki arkadaşlarıma ‘iyi ki, Galip Efendi’ye tâbi olmuşuz dedik.”
  

H. Ömer Karasu - İstanbul

  Bizim anlayacağımız tecelliyat-ı ilâhîyeleri inanan kardeşlerime ifşa etmekte sakınca göremiyorum. Îman etmeyenin de az da olsa bu yönlü düşünmesine yardımcı olabilir isek vazife yapmanın varlık değil, hâşâ hazzını duyarım.
  

(Abd-i âciz.)

***

  “Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri buyurdular ki:
 

Peygamberimiz Efendimiz Asasını Dedeme Vermiş

  Rüyamda annemi görüyorum. Peygamber Efendimiz asasını dedem Galip Efendi’ye vermiş. Dedem Mekke’de bulunan insanların bulundukları durumlarını düzeltmek için o asayı kullanacakmış. Asanın güzelliğine annem ve ben bakmaya doyamıyoruz.”
  

Torununuz Adnan Bingöl

***

 

Sigarayı Bırakamayan Kişiye Yerinde Hitap

  Sigara içenlere en güzel uyarı diye yazmadan geçemedim.
  “Efendimin sesine benzer, gayptan bir ses geliyor.
  “Biz sana ciğerlerini emanet vermiştik. Onları çürütesin diye mi verdik?! Buna ne hakkın var?” diyor.
  Peygamber Efendimiz’in huzuruna sadakatli, birinci sınıf insan istiyorlar. Sen ise ahdini bozdun. Sigaraya yeniden başladın. İkinci sınıfa düştün.”
  

İsmail Kaya.

  Mânâyı özetledim. Teferruatı dosyada. Metafizik kitabının 252’inci sahifesinde izahım mevcut. Okumanızı tavsiye ederim.
  

(Abd-i âciz.)

***

 

Zuhuru Tahakkuk Eden Mânâ Metafizik

  “Efendim, bir batak içerisine düşmüştüm. Hem maddî, hem mânevî büyük bir bunalımın içerisindeyim. Gece yattığımda bir bataklığa düşmüşüm ki, çırpındıkça ağız hizama gömülmüş, batıyorum. Hazret-i Allâh’a niyaz ediyorum:
  “-Ya Rabbi! Şu borçlarımı ödeyeyim, emanetini öyle al.”
  O anda siz belirdiniz ve beni ensemden tutarak bataklıktan çıkardınız. Ağaçların arasına bıraktınız ve bana:
  “-Şimdilik canını kurtardın, bu sana yeter,” dediniz.”
  

***

  “Büyük bir sel önüne ne gelirse ev, araba sürüklüyordu. Ben de bu sele kapılmış gidiyordum. O anda sel suyunun ortasında çok büyük bir ağaç gördüm. Bu ağacın etrafı boşalmış, ağacın kökü meydanda idi ve ben o köklerden birisini tutarak ağacın üstüne çıktım. O anda:
  

“-Şimdilik buradan da canını kurtardın,” diye iç âlemime hitab oldu.”

***

  “Büyük bir havuz içerisinde su. Pırıl pırıl bu suyun içerisinde bir kısım insanlar yıkanıyordu. Ben de o suyun içerisine diğer kişilerle girdim, yıkandım. Siz de büyükçe saray gibi bir yerin penceresinden burada yıkanan kişileri gülümseyerek seyrediyordunuz ve ben saray gibi olan yerin kapısına geldiğimde kapıda sizinle karşılaştım. Tebessüm ederek, bana:
  “-Oğlum yıkandın mı?” dediniz. Ben de:
  “-Yıkandım Efendim,” dedim. Elinizi öptüm ve oradan ayrıldım.”
  

H. Ali Yetkin Şekerci.

  Ali Efendi şu anda dergâhımın medar-ı iftiharı nakibün-nükabadır. Rabbım kem nazardan saklasın.

***

  “Efendim, öğlen saatlerinde dervişler sizi soruyorlar.
  -Sormasınlar gelsinler. H. Galip Efendi öğlen namazını Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’le (s.a.v) birlikte kılıyor.
  Bunu sadece Ümit Efendi biliyor. Bakın geliyorlar.
  Baktım, Efendimiz’in sol tarafında, iki metre ilerisinde Ümit Efendi var. Benim Efendimiz’i gördüğüm yer Siteler’deki Mandıra Marketin giriş kapısı oluyor. Yanımdaki insanlar:
  “-Bakın, görün Efendimiz’i, Ashab-ı Kirâm getiriyor. Sırtındaki hırka da Peygamber Efendimiz’in. Galip Efendimiz dünyaya yararlı bilgileri makamından bildirmeye geliyor,” dediler.”
  

Mehmet Varan

***

  Bu mânâlara şerh vermeye lüzum görmüyorum. Herkesin anlayacağı dilden değil mi?

***

 

Papa 2. Jan Paul’ün Mânâ Uyarısı

  “Büyük bir konferans salonunda oluyoruz. Dünyadaki bütün ileri gelen din adamları (Musevi, İsevi ve diğerleri) hepsi yerlerinde oturuyorlardı. Sadece ön tarafta bir koltuk boş duruyordu ve yanında Vatikan’ın en yetkili din adamı Papa 2. Jan Paul ayakta duruyordu. Ben o anda bu koltuk neden boş, diye düşünürken, oranın Efendim’e ait olduğunu hissediyordum. O sırada siz geldiniz. Yerinize oturdunuz. Bizlere anlattığınız çağa uyumlu İslâm’ı onlara da anlattınız.
  Papa 2. Jan Paul dedi ki:
  “-Arkadaşlar benim ayakta durmamın nedeni Türkiye’den gelen Galip Hoca bizim yüzeysel bildiğimiz Dîn-i İslâm’ın özünü anlatacak, onu bekliyorum.”
  

(Arif Akar, 05.05.2000)

***

  Rabbımın lütfu ihsanı olan asr-ı saadette ihsan edildiği gibi, tahrif edilmemiş, aslı ile cümle kullarına rahmet-i ilâhîyeden bilâ-istisna, ilâhî lütuf, rahmet-i merhamet-i ilâhîye olan gerçeklerin menbaı rahmet-i ilâhîyenin Âdem Safiyullah’tan kıyamete kadar devam edeceğinin Hz. Allah tarafından taahhüt edilen tek din, Dîn-i İslâm’ın ismi olup, her hangi bir zümreye mahsus olmayıp, Allâh’a inanan bütün kullarını kapsadığını her ne sebeple olur ise olsun, cümle kullarını ihata ettiğini duydum, gördüm ve yaşadım. Bu gerçekleri cümle Allah kullarına duyurmam için Rabbımın bu abd-i âcizi Peygamberimiz Efendimiz’in ind-i ilâhîden ihsan edilen, zamana göre içtihata açık, hiçbir yönü korkunç olmayan, Allâh’ın kullarını Allâh’tan kaçırmadığı gibi, sevgi ve aşkla Yaratanına mânen yaklaştıran şer’î şerîfin duyurulmasına bu abd-i âcizi, şerîatın gerçeğini anlatmanın şerefine nâil kılması, hem vazifem, hem de âczimin zevki ile îmanımın ilâhî meyvesidir. İşte henüzmânâda görülen Rabbımın müjdesinin maddede de zuhur edeceğine inancım sonsuz. Hemen zuhurunu bekliyorum: “Vehüve alâ küllî şey’in kadîr. Allah her şeyi yapmaya kadirdir.”
  Her şeyi bildiğini iddia eden bazı mânâ yoksunu, maddede bilge kardeşim! Allah için düşün! Verilen gücün nisbetinde gerçeklerde az da olsa çaban bulunsun. Bu rahmet-i ilâhîyenin şahsında zuhurunu arzu et ki senin de bu hizmette hissen olsun.
  

(Abd-i âciz.)

***

 

“Mutasavvıfîn Kimdir?”

  “Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim olmuş ve seçimi Hollywood’un ünlü film yıldızlarından Andy Garcia kazanmış. Bu sırada içeriye eski başkan Bill Clinton girdi ve yeni başkan Andy Garcia eski başkan Bill Clinton’a aynen şu soruyu sordu:
  “-Mutasavvıfîn kimdir?”
  Başkan Bill Clinton da aynen şu cevabı verdi:
  “-Galip Hasan Kuşcuoğlu’dur.”
  

K. Hakan Bademoğlu.

***

Dikkat! Dinde ayrılık yok. Peygamber efendilerimiz şerîatları ile anılırlar. Cümlesinin dini İslâm’dır.

***

 

Şu An Âlemde Yaşayan Tek Vârisim, Adıma Görev Yapan Yegâne Vekilim Galip Efendi’dir

  “Yemyeşil bir sahanın ortasında, yeşil kümbet üzerinde, her yanı açık, yüksek yüksek kemerler var. Buradaki eşsiz güzellikler karşısında büyük hayranlık ve şaşkınlık yaşıyorum. Yemyeşil, meyilli bir yatak üzerinde Hazret-i Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) gülümseyerek, gözlerini üç defa açıp kapadı. 35-40 yaşlarında, sıhhatli ve neşeli idi. Siz de aynı yaşlarda, dinç, gâyet mütevazı ve çok sağlıklı görünüyordunuz. Resûlullah Efendimiz (s.t.a.v.) tatlı bir tebessüm, şefkatli bir ses tonu ile:
  “-Oğlum! Şu an âlemde yaşayan tek vârisim, adıma görev yapan yegâne vekilim Galip Efendi’dir. Kendisinden çok memnunuz. Senin devamlı olarak ettiğin dualar kabul olundu. Bu işin ifası için, Galip Efendi’nin ömrüne ömür katıldı,” dedi.
  O anda hemen aklıma geldi; devamlı olarak her namazın ve zikrimin sonunda ‘Allâh’ım, Efendime uzun ömür ve imkân ver. Beni de kâtibi kıl. Bize anlattığı tüm doğruları âleme anlatalım. Bütün insanlar bu rahmetten nasiplensin temennim ve duamdı.
  Resûlullah Efendimiz’in (s.t.a.v.) bu sözünden sonra kümbetin önünde bir havuz oluştu. Sizlerin üzerinde oturduğunuz yatak tulumba gibi aşağı yukarı hafif bir hareketle bu havuza derya gibi su akıtıyordu ve Resûlullah Efendimiz (s.t.a.v.) bana:
  “-Oğlum, bu sudan için. Herkese de söyleyin içsinler, şifadır,” buyurdu. O anda çevrede tanıdık derviş yüzler ve kalabalık insanlar oluşmaya başlıyor ve sudan içmek için gayret sarf ediyorlar.”
  

16 Mayıs 2000 Antalya, Ahmet Yüce

  

Teferruatı dosyada mevcut.

***

  Biliyorum ki, bu mânâ, çok mânâ ehlini yersiz düşüncelere götürecektir. Bu abd-i âciz varlık olur korkusu ile çekinerek yazdım. Ne yapayım ki emr-i Peygamberîde bildirmem emrediliyor. Kusura bakılmasın. Şüphe ediliyor ise Hz. Allâh’a sorulsun. Yanlış ise lütfen beni de, mânâyı gören kardeşlerimi de uyarın. Çünkü dosyada bu hitaba benzer mânâlar hayli var. (Abd-i âciz.)
  Hazret-i insan olmaya namzet mübârek kardeşim! Bu yolda Rabbımın senin için yarattığı nâ-mütenahi rahmetinden nasibin kadar alman için ihtiyârını kullanman tavsiyemdir. Bilcümle kudret ve kuvvet yedinde olan Hazret-i Allâh’ı bir nebze tanıdın ise yaklaş. Yaklaşamıyor isen, bari hakîkatleri inkâra cüret etme. Kul için rahmet olarak halkedilen, hakîkat belirtisi olan sebeplere yaklaş. Yaklaş ki, tertîb-i ilâhîden istifade edesin. Îmanının zuhuru ile ihlaslı, samimi olabiliyor isen, umulur ki rahmet-i ilâhîyeden nasibin verilir. Rahmet-i ilâhîyenin zuhuruna sebep niye sen olmayasın? Sakın, demeyesin, ‘benim yaratılışım, inanç noksanlığımdan gelen hissiyatım, dinde günâh sayılan icraatlara karşı meylim çok fazla. Öyle zannediyorum ki ben günâh işlemek için yaratıldım!… Îmanda yer bulamayan, kânun-u ilâhîye zıt bu inancın Ehl-i Sünnet itikadı ile çelişkiye düşüyor. Mutasavvıfînin aşk yolunda, Dîn-i İslâm’a yakışmayan, tarîk-ı müstakîmden uzak bu türlü çarpık inancın değil varlığını, sırat-ı müstakîmde izini dahi göremezsin. Şerîat-ı Muhammediyye’de mezheb-i Kaderiye, mezheb-i Cebriye kulun iradesini tanımadığı için Ehl-i Sünnet vel-cemaat’te ve itikatte yeri olmadığı gibi, turuk-u aliyyede hakîkatle bağdaşmadığı için kesinlikle reddedilir.
  Buna benzer mezhepler ve tarikatların zaman zaman mevcudiyetleri görüldü ise de gerçeğin dışında olmalarından Hz. Allâh’ın lütfu keremi ile kaybolmaya müsait idiler. Kayıp oluyorlar. 21’inci asırda zuhur eden hâdiselerde bu gerçekler daha bariz, bütün çıplaklığı ile görülmeye başladı. Tefsirü’l-Kur’ân, yeryüzünde ve gökyüzündeki âyetlerin zuhuru ile ilâhî mânâ daha bariz görülmeye başladı. Tek din olan İslâmiyet bilinecek, yaşanacak inşallah. Görülecek ki peygamber efendilerimiz biri diğerinden üstünlük vasfı olmadan, cümlesi Hz. Allâh’ın kulu ve cümlesi emr-i ilâhîyi kullarına tebliğ için Allah elçileridir. Dinleri ise İSLÂM’dır. Kabile isimleri din ismi değildir.
  Hz.Allah buyurdu:
  “Biz istese idik, sizi bir kabile olarak yaratırdık. Biri birinizi tanıyasınız diye ayrı ayrı kabile olarak yarattık.”
  Hayır ve şerri halkeden Hz. Allâh’tır. Bu icraat-ı ilâhîyeyi ve kulda halk edilen cüz’î irâdeyi kaldırmaya kalkışmak gerçeklerden habersiz zâfiyetli îmanın icraatıdır.
  “Küllî şey’in sebeba” âyetini hatırdan hiç çıkarma. Şu da mehengin olsun: Sebebler ilâh değildir. Hazret-i Allâh’ın fiilî sıfatları olup bi-zatihi değil mecâzîdir, izâfidir.
“Her ne kılmışsa adâlettir, Cenâb-ı Kibriyâ;
Her kazâya her belâya kıl rızâ, Allah kerîm.”

***

  Hz. Allâh’a noksan sıfat isnat etmek şirk olduğu gibi, beşerin cehlinin mahsulüdür.
  Geçmiş zamanda, zamanın güzide politikacılarına bu gerçeği zevkle ifade ettim. Anlamadık, demediler. Anlayamadıklarını söylese idiler anlatırdım. Îmanımın özünü oluşturan, Hz. Allâh’ın noksanlık ifade eden icraatının bulunmadığı, hoşuna gitsin veya gitmesin, kulun her icraatında mutlak adâlet-i ilâhî görülür. Bu adâleti görememek mü’min olma kabiliyetinden uzak, müslim sıfatı ile yetinen kişilerde görülen noksanlıktır. Çok kimsenin bilip de yaşantısında hoşuna gitmeyen tecelliyat-ı ilâhîyeleri nefis penceresinden gördüğü ile yetinen hakîkat garipleri yeryüzünde eksik değildir.
  Hz.Allâh’ın adâletini yeteri kadar idrak edemeyen toplumlar kendilerince haklı olarak bu fakirin mânevî vazifemi eleştirdiler. Mânevî vazifeme uygunsuz laflar edildi. Abd-i âcize değil de vazifeme dil uzatıldı. Allah kusurlarını affeylesin. Yardımcı olur diye; insanları esprileri ile aydınlatan, makamları cennet olsun Bektaşi kardeşimiz ne güzel uyarmış hem cinsini:
  “Her an noksanlık arardı icraatı ilâhîyede, bulamazdı. Bu da enâniyetine ters düşerdi. Her şeyde adâlet-i ilâhîyenin zuhuru. Hamama gitmişti. Hamam böceklerini görünce, Galileo benzeri, ‘buldum’ diye sevinç çığlığı attı. ‘İşte noksan sıfatını buldum’ diye sevindi. ‘Her şeye bir mesnet ve neden gösterdin. Bu hamamdaki böcekleri yaratmaktaki kasdini nasıl izah edeceksin?’ diye, nefsinin anlamsız zevki ile bilemeden haddi aştı!..
  Çok geçmeden tahammülü güç hastalığa tutuldu. Hâzık hekimler ittifakan dediler ki:
  “-Bu ender görülen bir hastalık. Bu hastalığın tek devası beş adet hamam böceğini diri diri yutacak,” deyince:
  “-Anladım, getirin,” dedi. Beşini de yuttu.”

***

  Bu uyarıcı hikmet-i ilâhîyeyi hayli hâdiselere götürürler. Gerisini iç âleminizin kabiliyetine ve Hz. Allâh’ı noksan sıfattan tenzih ettiğiniz kadar olan îmanınıza bırakıyorum ve buna rağmen tavsiyem: Sakın, Hz.  Allâh’a noksan sıfat isnat etmeyesin!...
  Hz. Allâh’a noksan sıfat isnat etmekten sakın. Zatî sıfatına mekân gösterme, ‘gökte’ diye. Hz. Allah zatî sıfatı ile mekândan münezzehtir. Fiilî sıfatları ile her yerde hazır ve nazırdır. Hz. Allah doğurmamış ve doğurulmamıştır. Eşi, benzeri yoktur. Olamaz da… (İhlâs-ı Şerîf)
  Allah elçileri, peygamber efendilerimizin cesetli olarak yaşadıkları zaman içerisinde, emr-i ilâhî olan şerîat-i ilâhîyeyi tebliğ eyledikleri emr-i ilâhîyi pürüzsüz îmanlarının zuhuru, sadık kulların kabullenip, maddî ve mânevî yaşantılarını ilâhî tebliğe göre normal devam ettirdikleri tarih boyu görüle gelmiştir. Aksini iddia gerçek îmanla bağdaşamaz. Hz. Allâh’ın elçileri ruhen her zaman mevcut olup, yeryüzünde cesetli bulunmadıklarında Rabbımın tertibi, vârisü’n Nebî, nedim-i ilâhî olan evliyâları o zamana uyum sağlayan şer’î şerîfi devam ettirmeye vazifelidirler.
  Yeterli olmayan inançlarının mahsulünü ehlinden gizleyemediği meydanda iken, ‘gizliyorum’ zannı ile avcıdan gizlenen deve kuşu misali, başını kuma gömer de, bütün vücüdunun dışarıda olduğunu gafletinden dolayı bilemez. “Mü’minin firasetinden kaçının; onlar Allâh’ın nuru ile bakar.”Allâh’tan gayrı ilâh arayan gafiller kendi hatalarından habersiz, çarpık zihniyetlerini ‘başkalarına kabullendiriyorum zannedip, ehlinin nazarından kaçıramayan, akılcı dini kabul etmeye her haliyle müsait kılınan, fizikten öteye yolu olmayan, sözde bilge kişi. Ruhlar âlemine mahsus kılınan hâl imtihanının madde âleminde cesetlenen rahmeti ve mağfireti ile bezenmiş imtihan sualine muhatab olan benî âdemin ezel-i ervâhdaki geçirdiği imtihanında “Ben sizin Rabbınız değil miyim”hitabına “EVET” dediğini zannetmiyorum!..
   Ruhlar âlemindeki imtihanı kazanan, henüz cesetlenmemiş benî âdem sonsuz rahmeti ve merhamet-i ilâhîyenin dünyada daha genişletilerek, kulun hayatı boyuna serpilmiş Lâ ilâhe illallah ile başlayıp, emr-i ilâhîye îmanı kadar uyum sağlayan, sağladığı uyum kadar îman ehlinin hâl imtihanı Hz. Allâh’ın fiilî sıfatlarının ve bir nebze sübûti sıfatlarının benî âdemde zuhurunun tecellisi, zamana göre uyumlu, haramiyyet dışı güzellikler. Bedevîlikten uzaklaşıp, Hz. Allâh’a şirk koşmadan, medeni olabilmek, vahy-i ilâhîyi tanımayan akılcı din edinmeden, teknolojiden uzak durmamak, yaratanın yalnız ve yalnız Hz. Allah olduğuna îman etmek…
  Beşerin âczi ile uyumlu olmayan, yaratılmışın, ‘yarattık kelâmının -Allah affeylesin- hesabı sorulur ise alenî şirktir. Maalesef âciz kulların çok sık, bu günâhı, düşünmeden, fütursuzca icra ettiklerini her zaman görmek mümkün. Îmanlı kullara uyarım olsun: “Yaratmak, cevheri ve arazı olmadan bir şeyi meydana getirmektir.” Bu haslet ancak Hz. Allâh’a mahsustur. Benî beşer bir şey yapmak için hem cevher hem araza ihtiyaçlı kılınmıştır. Bir kerpiç yapmak için toprak ve suya muhtaç olduğu gibi…
  İçtihatsız bırakılan semâvî dinler -ki Dîn-i İslâm’dır- zamana göre içtihatsız kaldığı zaman nakilden uzaklaşıp akılcı dine dönüşmüştür. Îman zâfiyeti çekenler beş duyunun esiri materyalist olmuşlardır.
  Ruhlar âleminde îmanla şereflenen ruhlar ise, madde âleminde îmanını tatmin edecek, mânâ ilminden yoksun bilge kişilerin yanlış telkinleri ile tatmin olamadıkları gibi, perişanlık çektikleri bir vakıadır.
  Kur’ân’ı okur, amma gerçek müfessirin yaşantısından habersiz, yerdeki ve gökteki âyetlerden habersiz, peygamber vârislerinden habersiz, Hz. Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği, cümle kullarına ihsan edilen Dîn-i İslâm’ın mânâsından habersiz tedrisatla yetişen benî âdemi emr-i ilâhînin ölçeğinde ölçersek ki gerçeklerle ölçüye girmeyen bu tür yaşantı, 1200 senedir içtihatsız, çağ ile uyumlu olamayan tedrisat gerçeği yansıtamadığından, tatmin olamadıkları çarpık ilmin, ezel-i ervâhla ilgili, îman ehline yansıdığı zaman yaptığı tahribatın neticesinde yetişen talebeleri “taliban ve hizbullahçı” olmaz ise ne olur?!...
  Hz.Allâh’a tazarru ve niyaz ederim ki O müslüman kardeşlerim, inançlarını, günâh-ı kebâireye dikkatle, yaşadıkları asırdaki tertib, tanzim ve emr-i ilâhîleri çağa uyumlu olarak anlayabilselerdi, suçsuz hemcinslerini öldürmenin cihat olmadığını bilerek yaşarlardı. Zaman geçirmeden, zamana uyumlu İslâm’ı yaşarlar inşallah. Bu perişan hâlimizden kurtulmak için gene Hz. Allâh’a sığınıyoruz. Kurtulmamız için ümit ediyoruz. Bekliyoruz. Bin iki yüz senedir içtihat yapılmamış. En son ihsan edilen Şerîat-ı Muhammediyye’yi asra uygun içtihatla dünyaya tanıtacak, lâyık kıldığı toplumların ilgi ve icraatları ile bizlere ihsan edecek diye sabırla bekliyoruz. Bekliyor dünya!...
  İşte tasavvufsuz, tarîk-ı müstakîmsiz, hakîkatle ilgisi olmayan şerîatsız, 1200 senedir içtihat görmemiş tedrisatın dîni devamından bütün insanlık namına da Rabbıma sığınırız...
 

Galip Efendi’nin Seyyid Ve Şerîfliğinin Tebliği

  “Tahminen 1983. Kalabalık bir yerde Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz konuşmaya başlıyor. Hitab çok tatlı bir ses. Herkes pür dikkat dinliyoruz. Peygamber Efendimiz bana ismen hitap ediyor:
  “-Evlâdım Hacı Muhittin Efendi, iyi dinle! İleride sana lüzum edecek. Şeyhin, üstadın Hacı Galip Hasan Efendi, hem ana ve hem baba tarafından evlad-ı Resûlullahtır,” dediler.
  Ben çok heyecanlandım. Pür dikkat bütün topluluk dinliyoruz. Aynı ses, aynı hitab tekrar söylendi. Çok duygulandım ve dua ettim. Seyyid ve Şerifolan efendimin izinden Allah bizleri ayırmasın, diye...”
  

Hacı Muhittin Coşu – Kütahya

***

  Bildirilmesi emredildiği için yazıyorum. Gene de sıkılarak yazıyorum. Yemin ediyorum, Hz. Allâh’ın gücü karşısında hiçbir güce sahip değilim. ‘Gücüm var diyenlere de inanma. Düzenbazdır. Menfaat-ı dünya için sahtekârlığa cüret eder. Böylelerin şerlerinden Allah cümle kullarını korusun. Bu abd-i âcize Hz. Allâh’ın ihsan ettiği verâset-i Nebî, nedim-i ilâhî vazifesine inan.
  Peygamber efendilerimizi rahmetine vesile kıldığı gibi, bu abd-i âcizin de vesileden başka bir gücüm yok. Peygamber Efendimiz böyle buyurmadılar mı: “Ben de sizler gibi beşerim. Unutabilirim. Yanılabilirim.” İyi bilesin de, Hz. Allâh’a yaşantında, tavrında ve düşüncelerinde eş ve ortak imiş gibi pozisyona girmediğin gibi, bu utanç verici tavır takınanları da kesinlikle kabul etme. Bu îman fukarası kişilerin yanında dahi durma. Onları ıslah edeceğim, diye yorulma. O hastalığa yakalanmış küfr-i inadî kişinin ilacı henüz beşere verilmedi... Zamanın mürşidi, telkinleri ile hafifletse de, bu şirk mikrobu maalesef kökünden kurutulamıyor. Bu Allah fakirine itimat et. Kaybın olmaz. Kazanırsın...
  Bazı şeyh efendiler, dervişlerini şeyhinde varlık görerek daha rahat götürdüklerini iddia etseler de, kanımca bu zamanda bu usul ile dervişin kemâlata eremeyeceğini kesin söyleyebilirim. Bu türlü yollar kesilmiştir. Bu kesik yola hâlâ iltifat eden mânevî vazifeliler sonunda doğacak tahribatın mesûliyetini şimdiden kabul etmelidirler!..
  Tekrar ediyorum: Hz. Allâh’ın zatî sıfatlarına mahsus, zuhur eden sıfatları gene zatına mahsustur. Vesilelerde zuhuru görülse de -ki görülür- o zuhurat ve tecelliyat beşerin âczi ile mütenasib değildir. Ancak ve ancak Zat-ı kibriyaya mahsustur.
  Bilâ-istisna, kavimler, ümmetler peygamberlerini ve evliyâlarını ilâhlaştırdıklarından hataya düştüler. Ümmetlerarası ‘peygamber efendilerimizi’ yarıştırma gafletinin hâlâ 21’inci asırda devam ettiğini bilge kişilerde dahi görmek mümkün. Hz. Allah bizlerin âczimiz, malûmu olduğu için rahmeti ile bağışlıyor. Biz âcizleri de sonsuz rahmet-i ilâhîyenin sonsuzluğu şımartıyor, gibi. Gerçek bu. Lütfen şüpheci olma...
  Şu gerçeği belirtmeden geçemiyorum: Gâlibî Dergâhına müntesip olan dervişlerin ekserisi tahsilli ve İslâmî terbiyesi yerinde kişilerdir.
  Dinde emr-i ilâhînin dışına taşmış, yaratılan güzellikleri görse de umursamayan, dünyadaki insanlara, Allâh’a inananlara dahi ‘gâvur, kâfir, gayr-i müslim damgasını vurmaktan çekinmeyen, katılaşmış kişiler de toplumumuzu tasvip etmezler. Katı kurallarına uygun göremedikleri için kabul edemezler...
  Emr-i ilâhîye samimi intibak etmiş, Hz. Allâh’a yaptığı ahdini, Hazret-i Resûlullah’a beyatını son nefesine kadar koruyandır, sadık derviş...
  Hz. Allâh’ın beyan ettiği mü’min, ittika sahibi, müttaki kişilerdir, derviş. Günâh-ı kebâire dışında, çağın nimetlerinden istifade etmek için cüz’î irâdesini kullanmasını bilen, kısmetine, tembelliğinden rızâ gösteriyormuş gibi değil, îmanından ihsan edilene rızâ göstermeye çalışandır, derviş...
  Allâh’ın varlığına sözle inanan kişiye, Allâh’ın Hazret-i Kur’ân’da bildirisine uyarak ‘müslümandır’ deriz. Hayatı Kur’ân tefsirine uyumlu kılınan Peygamberimiz Efendimiz’in bildirisine göre ‘kardeşimiz’ deriz… İslâm olmaya şart yoktur. Mü’min, müttaki ve derviş olmanın beş esası vardır. Emr-i ilâhîdir. Îman ile İslâm’ın lütfen anlamlarını yerlerinde kullanmayı bilelim.Mânâları karıştırmayalım!..
  Hz. Allâh’ın, İslâm’a ait, Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki bildirisini dinle de, Dîn-i İslâm’ı iyi anla:
  “Bedevîler dediler ki: îman ettik. De ki: Siz îman etmediniz, ama ‘müslüman olduk’ deyin. Îman henüz kalblerinize yerleşmedi. Şâyet Allâh’a ve Peygamberine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksilmez. Muhakkak ki, Allah çok esirgeyen, çok bağışlayandır.” (Hucurât Sûresi, 14)
  İlâhî damlaları tekrar yazarken, 1970’lerdeki ihvanımız, Konya’da ilk nakibimiz merhum Nurettin Tarifçi mânevî evladımızın evladı, mânâ evlâdımız Arif Tarifçi’den kargo ile gönderilen, merhum babasınınmânâlarını ve kendisine ait notlarını da aldım. Hepsinden istifade edilir. Kitabın hacmi müsait olmadığı için dosyaya koydum.
  “25.05.1991, Ankara’da Efendiyi ziyaretimde, Efendi orada bulunan bir arkadaşa mânâsını tekrar etmesini söyledi:
  Peygamber Efendimiz’in dergâhıma olan müjde ve taltif-i ilâhî ile beşeri zaafımız olan benliğimizden kurtulup, hikmet damlasının ummana karıştığının müjdesini Hz. Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’i abd-i âcizin şahsıma ve dergâhıma olan taltif-i ilâhî ve rahmet-i ilâhîyeden başka düşüncenin inancımda yeri olmadığına sen de şahit olasın ve istifade edesin inşallah.
  

(Abd-i âciz.)

  O kardeşim şöyle anlatıyordu:
  “-Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz’i rüyamda gördüm. Ruhları derecelerine göre ayırıyordu. Sıra bana gelince: ‘Galip Efendinin dervişiyim diye kendimi tanıttım. Hz. Resûlullah (s.a.v.) bana:
  “-Galip Efendi benim ashabımdır, onu çok severim. Onun ashabı da benim ashabımdır. Sen şöyle dur,” dedi.
  Bu abd-i âcizin âczine inandığın gibi, lütfedilen taltif-i ilâhîlere de inan. Samîmiyetle inanır isen kazanırsın, kaybın olmaz. İnkârındaki kazancını gösterebilir misin?!..
 

Gönül Şifasının Merhemleri

  “Hikmet mü’minin kayıp malıdır; nerede bulursa alsın” hitabı sanki benim için lütfedilmişti. Yarım asra yakın not defterime benim için ihsan edilmişcesine nerede buldum, nerede gördümse gönlüme hitab eden hikmet damlalarını not aldım ve bu damlalardan feyz aldım. Rabbıma daha çok fizik ötesi yakınlık duydum. Mânevî taltif-i ilâhîye az da olsa nâil oldum. Deryâdan bir katra dahi olsa, o hâl beni eşi benzeri olmayan Rabbıma hayran bıraktı...
  Bu nîmet-i ilâhîyeyi bizlere getiren Allah elçisine de hayran oluyordum. Tarîk-ı müstakîmi, mekârim-i ahlâkı yaşamanın zevkinin başlangıcını iç ve dış âlemimde zuhurunu hissediyordum. Kulaktan dolma, yüzeysel dini bilgiler ister istemez beni düşüncemde ve icraatımda olsun, bu fakiri terk eder iken, yerlerini fiziküstü, metafiziğe bırakıyorlardı. Şimdi bu rahmet-i ilâhîyenin mânâ zuhurunun yıpıltıları olduğunu daha iyi anlıyorum. Bulduklarım ilâhî aşkın müstakîm olan sıratında sadece bir damla idi. İşte bu damlaları kitapçık hâline getirip, cümle Allâh’ın varlığına inanan kullarına ve her ne sebepten olur ise bilinmez, inancı yeterli olmayan hemcinsimin istifâdesine sunmak istiyorum. Yakın mânâ taşıyanları yan yana getirmedim. Defterime nasıl yazdım ise aynı sıradan yazdım.
  Hz. Allâh’ın rahmetine vesile kıldığı Peygamberimiz Efendimiz’le ihsan edilen, yaşadığı asra uyumlu kulları için lütfedilen şerîata sahibiz, elhamdülillah. Allâh’ın bahşettiği bu rahmeti de yeteri kadar anlayamadık. Peygamberimiz Efendimiz’in bizlere örnek, Kur’ân’ı Kerim’in mânâsının, yaşantısında da zamana göre tefsiri Kur’ân olduğunu bilemedik, bilemezdik. Çünkü gelmiş ve geçmiş insanlar ekseriyetle Allah elçilerini ilâhlaştırdılar. Hâlâ öyle değil mi?.
  Gene cahiliyet devrinin nefsânî kurallarına yaşantımızı uydurmaya çalışırcasına, tahkika erememiş, taklitle yetinmiş, akılcı dini benimsemiş kitleler zamanımızda ekseriyeti oluşturmuyor mu? Asırlardır hakîkate yönelme çabalarımız,mânâya dönük, iç açıcı olamadığı ve gerçeği yansıtmadığından mânâ pazarında ne tezgâhı kaldı ne de müşterisi... Bu hâlimizin müsebbibi olarak, zamana uygun olmayan, içtihatsız kalan şerîatı suçluyoruz da, 1200 küsur senedir içtihat yapamayan sözde bilge kişileri suçlamıyoruz. Allâh’ın bizlere elçileriyle bahşettiği hayat nizâmı olan, her devir içtihata tâbi şerîatı anlayamadığımızdan olsa gerek, dini suçluyoruz. Güzellikleri bilemediğimiz için, gafletimizden, habersizce gene dini suçluyoruz.
  Hakîkati bulmak için gerçeği yaşamak lâzım. Gerçeği yaşamak içinse evvela Hazret-i Allâh’a, ve Resûlü’ne, vârislerine, cümle kullarına samîmi olmamız lâzım. İşte bizlere, bilgisizce, bilemeden, yanlış tutum, çarpık icraatlarının, kullarına ihsan edilen gerçeklerden haliyle uzaklaşmış gördüğüm kadarı ile vârisü’n Nebî, nedim-i ilâhî ağırlığını ve mesûliyetini müdrik olan bu abd-i âciz, gerek mesûliyet duygusundan, gerekse vazife ve vazifenin hazzı, ilâhî aşkın zevki ile bilâ-istisna, ekseri toplumlarda bariz görülen ve asra göre içtihatsız bırakılmış, her an içtihata lüzumlu Kur’ân âyetleri ve şu âlemdeki zuhuru görülebilen âyetlerin 1200 senedir üzerinde, zamana uygun içtihat yapılmadığından, îman ehlinin ilerleyen ve her an hızla değişen bu âlemde ehl-i îman ve ehl-i İslâmı şaşkına döndüren, hakîkat mahrumiyetinin acısını dindirecek yedi ilaç reçetesini âczimle yazmaya çalışacağım. Bu reçeteyi kullanırsan hastalığının geçeceğine inan. Abd-i âciz, aynı hastalığı Rabbımın lütfu ihsanı ile geçirdim. Aynı reçeteyi samîmiyetle uygular isen marazın geçeceğinden şüphen olmasın. Bu fakir inandım. Hayatım boyu uyguladım. Taltif-i ilâhî ile Rabbıma olan hislerim ve aşkım, hamdim, şükrüm, yerinde icra edildiği taltifine mazhar oldum. Kulluğumun âczini daha iyi anladım ve kuvvetin, kudretin yalnız ve yalnız Hz. Allâh’a mahsus olduğunun şahidi oldum. Siz de bu gerçeklere acabasız inanın. Zarar etmezsiniz.
  “Nasreddin Hoca damdan düştü. Etrafına toplananlar:
  “-Ne oldun, neyin var?” diye sorduklarında, Hoca rahmetullahi aleyh, cemaate sordu:
  “-Siz hiç damdan düştünüz mü?” Cemaat:
  “-Hayır,” dediler.
  “-O zaman damdan düşen gelsin de ona anlatayım. Siz anlayamazsınız,” buyurdular.”
  Nur-ı aynim, kardeşim! Senin hâlâ düşmeye devam ettiğin damdan ben de düştüm. İtimat et bu abd-i âcize. Zarar etmezsin. Bugün çekilen mânâ yoksunu hastalığının reçetesini yazmaya çalışacağım. Cüz’î irâdeni kullan. Merhemlere dikkat et. Varlık Hz. Allâh’a mahsustur. Naçiz şahsına maletme gafletine düşmeyesin!..
 

İKİNCİ BÖLÜM

MAHRUMİYETLERİN İLAÇLARI

Mahrumiyetin Birinci İlacı: Hikmetullah Ve Marifetullah

  Bu abd-i âciz “Allâh’ın rızkından yeyiniz” hitâbını mideye giden rızık sanırdım. Lütf-u ilâhî tecellisi ile gördüm ki, mânevî rızık hikmetullah ve mârifetullah imiş. Hazret-i Allah Sûre-i Yusuf’ta buyururlar ki:
  “Biz Yusuf’a rüyânın tâbirini öğrettik. Ona hikmet verdik. Biz dilediğimize hikmet veririz. Hikmet verdiklerimize de çok çok rahmetimizi ihsan ederiz.”
  “Hikmet mü’minin kayıp malıdır; nerede bulursa alsın.” Dikkat edersen “mü’minin” diyor Cenâb-ı Peygamber Efendimiz; “müslimin” demiyor. Müslim “lâ ilâhe illallah” diyendir!.. Mü’min o telaffuzun mânâsını bilerek yaşayandır. “Habîbim, o bedevîlere söyle: ‘Îman ettik’ demesinler, ‘İslâm’a girdik’ desinler.” İşte bu mânâdan çok kişileri soyutladık. Bedevîliğe kaydırdık. Hazret-i Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in çok yerinde “Evliyâ” diye açık bildirdiği hâlde, Türkçe’de her mevzuda kullanılan, “evliyâ”nın mânâsını yansıtmayan “dost” kelâmını kullandık. Kur’ân’ın mânâsında yaptığı tahribâtın şimdi acısını çekiyor ve yaşamak demek câiz ise yaşıyoruz. Bu zarardan kurtulmak şöyle dursun, kurtulmak da istemiyor gibi bir tutumu benimsedik. Mü’min zatları ve evliyâullâhı yeryüzünde değil, ticârî kitaplarda arıyoruz. Bilemiyoruz ki, Hazret-i Allah dünyayı adâleti icâbı bu rahmetinden hiçbir zaman mahrum etmedi. Etmeyecektir de. Cümle kullarında mü’min sıfatının tecelli etmesi için ilm-i tevhid, amel-i tevhid bizlere de yaşamak ihsan etsin, âmîn.
  Evvelce yazmış olduğum Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik,” “Tasavvuf ve Zikrullah” ve”Metafizik” adlı eserlerimde, bildiğim kadarı ile mârifetullahtan ve hikmetullahtan neden ve nasıl mahrum edildik veya olduk; dünyada yaşayan Allâh’ın kulları ümmet olarak, millet olarak Ehl-i Kitâb dahi neden bize düşman oldular; Allâh’ımız bir, dinimiz İslâm, peygamber efendilerimiz, Allah elçileri kardeştirler, bu düşmanlık, bu ayrılığın anlamı ne. Cehlimizle bu ayrılığın tarih boyu zararını çektiğimiz yetmesin mi, bu gerçeği anlama zamanı gelmedi mi? gibi konuları işledim. Tüm insanların birini birinden soyutlayan nedenleri az çok müdrikim bu kitapcıkta da yazmaya çalışacağım. Rabbım muvaffak kılsın, âmîn.
  Âhir zaman Nebîsi, Allah elçilerinin sonu, Nur-ı Muhammedî’nin zuhur vesilesi, nebîler zincirinin son halakasında rahmet tecellisi bâriz görüldüğü hâlde, biz âciz kullarını rahmet ve merhametinin tecelli eylediği kemâlâtlı kullarına habîbi Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz vâsıtası ile lütfedilen şerîat-ı garrâya mâlik olduğumuz hâlde, dünya ve âhiret ihyâ olma rahmetinin fırsatı verilmişken, diğer ümmetlerin de îman zâfiyetinden dolayı düştükleri hata ve günâhlara ümmet olarak bizler de usul ve adetmiş gibi nasıl düştük? Maddede zuhur eden mânâ gerçeklerinden nasıl uzaklaştık? Niçin geçmişte yaşanan hatalardan ibret alamadık? Geçmiş ümmetlerin cümlesini küfürde göstermekle müteselli olduğumuzu zannettik. Allâh’a îman etmiş, peygamberinin getirdiği emr-i ilâhîye, şerîata tâbi olmuş, dîn-i İslâm’la şeref-yâb olmuş, Allâh’ın îmanlı kullarına, bilmeden haksızlık ettik. Allah kelâmı Hazret-i Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin mânâsını da bu çarpık düşüncemize göre ayarladık. Hazret-i Allâh’ın hiçbir kulunu ve elçilerinin ümmetlerini ayırmadan, rahmeti ile ihyâ ettiğini anlayamadık. Gazab-ı ilâhîyi celp ettik. Lütuf ve ihsan olan her türlü güzelliklerden nasibimizi yeteri kadar alamadığımız gibi, geri kaldık! Gördüğüm, bildiğim, yaşadığım, îman ettiğim, Hazret-i Kur’ân’da, yer ve gökdeki âyetlerde bâriz mânâsı görülen gerçekleri de umursamadık Rabbımın abd-i âcize lütfettiği kadarı ile anlatacağım, inşallah.
  Sene 2001. Bu abd-i âciz 46 senedir Allâh’ın verdiği mânevî vazifeyi, Nebî vârisi, nedîm-i ilâhî olarak vazife ve mesûliyetini taşıyorum. Allâh’ın bariz yasakları dışında cümle güzellikler dîn-i İslâm’ındır. “İslâm’dan başka din yoktur” hitâbını iyi anladım. Peygamberimiz Efendimiz’in getirdiği mekârim-i ahlâkı yaşamak, yaşadığım kadar anlatmak vazifemdir, düsturumdur, rehberimdir, gâyemdir, şerîat-ı Muhammedî’dir ve güvencemdir. Küllî rahmet-i ilâhîdir. Cümle peygamber efendilerimizin tebliğ eylediği İslâmiyet’tir. İslâm ise semâvî tek dindir. Başka din yoktur. “Size din olarak İslâm’ı seçtim, size dîninizi tamamladım” hitâbı bir cemiyete, bir ferde mahsus özellik taşımaz; umumîdir. Bunu da yanlış anladık ve yanlış anlattık. “İslâm bize özel verildi” zannettik. Hâlâ aynı enâniyeti taşıyoruz. O hakka dâir menkıbeler uydurduk. Hâlâ mânâdan uzak zevkle tâbir caiz ise yaşıyoruz. Mevlâ’mız affetsin. Hz. Allâh’ın kullarının âczi malûmu, merhamet-i ilâhîye müsâmahalı, rahmeti sonsuz. Samîmi kullarında samîmiyetine binâen her an tecellisini görebiliyor isen kulluğunun, zevkini alırsın. Ama o zevkini başkalarının felâketi ve mânevî enkazı üzerine kuruyormuş gibi tutumundan dolayı Hazret-i Allâh’a yakınlık duymanın adâlet dışı olduğunu iyi bilesin. Hakîkat dışına çıkışımızın işte birinci nedeni budur!...
 

Mahrumiyetin İkinci İlacı:
Semâvî Tek Din İslâm’dır. Başka Bir Din Olmadığı Hâlde, Niçin Peygamber Efendilerimizi Ayrı Ayrı Dinde Göstermeye Çalıştık?

  “Peygamber efendilerimizle gönderilen şerîatlar yenisi geldi mi, eskisi peygamber efendilerimizle birlikte iptal olur” dediler. Demeyenlere de isrâren dedirdiler. Muhammed ümmeti olarak bilmeden, 1200 senelik içtihatsızlığın nâhoş meyvesinin zuhuru o küfrü bizler de benimsedik. Bu tür yaşamayı îman ve ihlas zannettik. Hakîkat dışı “sen, ben” dâvâsından kurtulamadık. Emr-i ilâhîleri kalıplaştırdık. Enâniyet pazarına sergiledik. Gerçek ve hakîkat ehli ile tarih boyu uyum sağlayamadık. Beş duyunun esiri, materyalistlerle hâlâ bu üzücü gerçek devam eder. İster istemez, mânâsız yaşantıları öyle benimsedik ki… Heyhat, küll olarak gerçeği bulup kurtulmak da istemiyoruz! Sene 2001. Dîn-i İslâm’ın az da olsa gerçekleri dünyada zuhur etmeye başladı. Hazret-i Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu, Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa (s.t.a.v) Efendimiz’in hak peygamber olduğunu, dünyada yaşayan ekseri insanlar tasdik eder oldu. Devam eder inşallah. Hazret-i Allah açık ve sarih, Hazret-i Kur ân da “Allah elçilerinin, evvel gelen elçileri tasdik, sonra gelecekleri müjdeleyici olarak gönderildiğini beyanla, ‘elçilerim arasında ayrılık yapmayın” diye bildirdiği hâlde, hâlâ aksini düşünerek yanlış hükümler verebiliyoruz.
  Yukarıda arz ettiğim rahmet ışığı belirmeye başladı. Bu rahmetin devamı Hz. Allâh’a tazarru ve niyazımdır. Dini cehlinden ancak katı kurallarda görmekle tatmin olup, sonsuz rahmet-i ilâhîyeden habersiz yaşayanların, işlerine gelmese de Rabbıma abd-i âciz yakarışımdır...
 

Mahrumiyetin Üçüncü İlacı:
Düşülen Enâniyet Ve Varlık. “Muhammedün Resûlullah” Demeyenlere Niçin, Gayr-i Müslim, Kâfir, Gâvur Dedik?

  Allâhın emrine, Resûlü’nün tebliğ ettiği şerîatına bilmeden muhâlefet ettik. Bizim yaşantımıza benzemeyenlere ibadet ve taatları bizim yaptığımıza benzemez ise “gayr-i müslimdir, kâfirdir, gâvurdur” dedik. Allâh’ın rahmetini kalıplaştırdık. İmam mutasavvıf Kuşeyrî’nin izah ettiği gibi Hazret-i Muhammed (s.t.a.v.) âlemlere rahmet olarak gönderildi. Elbette doğru. Ama sen bu rahmeti gazab-ı ilâhîye dönüştürmeye çalışıyorsun. Yapma! İslâmiyet bu değil.
  “Muhammedün resûlullah demeyen cehenneme gidecek” fetvâsında ısrarın, hakîkat dışı düşünce ve telkînin ile âhir zaman Peygamberi’ni âlemlere rahmet olarak değil de rahmetin alternatifi imiş gibi göstermeye çalışıyorsun. Sayısız, milyarları insafsız ve merhametsizce cehenneme at, bunun ismine de “İslâm” de. Suçları ne imiş bu günâhkârların: “Muhammedün resûlullah” dememişler.
  Îmanın şartındandır: Allâh’ın cümle elçilerini ve semâvî kitapları kabul etmedikçe îman etmiş sayılmaz ama bizim hakaretimiz bu mânâyı yansıtmıyor!

***

  Hani, Subaşı maiyyetine emreder:
  “-Suçlu olan Bektâşîye, vurun kıçına 200 değnek” diye. Bu hâlin vehâmetini bilen Bektâşî, Subaşı’na çıkışır da, der ki:
  “-Sen ya sayı bilmiyorsun yahut da kıçın yok!”
  Bu nükteyi iyi anla.

***

  Kur’ân’ın, İmâm-ı A’zam Hazretleri’nin içtihatına göre birinci, İmam Şâfiî Hazretleri’ne göre ikinci âyetidir: “el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Âlemlerin Rabbı Allâh’a hamdolsun). Hazret-i Allah: “Yalnız dünyanın veya bir kavmin değil, âlemlerin terbiyecisi benim” diyor. “Men araf” sırrını iyi anlayasın. Nefsini bilen Allâh’ı bilir”demektir. Gafil olma.
  Başkalarının mahvından zevk alanların rahmet-i ilâhîden nasipli olmaları düşünülebilir mi? Îmanın şartı olan Âmentü’yü lisânen ve kalben ikrar etmek, teferruâtını bilmediğin hâlde senin zâtını mü’min ediyor da, bu hakkı başka ümmet ve cemaatlere niçin tanımak istemiyorsun? Hazret-i Allah: “Şu peygamberimi tanımadı” diye zâtını tanıyan kuluna azab etmez. Çünkü Allah elçilerinin vazifesi Allâh’ı tanıtmaktır. Elçilerin elçiliklerini kabul etmek îman şartlarındandır. Hangi Allah elçisine biat ettinse, söz verdinse o elçinin getirdiği emr-i ilâhî ile yükümlüsün. Daha sonra gelen Allah elçisinin getirdiği emr-i ilâhîye bağlanmak fevkalâde ilim ve kemâlâttır. Her yiğidin kârı değildir. Her rahmet, Allâh’ın kulu, yaratanını tanısın, diyedir.
En’âm Sûresi, âyet 157:
  “Yâhut bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk demeyesiniz diye, işte size de Rabbınızdan açık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi. Allâh’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsü ile cezâlandıracağız.”
  Ehl-i îman Allâh’ı bilendir. Ehl-i İslâm ise peygamberinin getirdiği şerîata tâbi olarak Allâh’ı bilendir.
  Din İslâm’dır. Cümle peygamber efendilerimiz İslâm’ı tebliğ etmek için lütfedildiler. Tâbi olanlar da müslümandır. Gayrı düşünce Kur’ân’ın anlamına da ters düşer, îman değildir. Allâh’ın irâdesine bağlanmak İslâmiyet’tir. İrâde, dilemesidir. Bu âlem Allahu Teâlâ Hazretleri’nin ilim ve irâdesinin zuhuru olup, “lev-lâke levlâk, le-mâ-halaktü’l-eflâk” (Sen olmasa idin, eflâki yaratmazdım) hitâbı cümle peygamber efendilerimizi kapsar. Nur-ı Muhammedî’dir. Bir zamana mahsus olmayıp, bu nur-ı ilâhî kıyamete kadar devam edecektir. Hiç şüphen olmasın. Allâh’ın rahmeti yalnız bir şahsa, bir zamana, bir ümmete mahsus değildir. Kelâm-ı Kadimi anlayarak oku ve iyi tefekkür et, anlamaya çalış. İşine gelmeyen hükümleri ‘tefsir ediyorum’ diye, aynı mânâyı yansıtmayan kelâmlarla değiştirdiğin zaman günâha girdiğin gibi, zatına itimat edenleri “Sırat-ı Müstakim” den uzaklaştırıp “Gayri’l-Mağdubi”ye doğru tarikini gösterdiğini bilesin. Ölçü ve hüküm Allâh’a mahsustur. Beşerin ölçüsü ile “Allâh’tan başka ilâh yoktur” diyene müslüman denir. Hz. Allâh’ın varlığını hangi lehçe ve lisânla söyler ise söylesin o kişi Allâh’ın bildirisine göre müslümandır. Meziyetlerini anlatmaya çalıştığım bu benî âdemi İslâm dışı görmek hakkımız ve haddimiz değildir. Gayri hüküm Allâh’a mahsustur.
  “Habîbim, sen onları yüzlerinden tanırsın, konuşmalarından daha iyi tanıyacaksın” hitâbını düstur edin. Peygamber efendilerimizin de ilim ve yetkisi sınırlıdır. “Abdühu ve resûlüh.” Cemîsi Allâh’ın kuludur. İlahlaştırma. Allah cümlesini şefî kılsın. İzlerinden ayırmasın. Amîn.

Mahrumiyetin Dördüncü İlacı:
“La İlahe İllallah” Diyen Kul Beşer Ölçüsüne Göre Müslümandır. Kardeşimizdir. Kanı Ve Katli Haramdır. Artı Ölçü Allâh’a Mahsustur.

  Ancak icraatını gördün de kelime-i tevhîde aykırı ise uyarırsın, kardeşini. O kadar. Kesin karar Hazret-i Allâh’a mahsustur. Peygamber efendilerimizin de ilim ve görgüsü Allâh’ın ilmî ile mukâyese kabul etmez. Gayrı düşünce noksanlıktır, hatadır. “Abd, Rab olmaz; Rabbımız, abd olmaz (kul, Allah olmaz; Allah, kul olmaz).” Beşerin görgüsü ve bilgisi hudutludur. İlerisi Hazret-i Allâh’a mahsustur ve zatına mâlumdur” diye tebliğ edilmedi mi? “Son sözü kelime-i tevhid olan kişi cennete dâhil oldu” buyurmadı mı, Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.)?
  Ebu Zer (r.a.) sordular:
  “-Yâ Resûlullah, zinâ etsede mi? Hırsızlık etse de mi?” (Senin ölçüne, katı düşüncene uymasa da dinle): Peygamberimiz Efendimiz hiddetle buyurdular ki:
  “-Ebu Zerr’in burnu yere sürtünse de, o kişi cennetliktir.”
  Âdem korku, heyacan ve telâşı anında “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” diyebiliyorsa îman yüklüdür. Şüphen olmasın.
  Bir sanatkâr çok kişi onu seyrederken sanatını gene aynı titizlikle, şaşırmadan devam ettirebiliyorsa gerçek sanatkârdır ve sanatının ustasıdır. Şoförde meleke olmadı ise “her an kaza yapabilirim” heyecânı onu rahatsız eder. Arabayı kullandıkça zamanla kabiliyeti nispetinde meleke hâsıl olur. Meleke şuur altı azaların beyinin emrine tâbi olmadan vazifesini yapmasıdır. İşte dervişin lisânı ve kalbi ile muhâfaza altında yaratanını zikretmesi, zikr-i dâimîye lisânen ve hâlen nâil olması o bahtiyar insana sadâkatinin mahsulü, Rabbının yed-i kudretinden lütfedilen meleke ve diplomasıdır. Ama bu hâli zâhirî ilimle, akılcı dinle ne ölçebilirsin, ne de hakîkat zevkine erersin. Netice, gerçekleri inkârdan öte yol yok, zannedersin. Ama samîmiyetle istemeyi bilirsen reddedilmez, yol ehl-i olursun. Dünyayı terk etmeden son anlarında şuur altı edindiğin bilgilere muhtaç olduğunu unutma. Samîmiyetle emr-i ilâhîye uyumlu geçirdiğin dünya hayatındaki edindiğin îmanın, cesedin ve aklın gücü olmadan Kur’ân-ı Azîmüşşân’a uygun, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tebliğine uygun olan herhangi sebeplerle malûm kişilerde zuhuru görülen ilim irfanîyettir, metafizik tecelliyat olup hikmetullahdır. Bu hâl tasavvuftur, sırat-ı müstakîmdir. “Biz dilediğimize hikmet veririz” hitabını iyi anla da kıskançlık yapma.
  Bilesin ki, o yaptığın kıskançlık yol sahtekârlarının işine yarıyor. Mânevîyata ilgisizliğin onların ekmeğine yağ sürüyor. Yetti mi? Hayır… Hoşgörülü, müsamahalı, rahmet hazinesi, aff u mağfiret deryasını yalnız ve yalnız gazab-ı ilâhîden gösterdiğin yol cehennemden gayrıyı göstermediğinden, bu tarikin müşterisi olmadığı gibi, olsa da olanlar geleceğinden ümitsiz, katı ve hırçın oluyorlar..
  Sene 2001, az da olsa dünyada İslâmiyet’e büyük devletlerde de yaklaşım görülmeye başladı. Nedenini çözemedim, mânâsını da anlamakta kuşkuluyum; İslâm’ın anayasası mahiyetinde olan kardeşlik, insan haklarına riayet, inançlara saygı, yaratılanı hoşgör Yaratandan ötürü” prensibine uyumlu olabilmek… bu güzellikler İslâmiyet’te mevcut iken Şerîat-ı Muhammediyye’yi içtihatsız bıraktık. Dini tedrisatlarımızı da 1200 küsur senelik içtihatla götürmeye çalıştık. İster istemez nakli akla dönüştürdük. Zaman geçtikçe çağa uyum sağlayamayan, içtihatsız bırakılan, her yönüyle mütekâmil yaşayan kullarına bahşedilen Şerîat-ı Muhammediyye’yi beş duygudan gayrıya iltifat ettirmeyip, fizikle yetinip, metafiziği kabul edemediğimizden ne hâle düştük?!… Genel güzellikleri, şöyle ki; Cumhuriyet, Demokrasi, İnsan hakları ve lâikliği mânâ itibarı ile İslâmiyet’e uygun görerek ithâl ettiğimiz gibi, Allâhu âlem daha çok güzellikleri de ithâl ediyoruz gibi geliyor, bu abd-i âcize. “Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın” uyarısına da itirazımız olmasın. Bir atasözü vardır: “Ölü rahmet bulsun da, nasıl bulur ise bulsun.” Mahrumiyet ve çağa uyum sağlayamamak emr-i ilâhî değildir.
 

Mahrumiyetin Beşinci İlacı: Nakille Gelen Emr-i İlâhîleri Akılcı Dine Dönüştürdük. Elbette İçinden Çıkamadık. İki Cami Arasında Kalmış Bi-Namaza Benzedik

  Hani, Nasrettin Hoca ördeklerin yüzdüğü dereye ekmeğini batırır da, yermiş.
  “-Ne yapıyorsun?” diye sorduklarında:
  “-Ördek çorbası içiyorum” demiş. Mucit edâsı ile:
  “-Bunu ben îcad ettim, ama ben de beğenmedim” demiş!
  Akıldan öteye yol bulamayan hocam: Sen ördek çorbasını beğeniyor musun? İctihatsız Dîn-i İslâm’ı ne hâle getirdiniz? Cezâî müeyyideleri artırmak çözüm değil! Neticeyi gördük: dini çıkarına alet eden istismarcılar, din bezirgânları, babadan evlâda intikal eden mürşitler, beşik kertmesi şeyhler Huda-yı nâbit türeyip, suret-i Hak’tan göründüler. Hz. Allâh’ın irşâda vazifeli kılmadığı tasavvufî bilgiye de sahip olmayan, çıkarcı nâ-ehlin kucağına gerçeği bilemediğinizden, o îmanlı, masum insanları din bezirgânlarının kucaklarına biz itekledik. Mâsum insanların vebâlini taşıyorsunuz, unutmayın
  Sonsuz rahmet-i ilâhîyeden ümitle yaşayan masum insanların yol sahte de olsa sadakatleri nisbette mahrum olmayacaklarını müjde veren âyetler az değil.
  Sahte mürşitlik yapanlar için ise Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Mürşit olmadığı hâlde mürşitlik iddia eden ümmetimin en şerlileridir.” Şeyh olmayan, sahtekârın tayin ettiği kaza-zedeyi safiyetinden dolayı Allah affetsin, şer’î şerîfe zarar vermedi ise…
  Güçlü ve aklı eren idârecilerimizden ricâm odur ki: Tasavvufun kolları olan tarikatları ilginiz ve denetiminiz altında tutunuz. Yasallaştırmadan buna muvaffak olamazsınız! Daha fecî âkibetler doğmadan, lütfen, yasallaştırın ki, sahtekârları, çıkarcıları başka türlü hayat sahnesinden uzaklaştırmak mümkün değil. Lütfen, beni yanlış anlamayın. Lüzumlu yerlerde mevcut hayat dosyamın yabancısı değilsiniz. Vatanıma, milletime, devletime, hükümetime, cumhuriyetime, demokrasiye, insan haklarına yardımcı olmak istiyorum. Fikrim, gâyem bu! Bütün mukaddesâtım üzerine yemin ederim. Maksadım sizleri eleştirmek değil. Beraberce düşünelim. Bu mevzuda yetmiş küsur sene ne yapabildik, neyi değiştirebildik? Ben söyleyeyim: Çıkarcıların, din istismarcılarının işlerini daha da kolaylaştırdık. Bir beldede bir tâne mürşit bulmak müşkül iken, beldelerimizi beşik kertmesi, babadan evlâda ve yeğenlere mîras misâli devredilen şeyhlerle doldurduk. Evet, kabile şeyhlerini kasdetmiyorum. Arablar kabileyi idare edenlere şeyh derler. Yaşlı erkeklere de hürmeten şeyh derler. Tarikat şeyhi ile karıştırma... Tekrar ediyorum: Tarik şeyhini Hz. Allah lüzumuna binâen vazifeli kılar. Bu abd-i âciz vârisü’n Nebî, nedim-i ilâhî olarak vazifeliyim. Rabbım varlıktan korusun. Maddî ve mânevî vazifemde başarılı kılsın. Âmin ve selâmün alel-mürselin.
  “Bu Atatürk ilkesidir, tâviz veremeyiz” demeniz, Atatürk’ün yapmak istediğini bilememekten kaynaklanıyor. Meşâyihten Nurullah Efendi’ye ne demişti Atatürk:
  “-Efendi Hazretleri’! Tekke, türbe ve zâviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi, bilmiyorum. Ama şâyet ömrüm olursa günü gelince bunları yine ben açacağım.”
  Sayın Başbakanımız Bülent Ecevit Beyefendinin 26 Şubat 2001 tarihli Radikal gazetesinde: “Tüm tarikatler lâikliğe aykırı değildir” bildirisi ile merhum Reis-i Cumhur İsmet İnönü de: “Biz tarikatları geçici olarak, on veya onbeş sene kapatmayı düşünmüştük. Ortam müsaitse açabiliriz” demişti.
  Atatürk’ün maksadı iyi anlaşılsın. Açık ve serbest bıraktığı türbeler bizlere bir şeyler anlatmıyor mu?! Lütfen, iyi düşünelim de bu örnek milleti nâ-ehlin şerrinden kurtaralım.
  Teferruâtına girmek istemiyorum. Şu kadarını bilmemiz lâzım; tasavvufsuz, tarîkatsız, şerîatsiz, mârifetsiz, din yaşanmaz. Bunların birleşimleri hakîkattir. Hakîkatin zâhire yansıması şerîattır. Şerîatın kolları mezheplerdir. Tasavvufun kolları ise tariklerdir. Bu gerçekler inkâr edildiği zaman din akla dönüşür. Gerçek mecrasından çıktığı gibi, akıl ilâhlaşır. İbadet ve taatlar lüzümsuzmuş gibi, her an akla uymayan yönleri tahrif edilir. Allah elçilerine ve elçi vârislerine dahi lüzum görülmediği gibi… Gerisini söylemeyeyim. Aklı ilâhlaştırdık ya, gerisini sen anlat!.. Anlatmana da gerek yok. Bugün Dîn-i İslâm’ın yaşantısında îmanı doyuran, itminan-ı kalpten bahsedebilir misin? Edemezsin. Çünkü kaptanın beceriksizliğinden gemi karaya vurdu. Kaptan pişkin… Ne yaptın? diye sorulduğunda, sıkılmadan; ‘deniz tükendi’ demez mi!… Beş duyudan ileriye yolu olmayan materyalistin denizi o kadar!...
  İmamı Malik (r.a.) der ki: Tasavvuf bilmeyen fakih fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen sûfi zındıklığa dûçar olur.
  Dîn-i İslâm beşer îcadı olsa idi, akla mantığa göre bir şeyler yapmak elbet mümkün olurdu. Ama değil. Tasavvufsuz dini yaşantının îmana yapılan en büyük zulüm olduğunu bilmenin zamanı gelmedi mi?..
  Lütfen, 83 yaşında, 46 senedir verilen mânevî vazifeyi seve seve Rabbımın lütfu ihsanı ile lekesiz götürmeye olanca gücü ile gayret eden ihtiyâr bu abd-i âcizin Dîn-i İslâm’ı çağa uygun yaşantısına ve “mânevîyatın tasvibinden lütfedilen” bildirisine itimat et. Zararın olmaz, inan!..
 

Mahrumiyetin Altıncı İlacı: Dîni İslâm; Allâh’ın Yasakladıkları Dışında, Güzelliklere, Güzel Olan Şeylere Karşı Değildir. Bi-Zatihi Din Güzeldir

  Dîn-i İslâm Allâh’ın kullarının dünya ve âhiret kemâlâta erdirip, ihyâ olması için rahmet ve merhamet-i ilâhînin kümeleştiği güzellikler manzumesidir. Allâh’ın yasakları dışında, emr-i ilâhîler nefsin de ölçüsüne uygundur!
   Yasaklanmış emr-i ilâhîler nefsin ölçüsü dışında olup, cezâsının zuhurundan sonra ancak bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar. Bazı günâhlar “kısas kıyamete kalmaz” hükmüne tabidir. Çirkinlikler beşerin nefsinin ürettiğidir. Güzelliklerin zuhuruna Hazret-i Allah Dîn-i İslâm’ı vesile kılmıştır. Emr-i ilâhîler küllî rahmettir!
  Müslüman kardeşim! Çirkinlikleri dinin malı ve parçası gibi gösterenleri tasvip etme, etmediğin gibi, yakınında dahi bulunma. Acı o din kardeşine. Din mahrumiyet değildir. Çağa göre içtihat yapılmayan dinin zaman geçtikçe katılaştığını ve hurafeye kaydığını, daha daha mezhepler ve tariklerin çoğaldığını görürsün. İçlerinde fıkıhla ilgisi olmayan mezhepler vardır ve sırat-ı müstakîm üzre olan tarikler olduğu gibi…
  Bu karışıklıktan istifadeyi bekleyen sahte mürşitlerin de nefsanî çıkarına müsait olan meydanda at oynattığını görürsün. İşte o zümrelerin tarikinde cümle güzellikler yerini çirkinliklere terk eder. Mânâdan yoksun, bilge kişilerin görüşleri ise rahmet-i ilâhîyeyi yansıtmadığı gibi, yerini gazab-ı ilâhîye bırakmış, maddeden öteye yol edinmemiş, emr-i ilâhînin vesile ummanı Allah elçilerine ve vârislerine de itimatsız görüş, ilminden başka ilimlerden sermayesi olmayan şarlatan anlatır… Ama ne anlatır: Gazab-ı ilâhîden başka sermayesi yok. Şu hâlde ne anlatsın? İç âleminede yer etmiş gördüğü yeri, cehennemi anlatır!... “Habîbim, helâl kıldığımız şeyleri nefsine kim haram kıldı? Güzel zînetleri giymekten seni kim menetti?” hitâbını iyi anla. Mânâ sermayesini sadrında, yani iç âleminde bulamıyor, mânâ âlemin kararmış, zulmete dönüşmüş ise; Hz. Allâh’ın lütfu ihsanı mânâ zenginleri yeryüzünden hiç eksik olmadı, olmayacak da inşallah. Vakit geçirmeden, nâ-ehlin sözüne iltifat etmeden, yapış bir dest-i mürşide. Şunu iyi bilesin ki, delilsiz yola gidilmez. Dikkat! Delil de Allâh’ın kuludur. Hz. Allâh’ın varlığı karşısında vesileden başka bir güce sahip olmadığı gibi, beşerdir, âcizdir, ilâh değildir.
  “Elâ inne evliyâallahi la-havfun aleyhim velâhüm yahzenûn” Dikkat et! Evliyâma korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de,” buyruğunu tekrar tekrar oku. Kısmetin var ise, umulur ki, Allah tesirini halk eder. Eder inşallah.
 

Mahrumiyetin Yedinci İlacı: Namaz, Oruç, Hac, Zekât İslâm’ın Şartlarından Değildir. İslâm’ın Şartı Birdir: Allâh’tan Başka İlâh Yoktur.

  Bunlar îmanla yükümlü mü’min kullarına ihyâ olmaları için rahmet hazînesinden bahşettiği, lütuf, ihsan ve emr-i ilâhîdir. İslâmın şartından değildir. “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ, Allah vardır” diyen beşer ölçüsüne göre ki, Peygamberimiz Efendimiz’in de bildirisi bu veçhiledir müslimdir. “Her çocuk dünyaya İslâm fıtratı üzre gelir. Terbiyeye muhtaçtır; terbiyecisi ne ise öyle yapar.” Çocuklar bülüğa erene kadar teklifâta tâbi değildirler. Ama müslümandırlar.
  Kişi Allâh’ı bildiğini lisânen söylüyorsa müslimdir. Dünyasını değiştirdiğinde o kişiye İslâmî pîrensipler uygulanır. Namaz kılmayana, oruç tutamıyor, hacca gidemedi, zekât veremiyor ise, buna rağmen lisânen “Allah vardır” diyen kişiye “müslim değildir” diyemezsin. “Habibîm, o bedevîlere söyle: ‘Îman ettik demesinler, ‘İslâma girdik desinler.” İnkâr ediyor ise küfürdedir. Âyet-i celîleyi tekrar ediyorum: Rahmet-i ilâhîyeyi kısıtlamaya kimsenin hakkı yok. Şunu iyi bilesin ki, Allah kulunu rahmetinden, dünyada cesetli yarattı. Yaratılışın nedeni, ruhlar âlemindeki mütereddit îmanının tahkika dönüşmesi, sonsuz rahmet-i ilâhîyenin güzergâhı kulun kurtuluş vesilesi, memduh olan dünya…
  İltimaslı imtihan yeri olan dünya, benî âdemin yedinde taşıdığı sualli ve cevaplı, ihsan edilmiş, rahmeti ve mağfireti nâ-mütenahi emr-i ilâhînin, kullarının derece almalarına ve kemâlatlı, mü’min, müttaki olmalarına vesile kıldığı, kulunu yükümlü kıldığı; günde 5 vakit namaz kılmak, ramazanda bir ay oruç tutmak, hacca gitmek, nisabda olan kişinin emr-i ilâhîye uygun, zamana göre uyumlu izah edilen zekâtını vermesi, îmanın kemâlat zirvesi olan kelime-i şahadet getirmesi, İslâm’ın şartı olmayıp, icraatı tahkiki îmanının gereğidir…
  İslâm’ın şartı diye ne âyet vardır, ne de sıhhatli hadis. Olamaz da. Çünkü Hz. Allâh’ın buyruğunun aksine fikir beyan eden Allah elçilerini nasıl düşünürsün? Cehlimizden, millet olarak, ümmet olarak bu yanlış tutumumuzla müslüman kardeşlerimize “kâfir” demekle “cihat yapıyoruz” zannettik. Ehl-i Kitâb’tan, Allâh’a îman edenlere de “müslim” diyemedik. Nedenini İslâm’ın şartında aradık. Kendi ölçülerimize göre değerlendirdik. İnanan Ehl-i Kitâb’a da “gayr-i müslim, kâfir, gâvur” dememizin nedeni yanlış aktarılan, İslâm’ın şartı bilgisizliğinden kaynaklanıyor. Allâh’ın işine karıştık. Dîn-i İslâm’ı Allâh’a öğretmeye kalkıştık! Bütün idârecilerimize küfür isnat etmemizin de tek nedeni bu şarttan zuhur ediyor. Tekrar ediyorum Savm, salat, hac, zekât İslâm’ın şartlarından olmayıp, Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin mü’min, ittika sahibi, müttaki, dervişlik sıfatı her hâlinde görülebilen kullarına ikram ettiği, ihsan ettiği rahmet ve emr-i ilâhîdir. Şartın anlamı başkadır; îmanın altı şartının olduğu gibi.
  İtikatta imamımız İmam-ı Maturudi, İmam-ı Hasan el-Eş’ari Hazretleri Kur’ân’ı Azîmüşşân’da îmanın esaslarını altı şart olarak belirtmişlerdir. Altı şartta noksanlık yapanların o noksanlık kadar îmanları noksandır. Îmansız deyemezsin!. Ama Hz. Allâh’a ve Resûlüne gerçek şahit olma niteliğini zayıflatmıştır.
  Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
  “-Kalk ya Bilâl! Ezanı oku da bizleri ferahlat. (Ya Bilal! Şahitliğini seslen, uzak yerlerden de duyulsun.)”
  Çünkü Bilâl-i Habeşi (r.a) müşriklerden gördüğü, beşerin tahammül edemeyeceği işkenceler altında değişmiyor, îman gözü ile gördüğü şahadetini dile getiriyor, sık sık tesbih ediyordu “Allah Ahad” diyordu.
  Satın alınarak Kölelikten azat edilmesine vesile olan emr-i ilâhînin tasarrufunun o zaman yalnız Peygamber Efendimiz’de zuhurunu gören Bilâl-i Habeşi (r.a.) Peygamberimiz Efendimiz’in de hak peygamber olduğuna gerçek şahit oldu...
  Ezan-ı Muhammedî gerçek şahitlerin lisânı ve ifadesidir. Hiçbir lisân mü’minin kalbine aynı hitabın etkisini yapamaz. Sevdiklerinizin başı için, dokunmayın namazını kılan müslümanların ezanına!.. Mânâsını anlamayan îman ehl-i var mı?!..
  Namaz, ilgisi dışında kalan benî âdemi ezan niçin ilgilendiriyor? Hayret!.. Mânâsını anlarsa beş vakit namaz kılacakmış gibi! Bir atasözü vardır “Namazda gözü yok ki, ezanda kulağı olsun” derler. Yanlış mı?

İki âlemde tasarruf ehlidir ruh-ı velî,
Deme, kim, mürdedir, bundan nice dermân ola!.
Ruh-ı şimşîri Huda’dır, ten, gılef olmuş ana,
Dahi âlâ kâr eder, bir tiğ kim üryân ola.

***

  Hazret-i Allah Kur’ân-ı Azîmüşşân’da kullarını uyarıyor: “Siz onlara “ölü” demeyin. Onlar diridir fakat siz bilmezsiniz.” Diri oldukları gibi, dereceleri nisbetinde velâyet makâmına erişmiş velînin iki âlemde de Rabbımızın rahmetine vesile kıldığı tasarrufatları vardır. Yani müsâade edildiği kadar icraata yetkili kılınmıştır. Maddî hayatta iken de ruhî icraatları vardı. Verilen yetki geri alınmaz. Verdiğini geri almak beşerin zaafıdır. Dünyada iken cesedin ve ruhun da icraatı vardı. Ruh vücut kınında olduğundan tasarrufatları avamın müşâhedesinden rahmet-i ilâhî olarak gizli idi. Allâh’ın kılıcı olan ruh-ı velî cesetten çıktı, daha keskin oldu. Onlar cesetli iken rahmet tecellisine vesile idiler. Ruhen de merhametlidirler. Kılıç vurmazlar ama nasipsiz, îman fukarâsı gelir kendisini kılıca vurur. Sebebini bilemezsin ama bilirsin ki; “bazı kısas kıyamete kalmaz” denir. Mutlak adâlet sahibi olan Hz. Allah bazı suçların cezasını hesap gününe bırakmayıp, merhametinden, muvakkat olan dünyada geçiştirir.
  Sakın: “Ölüden ne bekliyorsun? O öldü, murdar oldu, çürüdü, bitti!” demeyesin. Allâh’ın mânevî tertîb ve tanzimini inkâr, Hazret-i Allâh’ı inkâr olmuyor mu? Gerçeği müdrik isen her zuhuratta, her icraatta Hazret-i Allâh’ı ruhen görür, gayrının vesile olduğunu anlarsın.
  Îmanın şartı olan, öldükten sonra dirilmenin nasıl olduğunu biliyorsan, lütfen anlat. Bilemiyorsan, biliyormuş gibi dilin uzamasın. Şu kadarını söyleyeyim; bir kişiyi hayatta iken nasıl edeple ziyaret ediyorsan, kabr-i şerîfini de aynı edeple ziyaret edersin. Kabir ziyaretinde madde ehlinin alacağı çok hisseler olduğu gibi, mânâ ehlinin kazancını ve îman zevkini anlayamazsın. Çünkü senin imtihan yerin dünyadır. Fizikten öteyi idrakinin dışında bıraktın. Mânânın anlamanı yok ettin. İlmin cesetten öteye giden yolunu tıkadın. Ruhi inceliklere yerin kalmadı. Anlayamazsın!..
  Hazret-i Allah Azrâil (aleyhis-selâm)’a can alma vazifesini verince:
  “-Yâ Rabbi, bütün kulların bana lânet ederler” diye sızlandı. Hazret-i Allah buyurdu:
  “-Ben öyle sebepler halk ederim ki, kimse seni suçlamaz.” Azrâil cevâben:
  “-Yâ Rabbi, öyle kulların vardır ki, sebep de görmezler!”
  “-Yâ Azrâil, o kullarım seni değil beni görürler.”
  İşte bu mânâyı idrak edebiliyorsan, yalnız minâreyi değil, âlemi de görebiliyorsan!... Âlemdeki kuşu gör. Yetmez, kuşun ağzındaki tüyü gör. Bu rahmet-i ilâhîler yaratılışın sırrı benî âdem içindir. Sây-i gayretinden sorumlusun amma “maddeden gayrı yoktur” diye, mânâda ehlinin idrak edip yaşamaya çaba gösterdiği rahmet-i ilâhîyeyi inkâra kalkışmayasın. “İnd-i ilâhîden veriliyor ise, yeter de” deme. “Yeter” fikri gaflettir. Hz. Allâh’ın rahmetini kısıtlı görmek bilgisizliktir îman zâfiyetidir!...

***

Mürşid-i kâmil kime ta’lîm eyledi?
Her varaktan okuyup, tefsîr-i Kur’ân eyledi.
Levh-i dilden okuyup, bî-harf ü savt Ümm-i kitâbı,
Hak Teâlâ ilm-i Hıdr’ı ona ihsan eyledi.

***

  Hz. Allâh’ın Peygamberine vâris kıldığı gerçek mürşidi buldunsa, onun dini telkin ve taliminden mahrum olma. Zira mânevî vazifesi anında, alıcısı bulunduğunda onun sözleri zamana göre mânâ-yı Kur’ân’dır, Tevrat’tır, İncil’dir, Zebur’dur, Suhuflardır… Hızır (aleyhis-selâm)’a verilen ilm-i ledün ise Hz. Allâh’ın yed-i kudretindedir. Kevnî hakîkatın dışında, fizik üstü olaydır... Sadakatle isteyen kullar için mahrumiyet düşünmek, kulun gerçek dışı, cehaletindendir. Ledünnî hâl ise hikmettir. “Hikmet ise mü’minin kayıp malıdır, nerde bulur ise alsın.”
  “Her kime Allah tarafından hikmet ihsan olunursa ona pek çok hayır verilmiştir.” (Bakara Sûresi, 269)
  Kâmil doğarmış ehl-i Hak, doğmadan evvel anası.

***

  Kaf u Nun hitabı izhar olmadan;
  Biz bu kâinatın iptidasıyız,
  diyen ehl-i aşk yalan mı söyledi?
  Hz. Allah aşkından yaratmadı mı bütün âlemi? Bu âlemin nüvesi, çekirdeği hazret-i insan olmaya namzet benî âdem değil mi?
  Peygamber Efendilerimiz ve vârisleri olan evliyâullah daha henüz anaları yok iken aşkı ilâhîden yaratılan rahmet vesileleri yaratılmış idi!..

***

  

Demişsin, “görmedi kimse beni, bu âlem içinde!”
Nedir yâ, bunca yüzden seyrân olduğun câna?!..
Mekânlardan münezzehsin, senin zatı şerîfin çün,
Nedir, bu kalb-i virânımda mihmân olduğun câna?

***

  Tesadüfi olmayıp, her zerresinde Yaratanının varlığını haykıran şu mükevvenat, ehline Yaratanını anlatmıyor mu?
  Hele, rahmetiyle ihyâ eylediğin, hasretine tahammülü olmayan ehl-i aşkın hasretinle viran olmuş kalbine mihman olmasa idin; eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan Rabbım! Âşık kulların Zatına nasıl yakınlık duyacaktı? Aşk ateşini nasıl teskin edecekti? Ruhen nasıl ifakat bulacaktı?!..
 

Evliyâ

  Evliyâyı idrak edemeyip, mânâsına ‘dost demekle yetinen mânâ tahribatçısının ehline verdiği ızdırabın etkisini dinle:
 
Mevlam kullarına seçip göndermiş,
Bir uyarıcı, bir candır Evliyâ.
Hazret-i Kur’ân’da beyan eylemiş,
Lütf-u Mevlâ, âlişandır Evliyâ.
 
Nedîm-i ilâhî, vârisü’n Nebî,
Hakk’ın irâdesi, ilmin mektebi,
Rabbım tekmil etmiş onda edebi,
İnsan-ı kâmildir, şandır Evliyâ.
 
Hayâda Hazret-i Osman misâli,
Sadâkette Ebu Bekir’dir hâli,
Adâlette Ömer, takvâda Ali,
Dört kitabın cemi, dindir Evliyâ.
 
Nur-ı Muhammedî tezâhürüdür,
Hâl ilmine vâkıf, mânâ eridir.
Mekârim-i ahlâk ezre yürütür,
Yol arayanlara yöndür Evliyâ.
 
Zamana göredir eğitim tarzı,
İrşâdıyla süsler, bezeyip arzı.
Öğretir sünneti, vâcibi, farzı,
Hak’tan kullara ihsandır Evliyâ.
 
Tertîb-i tanzîm-i ilâhî olup,
Rab terbiyesini ezelde alıp,
Mürşit sıfatıyla âleme gelip,
Âlim sıfatıyla gündür Evliyâ.
 
Rahmet bir zamana mahsus gelmemiş.
Mürşitsiz, mânâsız bir dem olmamış.
Yaradandan ümit kesmek bilmemiş,
Gönüllere tâze kandır Evliyâ.
 
Böyle bir Sultâna verdim sözümü,
GAYRETİ’yim, gönlümü, hem özümü.
Onu sevdim, onda açtım gözümü,
Can arayanlara candır Evliyâ.
 

HAYDAR AKDEMİR (Gayretî)



Tasavvuf tariki, nefsi ayıklayıp temizlemek
ve Ruhu pak ederek Lahut âlemine
yükselmek yoludur.


H. Galip Hasan Kuşçuoğlu



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HİKMET DAMLALARI

  Bâzı yeterli bilgiye sahip olmayan kimseler zannederler ki, inkâr ilmin zarurî bir parçasıdır. Ayrıca ‘en çok ben biliyorum’ zannı ile gerçekleri idrak edemeyenler, umumiyetle inkâra sapan kimselerdir. Bunların ‘Kur’ân’dan başka zuhurat tanımam’ diyen güya mânevîyatlarının her ne sebepten hakîkat dışı olduğunu Allah bilir. Bu kazazedelerin bu hâlleri nedendir, bilinmez, ama mânâya hıncından, yaptığı tahribatı cahil kişi yapamaz!. Hz. Allah muhib ehl-i zikri, ehl-i aşkı şerlerinden korusun.
  Mânâya değer vermediğimiz zaman bu miras yedileri her yerde görmek mümkün. Bunlar güçlerini çenelerinden alırlar. Sermayeleri ilm-i kelâmdır. İlm-i kelâm mânâ ile takviye olmadı ise küfürden kurtulamaz.
  Îman ehlini hiçbir hâdise beşerî ilerlemeden alıkoyamaz. Her gelişme Allâh’ın yarattıklarında çağa uygun halk ettiği düzeni ortaya koyar.

***

  “Sahih ilmin maddeci olması mümkün değildir. İlim bilakis bunun hilâfına Allâh’ı bilmeye yöneltir. Kâinâtın tahlîline mahâret ve basîrete ulaştırır.” (Pasteur)

***

  “Bâzı sathî felsefeler insanı inkâra yaklaştırır. Fakat felsefede derinleştikçe insan dîne yönelir.” (Filozof Bacon)

***

  “İnsanların en şerlisi mürşit olmadığı hâlde mürşitlik taslayanlardır.” (Hadîs-i Şerîf)

***

  Biz, İslâmiyet, derken, İslâm’ın Kitâb’ını, Nebî’sini ve bunlardan ayrılmayan ârifleri kasdediyoruz. Allah şer ile emretmez. Allâh’ın elçileri şer ile emretmez. Arifler şer ile emretmez. Onun için bunlara itaat kayıtsız ve şartsızdır!..
  Hakîkatın zâhire yansıdığı şerîatın âdâbına riayet etmeyen kimseyi Cenâb-ı Hak kat’iyyen esrârına mahrem etmez. Esrâr-ı aşkı ehl-i zâhire söyleme. İşin kışrında kalana bu zevkten ısraren bahsetme. Lokma onun yutacağı cesâmette değil, boğarsın.

***

  Cevizin kışrı: Cevizin yenecek yerine kıynak denir. Kıynağa sarılmış kabuk var ki ona da kıynağın kışrı denir. Ceviz yaş iken kışır rahatlıkla soyulur. Zira kışır acıdır. Kurudukça acılığı hissedilmez olur ve ikisi birden yenebilir. Mutasavvıfîn cevizi tasavvufa benzetmişler. Şöyle ki: Dışının yeşil kabuğu ile cemisini, hakîkata uymayan şerîata; içinin sert kabuğunu tarikata; kıynağını marifete; esas olan kışrı alınmış içini hakîkate benzetmişler. Cevizin kışrı kurumadan kıynağı kışırdan kurtar. Kuruyunca çıkarmak mümkün değildir. Çünkü kurumak küfr-ü inadidir. Kurumadan kurtulmaya çalış.

***

  Şerîatın adabı derken, hakîkatin zâhire yansıdığı zaman aldığı isme şerîat denir. Hakîkat dışı, nefsin ve aklın ürettiği şeyler şerîat değildir!
  Hazret-i Allah: “Biz peygamberlere bir şerîat birde tarik verdik!.”

***

  Akıl birçok vehimler elinde oyuncaktır.

***

  “Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidâyetlerini artırır ve onlara takvâsını öğretir.” (Muhammed Sûresi, 17)

***

  “İlâhî emre uyan bir kul ol ve yeryüzünde yağız at gibi yürü. Cenâze gibi başkalarının sırtına yük olma.” (Mevlânâ)

***

  Şekilde, insan bir sivrisineğe mağlup olur. Fakat bâtında yedi kat göğe ulaşan kudreti vardır.

***

  “Allâh’a doğru yükselip giden insan yeryüzünde yürümede zorluk çekmemelidir.” (Muhammed İkbal)

***

  Aklın yolu zan ve tahmindir; kalbin yolu temâşâ ve hayranlıktır.

***

  Kalpleri Allâh’ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar olsun!.

***

  “Kulum beni zikrettiği ve dudakları zikir sebebi ile hareket ettiği müddetçe ben kulumla beraberim.”

***

  “Allah, dinde sizin için güçlük kılmamıştır.”

***

  Bâzı insanlar bâzı kıymetler için yaşar. Hattâ onun için canını fedâ eder. Bu kıymetlerin izahı riyâzî hesaplarla kâbil olmayıp, zevk iledir. Misal: Nâmus gibi. Vatan için ölümü göze almak kutsal arzunun neticesidir.

***

  Ruhu nefsin çirkin arzularından kurtarmak kolay olmayıp, çok ulvî ve kutsî bir ferâgat ister. Bu ferâgat ise Allâh’a acabasız îmanla elde edilir.

***

  “Sufiye ile sohbetim esnâsında kendilerinden 3 şey öğrendim:
  1-Zaman bir kılıçtır; sen onu kullanmasını bilmezsen o seni keser!
  2-Kendini Hak ile meşgul etmezsen bâtıl seni sarar.
  3-Kendine hiç varlık vermemek ismet erbâbından olmaktandır.” (İmam Şâfiî)

***

  Her türlü maddî ışıklar, insanın iç âlemini aydınlatmadığı gibi; onun iç âleminde yer eden din ve îman belirtileri eğer inkâr nefesi ile söndürülebiliyor ise, tatmin olunmayan böyle bir hayatta huzur ve saâdet nasıl bulunacak?.

***

  Pasteur (Pastör) diyorki:
  “Bana ne kadar sevindiğimi sormayınız. Bu âlem içinde her adım attıkça cehaletimin derecesini daha ziyâde anlayarak, daha çok utanıyorum ve anlıyorum ki, her tarafımızı çok gizli şeyler sarmıştır.”

***

  Ben de sultânım” diyen âlemde bî-hadd ü hesap.
Bende-i dergâh-ı ehlullâh olan milyonda bir.

***

  Âlem-i lâhut’a pervâz eyleyen ehl-i sâfâ,
Tâc-ı İskender değil, taht-ı Süleymân istemez.

***

Adile uzatma sözünü,
Derviş edegör özünü.
Görmek istersen Hak yüzünü,
İncitme hiç dervişleri.
  (Adile Sultan)

***

Âşık-ı sâdık isen sana rü’yet yeter, pes.
Âşık-ı kâzip isen var kerâmet ara gez.

***

  Cennet-mekân efendim bana kerâmet gösterecekdi. Mâni olmaya çalıştım, rica ettim:
  “-Efendim ben müracaatımda Hazret-i Allâh’dan beni rahmetine vesile kılacak şeyhimi istedim, Rabbım da ihsan edip arzuma göre gönderdi. Bu zuhurat benim kayıtsız ve şartsız intisabıma vesile oldu, siz bu isteğimin zuhurunu kerâmete veya burhana dönüştürürseniz Hz. Allâh’a olan yakınlığımı kerâmete bağlamakla bu yola olan samîmiyetim bozulur, lütfen yapmayın!” diye rica ettim. Efendim de kabul ederek memnuniyetini belirtti.
  (Abd-i âciz.)

***

  “Şerîat benim kavlim, sözlerim tarîkat, fiillerim mârifet, hâlim hakîkattir” (Hadîs-i Şerîf)
  İmam Mâlik (r.a.) der ki:
  “Tasavvuf bilmeyen fakih fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen sufi zındıklığa duçar olur.”

***

  Zikir velîliğin diplomasıdır. Her kim zikre muvaffak olursa ona velîlik diploması verilir.

***

  Herkesin kulağı nâmelerde ilâhî zevki bulamaz. İncir gibi tatlı güzel meyveleri her kuş yiyemez.

***

  Kusur insanın şiârıdır. O bu vasfı ile Hak karşısında mahlûk olduğunu ispatlar.

***

  Cenâb-ı Hak:
  “Bir nâib aracılığı ile Rabbınıza yönelin ve ona tam teslim olun.” (Bana yönelen, nâib olan kişinin yoluna uy, onun yoluna ittibâ et.) (Lokmân Sûresi, 15)

***

  Siyâsî ve iktisâdî hırs içinde birbirini yok etmek isteyen insanlık ve birçok cemiyetler düştükleri tehlikenin önemini anlayarak insanlığı din ve ahlâk bakımından kalkındırmak ihtiyacını duymuşlardır, Allah yardım eylesin.

***

  Ne yazık! Bu acı ders çok büyük felâket ve musîbetlerden sonra vicdanlara nüfuz etmeye başlamıştır. Din adına terör ve anarşist olaylar ve Rusyanın komünizmden dönüşü bunun bâriz örneğidir.

***

  Meçhulâtı, meçhulât ile hâlletmek çok muhâl hükmünü doğuruyor. Mâlumâtın arttıkca nâmelerin sırrı çözülmüyor. Esrâr-ı kâinat bir kat daha kesb-i azâmet ediyor. Bu hakîkat önünde müsbet nazariyecilik meslekî denilen kör ve tek gözlü bakış insanı yalnız beş duyunun kuru bir makinası hâline götürüyor.

***

  İlâhî din insanları birbirine bağlayan en kuvvetli unsurdur.

***

  Sufî, hakîkat ilmî ile amel eden bir fakihten başka bir şey değildir. Allah onu ilmî ile şerîatın inceliklerinin esrârına muttalî kılmıştır.

***

  Beşer hayatını ilerletmek ve bir gâyeye vâsıl olmak için ilme muhtaçtır. Ruhunu tatmin için de dîne muhtaçtır.

***

  Dini, aklın ve mantığın içine sokmak ve boyunduruğu altında tutmak doğru olmayıp, bu suretle hareket insanı yanlış yere götürür. Ne aklın, ne mantığın buna gücü yetmez.

***

  Dinsiz ahlâk kalp paraya benzer. Din terbiyesine sahip olmayan toplumlarda sonradan ihdas edilen telkin ne kadar kuvvetli olursa olsun müeyyidesiz bir nizam-nâme kıymetinden öteye aşamaz.

***

İnsanı dıştan ahlâklaştırmak imkânsızdır.
Onu en derin varlığa inandırmak gereklidir.
  Yoksa satıhta kalınca, eşyânın ve hâdiselerin esiri olmaya mahkûmdur.

***

  “De ki: Allâh’ın kulları için çıkardığı zîneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiştir? De ki: Onlar dünya hayatında îman edenler içindir. Kıyamet günü de yalnız onlara mahsustur. İşte biz bilenler için âyetlerimizi böylece tafsil ederiz.” (A’râf Sûresi, 32)

***

  “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana babanızı fenâ yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardı ise sakın size de bir fitne, belâ yapmasın. Çünkü o da, kabîlesinden olanlar da sizi sizin göremeyeceğiniz yerlerden muhâkkak görürler. Biz şeytanları îman etmeyeceklerin Evliyâsı yaptık.” (A’râf Sûresi, 27)

***

  “Biz ayı, güneşi, sâir felekiyâtı Âdem’in arzusuna musahhar kıldık” buyuruyor. Tabîatı Hazret-i Allah Âdemoğlunun emrine musahhar yani hizmetçi kılmıştır. Onun için haddi aşıpta tabîatı Huda mevkiine çıkarma.

***

  Bâki Allah fâni evsaf ile düşünülemez. Fâni malzeme ile Allah bilinmez.

***

  Hikmet ve hakîkat terbiyesi görmemiş mantığa esir olma! Hak yolunu tutanlarla bir ol, Hakk’ı tut.

***

  İnsan kendi azâbını esiri olduğu huyu ile hazırlar ve sonra kendinde gâlip olan sıfatları ile haşrolunur.

***

  New York Fizik âlimleri başkanı Paul Davis, Allâh’a İnanmanın Yedi Fennî Sebebi adlı eserinde der ki:
  “Yerde ve gökte gördüğüm olağan üstü büyük düzeni tesadüflere bağlayamam. Çünkü ben budala değilim. Karşımda sırrına akıl ermez, büyüklüğünün enginleri kavranamaz bir kudret eseri var.”

***

  İnsan tefekkür ölçüsü ile ölçülür, ruh ölçüsü ile ölçülür. Yalnız tefekkür cansız ve câzibesizdir. Yalnız ruh içi boş bir zarftan ibârettir. İkisi birleşince insan vücuda gelir.

***

  Hayat denen komedi ne kadar tatlı geçerse geçsin. Son perde daima kanlı biter.

***

  “İlim toplayıp yığmışsın, gönlü ihmal etmişsin. O kaybettiğin servete ne kadar acıyorum.” (M. İkbal)

***

  Tasavvufsuz semâvî, hattâ bâtıl din dahi yaşanmayacağına, tasavvuf toplumlara fâideli olduğuna ve insanları ve cemiyeti düzelttiğine göre Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız nîmetlerden birisi de modern cemiyetlerde tasavvufun kadrinin anlaşılmasıdır, diyebiliriz.

***

  “Ey îman edenler! Allâh’tan korkun. Ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihat edin. Tâ ki, murâdınıza eresiniz.” (Mâide Sûresi, 35)

***

  “Ey îman edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe Sûresi, 119)
  Din hayatın dışına itilip bir fantezi, ara sıra başvurulması gereken bir tesellî kaynağı gibi olmamalı.
 

Din Allâh’ın Teşri Ettiğidir

  Ehl-i îmanın nazarında Allâh’ın yasak eylediği sevilmez. Sevdiği sevilir, sevmediğinden kaçınılır. Dini veya şer’î hakîkatler iradî tevhîdde ve ilâhîyat tevhîdinde de aynıdır.
  İlim olsun, irâde ve talep olsun Resûl-i Ekrem (s.t.a.v.)’in getirdiğine uygun olmalıdır, Muhammedîler için.
  İrâdeden yüz çevirip mücerret ilmî isteyen “kelâmcılar”, ilimden vaz geçip yalnız irâdeyi talep eden bir kısım “tasavvufçular”, Allah elçilerinin getirdiği emr-i ilâhîlere aykırı ilim ve irâde isteyen “bid’at erbabı”, Peygamber Efendimiz’in getirdiği emr-i ilâhîyi önemsemeyip ilim ve irâdeyi talep eden “feylosoflar” dalâlette kalmışlardır. Ancak, Allah elçilerinin getirdiğine muvâfık bir surette ilim ve irâdeyi isteyen kimseler hidâyete ermişlerdir.
  Tevhit: ehl-i hakîkat dilinde Allâh’ın zâtını zihinlerde tasavvur ve vehimlerde, hayallerde tahayyül edilen şeylerden tecrit etmektir. Bu hâl üç surette vücut bulur:
  1- Rububiyetini bilmekle
  2- Birliğini ikrar etmekle
  3- Allâh’a hiçbir şeyi eş tutmamakla.
  Tevhîdin dört mertebesi vardır:
  1-Kelime-i tevhîd: Henüz îman ölçüsüne girmeyen tevhit ve sâlikine ‘müslüman dediren tevhit.
  2-Tevhîd-i ef’âl: Varlığında Allâh’dan başka hakiki bir müessir olmadığı hakîkatına ulaşmak. Bu birinci ve ednâ mertebedir. Alâmeti tam bir tevekküldür.
  3-Tevhîd-i sıfât: Bütün kudretleri ve ilimleri Allâh’ın şamil ve mutlak kudret ve ilmî içinde müstağrak ve muzmahil görmek. Her kemâli onun hüviyet nurundan bir parıltıdır diye kabul etmek.
  4-Tevhîd-i zât: Allâh’da istihlâk ve fena bulmaktır. Bu makamda bütün işaretler ve ibareler yok olur. Bunun ifadesi şudur: “Lâ mevcude illallah” her şey onun varlığı ile kaimdir.
  “İtikatta Kur’ân’ın medarı ikidir: İlm-i tevhit, amel-i tevhîddir. Nâfi ilim, salih ameldir.”
  (Hasan Basri Çantay, Hüccetullahil-baliğa Tercümesi ve Şerhi, (tefsir), 3. c.)
  Bâki Allah (c.c.) fâni evsaf ile düşünülemez. Çünkü verdiğin şekil de havâtır gibi fânidir. Fani malzeme ile Allah bilinmez.

***

Kim ki, ahvâle eylerse ta’rîz,
Sürülür ağzına bal susturulur!
Yine durmaz, eylerse ısrar,
Dürülür defteri, kan kusturulur.

***

  İstibdat ve mutlakiyetin anayasası cumhuriyet ve demokrasiden evveldi. Hâlâ bu zihniyet sahibi kişilerin şerrinden Rabbıma sığınırız.

***

  Beyazid-i Bistamî’ye sordular:
  “-Tarikatte ilerlemek için ne lâzım?”
  “-Bir: Anasından evliyâ olarak doğması lâzım. Öyle olmazsa:
  İki: Arif olması lâzım. O da olmaz ise:
  Üç: Gören göz lâzım, işiten kulak lâzım, mücâhede zevkini almış, diri bir vücut lâzım.
  O da olmaz ise: Ölmesi lâzım.”

***

  “Ey îman edenler! Ona yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihat edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Mâide Sûresi, 35)

***

  “Âlimler nebîlerin vârisleridir.”

***

  Âlim Allâh’ı en çok bilendir.

***

  Kulluk yapacak kadar amel ve icraatla noktalanmayan ilim bilmen ne ifade eder?!.

***

  Seyyid Ahmede’l-Kebîr Rufâî’nin Evlatlarına Öğütleri:
  *Kalbin güzelliği havfullah iledir.
  *Aklın güzelliği mesmuât-ı ilâhîyi düşünmek iledir.
  *Ruhun güzelliği nîmet-i ilâhîye karşı kavlen, fiilen, hâlen, sırren şükretmektir.
  *Lisânın güzelliği mâ-lâ-ya’nî’den sükût etmektir.
  *Yüzün güzelliği, Hâlik’a hâlisâne ibâdet, halka sâdıkâne hizmette bulunmak iledir.
  *Niyyetin güzelliği mâsivâyı, dünya ve ebedî hayatta fâidesi olmayan hâtırâtı gönülden çıkarmaktır.
  *Nefsin güzelliği emr-i ilâhîye ters düşen şeylerde nefse muhâlefet etmektir.
  *Sırrın güzelliği sabır, belâya musîbete tahammül etmektir.
  *Hâlin güzelliği istikâmet iledir.
  *Hizmetin güzelliği edep iledir.
  *Kelâmın güzelliği doğru söz söylemektir.

***

  Dünya fâni, âhiret bâkidir. Bâkiliğin tohumu fâniliktedir; Fâniyi fenâya veren bâkiyi de kaybeder.
  Dünyanın maddesi “zaman” fânidir. Mânâsı “hayatiyet” ise bâkidir.

***

  Cenab-ı HAK dünyayı da ve âhireti de mü’minler için halketmiştir.
  Fennin bildirdiği tabîat kânunları Allâh’ın tekvînine, dini kânunlar teşrîine ait kânunlardır.

***

  Mü’min bir millet varken ilim, ahlâk, medeniyet, kuvvet ve kudret bakımından ondan daha üstün diğer bir millet olmaması lâzım.

***

  Din Allâh’ın inzal ettiğini, fen Allâh’ın yarattığını gösteren kânunlardır.
  Allâh’ın bir kânunu diğer kânununa nasıl karşı durur?
  Din sahih ilimlerin aslâ düşmanı değil, bilakis teşvikçisidir.

***

  Hz. Cüneyd-i Bağdâdî der ki:
  “Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakîkatini araştırmaya kalkışma. Zâhir ile amel et. Samîmi ol, bu sana yeter.” Haddi aşma!.

***

  Sen bir garip çingenesin, neylersin gümüş zurnayı, denildiği gibi, ilmin her dalı güzeldir. Sakın ha, çizmeden yukarı çıkmayasın!.

***

  Kevnî hakîkatlerle iktifâ edip, dîni hakîkatlere ittibâ etmeyenler peygamber efendilerimizin tâbilerinden sayılmazlar.
  

***

  Bu düsturu unutma: Bazı umurda dîni hakîkatlere uymayan kimsenin o nisbette îmanında zaaf vardır. Bu gibi hâller îmanın kemâlâtına aykırıdır. Yalnız ilmî istemek sapkınlık olduğu gibi, ilimsiz amel istemek de öyledir.

***

  Nâfi ilim sâlih amelden şereflidir. İlim amel ve irâdeden evveldir. Çünkü önce maksat Allâh’ı bilmek, sonra Mâbudu Hakk’a ne vecihle ibâdet etmek gereğini bilmektir

***

  Cennet-mekân Sultan Abdülhamit Han zamanı ulemâsı için der ki:
  “Ekseriyetle şahsen fazîletli idiler. Fakat ilmî kudretleri olduğu kadar cihanı telakkî tarzları, yani dünya görüşleri bu kadar büyük İslâmiyet’in mukadderâtı üzerinde başkalarına te’sir yapacak mevzuyu ele almaya, neticelendirmeye müsait değillerdi.”

***

  Namazda icrâ edilen fiiller fıkıha âittir. Fakat ihlas, züht, takvâ gibi bâtınî şeyler tasavvufa dâhildir.

***

  Zikrullah iledir ilm-i aşk olma gafil.

***

  Ulum-i âkliyede mü’min ve kâfir müşterektir.

***

  Hıristiyanların rönesanstan evvel yaptığı gibi bizim zâhir ulemâmız da akıl yolunu seçerek ulvî meselelerin hâlline çalıştıklarından isâbet edememişlerdir. Dîn-i İslâm’ı kalıplaştırmışlar, aklı nakle tercih etmişlerdir. Allah îman zâfiyeti vermesin. Amîn.

***

  İki ben bir arada bulunmaz. Benliğini eritecek kâmil insan ara.

***

  Hazret-i insan âyine-yi Rahmân’dır.
  “Uyun, sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidâyete ermiş zatlardır.” (Yâsin Sûresi, 21)
  

***

  Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman yaptığın duayı kâinat bilir. Bu yaşa kıyamayanlara aşk yolunda sefer haram kılınmıştır.
  

***

  Göz, yaşla dolduğu vakit benlik gider. İşte o vakit kul Allah ile konuşmuş gibi olur.

***

  Hakîkat hilkatinde mutasarrıf olarak yalnız onu gör!. Hidâyete ulaştırır, dalâlete düşürür, izzete çıkarır, zillete indirir, saâdet sahibi olanların kendisine ibâdet ve taatlarını kolaylaştırır.

***

  Şerîat fiillerin ve amellerin varlığı. Hakîkat ise iç âlemine âit hâllerin müşâhedesi.

***

  Ebrârın ayakta durması Allâh’adır. Mukarrebunun ayakta durabilmesi ise Allâh’tandır.

***

  Hakîkatın zâhire yansıdığı zaman aldığı isim şerîattır

***

  Bu dıştan içe geçiş yolu tarîkattır. Şerîattan tarîkate erilir. Mârifet ise bu noktaların tahakkuk eylemesi ve kavranmasıdır. Şeriatsız tarik olmaz tarikatsız marifet ve hakîkat yaşanmaz!.
 

Edebiyat Öğretmeni Fazlı Al Hoca Efendi Ne Diyor? Dinle:

 
Ey vuslata talip! bir dinle hele, Vuslatı istersen, Hakk’a seyr ile Vuslat yolu sonsuz, gelmez ki dile Rahmetinle yâ Rab, vuslata erdir.
 
O kadar çetin ki, bu dönüş yolu, Harâmiler tutmuş sağ ile solu. Her suret bir perde kapatmış yolu, Yolu kolay kıl da vuslata erdir.
 
Bakara Sûresi, âyetle ferman: “Hak’tan gelir, Hakk’a gider her insan”. Ruhun macerası bu devr-i devran; Garibi gurbette vuslata erdir.
 
Devrederek geldik, fâni cihâna, Yine devr ederek, vardır ummana. Beş makamdan geçip kâmil insana, Kavuştur da bizi, vuslata erdir.
 
Vuslat çeşit çeşit, yoktur ki sonu. Zannı kadar bilir, her insan onu. Her zuhurda bilmek zevki bir konu. Esmâ ve ef’alle, vuslata erdir.
 
Bu yolda tekâmül mürşitsiz olmaz. Resûlle fenâda zevke doyulmaz. Saray pâk olmazsa pâdişah konmaz, Tevbe-i nasuhla, vuslata erdir.
 
Ana yavru arar, Mecnun Leylâyı. Maşuk âşık arar, âşık Mevlâyı. Kesret vahdet arar, damla deryayı. Damlanı deryânda vuslata erdir.
 
İlm-i ledünniden haberdar olan, Ne varlık incitir, ne söyler yalan. Hak aşkıyla daim yanıp kavrulan, Âşıktaki aşkla vuslata erdir.
 
Zikrullah âlemde, ortak ibadet. Dervişin virdiyse özel bir rahmet. Sadık dervişte vuslat, kardeş ne rahmet, Nasip et her kuluna vuslata erdir.
 
Deryaya ulaşan damla nûr olur. Hak için el, ayak, göz, kulak olur. Halk içinde daim, Hak ile olur. Men aref sırrında, vuslata erdir.
 
Ey Fazlı yetişir noktala sözü. Mürşidim Gâlibîm, vuslatın özü. RAHMET DAMLALARI marifet gözü. Bu özle ya Rabbi, vuslata erdir…
 

***

 
  “Sizin üzerinize dinde hiçbir güçlük yüklenmemiştir. Şüphesiz bu din kolaylık dînidir.” (Hac Sûresi, 78)
  Peygamberimiz Efendimiz, günâh olmadıkça daha kolay olanını tercih etmiştir. “Ben Hak din ve müsâmaha ile gönderildim” buyurdular.

***

Okursun ‘nahnü akreb’den, erersin kenz-i ahfâya,
Bulursun ders-i maksudu, ulaştın ise deryâya.
Gelir her zerreden “ennî” hitâbı, aç gözün zâhit,
Güneş âfâkı tutmuştur, görünmezlîk, âmâya.

***

  Mânâ ilminin deryâsına ulaşmadıkça mânevîyattan nasip alamazsın. Mânâ ilmine ermek için yalnız okumak ve yazmak yeterli değil. Gerçekleri bu dünyada göremiyorsan âhirette de göremezsin. Dünyada gerçekleri görmeye sây-i gayretinle, müsait yaratıldın. Mânevî zuhuratı gördükçe o kuvvet-i kudret-i ilâhîyeye hayranlığın artacak. Yüce varlığın bi’l-vesile bildirdiği isimlerini tekrar tekrar telaffuz eder isen, rahmet-i ilâhîyeye nâil olmana vesile kılınan, Hz. Allâh’ın her birisi geniş anlam taşıyan zati, sübuti, fiîli, beşere bildirildiği kadar isim ve sıfatları tahammülün nisbetinde ihsan edildiği gibi, şahsına mahsus virdin olacak. Samîmiyetinde zuhur eden rahmet-i ilâhîye âciz abde kudret-i kuvvet-i ilâhîyenin sonsuzluğunun bildirilmesi ile o Yüce varlığa hayranlığın aşk-ı ilâhîye dönüşecek. Kul âczini daha açık görecek ve her hâlinde âczinin itirafının zuhuru görülecek. O kulun yaşantısında ve muâmelatında mânâya samîmiyeti nispetinde, madde hayatında olsun, âlem-i mânâda olsun, âdemlikten terakkiyatla hazret-i insan olmaya nâil olmuş, sırat-ı müstakîm üzere olan örnek insan, “men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (nefsini bildiği kadar Rabbini bilir) uyumluluğu her hâlinde görülür. Örnek, kâmil insan, Hazret-i İnsan olur!... Onun maddesinde ve mânâsında katı kurallara yer kalmamış, yerini günâh-ı kebâir dışında güzelliklere bırakmıştır. Asra uyumlu olmayan, içtihat görmemiş, âyetle ifade edilmeyen hükümler, kâmil insanın tariki olamaz. Bu türlü çarpık ilimler Hz. Allâh’a kulu yaklaştırmaz. Daima gazab-ı ilâhîden bahseden ilim, 21’inci asrın ilmî olamaz. İrfaniyet hiç olamaz, iyi bilesin!..

***

  Maiyyet sırrını duydunsa, fâni ol, hüviyet bul.
  Eğer Cibrîl olursa, aklı ko, er sırr-ı ednâya.

***

  Aklı maddede kullan, mânâya götürmeye kalkışma. Ednâ (en aşağı derecedeki) kula verilecek sırrı dahi akıldan başka rehberin yok ise, mânâ sırrını zahmet etme akılla anlayamazsın. Aklın pazarı maddede kurulur. Mânâda akla pazar kurmaya tezgâh bulamazsın. Fazla ileri gider isen emr-i ilâhîye yeteri kadar uyum sağlayamadığın gibi, ibadet ve taattanda yoksun olursun. Aklın icraat yeri mânâ değildir, ama zuhuru ile o da hayran olur.
  Tekrar ediyorum: Akılsızın dîni olmaz. Akılsıza teklifatta yoktur. Yeterki aklı ilâh edinmeye!..
  

***

  Kande bulsun, Hakk’ı inkâr eyleyen, Niyâzî Mısrî’yi
  Zâhir olmuşken yüzünde nur-ı Zât-ı Kibriyâ?!..

***

  Allâh’ı bilmeyen gafil, mürşit Niyâzî’yi, Şeyh Niyâzî’yi nerden bilecek?.

***

  Bî-kılâvuz kim varır Allâh’ına,
Reh-nümâsı olmayınca evliyâ?.

***

  Allâh’ın rahmetine, rızâsına yakın ve nâil olmak istiyor isen, Allâh’ın tertîbi olan nedîm-i ilâhî, vârisü’n Nebî’yi kılavuz eyle. Rahmet-i ilâhîyi seçmesini bil, samimi isen bulursun!.
  Allah ile kul arasına girilmez, diyen, zâhirden başka ilim sermayesi olmayan bilge! Hakîkat-ı ilâhîyeyi bilmediğini ilân ettiğini iyi bilesin!. Zira Hz. Allah sebeblerle bilinir. Sebepler ise fiîli sıfatlarıdır. Bi-zatihi değil, izâfidir. Sebebleri inkâr ise, ehl-i iyi bilir, açık küfürdür.

***

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez
  (Ziyâ Paşa)

***

  İslâmiyet’in bütün esaslarını kabul eder gibi tavır takınırken, diğer taraftan dînin kuru bir îman ikrârından ve yalnız akla hitaptan ibaret olmadığını ve emr-i ilâhîyi küll olarak aklın ölçemeyeceğini düşünüyordu. Ona göre îman kalbin derinliklerinde yaşanılan âmentüde gerçeğini kanıtlayan aklın ölçüsünde mota mot ölçü bulamayan, itikatta izah edilen îmanın özetlenmişidir.
  “Ve (sufilik) işte bu derunî hayatı yaşamaktır.” (İmam Gazâlî)
  Peygamberimiz Efendimiz (s.t.a.v.) buyurdular ki: Kavî mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır, Allah katında daha sevgilidir. Bununla beraber mü’minin hepsinde hayır vardır.”
  Sana dünya ve âhirette fâide veren şeyin son derece üzerine düş. Allâh’tan da yardım iste. Âcizlik ve gevşeklik gösterme. Şâyet sana bu kadar ihtiyattan sonra yine bir şey değerse, işin istediğin gibi olmaz ise “ben böyle yapmış olsa idim, şöyle böyle olurdu” demeyesin! “Allah takdir etti ve Allah istediğini yaptı” de. Çünkü olmuş, geçmiş birşeye kaygı çekerek, “keşke şöyle yapsa idim, böyle olmazdı” gibi söz ve düşünce şeytânîdir, vesveseye yol açar.

***

  Cevizin yeşil kabuğunu yemekle tat bulunmaz.

***

  Zâhir ile ey fakih, Kur’ân’ı arzularsın.

***

  Cevizin ceviz tadı kışrından sonra kıynağındadır.

***

  Huda’yı ten gözü ile görmek olmaz.

***

  Mürşidi seyret, cenâb-ı mürşidi ayna kıl kim, olasın irşâd.

***

  Bir şeye mahlûk gözü ile bakarsan, ol mahlûk olur. Hak gözü ile bak ki, bî-şek nur-ı Yezdân ondadır.

***

  “Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokmân Sûresi, 15)
  

***

  Rindân Sadî der ki:
  “Ey kaba sofi! Yoluna git. Bana hakîkati anlatmaya kalkışma. Bu kâinâtın esrârı senin ve benim gözümde kapalı. Ve öyle de kalacaktır. Ben emr-i ilâhîye âsi, sen ise Allâh’ın kullarını Allâh’tan kaçıran, ilim yoksunu, hakîkat cahilisin.”
  

***

  Dinde mistisizmin, yani tasavvufun akılla fazla alış verişi yoktur. Yani aklı tatmin etmek onun dâvâsı değildir.

***

  Zamanla akıl da mânevî yaşantına uyum sağlayacaktır.

***

  İmam Gazâlî’nin en önemli işi sufi metodunu sünnî îmanın tahkîki için bir vâsıta hâline getirmiş olmasıdır. Böylece, ona göre aslolan sünnî îtikâdıdır. Ancak bu îmanı akla dayanan ilim veyâ felsefe yolu ile tahkik etmek imkânsızdır. Zâhiri ilim ve felsefe bu iş için yeterli değildir. Sufinin “zevk” dediği hâli, yaşayan insan îman konusu edindiği hakîkatini doğrudan doğruya yaşamak sureti ile anlar.
  Allâh’ı hiçbir zaman avamın düşündüğü gibi göstermek mümkün değildir. Böylece onun varlığı hiçbir zaman avam ölçüsüne göre ispatlanamadığı gibi aynı ilimle inkârıda mümkün değildir.
  Allâh’ı kalbinin derinliklerinde duyan bir insan onun varlığı için hiçbir isbat ve delile ihtiyaç duymayacak derecede îman sahibi olur. İşte sufinin zevki, vecdi bunu vermektedir. Bu hâlin izahı ehlinin bilgisi, ruhlar âleminde olan imtihanın zuhuru ve îmanının zevkidir!..
  Şunlar tasavvuf ehlinin ferâgat ve fedâkarlıklarındandır:
  1-Fenâ fi’l-kusud: Allâh’ın irâdesine tâbi olmak,
  2-Fenâ fi’ş-şühud: Her şeyi Allâh’ta görmek,
  3-Fenâ fi’l-vücud: Bütün varlıklardan sıyrılıp,
  Allâh’ın varlığına sarılmak, ondan başka bir şeyi ilâh edinmemek.
  “Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.” (Hadîs-i Şerîf)
  “Âlim olan kişilerden doğru yolu göstermelerini isteyiniz. Onları dinleyiniz. Söz ve nasîhatlarına uyun, gösterdikleri yoldan dışarı çıkmayınız. Aksi hâlde pişman olursunuz.” (Hadîs-i Şerîf)
  Halîfe olmadığı, mânevîyattan yetkisi olmadığı hâlde halîfe ve mürşitlik dâvâsındaki tarîkat eşkıyâları ise yol kesici ve mezar soyuculardan daha da beterdirler. Bu türlü sahteleri hemen avamın ölçmesi mümkün değildir. Zaman geçtikçe, Allahu Teâlâ Hazretleri’nin rahmeti “Settâru’l-uyûb” sıfatı üzerinden kaldırılır. Mutlaka teşhir olunur. Bilmeden, bu günâhı irtikâp eden bâzı saf, temiz yaşamış insanlara dünyada cezâ verilmese dahi hesap günü biat salâhiyeti verilmediği hâlde “verâset-i Nebî taşıyorum” diye, yani “bana biat eden Peygamber’ine biat vecîbesini yerine getirmiş olur” diye yalan söylediğini bile bile gerçek yolu sarpa sardıranların huzur-ı ilâhîde hâlleri nice olacak?
  Allâh’ın tertîb ve tanzimi, Sure-yi Fetih 10’ncu âyetteki beyânı: “Muhâkkak ki, sana biat edenler, ancak Allâh’a biat etmektedirler. Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
  Bu âyet-i celîle her ne kadar Hudeybiye biatı olarak tahakkuk etmiş ise de, hâdiselerin zamana göre zuhuru görülsede, tecelli eden rahmet-i ilâhî veya gazab-ı ilâhî kıyamete kadar geçerlidir. Şâhidim; şüphe edilmesin.
  Allâh’ın bu türlü vazifelendirmediği kişilerde de rahmet-i ilâhînin varolduğunu düşünmek... Rahmet-i ilâhîye vesile kıldığı kâmil insanın vazifesinin Allâh’ın tertibi olduğunu bilmeden, enâniyete düşerek, “ben de yaparım” anlamında bu günâha cüret edenler, bilemediklerinden, “vazife yapıyorum” diye varlıklı şahsiyetlerinde vazifeleri olmadığı hâlde “biat vecîbesinde salâhiyetliyim” diye, Allâh’ın kullarını bilerek veya bilmeyerek rahmet-i ilâhîden mahrum ettikleri gibi, sembolik olarak kabul edenlerin nefsanî küfür zevklerine zevk katacaktır. Ve huzur-ı ilâhîde mâsum kulların uğradıkları zararın hesâbını ayrı ayrı kişilere verebilecekler mi?!.. Güç, kuvvet ancak ve ancak Hazret-i Allâh’a mahsus olup, bu gücü şahsına mâleden gafillerin şerrinden Allah cümle kullarını korusun, âmîn.

***

  Makâmâtı, görüp geçmiş gibi söz söyleyen vâiz,
Sevâbı terk edip, şekl-i hatayı belleyen vâiz,
Kuru dâvâ ile ukbâda devlet bekleyen vâiz;
Rüku eder de, mihrâbın neden kâm olduğun bilmez!.
  (Abdülaziz Necâtî Efendi)

***

  Dünyaya her birimiz bir vazife için geldik. Bunu biliyoruz. Yalnız, hayıra mı, veyâ şerre mi?!.. Hizmet ettiğimizi bilmek uyandığımızı gösterir. Uyandıktan sonrada hizmet hayra müteveccih ise bunu artırmak ve neticede kemâle doğru yol almak: İnsanlık ve İslâm’ı yaşamak budur. Hizmet şerre müteveccih ise nedamet duyarak istiğfarın kabulü hidâyete mazhar olduğumuza işârettir. Hayır ve şer ölçüsünü bilmemek cehalettir ve gaflettir. Gaflette olan âdem ise küfre mahsus, nâ-ehlin icra-yı sanat eylediği âlet mesâbesindedir. Kimin eline geçerse onun küfrüne hizmet eder olur.
  Hak Peygamber olduğunu bilip de hayatını onun hayatına tıpa tıp benzetmeye çalışmak âciz kul için felâkettir, ziyandır.
  İyi bilesin ki, Peygamber Efendilerimiz günâh işlemeyecek durumda yaratıldılar!. İstisnâîdirler. Evliyâullâhın yaratılışı da özeldir. Ama Evliyâullah günâh işlemekten sâlim yaratılmamışlardır.
  Allâh’ın yaktığı çırayı söndürmek isteyen kâfirler: Daha ne zamana kadar küfür inadınıza devam edeceksiniz!
  Şu hakîkati cihan bilsin ki; Allâh’ın kullarının Dîn-i İslâm’ı anlamaya başladıklarını. Yeterli olmasa da, yıl 2001, ekseri yalnız Allâh’ın varlığına îman eden beşerin Dîn-i İslâm’ı anlayarak belirli şahsiyetlerin yaklaşımı, âmentüdeki anlamını bulan îmana yaklaşım vaad eden tutum ve yönelişleri ile beşeriyet erinde gecinde Dîn-i İslâm’ı vesile kılarak, tertîb-i tanzim-i ilâhîyi rehber edineceklerdir. Yeryüzünün nizâmı ve intizamı ancak zamana uygun içtihat görmüş İslâmın medeniyeti ile mümkün olacaktır. Din İslâm’dır; başka din yoktur. Cümle peygamberimiz efendilerimizin tebliğ ettikleri tek din İslâmiyet’tir. İnşallah bu gerçeği anlatmaya cesâret gösterebilir, bilenler de anlatabilir ise, o nâ-ehiller de anlamak isterlerse mevcut düşmanlığın yerini dostluklar alacak. Şüphe edilmesin.

***

  Tekrar ediyorum: Biz “İslâmiyet” derken, Allah katında makbul olan yönü ile semâvî kitaplarını, suhuflar da dâhil nebîsinin getirdiklerini ve bunlardan ayrılmayan ârifleri kasdediyoruz.

***

  Allah şer ile emretmez.
  Allah elçileri şer ile emretmez.
  Arifler de şer ile emretmez. Onun için bunlara itaat kayıtsız ve şartsızdır.

***

  İlâhî hakîkatler zekâdan kalbe değil, kalbden zekâya doğru giderler. Allâh’ı hisseden kalptir.

***

  İslâmiyet bir olan Allâh’ın irâdesine teslimiyyettir. İrâde dilemesidir.
  İslâmiyet ruhla beden arasında ahengi ve muvâzeneyi kurar. İslâmiyet seçkin bir zümrenin değil, bütün beşerin dîni olmuştur.

***

  Şerîatlar âdemin yaşayacağı zamana göre Allah tarafından tanzim edilmiş, elçileri vâsıtasiyle merhamet-i ilâhîyeden kullarına gönderilen yaşam tarzının düsturudur. İçtihatla değerini muhâfaza eder. İçtihatsız içinden çıkılmaz hâle gelir. Her devirde samîmi insanlar Allah indinde mahrum olmayacaklardır. Ama, “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” hitâb-ı ilâhîsini hatırından çıkarmayasın!.
  Ruhânî bakımdan en kültürlü olan, bütün ef’âl ve harekâtında Allâh’ın irâdesine en yakın bir şekilde kalabilendir. Bu disipline taalluk eden meseleler mistisizme konu teşkil eden hususlardır. İslâm’da Tasavvuftur; müteaddit yönleri vardır:
  İhsân : Allâh’ı görüyormuş gibi ibâdet, taat ve muâmelâtta bulunmak.
  Kurb : Allâh’a yaklaşmak.
  Sülûk : Allâh’a doğru seyahat.
  Tarîk : Yol, demektir, cemi tarikattır, cümlesi tasavvuftur.
  Mü’minler muhâkkak muvaffakiyete ermişlerdir. Onlar namazlarında samîmi ve ciddîdirler.
  İşte bir cümle ile mü’minin izahı Hz. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
  “Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap müttakîler için bir hidâyet kaynağı ve yol göstericidir.”
  “O müttakîler ki gayba inanırlar namaz, kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan muhtaçlara tasadduk ederler.”
  “Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler.”
  “Onlar Rabblerinden bir hidâyet üzredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.” (Bakara Sûresi, 2-5)
  Münâfıklar namaza kalktıkları zaman, insanlar görsün diye, gösterişle kılarlar. Buna benzer tutumlar ibadette samîmiyetsiz kişilerde görülür ki o kimsenin ihlasla, takvâyla, vera ile ilgisi yoktur. Zira münafık damgası yemiştir!. Günâhtan kurtuluş ise samimi tövbe ve istiğfardır.
 

İntihar

  Dîni bakımdan intihar yasaktır. Zira biz kendimize değil, Allâh’a ait bulunuyoruz. Onun verdiği hayatı yok etmeye yeltenmek, emanete hiyanetlik olduğu gibi, Allâh’ın irâdesine karşı gelmektir.
  Îmanı kalplerine yerleştirenler Allâh’ın emirlerine riayetkâr ve çok sebatlıdırlar. Onları Allah sever ve onlar da Allâh’ı severler.
  Kâmil insan cüz’î olan varlığını külle teslim etmesi sebebiyle, yani bir katre su mesâbesindeki benlik haysiyetini deryâ-yı vahdete boşaltması mârifeti ile Hakk’a vâsıl olmuş, hicaptan kurtulmuş bir bahtiyardır. Kâmil insan, âdemlikten terakki ile hazret-i insan olur ki, ondaki ilâhî nura ervâh secde kılar!.. İşte emr-i ilâhî olan secdeden imtinâ edenler, şeytan tâifesine iltihak etmiş olur.

***

  Şeytan, bir külte hayvan başına bağlanan yularla gidiyordu. Şeytana yakınlığıyle bilinen âdem sordu:
  “-Ne yapacaksın bu kadar yuları?” diye.
  Şeytan cevaben:
  “-Benim arkamdan gelmeyenlere takıyorum yuları. Arkamsıra mecburi geliyor. Çok kişilerin ayrı ayrı yularları vardır.”
  Adam sordu:
  “-Benimki hangisi?” diye.
  Şeytan:
  “-Senin yuların yok, yulara da ihtiyacın yok. Çünkü sen ihtiyârınla beni hiç terk etmedin ki, sen yularsız gelenlerdensin!..”

***

  Kâmil insan Hudâ’nın halîfesidir.

***

  Kur’ân-ı Kerîm’de: “Denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsalar, Rabbının kelimesi olan insan-ı kâmilin evsâfını târife kalksalar denizler kurur” buyurulur. Allâh’ın kelâmı bitmez. O kişi gene Allâh’ın varlığı, gücü ve kuvveti karşısında âciz kuldur. Zuhur eden sıfatlar kişinin kendi meziyeti değildir. Merhamet-i ilâhînin tecellisi, rahmet-i ilâhîdir.
  Allah elçilerindeki rahmet-i ilâhîyenin zuhuru beşerin malı olmayıp, rahmet-i ilâhîyenin vesileden zuhurudur. Peygamberlerine ihsan edilmiş, kıyamete kadar devam edecek olan nur-ı Muhammedî’nin tertîb-i ilâhîden devamıdır. Kulun bu türlü rahmet-i ilâhîden nasibini almak için, mutlaka Hazret-i Allâh’ı kabul edip, varlığına inanması şarttır. Allâh’tan başka ilâh olmadığını lisânı ile söylediği gibi kalbine de kabul ettirmesi lâzımdır. Kalbe hulul etmeyen tasdik Allâh’a göre değil, beşerin ölçüsünden öte gidemez!.
  İnsan kendi azâbını, esiri olduğu İslâmi edepten yoksun huyu ve tiyneti ile hazırlar ve sonra kendinde gâlib olan sıfatla haşrolunur.
  

***

  21’inci asırda, Türkiye dâhil, bütün dünyada mistik duygulara doğru bir eğilim mevcuttur. Materyalist, inkâra giden düşünceler günümüzde çekiciliğini bir hayli kaybetmiştir.

***

  Din Allâh’ın inzal ettiğini, fen Allâh’ın yarattığını gösteren kânunlardır.

***

  Allâh’ın bir kânunu diğer kânununa muhâlif olamaz.

***

  Hiçbir mevcut yoktur ki, en yüksek hâkim olan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına şâhit olmasın. Hiçbir zerre yoktur ki büyük Hâlik’ın varlığını göstermesin!

***

  Tabîat kitabının her bir sahîfesi kudret-i ilâhînin faturasının bir tecelligâhıdır. Ona en ziyâde mazhar olan en güzel biçimde yaratılan insandır!

***

  “İnsanın makamı semadan yüksektir!” (M. İkbal)

***

  Muayyen bir amelin iyi veyâ kötü oluşunun takdîri Cenâb-ı Hakk’a âittir.

***

  Bundan başka şunu hatırdan çıkarmamalı ki, mesûliyet anlayışı bu dünyaya âit hususlardır. İlâhî mükâfât veya mücâzât da öteki âleme âit olduğu gibi, biz onları aynı seviyeye indirdiğimiz için müteessir oluyoruz. Böyle yapmak hatadır.

***

  Allâh’ın her şeye kâdir oluşuna ve insanın mutlak sorumluluğuna inançtır ki, ehlini gayrete getirir, onu kaçınılması mümkün olmayan hâdiseler karşısında tahammüle kâbiliyetli kılar. Bu îtikat onda hareketlilik, canlılık husule getirir. Bu mevzuun doğruluğuna kendimizi inandırmak için asr-ı saâdette müslümanların imkânsızlıklar içerisinde başardıkları büyük işler sadık îmanlarının delili ve şahididir.

***

  Şunu da hatırdan çıkarmayalım: İslâm yalnız îman değil, cismânî olduğu kadar ruhânî bir itiyattır. O beşer hayatının bütün sistemidir!

***

  Kolay zannettiğimiz aşk caddesi akla tıkandı. Kendi kulaçlarımızla bu deryayı yüzmek imkânı kalmadı. Meğerki bir nedîm-i ilâhî, bir vârisü’n Nebî elimizden tuta. Onun için insanın zâhirini şerîatin ahkâmına, bâtınını hakîkatın nuruna vermeden mahrumun aşk-ı ilâhîden, muhabbet-i Rabbânîden dem vurması doğrudan doğruya yalancılıktır. Açıkça münâfıklıktır.

***

  Kim kazanmazsa bu dünyada ekmek parası,
Dostunun yüz karası, şeytanın maskarası!.

***

  Tekrar ediyorum: Şerîatın âdâbına riayet etmeyen kimseyi Cenâb-ı Hak kat’iyyen esrârına mahrem etmez.
  Esrâr-ı aşkı ehl-i zâhire söyleme. İşin kışrında kalana bu zevkten bahsetme. Zâhire zâhirdeki yeter. Hele ehl-i bâtılın, nâ-ehlin yanında Hak’tan hiç bahsetme. O lokma onun lokması değildir. Îman-ı zevkîye çıkmayan, ruhun safâsını tatmayan mahruma derd-i aşktan bahsedilir mi? “Bu, ilâhî aşkın nâmusuna tecâvüz etmek olur!.”
  Reîs-i ittibâ İbn-i Sînâ der ki:
  “Dinsiz ruhlar hastadırlar. Her şeyden evvel o ruhların terbiyesi lâzımdır. Ruhların terbiyesi ise din ile kâimdir.”

***

  Sahih îtikada mâlik olmayan ruhlar güzel işlere de mâlik olamazlar.

***

  Bütün cezâ kânunları, ruhî hastalıklara mübtelâ olanlar için tanzim edilmiştir!...

***

  “Kâinâtın sırrı aşktır. Akıl gönle uyarsa aşka sahip olur o zaman Hakkı bulabilir.” (Muhammed İkbal)

***

  Aşk zekâ ile el ele verirse yeni bir âlem vücuda getirir.

***

  “Kalb, gaflet perdesi içinde örtülüdür. Cilâsı hakâyık-ı âlemi düşünmek, nur-u zikrullah’tır.” (Seyyid Ahmed er-Rufâî)

***

  “Kişinin zenginliği ilim ve irfan iledir. Güzelliği hilim ve takvâ iledir. İzz u şerefi Allâh’ın yasak kıldığı hâdiselerde nefsine muhâlefeti iledir.” (Seyyid Ahmed er-Rufâî)

***

  Kur’ân-ı Kerîm’e nazar et. Kur’ân nefislerin kötülüklerini bildirmek ve onun ıslahını gösterme şerhidir. Tarihî vakâlar tarih bilgimizi artırmak için değil, geçmişteki olaylardan ibret almak içindir.

***

  Her şey Allâh’ın ilminde sabittir. Bu sübut Hakk’ın irâde ve meşîetine hikmet ve tedbîrine göre, vakti gelince, gerektiği kadar, şahadet âleminde vücut bulmasına sebep olur.
  

***

  Türlü türlü fitneler zülfünden oldu âşikâr,
Halk-ı âlem sandılar ki, anı şeytân eyledi.

***

  Şeytan başlı başına bir güç değildir. Yaratılışının sebeb-i hikmeti vardır. Cin taifesinden olup, kullara îman yönünde kendini kendisine tanıtmak için sualdir. Benî âdem şeytana ne kadar uyum sağladı ise, nur-u îmandan o kadar kaybı olmuştur. Zira şeytana uyum sağladığı kadar tevhîdi zaafa uğratmıştır.
  Hz. Allah vazifeleri lâyığına verir. Şeytan için buyurdu ki:
  “Zaten o kâfirlerdendi.”
  “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri indimizde olmasın ve biz onu ancak mâlum miktarda indiririz.” (Hicr Sûresi, 21)

***

  “Bu sıfatlar sonsuz olarak indimizdedir. Sana bilinen bir parçasını göndeririz.”

***

  “Bahsin derinliğine dalıp da haddini aşanlar helak olmuştur.” (Hadîs-i Şerîf)

***

  “Kelâm ilmini gâyeye ulaşmak için bir vâsıta değilde maksat edinenlerin, Allâh’a şirkten mâ-adâ bütün günâhlarla kavuşmaları onlar için Allâh’a kelâm ilmiyle kavuşmalarından daha hayırlıdır.” (İmam Şâfiî)

***

  “İlmi, kelâm yolu ile arayan zındıklaşır. Kimyâ yolu ile arayan iflas eder.” (İmam Yusuf)

***

  “Ey habîbim! Melekler aşağı inseler, ölüler kalksalar, bütün hepsi senin peygamberliğine şahadet etseler, ellerinde Kur’ân’ı tutsalar gene inanmazlar. Kalpleri mühürlüdür. Allah onların öyle olacağını biliyor.”

***

  Dertleri üst üste katlanmış insanlara öncülük mü edecekler, yoksa iyi para kazanan mutlu dünya vatandaşları mı olacaklar?

***

  Bilmeyen öğretmen, hâzık olmayan doktor, hak ve hukuk tanımayan avukat, eline âlet dokunmamış mühendis, teknisyen ve iş adamı her yerde palavracı ve geveze gezer.

***

  “Ben bir ayağı Kur’ân ve hakîkat üzerinde olup ordan ayrılmayan, bir ayağı ise dünyayı dolaşmakta bulunan bir pergelim.” (Hz. Mevlânâ)
  

***

  İnsanın canı mertebe bakımından nasıldır, nedir, mü’min midir, kâfir midir, yoksa erenlerden midir? Hâlinden, işinden ve sözünden anlaşılır!..

***

  İnsanın inancı neye ise işlerinden ve sözlerinden belli olur.

***

  Tasavvuf hâl ilmidir, kâl değil.
Tasavvuf özdür, söz değil.
  Tasavvuf sîrettir, suret değil.

***

  “Testinin içindeki suyu denizden ayrı tutma. Ayrı tutarsan tatlı su içilmeyecek hâle gelir.
  Gönül kapısı örtüldü. Artık dışarı çıkmıyor söz.
  Dirilerin öfkesi Tanrı öfkesidir. İçi dışı temiz er Hak ile diridir.
  Şükret ki, bir diri vurmamış kafana. Çünkü dirinin reddettiğini Hak da reddeder.”

***

  Milyarlarca ışık yılı genişliğindeki kâinatta her an müşâhede ettiğimiz yıldız ve gezegenlerin tesâdüfe yer bırakmayacak mükemmellikte, en güzel ölçüde, en güzel düzende yaratılmış bulunmaları ve cereyan eden sayısız olayların da planlı ve sanatlı olmaları sonsuz bir ilmi, sonsuz bir adâleti gösterir.

***

  Aşk sırları hakîkatte Allâh’ın emânetleridir. Kâmil insanlar, velîler de Hakk’ın eminleridir. Mâdem ki, Hazret-i Allah (c.c.) emâneti ehline vermeyi emrediyor, hikmet ve mârifet ehline verenler doğru yolu bulmuş olur. Ehlinden gayrıya verenler ise bu yoldan ayrılmış olur. Dikkat edilirse Allâh’ın emâneti olan mânevî vazifelerden bahsediliyor. Bir atasözü vardır: “Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver.” Demiri demirciye, ağacı marangoza, kumaşı terziye, silahı tâlim görmüş askere, mihrabı hıfzı olan imama, kürsüyü vâize, ehl-i zikri mürşide, meyyiti gassala, siyâseti siyâsîye, milletin meclisini zekî ve zamanın güzelliğini bilen, bildiğini icraatıyla kanıtlayan, ağzı laf yapan, milletinin hayrını nefsinden evvel düşünebilen ehline tevdî edeceksin.

***

Çok tel kırılır, kânun-ı sîneyi cihanda,
Nâ-ehle mızrâb-ı tasarruf verilince.

***

 

Usta

  Hani en geçerli silah kılıç iken... Kılıcı eğrilen cengâver kılıcı ustaya götürdü, düzeltsin diye. Usta fiyatını söyledi. Anlaştılar. Usta, kılıcı altına aldı, üzerinde biraz sallandı. Dosdoğru olan kılıcı sahibine verdi.
  “-Usta bu iş çok kolay ve ferahmış sen benden emeğinden çok ücret aldın” deyince,
  Usta, kılıcı aldı, tekrar üstüne oturdu, eskisi gibi eğrilen kılıcı sahibine verdi. Cengâver memnun oldu. Çünkü sanatı gözü ile öğrenmişti!
  Göz görür ama sanat icrâ edemez. Sanat hizmet, emek ve meleke işidir. Harikası dâd-ı haktır. Allah vergisidir.
  Cengâver gözden öğrendiği sanatını icrâ etmek için müsait yer buldu. Kılıcın üzerine ustanın yaptığı gibi oturdu. Sallandı. Kıçını kesti. Aklı erdi ki, bu iş her adamın kıçının işi değil. Ustaya geri getirdi de sıkılarak, kılıçla parayı verdi:
  “-Kusuruma bakma, bilemedim. helâl olsun. Senin kıçın da usta imiş” dedi.

***

  Atatürk’ün sanatla ilgili, parlamenterlere veciz ve ibretâmiz hitâbı:
  “-Efendiler! Mebus olursunuz, vekil olursunuz, hattâ reîs-i cumhur dahi olursunuz; sanatkâr olamazsınız.!”
  “Siyaset olur” çekingenliği ile ileri gidemiyorum. Sen anlıyorsun değil mi? Bu işler hatır işi değil.

***

  Câmiye imam atayacaksan. Allâh’ı bilen, Kur’ân ezberinde olan hâfızı ata. Yerindedir. Îmansız hâfıza sakın imâmetlik vazifesi verme. Allâh’ı bilmeyende ne vatan aşkı, ne millet sevgisi, ne de âile mesûliyeti vardır.
  Daha hayat tecrübesi yokken, çocuğa meslek seçtirme. Babanın ananın arzusuna göre çocuğu meslek sahibi yapmayın. Kendine gelsin. Hayrını ve şerrini bilerek, kâbiliyetini idrak ederek mîzâcına uygun mesleğini kendisi seçsin. Âdem’in fıtratında yani yaratılışında görürsün. Kız çocuğu eline aldığını kucağına yatırır, bebekmiş gibi sallar. Erkek çocuğu eline aldığı her şeyi çekiç ve keser gibi yere vurmaya başlar. Bu fıtrat, hayatı müddetince bâkidir. Ne erkeği çocuk bakıcısı yap, ne de kadının eline keser, çekiç ver. Nizâm-ı âleme ters düşer. Hem de zulüm olur.
  İnsan bu dünyada bir mürşidin uyandırışı ile kendi cevherinin farkına varırsa, içinde duyduğu derin özleyişin kime ve nereye âit olduğunu anlamış olur.
  Allâh’ın önce dış âlemde fiîli sıfatının tenezzülen zuhuru ile sonra iç âlemde hissedilir hâle gelmesine tertîb-i ilâhînin tecellisi de denebilir!
  Bu hâle eren insan kâinâta Allâh’ın görüşü ile bakar. Her baktığı yerde onu hisseden insan “gören” insan demektir.
  Gene bu hâller tam bir vuslat değildir; bir özleyiş içindedir denebilir.
  İşin gerçeğini idrak edemeyip, aşk-ı ilâhîyide madde imiş gibi ölçmeye kalkışan “len-terânî (beni göremezsin)” hitâbından habersiz, hakîkat garibi şöyle diyordu:
  “-Perdeyi kaldır ve benimle örtüsüz konuş ki, ben üzerinde gömlek bulunan sevgili ile visâli sevmem!.”
  Ona dedim ki:
  “-Eğer sevgili bütün sırlardan soyunup meydana çıkarsa sen kalmadığın gibi, tozun dumanın da kalmaz.”
  “Allâh’tan iste, taşıyabileceğin kadarını iste. Zira bir saman çöpünde bir dağ kaldıracak tâkat yoktur.” (Hüsameddin Çelebi)
  

***

  Hangi beşer zât-ı Hakk’a nâib olmuş “İnnî câilün fi’l-ardı halîfe” (yeryüzünde halîfemi yaratacağım) sırrına mazhar olmuş ise onun neşesi hayallere akseder ve beşeriyet o neşenin tahtında seyrini ikmal eder.
  

***

  Hazret-i Allah, Resûl’üne buyurdu:
  “Biz Kur’ân’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allâh’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” (Tâhâ Sûresi, 2-3)
  “İnanmış kullarıma îmanın ve kulluğun sırlarını söyleyesin. Allâh’ın yüceliğini onlar senden işitip ârif olsunlar.”
  İslâm: Allâh’ın irâdesine teslimiyet demektir. Hazret-i Allah bütün yarattığı iyi şeylerden tamâmı ile istifâdeye müsâade eder. Ve aynı zamanda herkesin üzerine Allâh’a karşı ibâdet etmek, oruç tutmak, hayır işlemek, v.s. gibi vazifeler yüklemek suretiyle ruhânî ve cismânî, ruh ile beden arasında ahenkli bir muvâzene kurar. İslâm bu suretle seçkin bir zümrenin değil, aynı zamanda bütün insanların dîni olmuştur!.
  Dâvet umumidir. Bütün mü’minler sınıf, ırk, dil farkı olmaksızın kardeştirler!.
  Dînin tanıdığı yegâne bir üstünlük vardır, o da şahsî ve ferdîdir!.
  Allâh’tan en çok korkan ve en ziyâde Allâh’ın emirlerini yerine getirenler, takvâ ehl-i Allah ve Resûlü katında en sevimli insanlardır!..
  “Dünya mezmum değil, memduhtur.” Yani kınanmış, zemmedilmiş değil, övülmüştür.
  “Ümmetimin âhir zamanda helakleri, cimrilik ve uzun emel ve ümitler beslemelerinden olacaktır.” (Hadîs-i Şerîf)
  “Vardığı menzilde sofra beklemeyen hâl ehlinin yalnız elini değil, ayağını da öperim”
  Allah için yapılan hayır ve hasenâtların, ibâdet ve taatların hemen karşılığını beklemek gaflet ve cehaletten başka bir şey ifade etmez. Bu türlü düşüncelerle Allâh’a yaklaşmak kasdi olanlar ümit ettiklerini hiç bulamadıkları gibi, düşündüklerininde zuhur etmediğini gördükçe inkisar-ı hayale uğrarlar. Korkulur ki taklidî îman tehlikeye düşer!.
  “Nefis Allâh’tan kaçar, onu sırat-ı müstakîm olan yol ehline bağlayınız.”
  Ehline bağlanmadı ise, bu mevzuda zayıf olan îmanı daha da zayıflar. “O hâlde, inanmakta yanılmışım” der. Îmansızlar toplumuna dâhil olur!..
  Bu duygu bâzılarını ömrünün sonuna kadar götürür. Bâzıları da bozuk düşüncesinden rücu, tövbe ve istiğfar eder.
  Kendi düşüncesine değil, Allah elçisinin getirdiği ahkâma kavî sarılır.
  Hatasını idrak edemeyip, emr-i ilâhîye muhalefetle ömrünün sonuna kadar ayak direyenlerde îmanın şulesi olan samîmiyeti bulamazsın, arama!..
Bazı hâlleri samîmiyet imiş gibi görülse de, özünde menfaat-i dünya vardır, kapılma.
Ehl-i îmana safiyet yakışır. Ama salaklık yakışmaz. Hele asalaklık hiç yakışmaz!..

***

  Bir fırıncı Şeyh Şiblî Hazretleri’nin hayrânı ve âşığı idi. Fakat şahsen tanımıyordu. Cilve-yi Rabbânî: Şeyh Şiblî o memlekete gelmişti. Tertîb-i ilâhî, suretâ takvâ sahibi gibi görünen fırıncıdan itimatla:
  “-Bana Allah rızâsı için bir ekmek verir misin?” deyince, bu söz fırıncının îman eseri olan merhametine değil, nefsinin hazzından başka haz bilmeyen yönüne dokundu da:
  “-Eğer Allah rızâsına her isteyene ekmek verse idik, fırın diye bir şey kalmazdı” diyerek reddetti. Geriden seyirci olan komşu esnaf:
  “-Gözün aydın! Aşığı olduğun Şeyhi Şiblî ile ne konuştun? Bu hikmetli tecelliyâttan bizleri de nasipli kıl” dediler.
  Îmanın kelâmı ile kendini avutan fırıncı taklid-i aşk ile fırından dışarı fırlayıp, Leylâ’sını arayan sahte Mecnun misâli Şiblî Hazretleri’ni buldu. Elini bıraktı, ayağına sarıldı. Özür ve hatalarını tesbih edercesine saydı kurnazca sıraladı, döktü. Mahviyyete girmişçesine alçaldı da -zaten o mevkide idi-:
  “-Eşşeklik ettim, malım, mülküm fedâ olsun, canım sana kurban olsun. Bilemedim, beni affet” dedi.
  Şiblî Hazretleri ibret-i âlem olsun diye, şartlı olarak kabul etti ve izah etti:
  “-Memleket halkına yemek ziyâfeti vereceksin. Yemek yemedik kimse kalmayacak. O zaman senin bu fedakârlıklarının nedenini ilân edeceğim.”
  Adam kabul edip, hemen her tarafa ilân etti. Memleket halkına duyuruldu. Dâvete hemen hemen gelmeyen kalmadı.
  Yemekten sonra halk Şeyh Şiblî Hazretleri’nin etrâfına toplandı. Hikmet ve mârifetullah hazînesinden az da olsa hisse almak, istifâde etmek istediler. Bir uyanık kişi dedi ki:
  “-Efendi Hazretleri bize bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnetme, keçiboynuzu yedirme, sâde bal ver. Kısa kelâmlarla cennet ve cehennemlik göster bize.”
  Vârisü’n Nebî, nedîm-i ilâhî, vazifeli olan Şeyh Şiblî Hazretleri buyurdular:
  “-Gaybı ancak Hazret-i Allah bilir. Habibi Muhammed Mustafa (s.t.a.v.) Efendimiz’e dahi 10 kişinin cennetlik olduğunu bildirdi. Fazlasını Peygamberimiz Efendimiz de bilemez. İnsan bu sırrı bilmeye muktedir yaratılmadı. Ama gene Rabbımın lütf u ihsanı kânun-u ilâhîye uygun bildirgesi ile sizlere, Allâh’ın affına sığınarak, yaşadığım mânevî hayatın anayasası olan Hazret-i Kur’ân’ın uyarısında bir tâne cehennemlik gösterebilirim” dedi ve gösterdi.
  “-Hiçbir masraf ve fedâkarlıktan kaçınmadan bir memleket halkına yedirdi, içirdi, Allâh’ın âciz kulu Şiblî hürmetine. Fakat Allah rızâsı için isteyene bir ekmek vermedi. Allâh’a kulluk yapacak kadar îman edemeyen bu âdemin ilâhî ölçülere göre şu an uyum sağlayacağı yer cehennemdir. Allâh’ı bilmeyen benî âdemin kul olan şeyhi bilmesi ne ifade eder?!..”

***

Kande bilsin Hakk’ı inkâr eyleyen, Niyâzî Mısrî’yi,
Zâhir olmuşken yüzünde nur-ı Zât-ı Kibriyâ?

***

  Evet, Allâh’ı bilmeyen Şeyh Mısırlı Niyâzî’yi nerden bilecek?
  O, mânevî vazife taşıyan kişilerdeki nuru da görme kâbiliyetinden yoksun. O nur baş gözü ile değil kalp gözü ile müşâhede edilir. Kalp gözünden yoksun kişi hakîkatı ne ile görecek?
  Kitap ve sünnetlerde olmayan bid’atlerle amel etmemeliyiz. Çünkü kâmil olmanın şartı, şerîat-ı mutahharanın hükümlerini bilmek, hurafe ve bid’atlardan uzak durmakla olur... Zira kâmil olan kimsenin gece gündüz, bütün hareket ve sükûnu ancak şerîatın mîzânı üzere olur. 1250 senedir içtihatsız kalan şerîatın, emr-i ilâhîleri kalıplaştırılmış, içinden çıkılamaz bir hâl almıştır. Zamanımız ulemâsı bu mesûliyetlerini ne zaman idrak edip, zamana uygun icraatları ile evvelâ kendileri yaşayarak, sonra tâbilerine anlatacaklar?!...
  Bütün kâinât Allâh’ın ilim ve irâdesinin tecellisidir. Allâh’ın bi-zâtihî tecellisi değildir.
  Kâinât ilâhî bir feyizdir. İslâm’da vahdet-i vücud budur.
  Her varlık izâfi varlıktır. Mutlak varlık değildir.
  Hiçbir şey varlık sâhasında kendi başına ayakta durmaya güçlü yaratılmadı!..
  Hiçbir varlığa muhtaç olmayan ancak Hz. Allâh’tır.
  Her varlık onun varlığından ibârettir ama Hz. Allâh’ın vücudu değildir!..
  Hayat vasfı taşısın veya taşımasın, her varlık izâfî bir varlıktır. Mutlak varlık değildir. Allâh’ın varlığı mutlak varlıktır, izâfî değildir. Zarurîdir, mümkün değildir.
  Bir aynaya vuran ışık kaynağı gibi, aynadaki akis mecâzîdir ve iğretidir. Kâinâtın bütün yüzleri iğretidir. Cenâb-ı Hak mutlak varlık olunca mâ-adâsı olan her şey bir görüş ve bir vehimdir.
  Mümkün: Var olmakla yok olmak kutupları birbirine müsâvidir.
  İzâfî: Bağlı olduğu nesne ile değişen.
  Zarurî: Mutlaka olması lâzım.

***

  Nefha-i Ruhu’l-kudüs’tür, suret-i insânı gör,
Hakk’ı isbât eyleyen huccetü’l-burhânı gör.

***

  “Siz Allâh’ın sıfatı ile sıfatlanınız” buyurdu Peygamberimiz Efendimiz.
  Hz. Allah buyurdu ki:
  “-Ben aç idim doyurmadın. Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin.”
  “-Ya Rabbi! Zatını noksan sıfattan tenzih ederim, nasıl olur?!”
  “-O aç kulumu doyursa idin, beni doyurmuş olacaktın. O hasta kulumu ziyaret etse idin, beni ziyaret etmiş olacaktın. O kullarımda benim rızâm vardı. Benim razı olduğum sıfatları o kullarımda görecektin!..”
  Zâhiri ilimden başka ilim kabul edemeyen, fizikten öteye yol bulamayan bilge kişinin inanç ve yaşantısının mahsülü, emr-i ilâhîye uyumlu yönü varmış gibi görülse de, samimi, îmanlı kullara örnek olacak bir zuhurat görmek imkânsızdır!..
  Çünkü o yönlü îman ve inanca sahip olanlar rahmet-i ilâhîyenin zuhur mercii şahsiyetleri, ne hayatlarında iken ne de ind-i ilâhîde rahmet vesilesi kılınan zevatların kabirlerini ziyaretin küfür olduğunu açıkça ilân eden, mânâ ile ilgisi olmayan, çarpık fetvası ile gönüllerde yaptığı mânâ tahribatı hakîkatten tamamı ile uzak kalmalarına sebebin nedeni olmuyor mu?!..
  Gerçeği kavramaya, aldığı tedrisatın verdiği bilgileri, ne de bu bilgilerin mahsulü olan îmanları gönül bahçelerine girmelerine müsait olmadıkları ğibi Peygamberimiz Efendimiz’in hasseten buyurduğu:
  “-Siz cennet bahçesine uğradınız zaman ordan yeyiniz, içiniz, ekl ediniz.
  -Cennet bahçesi nedir, ya Resûlullah?
  -Zikir halakalarıdır, buyuruldu!..”
  Bu cennet bahçesine girebiliyor musun? Bu mânâyı zatında olmayan aşk-ı ilâhî ile ölçe biliyor musun? Ne gezer… Hz. Allâh’a din öğretmek dururken, neye basit meselelerle iştigal etsin bilge kişi!..
  “Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allâh’ın ziyaret edilip, hâl ve hatırlarının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vaz geçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.” (Bakara Sûresi, 27)
 

Hz. Allah Musa (Aleyhis-Selâm)’a Vahyetti: “Ya Musa, Yarın Öğle Yemeğine Geliyorum, Bana Ne Yedireceksin!..”

  Hz. Allâh’ı noksan sıfattan tenzih etti, ama Hz. Allah “öğle yemeğine geleceğim” diyordu.
  “-Nasıl olur? diye sormak îman dışı olur, diye: “Buyur, ya Yabbi, dedim. Telâşe ile hazırlığa başladım. Yakınımdaki Allah kullarına müjde verdim.”
  Bir telaşedir başladı. Develer, sığırlar, koyunlar kesildi. Büyük kazanlar ateş üzerinde pişmeye bırakıldı. Mahşeri kalabalık gelecek, Allâh’ı göreceklerdi. Musa (aleyhis-selâm) duyurabildiklerine öyle bildirmişti.
  Öğle olmuştu. Telâşe hat safhada idi. Bir sail miskin gelerek, Musa (aleyhis-selâm)’a:
  “-Çok açım, bana biraz, Allah için verir misin?” deyince, Musa (aleyhis-selâm) sailin eline su kabını vererek:
  “-Kazanların dibi tutacak, çabuk dereden su getir” dedi.
  Gelen suyu kazana boşaltıp, tekrar getirmesini söyledi. Bu birkaç defa devam edince, gücü tükenen sail kaçarak kurtuldu.
  Başka gelen giden yoktu!..
  Musa (aleyhis-selâm) Tur-u Sina’da:
  “-Ya Rabbi! Noksan sıfattan zatını tenzih ederim, geleceğim, demiştin, ama gelmedin!..”
  “-Dediğim vakitte geldim. Bana yemek vermediğin gibi, perişan ettin! Kaç bakraç su getirttin, etin dibi tutuyor, diye!.. Nihâyet kaçtım da kurtuldum!..”
  “-O kulumda benim rızâm vardı. Ona ikram etse idin, bana yedirmiş olacaktın” buyurdu Hazret-i Allah (c.c.).
  Bu rumuzu iyi anlayalım. “Allah için olan hayır ve hasenat sailin eline geçmeden Allâh’ın eline değer” buyurdu, Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz.
 

İşte Şahidi Olduğum Rahmet-i İlâhîyenin Zuhuru

  Mecbur isminde, Çankırı’nın köyünden bir marangoz ve ağaç oymacısı candan ve samimi bir arkadaşım vardı. Kendisi yarım hafızdı, ama beş vakit namaza pek yüzü yoktu. Fakat îmanlı bir müslümandı. Çankırı’da hayli işlerini yaptım. Parasını aldım. Çünkü ben ondan daha iyi usta idim. Mizaçlarımız biri birine benzeyen uygun arkadaştık.
  Zaman geldi ki Ankara’da benim atölyem, onun da Yenişehir’de atölyesi vardı. Arkadaşlığımızdan bir şey eksilmemişti ama pek sık görüşemiyorduk.
  Bir gece mânâmda; beni Hz. Allâh’ı göstermek için götürüyorlar ve girdiğimiz binada Allah diye gösterdikleri marangoz Mecbur! Hayretimden dona kaldım!.
  Sabah ilk işim Mecbur’u bulmak oldu. Beni görünce ağlamaya başladı.
  “-Derdimi sorma, Galip Usta” diye, başına gelenleri anlatmaya başladı:
  “-Makine Kimya’da çalışan bir arkadaşım vardı. Yeni evlenmişti. Bir çocuğu olmuştu. Zor geçiniyordu. Aniden hastalandı, beyninden rahatsızdı. Ben ilgilendim. Başka kimseleri de yoktu. Muayene eden doktor “İstanbul’da beyin cerrahisinin görmesi lâzım” diyerek, Ankara’da tedavisinin imkânsız olduğunu söyledi. Bu tedaviye maddî imkânları da yoktu.”
  (Tahminen 1950-1960 arası idi. Bugünkü gibi sigortanın masrafları üstlenmesi de yoktu.)
  “-Dükkânımdan ve evden bir şeyler satarak arkadaşı aldım, İstanbul’a beyin cerrahisine götürdüm. Ameliyat, dediler. Bütün imkânlarımı kullanarak ameliyat ettirdim. Ameliyat iyi geçti. Bana nasıl teşekkür edeceğini şaşırmıştı. Kendine gelir gibi oldu, fakat ömrü vefa etmedi. Ameliyattan üç gün sonra vefat etti. Oraya defnettik.”
  “-Bitkin hâlde Ankara’ya döndüm.”
  “-Ben gelmeden evvel vefatını işiten alacaklılar evi doldurmuşlardı. Yeni evliydi. Ev eşyalarını taksitle almışlardı. Alacaklılar hırçın ve sabırsızlıkla hesabın ödenmesini bekliyorlardı. Hepsine hâdiseyi bütün çıplaklığı ile anlattım. Sabreder, zaman tanırlarsa bu borçları da benim üstleneceğimi, bundan sonra kimsesi olmayan bu aileye de benim bakacağımı söyledim. Nasıl içtenlikle anlattım ise bütün alacaklıların gözlerinin yaşardığını, bazılarının da ağladığını gördüm.” İlave ettim:
  “-Sizler şahit olun, ben o merhum kardeşime bütün hakkımı helâl ettim. Dünya ve ukba hiçbir hak talep etmiyorum,” deyince bu samimi hâdise karşısında duygulanan alacaklılar:
  “-Sen insansın da biz hayvan mıyız, biz de anamızın ak sütü gibi hakkımızı helâl ettik,” dediler.”
  “-Alacaklılar baş sağlığı dileyip çekip gittiler.”
  “-Ama Galip Usta ben hâlâ hâdisenin etkisinden kurtulamadım. Mecnun misali dolaşıyorum” diyerek sözlerini bitirdi.
  Bitkin hâlde olduğu her hâlinden belli idi. Teselli edecek söz bulamadım. Diyemedim kendisine: “Hazret-i Allah senin bu hâlini beğendi. Sende Hak tecelli eyledi,” diye…
  Çünkü mânâsı o an müsaitti. Ama maddesi, zamana uyumlu ilmi, bu rahmeti kaldıracak güce sahip değildi. Bu hâlin açık izahının ağırlığını kişinin kaldıramayacağını bildiğim için:
  “-Sen bu herkesin nâil olamayacağı rahmete müsait kılınmışsın, bu rahmetin devamı için sebebine tevessül emr-i ilâhî olan beş vakit, rızâ-yı Bârî için kılınan namazın olmaması bu kadar zuhur eden rahmet-i ilâhîyeye karşı edep harici olmuyor mu?” dedim. Namazını bir daha bırakmayacağına kesin söz aldım. Yaşlı gözlerle oradan uzaklaştım.

***

  Hz. Allah bu yönlü îmanlarını icraata dönüştürenlerin şefaatlerine nâil eylesin, âmin...
  Merhametin, komşu hakkının, nefsini hiçe sayarak Allah için istekle îmanın altı şartının bütün çıplaklığı ile zuhurunu görmek istiyorsan, şekilden ve laftan ileri gidemeyen taklidî îmana değil, ihtiyârı ile zuhuru îmanın aslı olan rızâ-i ilâhîye vesile tahkiki îmana bak!..
  İşte hocam her ilme saygım var.
  Gerçek ilmin Allâh’ı bildiren rızâ-i ilâhîyi zuhur ettiren gönül ilmî olduğunu unutmayalım!.
  Seçeneğin gönül olursa rahmete giden yolunu çok kısaltmış olursun.
  Bu yol cüz’î irâdenin mahsülü gibi görünsede! Rahmet-i ilâhîye vesile olan küllî tecelliyattır. Görüp yaşayabiliyor isen yaratılışın sırrı olan gönül ilminden nasipli olduğun ilmin içindesin demektir!..
  Yaratanına edepli, saygılı ve samimi devam ettiğin müddet gönül ilmi, peygamber efendilerimize bahşedilen ilim devam edecektir. Telâşeye kapılma. Gerçek şahitliğini zayıflatma!..
  “Biz Âdem’e eşyanın ismini öğrettik. Melâikeye sorduk, bilemedi. Fakat Âdem bildi,” buyurmadı mı Hz. Allah?!..
 

***

Kalb-i Mecnun’u yarar isen Hazret-i Leylâ çıkar.
Zâhidâ, sen sanma, Mecnun başka, Leylâ başkadır.

***

Taklîd ile setroldu, tahkîk olan âşıklar.
Her birisi bir şeyhdir nurânî alâmet yok.

***

Arz-ı vâsi ister isen kâmilin gir kabzına,
Arş-ı kürsîden geçmiştir, Evliyânın pâyesi.

***

Âşık olmayan kişinin cânı yok,
Küfrü çoktur; illâ hiç îmanı yok.

***

 
  EDEB, aklın dışarıdan görünüşüdür. Kur’ân yazısında üç harften teşekkül edip, her harfi bir mânâ taşır: Eline, Diline, Beline diye.
  Efendi! Anla ki: insanın tenindeki can ne ise edepten ibârettir.
  Âdem ulvî âlemdendir. Onu süflî ve alçak sanma!
  Bu kâinat kubbesinin dönüşündeki nizam ve revnâk edeptir.
  Ayağını iblisin kafasına koymak, ona hâkim olmak istersen gözünü aç: Şeytanı öldüren edeptir.
  Âdemoğlu edepsiz ise insan olmaya müsait yaratılan “Âdem” değildir. Çünkü hayvan ile Âdem edeple ayrılır.
  Allah kelâmı baştan aşağı edeptir.

***

  Akla:
  “-Îman nedir?” diye sordum.
  O, kalp kulağıma:
  “-Îman edeptir” dedi.
  

***

  Allâh’a karşı edep, peygamber efendilerimize karşı edep, âile efrâdına karşı edep, hemcinsine karşı edep.
  

***

  Fâniyi fenâya veren bâkiyi de kaybeder. Bâkiliğin tohumu fâniliktedir.
  

***

  Maddedeki günâhı kebâire dışındaki güzellikleri kabul etmediğin kadar mânâdanda o kadar kaybedersin iyi bil ki dünya ve ebedi hayat nizamı senin için rahmettir birini diğerinden ayrı düşünmeyesin!..
  

***

  Dünyanın maddesi, zamanı fânidir. Ama mânâsı, hayatiyeti bâkidir.
  

***

  “Tevfik, sâye refik olanındır dünyada.” (M. Akif)
  

***

  Müslüman, İslâm’ın aynı zamanda bir hayat nizâmı olduğunu kabul etmelidir.
  Kabul etmeyenler, İslâm’ın anlamını yeteri kadar bilmediklerindendir.
  

***

  Bilebilseydik, Kelâm-ı Kadîm’de Hazret-i Allâh’ın koyduğu, kıyamete kadar geçerli olan hayat nizâmını... Tenezzülen zuhur eden ve bâriz görülen Allâh’ın fiilî sıfatlarının zuhurunu.... Sana tevcih edilen cüz’î irâdeni kullanmayı idrak edemeyip, “onu da sen yap” diye nefsini cüz’î irâdeden de soyutlayarak, hiçbir mesûliyet duymadan götürmeye çalıştığın hayat nizâmının... Mânâsı kaybedilip telaffuzda yalnız İslâm’ın kelâmı kalmazdı!
  Mükevvenâtta bir zerre varmı ki, mânâsız yaratılmış olsun?!..

***

  Hayvanın her şeyinden istifâde eder benî âdem. Sütünden, etinden, derisinden, kemiklerinden, hattâ pisliğinden. Söyler misin, ey benî âdem? Allâh’ı bilemiyorsan hemcinsine karşı vazifeni idrak edeceğine kim inanır? Hizmet ediyormuş gibi görünsen de hayat sahnende nefsî çıkarından başka bir görünüm bulabilirmisin?

***

  Küllî mahlûkâtın efdali ve şereflisi olarak yaratıldın. Hiçbir mahlûkâta verilmeyen cüz’î irâde, az da olsa cüz’î hürriyet, cüz’î hâkimiyet sana verildi. Bu rahmet-i ilâhîden haberli kılındın. Ama bu haberciyi kabul edemedin. Niye? İyi dinlemediğin için, gafil!..

***

  Hürriyetin elinden gidiyor, zannettin. Bilemedin ki, gerçek hürriyetine kavuşacaktın. Cevherini ve arâzını halketti Hz. Allah. Sen bunları karıştırmak sureti ile cüz’î irâdeni kullanıp, sây-i gayretini sarfetmeden, “sonrasını da sen yap” diye Yaratanına karşı terbiye noksanlığı yapma!. Ufak bir misal: Allah suyu yaratmış. Toprağı yaratmış. İkisini karıştırıp bir şeyler yapman için sana akıl ve güç vermiş. Tertîb-i ilâhînin dışına çıkarak “bunları da sen yap” diye Yaratanına karşı ukalâlık yapma. Vazifeni bil. Haddi aşma!..

***

  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)

***

  Bu âyetleri anladığın zaman vazifeni de anlarsın. Arzı Allah yarattı. Cüz’i de olsa tanzim ve düzenini ise benî âdeme bıraktı. Allâh’ın haram kıldığı dışında en güzeli bulan, “Rabbımın lütfu ihsanıdır” diye yaşayan insan, medeniyette ve teknojide ilerlemiş, Allâh’a şirk koşmadan yaşayan fert ve toplumlar İslâm’ın bu yönünü anlamış örnek insan ve toplumlardır.

***

  Müslüman olmayanlarda bilgisizlik, şüphe ve korku vardır. Bu hastalığın ilacı gerçek ilimdir. Şüphe, akla uydurulmuş İslâm nizâmı diye nefsanî uygulamasında görülmektedir. “Nerede bu İslâm?” sorusuna: “Şuradadır” diye kendisini dahi gösterememesinden kaynaklanan suçlamalar... Hayal mi? hakîkat mı? Şüpheleri devam ediyor.

***

  İslâm’ı yalnız şahsımıza mâlederek telaffuz etmemizde sakınca görmüyoruz. Bu düşünce Hazret-i Kur’ân’a ters düşüyormuş, umurumuzda değil. Bu mevzuda âlimlerimiz pasif kalıyor yâhut nedense, bu gerçeği dolaylı yoldan tahrif etmeyi vazife edinmişcesine, gerçekler öğretilmediğinden dünyaya ne anlatacaklar?

***

  “Kendi muhtâc-ı himmet dede;
Nerde kaldı, gayrıya himmet ede?!.”

***

  Allâh’ın lütfettiği bir din vardır: O da İslâm’dır. Umumun dîni İslâm’dır. “Allâh’tan başka ilâh yok” diyen müslümandır. Müslümanlarsa kardeştir!.
  Cümle peygamber efendilerimizin tebliğ ettikleri ve yaşadıkları din İslâm’dır. Tâbi olanlar da müslimdir.
  Ehl-i Kitab gayr-i müslim değildir.
  İşte Allâh’ın bu bildirisini dünyaya duyuralım. Hazret-i Allah dün yeterli olmayan duyurma imkânlarını bugün nâ-mütenahi ihsan etti. Kadrini bilmeden, o rahmetleri oyuncak zannedip oynuyoruz. O rahmeti yerinde kullanmayı bilelim!. “Atı alan Üsküdar’ı geçmeden!.”
  Bu kitapçığın başında, Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik, Metafizik ve Tasavvuf ve Zikrullah kitaplarında izaha çalıştığım daha buna benzer birçok bid’ata ve hurâfâya kaçan, fakat dîne mâledilen, Ehl-i Kitâb’ı Ümmet-i Muhammed’e, Hazret-i Kur’ân’a dahi düşman eden bu yanlış tutum, ülkemizde dahi zaman zaman milletimiz içerisinde düşmanlığa dönüşen bu çarpık zihniyet ne zaman yerini gerçeklere terkedecek?
  Evvelâ âlimlerimizden ve idârecilerimizden ricâ ediyorum: Dîn-i İslâm’a hizmet lâikliğe kesinlikle aykırı değildir. Ülkemizde olan ve dünya bakışı açısından doğan düşmanlıktan, sevdiklerinizin başı için kurtarın dünyayı. (S.O.S.!)
  “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allâh’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin. Adâletli davranın. Şüphesiz ki, Allah âdil davrananları sever.” (Hucurât Sûresi, 9)
  Dikkat edersen Cenâb-ı Hak “mü’minlerden iki grup” buyuruyor.
  “Bedevîler ‘inandık dediler. De ki; ‘siz îman etmediniz, ama İslâm olduk deyin. Henüz îman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurât Sûresi, 14)
  Âyet-i celîleyi iyi oku da “lâ ilâhe illAllah” diyen bedevî de olsa, “müslüman değilsin” diye gönül tahribatı yapma. Âyet-i kerîmeyi iyi anla da, sonsuz rahmet-i ilâhîyeleri, ayrıca emr-i ilâhî olan namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermeyi “İslâm’ın şartıdır” diye, mü’minle müslimi birbirine karıştırma. Bedevî, İslâm’a girdi, müslüman oldu. Ama henüz bir şey bilmiyor. Genç müslüman. Ama henüz teklifâta tâbi değil. Büluğa ermedi. “Bunlar müslüman değil” dersen, sen hakîkat cahilisin İslâm’ı bilemiyorsun bilemediğin işe karışma!.
  Tasavvuf; ancak kalbe işlenen ledünni amellerin bir kânunu, zâhir ve bâtınla ilgili ilâhî hükümlerin düsturunun ismidir!.
  “Allah (c.c.) yakında bir kavim getirecek. Allah (c.c.) onları, onlar da Allâh’ı sever.” (Mâide Sûresi, 54)
  Tasavvuf îmanla ameli sâlih arasını cem etmektir. Amel-i sâlihi tamamlayıp zirveyi kemâle çıkmaktır.
  Îman çıplaktır. Elbisesi takvâ, süsü hayâ meyvesi ise ilimdir.
  “Ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizi nezdimize yaklaştırmaz! Ancak îman edip, sâlih amel işleyenler başkadır. Onlar yaptıkları iyiliğe mukâbil iki misli mükâfat görürler. Onlar en yüksek mekânlarda, emniyet içindedirler.” (Sebe Sûresi, 37)
  Ne zaman kulum üzerine zikrim gâlib olsa, kulum bana âşık olur, samimi olur. Ben de ona âşık olurum.
  Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz Efendimiz’e bildirdi:
  “-Allah ümmetine bir şey verdi ki, diğer ümmetlerden hiçbirisine onu vermedi.”
  “-Yâ Cebrâil, nedir o?” diye sordu:
  “-Allâh’ın: ‘Ey kulum, beni an ki, ben de seni anayım’ (fezkürunî, ezkürküm) sözüdür. Bu senin ümmetinden başkasına verilmedi.”
  “Ey Rabbımız, bize dünyada hasene ver. Âhirette de hasene ver” meâlîndeki Bakara Sûresi 201’inci âyetini Hasan-ı Basrî Hazretleri meâl olarak şöyle ifade ettiler:
  “Dünyadaki haseneden murat ilim ve ibâdettir. Âhiretteki haseneden murat cennet ve cemaldir.”
  Zâhirî 5 duyu: Görmek, işitmek, koklamak, dokunmak, tatmak.
  Bâtınî hisler de 5’tir: Hayal, hâfıza, müfekkire (düşünmek düşünce) müzekkire (andıran, zikreden, tesbih çeken) hatıra. Halk arasında 6’ncı his telepati diye bilinir.
  Hikmet gönülde bir nurdur ki, sahibi o nur ile vesvese ve ilhamı birbirinden ayırır.
  Hikmet, Kur’ân’ın nurudur. İlim ve amelin hakîkatını bilmek, kalbi mekr ve hileden temizlemektir.
  Hikmeti, hayatı ve yaşantısı emr-i ilâhîye uyumlu hazret-i insanın her hâlinde görmek mümkündür!..
  “Her kime Allah tarafından hikmet ihsan olunursa, ona pek çok hayır verilmiştir.” (Bakara Sûresi, 269)
  “Biz Allâh’a ve onun katından bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve esbât’a (torunlarına) indirilene, Musâ ile İsâ’ya verilenlerle, Rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlardan hiçbiri arasında fark görmeksizin inandık ve biz sadece Allâh’a teslim olduk deyin.” (Bakara Sûresi, 136)
  Âyet-i celîleyi “bizden başka yok” diye diye ne hâle getirdik. Hiç olmazsa bundan sonra Allâh’ın emrini, tertîb-i ilâhîyi iyi öğrenelim de nefsimizin ürettiği hata ve günâhı ümmet-i Muhammed’in gayrısı Hz. Allâh’a inanan ümmetlere kâfir, gâvur, gayr-i müslim sıfatını yakıştırmaktan kaçınıp, bir daha bu günâhı işlememeye özen gösterelim.
  Zaman devam ettikçe Allâh’ın sübûtî ve fiîli sıfatları daha bâriz şekilde tecelli ediyor. Görülüyor ve biliniyor ki, hiçbir şeyin kendi kendine, rastgele oluşmadığını bilmek fevkalâde bir ilim olmaktan çıkıyor, avamın ölçüsüne de uygun tecelli ediyor. Küfür yerini inanca bırakıyor. Küfr-ü inâdî, artık aleni îmanın dışında seyrediyor. Anlamayan kul bilmem kaldı mı? Kaldı ise, Rabbımız günâhlarını affetsin. Rahmet-i ilâhîyenin şeffaflığından küfre gizlilikte de yer kalmadığını bilsin de, küfr-ü inâdî küfründen kurtulsun. Yaratanını idrak etsin. Zira haberin olsun, “Atı alan Üsküdar’ı geçti!.”
  Kur’ân’da da mevcut, hikmet-i ilâhî, mü’minin kaybolmuş devesi gibidir. Herkes devesini iyi bilir.
  Maddeden öteye yolu olmayan hikmetler sahibinin zan ve şekkini artırır. Kevni hakîkatlerin ötesinde olan hikmet-i ilâhîye ise insanı semâvatın fevkına çıkarır!..
  Hayatı boyunca Hak’tan samîmiyetle hikmet talep eden, zaman gelir hikmetin zuhur kaynağı olur. Onu elde etmek için sebep aramaktan âsude kalır. Zira Hz. Allah o kulunu rahmetinin zuhuruna vesile kılmıştır.
  Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki:
  “-Siz Cennet bahçesine uğradığınızda oradan yeyin için otlayınız!.
  -Cennet bahçesi nedir, ya Resûlullah?
  Buyurdular ki:
  Cennet bahçesi zikir halakalarıdır!..”
  

***

  Git de, hikmet otunu otla ki, Allah onu sana garazsız, mahz-ı atâ olarak vermiştir.
  “Hakk’ın rızkından yeyin” âyetindeki rızkı, ekmek anladık. O kelimenin mânâsı hikmet ve mârifetmiş.
  Öyle ki, insan melek de olsa, ilâhî yardıma uğramayınca defteri siyah çıkar. Hakk’ın yardımına, Hakk’ın has kulları olan kâmil insanlara verilen rahmet tecellisine meleklerin bile ihtiyâcı vardır.
  Bize ezel meclisinde bir damla ilim vermiştin. Bu damlayı, varmak için yanıp tutuştuğu ummâna sen eriştir.

***

  Dînin kurucusu, koruyucusu Hazret-i Allâh’tır. Din Allâh’ın tekelindedir. Bu tekele burnunu sokanlar Allâh’a ortak koşmuş ve şekle düşmüş olur.
  İçtihadın her devirde ortaya çıkardığı yorumlanmış din tablosuna diyanet ve şerîat denir. Dînin değişmezliği esastır. Diyanet tarafından bu tabloyu zamana göre aynı mânâyı yansıtan şekil olarak değişiklik içeren hakîkatın şerîatta yansımasını gösteren zamanın ictihâdını içeren tablo çizilmelidir.
  Maalesef bu tablo, mesûlleri tarafından umursanmayıp 1250 senedir, zamana uyumlu ictihâdı gerektiren âyetler ve hadislerin üzerinde lüzumuna binâen içtihat yapılmadığından, olduğu gibi bırakıldı.
   Şerîat, zamanımızda yaşanması güç, fakat ibret alınan tarih oldu! Hakîkatler çağın gerisinde kaldı. Samimi inanan kişiler günün yansıyan gerçeklerine ve gerçeklerin güzelliklerine ister istemez, içtihatsız bırakılan şerîatlarına uyum sağlayamadığından tahsil ve bilgiyi önemsenmeyerek, yaşantılarındaki günâh-ı kebâir dışı güzellikler de hesap dışı bırakılıp, kendisi gibi düşünüp yaşamayanlara hiçbir ölçü tanımadan ‘kâfir, gâvur denildiği, şahit aramaya lüzum olmayan, her an görülen gerçek değil mi? Bu tutumumuzla o toplumları tarih boyu düşman edinmedik mi? Hâlâ o yanlışlığı korumak için çaba sarfetmiyor muyuz?..
  Sene 2001 içtihatsız kalan, şer’î şerîfe ters düşen, îmanı bilemediklerinden, samimi olsalar da, noksanlıkları zamana göre bariz görülen toplumların ne hâlde olduklarını, ne hâle geldiklerini görmemezlikten gelemezsin. El-insaf!...
  Elbette bu tutumumuz Kur’ân-ı Kerîm’in küll olarak mânâsına da ters düştü.
  Düşmanı evinin içinde olan kimse, istediği kadar dış tedbirleri yerine getirsin, düşmanın taarruzuna karşı kapı ve pencereleri sağlamlasın, bundan ne çıkar?!
  Rahmet-i ilâhîyeyi vesilesinden bildiği hâlde, yararlanmada hakîkata karşı hicap duymuş, nefsinin esiri olmuş, akıl ve mantığının ölçemeyeceği gerçeklere giden yolları tıkamış. Vücudunun içinde nefsini ilâhî emri umursamadan şımartan, her türlü ihtirâsa mağlup bir düşman varken, kişi dışarıdan daha hangi haydutları bekliyor?!
  “Arzda kâmil bilgi sahipleri için nice âyetler vardır.” (Zâriyât Sûresi, 20)
  Kur’ân’ın mânâsı Allahu Teâlâ’nın zâtına mahsus olup, Cebrâil (aleyhis-selâm)’a Kureyşî lisânı üzere ihsan eyledi.
  Bütün kulların bir nebze de olsa anlayabilmesi için arza ve gökyüzüne Hazret-i Allah fiilî sıfatlarının tenezzülen zuhurunu bi-zâtihî değil, izâfî olarak ihsan eyledi. Bu âyetleri okumayı peygamberimiz efendilerimize ihsan ettiği gibi, insan-ı kâmile de lütfetti. Denilir ki, yer ve gökyüzünde her zaman zuhuru görülen âyetlerin, ilm-i kelâm semâvî kitapların, sahîfelerin mânâları Allâh’ın yed-i kudretinde olup, cümle kitaplarda yazılanlar arzda ve semâda, bütün âlemde zuhur eden âyetlerin, bu âlemdeki âyetlerin beyyinâtıdır.
  “Arzda kâmil bilgi sahipleri için nice âyetler vardır.” (Zâriyât Sûresi, 20)
  “Andolsun ki, sana apaçık âyetler indirdik. Onları hiç kimse inkâr etmez, ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bakara Sûresi, 99)
  Malın ve servetin efdali Allâh’ı zikreyleyen lisân, Allâh’a şükreyleyen kalp ve kişinin îmanına yardım eden, hayat nizâmına âşinâ mü’min bir kadına mâlik olmaktır.
  Ecdâdımız bu hâli, zamana göre şöyle gerçek anlamda espri yapmışlar. Her zaman geçerli yönleri olması lâzım:
  “Rahvân yürüyen at, söz tutan avrat, iyi çıkarsa evlat; düğünü bayramı ne yapacaksın? Gir oyna, çık oyna!..
  Zonk zonk yürüyen at, söz tutmayan avrat, kötü çıkarsa evlat; Allah belânı vermiş. Daha başka belâ ne gerek? Gir ağla, çık ağla.”
  Âdem (aleyhis-selâm) akıl derecesinden aşk derecesine ulaşınca bütün varlıklarda Allâh’ın güzelliğini görmeye başlar. Her varlıkta Allâh’ın tecellisini, adını gördü. Âdem (a.s.) her şeyin hakîkatını biliyordu ki, ona”alleme’l-esmâ” denildi.
  Sıhhat ve selâmetin için, kapanmış mâziyi, meçhul istikbâli bırak da, günü yaşa. Zira hakîkat bu andır, hayat bu demdir.
  Âdemlikten terakki eden insan, enfüsî ve âfâkî bilgi edinmek, yani hem kendini, hem de dış âlemini bilmek mecburiyetindedir. Hazret-i insan güzellikleri takdire müsait kılınmıştır!...
  Sokrat’tan bu yana ortaya konulmuş ahlâk sistemlerini gözden geçirdim. Fakat İslâm ahlâkiyâtından daha üstün, kıymetçe onu aşan hiçbir din ve felsefe sistemine rastlamadım.
  Tutku insanı yıkabilir de, yapabilir de. Ama mutlaka harekete geçirir.
  Tehlike nerede ise kurtuluşu orada aramak lâzım.
  Kur’ân’ın belli kalıplar içinde kalmış bir düzen sunduğunu kim söylemiş?
  Hiç kimse bizi peşinen çizilmiş sınırlara zorlamamalıdır.
  Şiir şâirin neresinden çıkarsa okuyucunun orasına ulaşır!.
  Kâinâtın yaratılış sebebi olan nur-ı Muhammedî hakîkatine ulaşmak kâmil insana karşı beslenen sevgi ve bağlılıktır. Kâmil insan bütün insanların göz bebeğidir. Kâmil insanı sevmek nur-ı Muhammedî’yi sevmek, Allâh’ın rahmet sıfatlarının tecelli ettiği mercii sevmek gerçek anlamda Allâh’ı sevmektir.
  Hz. Allâh’a ve resûllerine îman edenler bu gerçeği iyi bilirler. İnşallah, idarecilerimiz de bu gerçeği anlar. Sahtelerine bilmeden verdiği yolları kapatır. Gerçeğe mânâ yolunu açık tutar.
  Ehl-i aşk kemâlatlı yaşantısı ile dinde, kalpten gelen emr-i ilâhîye uygun duygularla Yaratanını kesir zikreder.
  Mecnun’a Leyla’sını anmak suç olmamalı!..
  Hz. Allah (c.c.) hadis-i kutside buyurdu ki:
  Kulum beni zikreder… Kulum bana aşık olur.. Aşkla zikretmeye devam eder… Ben de o kuluma aşık olurum!..

***

  Fenâ fiş-şeyh:
  Kâmil insanda yok olmak, nefsin yasaklanmış arzularından şeyhini örnek tutarak kemâlata doğru yol almaktır. Tasavvufta bu hâle kâmil şeyhin hâli ile hâllenmek, onda ifnâ olmak, yani benliğinden soyutlanıp, gayr-i ihtiyârî zuhur eden rahmet-i ilâhîyede şeyhi ile bir olmak.
  Fenâ fir-Resûl:
  Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz’in Allâh’ın lütuf ve ihsanı olan rahmet deryâsında, Hazret-i Resûlullah’tan başka bir şey görmeyip, o rahmette benliğinin yok olduğunu görüp, Hazret-i Resûlullah’ın mânâsında gene şeyhi ile ifnâ olmak, yani yok olmaktır.
  Fenâ fillâh:
  Allâh’ta ifnâ olmak. Gurur, kibir, ucup, benlik, varlık, gibi nefsinde mevcut, Hazret-i Allâh’ın sende zuhur ettirdiği bu türlü hayvânî sıfatlarla yükümlü kılındın. Yeryüzüne âdem olarak gönderildin. İnsan olman için rahmet-i ilâhîyeye uygun türlü vesilelerle Hz. Allah kulun zaafına göre rahmetini ihsan eyledi. Buna karşı rahmet-i ilâhîyelerde merciinden bildirildi. Kul emr-i ilâhîyeye uyduğu kadar beşeri sıfatlarından tamamiyle olmasa da, kısmen, insanlığa uygun sıfatları edinmeye ihtiyârı ile yetkili kılındı. Emr-i ilâhîye uygun güzelliklere uyumluluğun zirvesinde aşk-ı ilâhîyi bulursun. Hz. Allâh’ın gayrısı ilm-i hakikinin dışında kalır. İşte bu îman samîmiyetinden gelen, hayvaniyetten insan olmaya dönüşüm Allâh’ta ifna olmaktır!...
  “Siz Allâh’ın sıfatları ile sıfatlanınız” buyuruldu. Şurayı hatırdan çıkarma: İfna olmak, kaybolmak anlamında olup, tamamı ile yok olmak değildir. Emr-i ilâhîye ters düşen nefsanî sıfatlarını ilâhî sıfatlara dönüştürmektir. Şunu iyi bilesin ki, ıslah ettiğin duyguların tamamı ile seni terketmeyecektir. Beşeri duygular her an yerini almak için îmanın zâfiyetini arar. Fırsat buldu mu, hemen özlediği yerine oturur. İşte kulun imtihanının zuhuru ve tecellisi budur!..
  “Nefis Allâh’tan kaçar. Siz onu rahmet-i ilâhîyenin zuhur vesilesine bağlayınız.”
  Yakınlığın ve derecen ne olur ise olsun, abd Rab olmaz, Rab abd olmaz!.. Onun ortağı, şeriki, naziri yoktur. Bu ilme aklın gücü kâfi değil… Beşeri varlığa kapılıp da iki âlemini de perişan edecek yanlış işe tevessül ve tenezzül etmeyesin!...
  Peygamber efendilerimiz ve vârislerinin Hz. Allâh’ın rahmetinin zuhuruna vesile olduğunu o vesilelerin nazar ve telkinleri ile iradesini bu yolda samîmiyetle sarfeden kulun rahmet-i ilâhîyeye uygun düştüğünü bilesin!.. Ve anlatmak istedikleri, benliğinin yasak olan haramiyetinden, kulun mânevî zararına sebep olan tehlikelerden uzaklaştırmak… Kulun belirli günâhlardan soyutlanmadan, bu rahmet-i ilâhîyeye nâil olamayacağını bilmesi lâzım. Ölçünün aslı Hz. Allâh’ın yed-i kudretindedir!..
  Bekâ billâh:
  Dünya hayatında ve ebedî hayatta Allâh’ın istisnâî rahmetine nâil olup, müstesnâ ebedi hayata, ölümsüzlüğe ermektir.
  Kurbiyet:
  Yakınlık, yani, yed-i anlamını ifade eder, Allâh’ın yakını. Cemâlullâh’a hak kazanan ehl-i aşkın gördüğü Cemâlullâh’ın tecellisi olan nur-ı ilâhînin ehl-i aşkın da simâsındaki tecellisinden cennet halkı dahi o cemâli seyretmekle gerçek aşkın zuhurundan nasiplerini alacaklardır.
  Gavsiyye’de bildirildiğine göre, Allah buyurdu:
  “-Yâ Gavsü’l-âzam, bâzı kullarımı cennet, bâzılarını da cehennem için yarattım. Bâzı kullarımı ise zâtım için yarattım. Yâ Abdülkâdir, sen de zâtım için yarattıklarımdansın.”
  Bu yazdıklarımı zâhiri ilimle ölçmeye zahmet etmeyesin. Ölçemezsin. Fakat inanarak yaşarsan gerçeği görür, zevkini alır, en büyük rütbenin kulluk olduğunu iyi bilirsin.
  Rab, abd olmaz. Abd, Rab olmaz. Kul hâşâ Allah olmaz. Allah da kul olmaz. Bu bilginin, bu gerçeğin te’vil tarafına sakın yaklaşma. Hazret-i Allâh’ı bilmenin anayasasıdır. Sakın şirke sapmayasın. Telâfisi mümkün olmayan günâh işlersin. Hazret-i Allâh’ın af ve mağfiretinin Allâh’a şirk koşan, eş, ortak tanıyanlar için olmadığı beyan edilirse de tamamı ile Allâh’tan ümit kesilmez!.
  “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir!.” (Zümer Sûresi, 53)
“Yetmiş iki milleti bir göz ile görmeyen,
Halka müderris olsa hakîkatte âsidir.” (Yunus Emre)
 

NESİMİ HAZRETLERİ (K.S):

  “Ger bu gerçek âşığın derisin yüzerler, incinmez.
  Zâhidin sırça parmağın kessen ikrârından döner, Hak’tan kaçar.”
  Nesîmî Hazretleri meyyitin kabirde doğrulmasının ceseden değil ruhen olduğunu bildirdiği zaman, zâhirî ulemâ tuyan ettiler:
  “-Ceset doğruluyor, yanlış söylüyorsun zındık!” dediler.
  Nesîmî Hazretleri:
  “-Tecrübesi kolay” dedi. “Yeni meyyitin karnına su dolu testi koyalım, üzerini kapatalım. Ertesi gün açalım, eğer testi devrilirse cezâma râzıyım”
  Zâhirî ilim erbâbı:
  “-Testi devrilir ise şer’an derini yüzmemiz lâzım” dediler. Nesîmî Hazretleri kabul edip, birisi kasıtlı devirmesin, diye kabrin yanından ayrılmadı. Hâl-i yakaza gördü!.. İlmî zâhirin akılla ölçüye alamadığı yakaza hâli mânâya aşina olamayan bilge kişinin mânâ noksanlığıdır!
  (Hâl-i yakaza: Uyanık iken görülen mânâ.)
  Yağmur yağıyor. Sahrâda bir çadır. Çadırın üzerinde delik. Delikten çadıra yağmur serpiyor. Nesîmî Hazretleri çadırdan içeri girdi. Hazret-i Resûlullah (s.t.a.v.) Efendimiz çadırın içerisinde. Elini öptü.
  “-Yâ Resûlullah, çadır delinmiş, içeriye su giriyor!” dedi.
  “-Evet. O deliği senin yüzülen derinle kapatacağım. Gerçeği söyledin. Fakat ümmetim bu gerçeği idrak edecek kemâlâtta değil. Testinin devrilmediğini gören zâhiri âlim ve avamın ekserisinin inançları zaafa uğrayacak. Sizi uyarmadım mı, ümmetimin kâbiliyetine göre konuşun, diye?!.”
  “-Evet. Hatamı anladım. Beni affet, yâ Resûlullah.”
  Peygamberimiz Efendimiz hatasını anlayan, söylediği gerçeğin bu topluma göre olmadığından onun izahı üzerine mutmain olan Nesîmî Hazretleri’ne buyurdular ki:
  “-Bu hatanın telâfisi, tövbe, istiğfarı: Elinle testiyi devir. Derini yüzsünler.”
  Emr-i Peygamberîyi hemen uyguladı. Mahşerî halk yanında kabir açıldı. Devrilen testiyi görenler batılda olsa inançlarında mutmain oldular. Bu yönlü ilimden başka gerçeğe iltifat etmeyen ulemâ “Dîn-i İslâm’a hizmet ediyorum” anlamında, “muzaffer kumandan” edâsı ile Nesîmî Hazretleri’nin derisini yüzdüler. Müftü Efendi buyurdular ki:
  “-Bu zındığın kanını âzânıza sıçratmayın. Eğer herhangi bir yerinize bulaşır ise o âzâyı şer’an kesmek lâzım.”
  Böyle fetvâ verdi. Cilveyi Rabbânî... Uzakta olduğu hâlde müftü efendinin serçe parmağına nasılsa kan bulaştı. Müftü parmağını sakladı. Kimseye göstermedi. Nesîmî Hazretleri yukarıdaki beytini okudu.
  Allah rızâsı için derisini yüzdüren Nesîmî Hazretleri Allâh’ı zikrederek, sahrâya doğru gitti. Bir daha Hazret’i gören olmadı. Bu cilveyi Rabbânî bütün insanlığa ibret olsun. Hazret-i Allah şefaatlerine nâil kılsın, âmîn.
  Mâlik bin Dinar ve Sâbit Bennâm, Hasan-ı Basrî çağında Râbia’nın yanına gittiler. Râbia sordu:
  “-Allâh’a niçin ibâdet edersin?”
  Mâlik cevâben:
  “-Cennete müştâkım” dedi.
  Sâbit Bennâm’a sordu:
  “-Sen kulluk yapmakla ne istersin?”
  Sâbit de:
  “-Cehennemden korkuyorum” diye cevap verdi.
  Râbia konuşmaya başladı:
  “-Mâlik, sen yalnız bir şeye tamâhen çalışan işçiye benziyorsun. Sâbit, sana gelince, sopa korkusu ile çalışan işçiye benziyorsun.”
  Onlar sordular:
  “-Yâ Râbia, sen ibâdetle ne istersin?”
  “-Allah sevgisi ve ona karşı bol şevk ve aşk.”
  Yunus Emre, ehl-i aşkın ne istediğinin sözünü söylemiş ama özünden deyimi ile sözüyle özünü göstermiş:
  Cennet, cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri;
  İsteyene sen ver anı, bana seni gerek seni.

***

  “Ehlullahın tek arzusu cennette cemalullahdır.”
  Mevâlid-i selâse, çürüyüp, yok olmaya mahkûmdur. Aslında cüz’iyetten başka bir şey değildir. Hayvânât, nebâtât, cemâdât: Bu üç şey küllîyâta dâhil olan, daha büyük, daha heybetli varlıklar da aynı kuvvet karşısında bozulup yok olmanın lezzetini tadacaklardır. Çünkü bu âlem, bu kâinat ve bütün yaratılmışlar bir âlemi kevnî fesat içindedirler. Kâinât, her şey, bir taraftan yaratılmak, bir taraftan bozulup çürümek, yok olmak şeklinde değişmez bir kânuna tâbidir. Bu kânun, bizim, cemâdât dediğimiz, ölü, cansız ve donmuş sandığımız bütün varlıklar için geçerlidir!.

***

  Müsâvîdir seni sevmek, güzel sultânı sevmekle,
Yüzün âyine-yi nur-ı Huda’dır, yâ Resûlullah.

***

  Rabbım iyiyi, güzeli, hayırlıyı sen biliyorsun, ey semânın ve arzında nurunun hâlikı Allâh’ım! Sen aşk-ı ilâhîyenden lütfettiğin sayısız huzur dalgaları ile ruhumu kapla.
  İlâhî! Dünya ve âhirette değeri olmayan, geçici şeylerle lüzumundan fazla meşgul olanlardan olmayalım!. Dünya ve âhiret faydası olmayan ilim ve anlamsız meşguliyetle zamanı boşa geçiren gafillerden eyleme. Rahmetinle, bizler hakîkat fakiri, âhiret müflisi olmaktan sana sığınırız!..
  Hazret-i Allâh’ı sever isen, onun emirlerine göre hareket edebiliyor isen, dikkat et! İstisnaî yaratılışın şükrünü eda et. Duygusuzca hakîkat garibi olmayasın!..
  Hamd ve şükrünüzü yaratanınıza karşı ihmal etmeyin. Dünya ve âhiret güzellikleri, sây-i gayretinizden zuhur edecektir. Zuhur eden güzelliklerde rahmet tecellisine dikkat et. Umulur ki gerçeği göreceksin!..
  Her gün hayatı yeni doğmuş gibi yaşayın. Sıhhat ve selâmetin için, kapanmış mâziyi, meçhul istikbâli bırak. Günü yaşa. Hâl bugündür. Dem bu demdir.
  Dîn-i İslâm’ın mânâsını Asr-ı Saadet gibi yaşamaksa muradın, içtihatsız şerîat ehlini doyurmadığı gibi, cehennemden başka görgüsü olamayan, mecrasından saptırılmış Dîn-i İslâm’ı anlatan nâ-ehlin izahı, gerçeği yaşayanları tatmin etmediği gibi, geçici hayatın garnitürü imiş gibi göstermekten ileriye yol bulamadığı zamanımızda çarpık yaşanılan bir vakıadır. “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” hitabına “Evet” demeyen, dünyada cesetlenmiş ruhlar, sonsuz rahmet-i ilâhîyenin zuhuru ile aralanan mağfiret kapısından geçmeye yeltenirler. Her hâlinde samimi olanların da rahmet kapısından geçtiklerini görebilirsin. Bu yönlü rahmet-i ilâhîyeden istifade edenler çoğunluktadır!.
  Âdem (aleyh’s-selam): “Rabbenâ, zâlemnâ” dedi: “Ey Rabbımız, biz nefsimize zulmettik” diye tövbe, istiğfar etti. Derecesi yüceldi.
  Kıyamete kadar Allâh’ı bilen evlatlarına âczini bilmekte örnek oldu.
  Şeytan da: “Beni azgın kılışın hakkı için” diye, hakîkatı idrak edemedi.
  Allâh’ı suçladı. Huzurdan kovuldu ve lânetlendi. Çünkü gerçek ilim bu değildi. Allâh’ı yeteri kadar bilmeyenlerin nefis duygusundan başka bir ilme sahip olamamanın yenemeyecek kadar acı ürünü!..
  “Yedullâhi fevka eydîhim” (Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir.) (Fetih Sûresi, 10)
  “Yâ ALİ, şu hakîkatı bil ki: Allah yolunda yapılacak ibâdetlerin en yücesi, onun kullarına gönderdiği bir mürşidin mânevîyâtı gölgesinde bulunmak ona uymaktır. Bu âlemde herkes başka türlü ibâdet yolu tutar. Herkes kurtuluş yolu olan bir Allâh’a varış tarîki arar. Sen bu yolların hepsini bırak. O âkil mürşidin âğuşunu seç. İçinde sana muhâlefet eden gizli düşmanlardan tamâmı ile kurtulmuş olursun. Böyle bir ibâdet senin için bütün başka ibâdetlerin üstündedir. Bu ibâdetle sen Hakk’a giden kâfilenin başında olacaksın.” (Mevlânâ, Mesnevî-yi Şerîf, I/2965)
  “Ene medinetün Ali babuha” (Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır) buyurdu Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz. O kapının parçası olan bu abd-i âcizin mezheb-i Hanefî, meşrebi Alevî’dir. Ali ailesinin baba tarafından ve ana tarafındanda mânevî ve maddî evlâtlarıyım, elhamdü lillah. Hz. Allah bu abd-i âcizini bu şerefe lâyık kılsın, âmin!..
  

***

  “Ben sağ olduğum müddetçe,
  Kur’ân’ın kölesi, bendesiyim.
  Ben Muhammed Muhtâr (s.a.v)’in yolunun tozuyum.
  Bir kimse benden bu sözden başkasını naklederse,
  Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
  (Hz. Mevlânâ)
  

***

  Yunus Emre ve gerekse şeyhinin Kâdirî olduğu Bursalı Mehmed Tâhir’in eseri Osmanlı Müellifleri’nin c. I, s. 192’de beyan edilmiştir.
  Prof. Fuat Köprülü merhum da eserinde Tabduk Emre’nin Kâdirî ve halifesi Yunus Emre’nin de Kâdirîyenin Yunusiye kolu olduğunu kesinlikle bildirir!..
  

***

  135 sene evvel Ziyâ Paşa’nın görüşü:
  Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslâm’ı, bütün vîrâneler gördüm.

***

  İslâmiyet’in gerçeğini maalesef zamana uyumlu küll olarak kavrayamadık. Güzellikleri benimsemiş, güzel şeyleri yedinde toplamış, Allâh’a inanan toplumlar İslâm’ın bu yönünü iyi anlamış yaşayan toplumlardır.
  “İslâmiyet Allah indinde tek dindir, başka din yok” bildirisini de yeteri kadar anlayamadık. Enâniyetimizin bildirisini ilân edercesine. “Müslüman yalnız biziz” dedik. Başkalarına bu hakkı tanımadık. 21’inci asırda hâlâ bu gerçek bilinemediğinden, Avrupada, Amerikada, dahi bazı güzellikleri yaşasalar da o güzelliklerin İslâmiyet olduğunu bilmeden yaşıyorlar bilecekler inşallah. Allâh’ın varlığına inanan insan, Allâh’ın Kur’ân’da bildirdiği ile o kul müslümandır. Emr-i ilâhîyi gücü nisbetinde yaşıyorsa mü’mindir, müttakidir, İnşallah. İlâhî ehliyete sahip din adamlarımız bu gerçeği çekinmeden, korkmadan anlatırlarsa İslâm’ın kimliğini dünya bilecek ve anlayacak.
  İnsanı kuvvetlendirmek lâzım, şeytan ve nefisle mücâdele için; psikolojik olarak iç âlemimizi, sosyolojik olarak dış âlemimizi.
  Kötülükleri iyilikle def edersen düşmanın sana umulur ki iyi bir dost olur!.
  “Biz insana şekil verdik. Sonra ruh verdik. Meleklerin ve cinlerin ona secde etmesini emrettik.” (Sâd Sûresi, 72).
  İnsan meleklerin ve cinlerin kıblesidir. Bir mânâda, hazret-i insan inanan benî âdemin mihrâbıdır.
  Kevnî hakîkatlerle iktifâ edip, dîni hakîkatlere ittibâ etmeyenler, ise peygamber efendilerimizin tâbiîninden sayılmazlar. Bâzı umurda dîni hakîkatlere uymayanın îmanında o nisbette zaaf vardır. Bu hâl îmanın kemâline aykırıdır.
  “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz!” </spanYalnız ilim istemek sapkınlıktır. Yalnız amel istemek de sapkınlıktır. Lüzumunda, bilerek icrâ edilen ilim, bilmeden yapılan sâlih amelden şereflidir. İlim amelden, irâdeden evveldir.
  Önce Allâh’ı bilmek, sonra Allâh’a ne veçhile kulluk edileceğini bilmek. Bu hâl ise ilimle olur. İlim Allâh’ı bilmektir, denildi.
  İhlas üzere ol. Az amel etsen de samîmiyetin kifâyet eder.
  “Dindarın lâiklikten zoru olmaz. Lâikin de İslâm’dan korkusu kalmaz.” (Prof. Dr. Hüseyin Atay)
  Düne kadar cumhuriyeti, demokrasiyi, lâikliği Dîn-i İslâm’a vurulan bir darbe gibi gösterenlerin ekserisi, bilge geçinen kişilerin İslâm’ı nakledişlerinde ve icraatlarında görülüyordu. Aldıkları tedrisat ve ilmin çok yönleri güzellikleri görmelerine engel idi. 21’inci asra yeni girdiğimiz şu günlerde bütün dünyada Hz. Allâh’ın varlığını idrak eden kitlelerin çoğaldığını Dîn-i İslâm en son gelen emr-i ilâhîye hayranlık duyduklarını zevkle seyrediyoruz. Dünyadaki bu ilerlemeye engel olanlara Allah fırsat vermesin, âmin!...
  “Allâh’a itaat eden kimseye âsî olanı gördün mü?!” (Fudayl b. Iyâz -k.s.-)
  “De ki: “Ey Ehl-i Kitâb, sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım. Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allâh’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman “bizim müslüman olduğumuza şâhitler olun” deyiniz.” (Al-i İmrân Sûresi, 64)
  Dâvut (aleyh’s-selâm)’a Hazret-i Allah (c.c) şöyle vahyetti:
  “Ey Dâvut, fâideli ilim öğren.”
  Dâvut (a.s.) sorar:
  “-Yâ Rabbi, fâideli ilim nedir?”
  “Benim cemâlimi, azametimi, büyüklüğümü anlamaktır. Gücümün her şeye yeter olduğunu bilmektir. İşte bu anlayış ve bu bilgi seni bana yakın kılar. Çünkü ben cehaleti özür olarak kabul etmiyorum.”

***

  “Oğlum, iç huzuru ilmini öğren. Çünkü onun bereketi senin tahmîninden çok üstündür.” (Seyyid Ahmed er-Rufâî)

***

  “Ben kâinâtı yarattım. Ey insan, sen onu düzene sokacaksın.”

***

  “Bir ilim insana fâide veriyorsa dindir. Vermiyorsa lâ-dindir.” (Prof. Dr. Hasan Elik)

***

  “Kur’ân size kardeşlik için gönderildi. Eğer size düşmanlık getirdi ise sizi Kur’ân okumaktan men ediyorum” buyurdu Hazret-i Peygamber (s.a.v.).
  Hazret-i Ömerü’l-Fâruk (r.a.) zamanında bir kişi namaz kıldırır iken yalnız Abese Sûresi’ni okuyordu. Hazret-i Ömer (r.a.) buyurdu ki:
  “-Sen bu sureden başka sûre bilmiyor musun? Bu sûreyi sana ömür boyu yasaklıyorum. Sen Hazret-i Resûlullah’a karşı gibisin.”

***

  Papazlar din adına inananların dünyasını kararttı. Edison elektriği îcatla rahmet hazinesinin zuhur kaynağı, zuhur merci’i oldu. İnsanların dünyasını aydınlattı.
  

***

  Dinle: Dünya ve âhireti karanlık, gazab-ı ilâhî olarak irfanîyetsiz iştigal eylediğin ilminle ‘aydınlatıyorum’ zannı ile karanlığa öyle gömdün ki, Hz. Allâh’ın ila-yevmi’l-kıyâme nur-ı ilâhînin maddede zuhuruna vesile kıldığı şahsiyetleri, karanlık ölçüne uyduramadın. Rahmet-i ilâhîyenin zuhur mercii kıldığı bahtiyarları, çarpık îmanının zuhuruna uygun göremediğinden; Hz. Allâh’ın rahmeti olarak göstermek bu yönlü ilminin dışında kaldığından, hikmetini bilemediğin İslâm’ın inancına ve aldığın tedrisata ters düştün!
  Çarpık zihniyetinden olur ya, hayalinle Edison’u sokuşturduğun cehennemden çıkarır da cennette olmasına rızâ göstermeye kalkışmanla, zatın gibi düşünen zümrelerde olmayan mânânın iflasına sebep sen olur isen; cehennemden başka yeri bilmeyen malûm toplumların kıyametinin kopmasına da sebep olursun!..
  Şunu iyi bilesin ki: Rahmet-i ilâhîyenin kâfirden zuhuru; Gazab-ı ilâhînin mü’minden zuhuru görülmemiştir. Ve dahi düşünülemez de!..

***

Her ne kılmış ise adâlettir, Cenab-ı Kibriya;
Her kazâya, her belâya kıl rızâ, Allah kerîm!…

***

  Rahmet-i ilâhîyenin yani güzelliklerin zuhur mercii şahsiyetler ve beldeler istisnaidirler. Şahısda güzellik zuhuru İslâm’dandır. Toplumlarda zuhuru ise rahmet-i ilâhîyenin çoğuludur.
  Tabîattaki kânunlar âyettir. Tabîatla Kur’ân’ı ayırmak mümkün değildir.
  O tâlibin sînesi levh-i hâfız iken levh-i mahfuz olur.
  Ve onun aklı ruhundan haz ve feyiz alır.
  Akıl evvelâ onun hocası iken sonunda talebesi olur.
  Anladın mı? İlmi fizikten öteye yol bulamayıp, aklı din edinen, nakle işine geldiği gibi mânâ veren, korkunç zekâya sahip kılınmış! Anladığım kadarı ile yakınlarında zuhur eden çarpık mânevîyatın ağırlığını taşıyamamış, mânevîyatın kaza-zedesi, çok bilen kardeşim!. Âczini bilir, güç ve kudretin yalnız ve yalnız Allâh’tan olduğunu idrakinle, benliğinden uzaklaşıp rahmet vesilelerine hürmette kusur etmeyerek merciine samimi müracaat edersen, beni kurtaran Allah seni de kurtarır inşallah..
  “İlâhî, beni mârifetine kavuşturdun. Sonra bana mârifet verip senin düşünceni kalbime koydun. Yalnız kendin için seçtin.” (İbrâhim Edhem -k.s.-)
  

***

Avâzeyi bu kubbeye Dâvut gibi sal;
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.
  (Bâki)

***

  “Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre hazırlansın.” (Hadîs-i Şerîf)
  Bu hadîsi duyurmak 30 Ocak 1995 tarihinde Mekke’de, sabah namazından sonra bu abd-i âcize vazife olarak verildi.
  “Kim bana yeryüzü dolusu kadar hata ile gelse, fakat hiçbir şeyi şirk koşmamış bulunsa, ben de onu işlediği hata kadar mağfiretle karşılarım.” (Hadîs-i Kutsî)

***

  Tevhîdin 4 Mertebesi:
  1-Vâcibü’l-vucud vasfını sadece Allahu Teâlâ’ya hasretmek. Ondan başkasının varlığını vâcib görmemek.
  2-Arşın, göklerin, yeryüzünün ve orada bulunan diğer cevherlerin yaratılışını Allahu Teâlâ’ya hasretmek.
  3-Göklerin, yeryüzünün ve bunların arasında bulunan her şeyin tasarrufâtını sadece ona hasretmek. Her ne kadar tasarrufât sebeblerde müşâhede edilse de güç, kuvvet. tasarrufât Allâh’ındır.
  4-Ondan başkasını ibâdete lâyık görmemek.

***

  “Onlar başka değil, sırf “Rabbımız Allah” dedikleri için, haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısım ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allâh’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir.” (Hac Sûresi, 40)
  Bu âyet-i kerîmeyi düşünerek ve anlayarak okur isen, bilmem gene Allâh’ın zikrinin yapıldığı ibâdethânelere hâlâ küfür gözü ile bakacak mısın? “Bütün insanlar kâfir, gâvur, gayr-i müslim. Yalnız ben müslümanım” diye Allâh’a inanan toplumların hayatını karartmaya devam etmeye cüret edebilecek misin?
  Hayatım boyunca şâhidi olduğum şu gerçeği unutma: Allâh’a acabâsız îman eden, Peygamber’in Allâh’ın elçisi olduğunu bilen, arzda vazifeli kılındığını müdrik, samîmi insanın dünyası da cennettir, âhireti de cennettir.
  “İçlerinden, zulmedenler bir yana, Ehl-i Kitâb’la ancak en güzel yoldan mücâdele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilenede îman ettik. Bizim Allâh’ımız da sizin Allâh’ınız da birdir ve biz O’na teslim olanlarız!..” (Ankebut Sûresi, 46)
  Kur’ân baştan aşağı sevgiyi anlatır. İnsan seviyorsa insandır. İnsanı tanımadan Allah tanınmaz.
  “İrfan mektebi yüce insanların hakîkatleri tahsil üniversitesidir.”
  Kalp ne zaman sevgi ile donanırsa o zaman ismi gönül olur. Sevgi olmazsa, gönül ne işe yarar? Gönül olmazsa sevgi nereye konur? Gönül sevginin durağıdır.

***

  Biri birini sevmeyenin,
Kendi özün bilmeyenin,
Âdem’e baş eğmeyenin,
İsmini “şeytan” okuduk.

***

  “Mutasavvıfîn halka Hakk’ın gözü ile bakar.”
  “Mü’minin firasetinden kaçının. Onlar Allâh’ın nur-ı ile bakar.” (Hadîs-i Şerîf)
  Tasavvuf aşk yolu, gönül yoludur. Allah insana âşık olur. Sonra kul Allâh’a âşık olur.
  Huda’nın ulu dergâhı gönüldeki hoşgörü, mutasavvifînin sermâyesidir.
  “Sen ne kadar kulluk yaptırdınsa, o kadar kulluk yaptım.
  Sen ne kadar mârifet verdinse, o kadar ârif olabildim.
  Yâ Rab, sen ne kadar zikrettirdinse, o kadar zikrettim.
  Sen ne kadar şükrettirdinse, o kadar şükrettim.”
  (Hadîs-i Şerîf)

***

  Beşer, her ne kadar şahsına küllî zuhuratı ilâhîyeden nasib çıkarırsa da, bu hitaplar peygamber efendilerimize has ve hassulhas kullarının istisnâî yaratılışlarında özel zuhurat ve tecelliyattır. Cümle beşer sebebine tevessül ettikten sonra gene takdir-i ilâhî kadar yardım alır. Allah elçileri, elçi vârisleri istisnâîdir. Yaşantılarından örnek alınır amma aynen yaşamaya kalkışmak kulun âczi ile mütenasip olmayıp cehlindendir!..
  Sakın Kimseye su-i zan etme. Hüsn-i zan eyle. Her yaratığın güzel bir tarafı vardır. Güzelliği gör onu bil, onunla bir ol. Hayatı yaratıldığı gibi kabul et. Ağırlığa sabır, ıslaha gücün nisbetinde kimseyi kırmadan incitmeden samimi olan sây-i gayretini kullan Allah için yapılan icraatın karşılığını görürsün inşallah!.

***

“Alınlar terlesin, derhâl iner mevcut olan rahmet.
Nasıl mahrum kalır, “tevfîki hakettim” diyen millet?”

***

  “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi hâlde size ateş dokunur. Sizin Allâh’tan başka evliyânız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” (Hud Sûresi, 113)
  Cenâb-ı Hak bazen dilin ve delîlin göremediği işleri kılıç ve süngü ile görür.
  Descartes (Dekart)’a soruyorlar:
  “-Hangi kitabı inceliyorsunuz?” diye. Yerde yatan hayvan leşini gösteriyor:
  “-Şimdi” diyor “bu kitabı inceliyorum!”
  İnsan ruhânî olduğu kadar dünyacı, dünyacı olduğu kadar da ruhânî olacaktır.
  Dünya hayatındaki tanzim edilen ilâhî vazifelerini âhirette lüzumlu olan azığını, dünyada iken umursamayan insan, iki cihanda da rahmet-i ilâhîyeden mahrumdur!..
  

***

  Mehmet Akif merhum ne güzel manzum olarak ifade ediyor:
 
Çalış dedikçe şerîat, çalışmadın durdun.
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya.
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden.
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecr-i hasen iken.
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini,
Bütün o işleri Rabbım görür, vazifesidir;
Yükün hafifledi, sen şimdi doğru kahveye gir.
Çoluk çocuk sürünürmüş, sonunda aç kalarak,
Huda vekil-i umurun değil mi? keyfine bak!
Onun hazine-i in’amı kendi veznendir.
Havale et ne kadar masrafın olursa verir!
Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen o,
Levazımın bitivermiş değil mi? ekleyen o!
Çekip kumandan altına ordu ordu melek,
Senin hesabına küffarı hak ile yeksan edecek.
Başın sıkıldımı kâfi senin o nazlı sesin,
Yetiş! de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin!
Evinde hastalanan var ise, borcudur bakacak:
Şifa hazinesi derhâl oluk oluk akacak.
Demek ki her şeyin Allah, yanaşman ırgatın O:
Çoluk çocuk ona ait: Lalan, bacın, dadın O.
Vekil-harcın o, kâhyan, müdir-i veznen O,
Alış seninse de mesûl olan verişten O.
Denizde cenk olacakmış, gemin o, kaptanın O.
Ya ordu lâzım imiş, askerin kumandanın O.
Köyün yasakcısı, şehrin de baş muhassılı O.
Tabib-i aile eczacı, hâsılı hepsi O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir. Ne saygısızlık bu?
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da tevekkül diyor, bu cürete ha?!...
  (Mehmet Akif Ersoy)
 

***

 
  “Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyesin, onları arıtıp yüceltesin. Ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah iyi işiten, bilendir.” (Tevbe Sûresi, 103)
  Tefekkürden nasip almaya kâbiliyeti yetersiz âdem arza inen âyetlerden duygulanıp, istifâde edemeyeceği gibi, ister istemez sermâyesi enâniyetten öte gitmeyecek ve “ilim budur” zannı ile tasavvuf ve tarîk-ı müstakîm hakîkatler elbet onu rencîde edecektir. Hazret-i Kur’ân’ı çarpık zannına göre yorumlayacak!.
  Ehl-i hakîkatı, ehl-i mârifeti bu türlü yorumcuların görüşlerinden Rabbım korusun, âmin.

***

 
Ne dilersen Hak’tan dile.
Kılavuzla gir bu yola.
Bülbül âşık olmuş güle,
Öter Allah, deyu deyu.
 
Miskin Yunus var yârına.
Koma bu günü yârına.
Yarın Hakk’ın divânına,
Varam Allah, deyu deyu.
 

***

 
  “Eyyub’a gelince, o Rabbına, “başıma bu dert geldi, sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti. Bunun üzerine biz tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzre, onun duasını kabul ettik. Kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik. Ona âile efrâdını ve ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiyâ Sûresi, 83-84)
 

Allah Teâlâ’nın Sıfatları

  1-Zâtî Sıfatları
  Vücud: Var olmasıdır.
  Kıdem: Evveli olmamaktır.
  Bekâ: Sonu olmamaktır.
  Vahdâniyet: Tek olmasıdır.
  Muhâlefetün lil-havâdis: Yarattıklarından hiçbir şeye benzememesidir.
  Kıyâm bi-nefsihî: Mekâna ihtiyâcı yoktur.
  Zâtî sıfatına mekân göstermek küfürdür. Allah mekândan münezzehtir.
  2-Sübûtî Sıfatları
  Hayat: Diri olmasıdır. Diriliği ebedî ve ezelîdir. Hiçbir kaynağa muhtaç değildir.
  İlim: Her şeyi bilmesidir. Yegâne âlim O’dur. İlmin her dalı O’nun yedindedir.
  Semi: Her şeyi işitmesidir. İşitmesinde de sınır yoktur.
  Basar: Her şeyi görmesidir. Cümle yaratılmışların görgü ufku vardır. O’nun görüşünde ufuk yoktur.
  İrâde: İstediğini dilemesidir. Hiçbir yarattığına karşı sorumlu değildir.
  Kudret: Her şeye gücü yetendir. Âlemde görülen güç Allâh’ın takdîri kadardır.
  Kelâm: Söylemesidir. Her zerrenin anlayacağı lisânı konuşur.
  Tekvîn: Her şeyi yaratan odur. Başka yaratıcı aramak şirktir.
  Fiilî sıfatı ile her yerde mevcuttur. Allâh’ın sübutî sıfatlarından yaratılışın nedeni ve sırrı olan Benî âdeme cümle mahlûkâta verilenin fevkinde lütufda bulunulmuştur.
  Her görüşün ufku vardır, hudutludur. Allâh’ın görüşünün ve bilişinin hududu ve ufku yoktur.
  Allâh’ın sübutî sıfatlarından benî âdeme bahşedilen bir zerreden başka nedir?
  Allâh’ın fiilî sıfatları: Yaşatan, öldüren, tekrar dirilten, rızıklandıran...
  Cümle âlem Hazret-i Allâh’ın ilim ve irâdesinin, yani bilerek dilemesinin zuhurudur; bi-zâtihî değil, izâfîdir, mecâzîdir.
  Yaratılmış zerreye veyâ kürreye, efdal-i mahlûk, şerefli mahlûk olan benî âdemde de zuhuru bariz görülen sübutî ve gerekse filiî sıfatlarının tenezzülen zuhuruna “Allah” diyemezsin. Şirk olur. Çünkü değildir. Ehl-i hakîkat mutasavvıfîn lütfedildiği kadar zâtî sıfatlarının zevki ile yaşar. Aşk-ı ilâhî budur. Gerçek şahadet istisnai zuhuratla Yaratanına hayranlıkla başlar. Bu yönlü hayranlıklar kalıcıdır. Zamanla ilâhî aşka dönüşür.
  Dikkat!. Hz. Allâh’ın sıfatlarını âciz beşere mâletmeyesin. Şirkin en büyüğünün bataklığına düşersin. Özet olarak bilesin ki: Allah kul olmaz, kul Allah olmaz. Aksini söyleyenleri dinlemediğin gibi yakınında dahi bulunmayasın!..
  Sahte mürşitlerin gizlemeye güçleri işte buna yetmez: Onlar enâniyet, uluhiyet, iddialarını gizlemeye çalışsalar da mü’min kullardan gizleyemezler.
  “Siz mü’minin firâsetinden kaçının. Onlar Allâh’ın nuru ile bakar” hitâbını iyi anla.
 

Peygamber Efendilerimizin Sıfatları

  Sıddık: Doğru olmalarıdır.
  Emânet: Emniyetli, güvenilir olmalarıdır.
  Tebliğ: Allâh’tan aldıkları emirleri kullara duyurmalarıdır.
  Fetânet: İnsanların en zekîsi olmalarıdır.
  İsmet: Kusursuz, günâhsız olmalarıdır. Hazret-i Allah elçilerini özel yaratmıştır.
  Mürşitlik iddia eden ve bu sıfatlardan tamamı ile mahrum nefisler sahtedirler. ‘Peygamberimin verâsetini taşıyorum’ iddiasında bulunan kişinin lafına değil icraatına bakılır.
  “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.”
  Allâh’ın gerçek elçilerinin birini, birinden ayrı göremeyiz. Cümlesi İslâm’ı tebliğ için gönderilen, nur-ı Muhammedî’nin zuhur hazîneleridir. Kendileri İslâm’dır. Tâbi olanlar da müslümandır!.
  “Allâh’tan başka ilâh yoktur” diyen müslümandır. “Başka din yoktur” hitâbı cümle Allah kullarına mahsustur. Tevhîdin ilk basamağı olan kelime-i tevhittir.
Kur’ân âyetlerinin ihtivâ ettiği anlam:
  1000 emir âyetleri,
1000 nehiy âyetleri
1000 tebşir âyetleri,
1000 inzal âyetleri,
1000 kısas ve haber âyetleri,
1000 emsal ve ibret âyetleri,
500 helâl ve haram âyetleri,
100 dua ve tesbih âyetleri,
66 nâsih ve mensuh âyetlerini ihtivâ eder.
Ceman 6666 âyettir.
Suhuflar ceman 100 sahife olup:
10 sahife Âdem (aleyhis-selâm)’a,
50 sahife Şit (aleyhis-selâm)’a,
30 sahife İdris (aleyhis-selâm)’a,
10 sahife İbrahim (aleyhis-selâm)’a verilmiştir.
Kitapların ve sahîfelerin cümlesine îman, îmanın şartlarındandır.


Şu gerçeği iyi bilesin ki!..
Yapmakta olduğun emr-i ilâhîye uyumlu,
ibadet ve taatlar.
Hazret-i Allâh’a olan inancın kadar Dünyadaki samîmiyetinin
ind-i ilâhîyeden bahşedilen
rahmet ağacının mânâ meyveleridir!..
Zuhur mercii ise!
Peygamberimiz Efendilerimiz ve vârisleri
Âdemlikten kemâlata erdirilmiş,
rahmet-i ilâhîyeye vesile
Hazret-i İnsan’dır!..
Allâh’tan başka ilâh yoktur
illâ Allah vardır!..
H. Galip Hasan Kuşçuoğlu



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ŞEYH SA’Dİ ŞİRAZİ’DEN SEÇMELER

1-Rubailerinden Seçmeler

  Yalvarışları dinleyen tek Tanrı, zorluklara yetişen âcizler sığınağı! Hiçbir kapalı iş sana gizli değildir. Sen gizli, kapalı her şeyi bilicisin. Saymaya güç yetiremediğim göklerin ve yerlerin yaratıcısı sensin. Sana nasıl şükredeyim? Seni nasıl öveyim? Her hâlin koruyucusu sensin. Ey yalvarışları kabul eden Tanrım! Sadî’nin dualarını makbul kıl!
  Gel ey sevgili! Âşıklar kapında kul olmuşlardır. Hırçınlığına aldırmazlar. Yaptığın cevir ve cefâlarda mâzursun. Fakat özrünün kabul edilmemesine meydan vermeden, kıyamet kopmadan gel.
  İbâdetle kendini bir deri kemiğe döndürüp de bu hâlin iyi bir kulluk eseri olduğuna inandınsa çirkin bir iştir bu. Sevgiliyi arayan gerçek âşık ok temreninin üstünde bile yürüse, yine dostun minnet ve sevgisini gönlünde taşır.
  Gönül bir kimseye verilebilirse, sana vereyim, ey sevgili. Çünkü güzel huy, hoş koku, sevimli yüz, sendedir. Aşkına dayanamadığım biri varsa o da sensin. Benim bütün varlığım ancak senin varlığındandır.
  Şu kötü hâlim dostun gözüne iyi göründükten sonra, düşman dilerse cefâlarla derimi yüzsün. İnsafsız düşmanı gönderen mâdem ki, odur, bu düşmanı dost edinmezsem döneklerden olayım!
  Geceler geçer de, gözümü kapayamam, bütün halk uykuda, ben seni düşünmekle mestim. Kendi elinle kanımı döksen bile niyaz eteğini elimden bırakamam.
  Yanında bulunduğum geceler benim için gündüzdür. Seninle geçen her günüm nevruzdur. Emret, mum sönsün, ay batsın. Benim gündüzüm seni yanımda gördüğüm gecedir.
  Varlığından bir kıl ucu kaldıkça, sendeki puta tapma düşüncesi de devam edecektir.
  “Şüphe putunu kırdım da kurtuldum” diyorsun. Fakat bu sefer de seni şüpheden kurtaran put yaşayacaktır.
  İsâbetli tedbîri hoş gönülde arayacaksın. Sağlık ve esenliğin ilk sermâyesi de yeter derecede bir varlıktır. Çolak kol kuvvetli kılıç sallayamaz. Kırık gönülden doğru tedbir beklenemez.
  Gözlerini herkesin yüzüne dikenler, nazar ehl-i katında çerçöp gibidirler.
  Kadı şerîat fetvâsını iki şâhitle verir. Hâlbuki aşk mezhebinde bir şâhit kâfidir.
  Tanrı erleri ne cennet, ne de renk ve koku isterler. Hattâ hoş çehre, güzel huy da istemezler. Onların eşsiz bir sevgilileri vardır ki, dünya ve âhirette ancak onu isterler.
  Sana karşı sabırlı olduğumu yâhut sevgi ve hasretine katlandığımı söylersem inanma. Fakat sabır ve tahammül etmeyeyim de, ne yapayım? Âşıklar için kanaat ve tevekkül zaruridir.
  Cahil her yerde, herkesle çıngar çıkarır. Suda boğulanlar gibi, gördüğü her şeye sarılır. Rezillerle yoldaş olma. Çünkü tencere ile düşüp kalkana kara bulaşır.
  Ne tesiri olur? Aşka yabancı olana musiki haramdır. Çünkü ateş yanmayan yerden duman çıkmaz.
  Gönlümüzü eğleyen sevgiliye: “Çirkindir” diyorlar. “Bırak onu. Daha ne kadar kapılacaksın?” O senin gözünde güzel olmayabilir. Fakat yalnız benim sevgilim olur ya. Gönül ehlinin gözü ile bakarsan sen de âşık olursun.
  Mecnun, Leylâ’nın aşkına tahammül etmese idi, gerçek âşık olduğunu iddia edemezdi. Aşk mezhebinde can gezdirenler, bunun içindir ki, dünyaya yersiz iltifat etmezler.
  Bir gecelik senin olsam, gül bahçende bir dikenin olsam, ne olur?! Cihan aslanları dergâhının tilkileridir; ben kapıcının iti olsam, ne çıkar?!.
  Davul sesi aslanların bile yüreğini hoplatır. Değerli canını pişmanlıkla telef etme. Düşmanlıkta başa çıkamayacağın kimselerle iyi geçin. Kıramayacağın eli öp de, başına koy.
  Hoşuna giden komşunun evi de, köyü de cennet gibi görünür. Yüzünü görmek istemediğin komşunun yanında ise cennet cehennem olur.
  Kendimi “aslan yatağında” bilirdim. Düşman karşıma çıkınca tilkiye döndüm. “Ayrılık gününde belki sabredebilirim” diyordum. Fakat iş başa düşünce buna güç yetiremedim.
  Kalkıp, gideyim. Artık bundan fazla bir tedbirim kalmadı. O, isterse daima bana ok veya kılıç vursun. Ola ki, bir kerrecik yenini tutmama müsâade eder. Bunu da yapmazsa, bâri gideyim kapının eşiğinde öleyim.
  Sizlerle bizler birbirimizle akrabayız. Aramızdaki perdeyi yırtmaktan daha iyi bir şey olamaz. Ey hoca! Sen beni ayıplama, ben de sana dil uzatmayayım ki, birbirimizden beteriz.
  Diri gönüllü, irfanlı erlerle düşüp kalkmaya bak, birtakım bayağıların tedbirlerine uyup da Hakk’ı kendine düşman etme. Süleyman mülkünden nasip almak istiyorsan bir karıncanın bile gönlünü incitme.
  Ben sevgilimin kapısının toprağını kirpiklerimle süpüreceğim. Ey rakip, söylemek istediğin şeyleri bana anlatma. Sineğin ayağı bala sımsıkı yapışınca, ne kadar kovsan yerinden ayrılamaz.
  Yarın amel defterinin kara yazısına baktığın zaman, şaşkınlıkla elini ağzına çok götüreceksin. Dînini dünyaya satmışlardan habersizsin. Yusuf’u on dirhem akçaya satıyorsun. Ne eşeksin!
  Gönül murâdını zamâneden ararsan, kendini boş yere gamlarla kocaltırsın. Diyelim ki, düşmanlar elinden dostlara şikâyette bulunuyorsun. Fakat dost cefâ ederse ne tedbir alırsın
 

2-Gazellerinden Seçmeler

  Ey sevgili, gitme! Gönül senin aşkında. Kabul edersen can da sana fedâdır. Ariflerin kavgası, âşıkların niyâzı cennet taâmından değil, sana kavuşma şevkindendir. Bize taç giydirsen de, maksadımız senin kabulün. Kılıç vursan da dileğimiz senin rızânı kazanmaktır. İster kulunu okşa, ister zincire vur, ister mükâfatlandır, ister cezâ ver... Hüküm senin hükmündür.
  İster düşman kemendinde, ister aslan ağzında olsun, sana âşinâ olanın ömrü saâdet içinde geçer. Her nerede bir uyanık kalpli varsa senin toprağında, hangi tarafta gamlı bir el varsa senin duana açılmış. Zincirine bağlı esirin yalnız ben değilim. Her yerde gönlü kırıklar sana vurgun, bir cemaat, dünya nîmetleri havasını çalar, bir zümre âhiret havasında; bizim sevdâmız da ancak sana kavuşmak. Kendinden geçmiş canların gıdâsı senin iltifâtın, uyanık kalplilerin canlarının rahatı senin teveccühündür. Biz günâhkârlarız, sen rahmet deryâsısın; işlenen suçlar senin ihsan ve affının ümidiyledir. Günâhımız hesâba sığmazsa da, senin sonsuz fazîlet ve rahmetinin var olduğu bir yerde ne değeri olabilir? Hiç kimseye ebedî bir ömür ve sonsuz bir hayat yoktur. Sen ebedî bir pâdişahsın. Devamlı devlet senin varlığındır. Her nerede padişahlık, ululuk ve başbuğluk varsa, senin yüce kapının eşiğinde biter. Sadî senin medh ve senânı şerh edemez. Seni övmek hususunda susmak da sana karşı haddini bilmektir.
  Hasretine daha ne kadar katlanayım? Tek bir yaprağım yok. Sabretmeye tahammülüm, beklemeye kudretim yok. Korkarım ki, yalnızlık hâlimi rüsvaylığa götürür. Zâten korkum kimsesizliktendir. Yoksa rüsvaylığa değil. Ayaklarını öpmek istiyorum, zira alçak gönüllüyüm. Gülüne vurgunum, beni vuslat bağına götür ki, kargalar gibi öteyim. Çünkü bülbül nefesli değilim. Sevgilinin güzel çehresi gözümde canlanınca kendini beğenmişlik etmem. Kendi aklıyla yürüyenlerden de değilim.
  Harap olmuşum, ama devrin kahrını çekiyorum. Tâkatim yoksa da, cevrinin yükünü taşıyorum. Gönlün benden usandı, başkalarına yöneldi. Ya ben kimi arayayım? Senin gibi hercâîliğim yok ki. Gamınla mum gibi tutuşup yanan, dili ateşli Sadî’yim. Bütün bu ateşli dilimle beraber senden şikâyetçiliğim de yok.
  Bende şu var ki, güzelliğe karşı sabrım yok. Riyâkârlık etmem. Kendimde olmayanı göstermek istemem. Ey düzgün görüşlü ve düşünceli insan, sende buna kuvvet varsa bende imkân yok.
  Kardeşim, sende gizli gönül derdi yoksa dervişin sana aşktan bahsetmemesi daha iyidir.
  Kudret kalemine hayran kaldığım o sanatkârın eserine hiçbir mahlûk bilmiyorum ki, hayran olmasın. Ey Sadî! Değerli ömür sona erdi. Fakat senin aşk hikâyelerinin ardı arkası gelmedi.
  Düşünce kapısını kapadım. Hayal kalemini kırdım. Çünkü sen târif ve tasvîre sığmayacak derecede güzelsin.
  Sâdi, bu işin çâresi sebat, hoş geçinme ve tahammüldür. Mâdem ki, sana muhtâcım, ağır yüklerini omuzumda taşıyacağım.
  Sabah uykusundan sevgiliye mutlu tâlih diledim. Ey dünya ve âhiret gamı! Artık gönülden savuş. Burası ağırlık anbarı mı, yoksa dostun seyran yeri mi? Bundan böyle yabancılarla sohbeti kökünden keseyim. Gönül bağında sevgi fidanından başka bitki yetiştirmeyeyim. Yanına gelip gittiğini şaşkınlıkla anlayamadım. Bilmem ki, o gelen dost mu idi, yoksa hayâlî mi?
  Duygum kalmadı. Akıl gitti. Dilim bağlandı. Bahtiyar, dostun kemâlinde mahvolan kimsedir. Sadî, arada perde yoktur. Sen aynanı temiz tut. Paslı bir ayna yârin cemâlini nasıl aksettirebilir?
  Gönlümün gözünde sabır olsaydı, aşktan başka bir ağırlık taşımazdım. Geride kalan ömrüm ne olacak? Bilmiyorum. Yazık ki, geçen günler havaya gitti.
  Mecnun, aşk yolunda bugünde aynı hâlde ise, İSLÂM, Leylâ’nın dînidir. Üst tarafı sapkınlıktır!..
  Şirin’in ıztırâbı varsa, bundan Ferhad’a ne? Fakat Ferhat rüsvaylığa uğrarsa Şirin’in tahammülü yoktur.
  Ey hânende, dikkat et! Gazeli böyle oku. Tuttuğun bu yol bir yere varacak.
  Ey su kıyısından gelip geçen dâvâcı, bizim gibi batmak tehlikesinde olanların neler çektiğini bilmezsin.
  Bu kapıdan nereye ayrılalım? Gönül ehl-i erenler derneğinden ayak çekemiyorum, amma başımı da kaldıramıyorum. Çünkü orası utanç yeridir.
  Allâh’ı zikretmekten başka her ne yaparsan, ömrü boşuna harcarsın. Aşk sırrından başka ne söylersen, dedikodudan ibârettir. Bizim hiç kimse ile başka bir işimiz kalmadı. Sensiz alıp sattığımız her şey de, verdiğimiz söz de çürüktür.
  Senin her cefândan bir vefâ kokusu tüter. Her görüşünde bin bir okşayış var.
  Sâdi, gönül aynanı yabancı nakışlardan temizle. Hakk’a yol göstermeyen bir ilim, sapkınlıktan başka nedir?
  Sevgilim, cennet, uygun gönüllü dostların derneğidir. Uygunsuz dostların meclisi ise cehennemdir.
  Anla ki, şu fâni hayatın tadı ve nîmeti ancak bir sevgili ile baş başa geçirdiğin demlerdir.
  Her kulağı, gözü, ağzı olan adam değildir. Nice şeytanlar var ki, Âdemoğlu kılığında görünür. Er, gerçek adam kendisinde ahlâk güzelliği olandır. Yüz güzelliği ile başka süsler âlemdeki fâni nakışlara benzer.
  Hayatta uysal ve kafa dengi bir dosttan başka hiçbir şeye hasret ve kıskançlık çekmedim. Güzelliğe karşı gözünü kapayan duygusuza öğüt verme. Onda cehalet pek sağlam yerleşmiştir.
  İnsan cihanda herkesle fikir birliği edemez. Herkesin birleştiği bir nokta varsa, o da gerçek bir dost ile birlikte yaşamak arzusudur. Yarasından henüz tâze kan sızan bir gönül ehl-i sevgilinin yüzünü görünce, bu temâşa ona merhem gibi gelir.
  Dünya hoş, mal değerli, can tatlıdır. Fakat gerçek dost hepsinden üstündür.
  Cimri mal sevdâsı ile bütün yıl sıkıntıda. Sadî, dost yüzünden bütün gün sevinç içindedir.
  Bugün anlaşıldı ki, sen Tanrı’nın sevgilisisin. Çünkü can âleminden bütün gönüller sana aktı. Âşıklarında nasıl sabır ve rahat olabilir? Sana candan sabredebilen kimseyi aslâ işitmedim. Hasretinden dağlara düştüm. Kirpiklerim o kadar yaş döktü ki, taşları aşındırdı.
  Nazarında tan yeli özür dilemedikçe, güz rüzgârının çimenlerde yaptığı cefâlar böyle sürüp gidecek mi?
  Gül tekrar dönüşünün müjdesini çimene yaydı diye Sabâ Sultânı ağzını Mısır altınlarıyla doldurdu. Dağ eteğinden tâ şehir kapısına kadar yeşillikten bir sergi döşedi ve üstüne lâleler saçtı.
  Yeryüzü hırka giyinsin ki, Sadî de ağarmış başını gül yüzüne kavuşmak devletiyle tâzelendirsin.
  Cefâsı bol olan güzellerin safâsı da vardır. İnsanlara dert yollarlar, ama devâsını da verirler.
  Bizim gibi gam çekmemiş olanlar ne bilirler? Ben senin neşeni gördükten sonra gecem nasıl geçer?
  Bütün ömrümce aşk ve muhâbbette olsam yeridir. Çünkü senin hicrânın gibi hiçbir yük taşımadım!..
  Ezâ çekmiş Yâkub’un yürek acısını benden sor.
  Bağrı yanıkların gamını yanık gönüllüler bilir. Divâneye öğüt versen de dinlemez. Ona söz anlattıkça zincirlerini koparmak ister!.
  Biz sensiz kalbimizde sabır kuvveti bulamıyoruz. Alevli ateş içinde kim dayanabilir? Ciğerim yandıkça gözüm ağlar. Bu gözyaşları ateşimi söndüren bir su değildir. Hayâlinin sultânı benim gibi bir zavallının sabrına hücum etmedikçe bir gece bile rahat kalmaz..
  Ayrılık zehrini tatmayanların ağzına vuslat şekeri tatlı gelmez. Murat eteğini bir daha yakalayabilseydim, canım sağ oldukça onu hiç kimse elimden koparamazdı!.
  Ne yazık! Korkarım ki, bu dert beni götürecek.
  Çünkü kalbimde hâlâ gül yüzünün hasreti yaşıyor. Ardı sıra gözlerimin seli boşansaydı, Fars’tan Horasan’a gemiyle haberci gidebilirdi. Feryâdıma, hicranımın şerhini yazsam, okuyanların kalbinden feryat kopar.
  Bilmem ki, o şûh kaşın nasıl bir mihraptır? Zındık bile görse hemen namaza kalkar.
  Ayağını toprağa basacağına, Sadî’nin gözlerine bas. Senin gibi sevgilisi olan elbette kendini naza çeker.
  Bütün ömrünü bir gülün sevdâsına bağlayan, bülbülün niçin divâne olduğunu bilir. Sadî’nin içindeki yaranın sızısını hiç kimse anlayamaz; derdini ancak acısı olanlara söyle.
  Bir gönül aşk ateşi ile yanarsa şaşılmaz. Orası öyle bir şamdandır ki, içinde polat bile ateşlenir.
  Senden bana bir vuslat müjdesi getiren olsaydı, bundan böyle bir daha yüzümü halka göstermez kapımı âleme kapatırdım.
  Bir kerre kulağını Sadî’ye aç da, istekle dinle. Çünkü aşk ateşini gönül okşayıcı sözler yaratır.
  Sitemlere katlanmaktan başka çâremiz yok. Sineğin tatlı canı teninde kaldıkça helvacının çevresinde dolaşır.
  Elim canıma yetmiyor ki, onu yoluna saçayım. Gönül kime verilir ki, senden geri alayım? Aşkını şerh edecek kuvvet kalemin dilinde yok. Umut kapısının çevresinde dönüp dolaşayım.
  Aziz ayağının toprağı hakkı için, andımı bozmadım. Sen benden ayrıldın. Ama ben bir başkasına bağlanmadım.
  Sensiz kaldım da, nasıl kıyamet kopmadı, namaza durdum? Ama dalgınlıktan farkına varmadım, bilmem, senin hayâline nasıl el bağladım? Dalgın namaz şerîat yönünden câiz değil. Ama benim namazımı zâten kim kabul eder?
  Sâdi, sen varken varlık davâsında olanlardan değildir.
  Sâki, bir kadeh getir, çünkü zâhitliğe tövbe ettim. Sazcı bir hava çal, artık hırkadan utanç duyuyorum. Yokluk selini varlığımın başına akıt; çünkü varlık toprağından gönlümde tozlar var. Mahmurum ama ayaklarımı sağlam basıyorum.
  Zannetme ki, bu kapıdan rüsvaylıkla ayrılırım. Gönlüm burada. Onu ver ki, selâmetle gideyim.
  Buraya ayak basmadan önce başımdan vaz geçtiğimi söyledim. Riyâ ile gelmedim ki, kovularak döneyim. Eski âşıklardanım. Tatlı canımı bağışlarım. Yeni bir mürit değilim ki, angaryadan kaçınayım. Senden kulağıma:
  “-Ey Sadî, öl!” diye bir ses gelse, mezar kıyısına kadar sevine sevine giderim. Ölüm kapısında seninle birlikte haşrolacağımı bilsem, mezardan raks ede ede fırlar, kıyamete kadar koşarım.
  Sâdi feryatlarla yolunda yere kapanmış diyor ki: Önce sen beğendin de gönlümü aldın, yoksa ben sana kapılmadım.
  Kalbime âşinâ bir kimse göremiyorum ki, derman göremeyince dert ile hoş geçiniyorum. Merhem bulamayınca yaraya katlanıyorum.
  Ne bahtiyar, ne hoştur o gönül ki, aşka yabancıdır? Ben ona âşinâ olduktan sonra, mesut bir gönül yüzü göremedim.
  Çok ağlamaktan gözyaşlarım utancımı kaçırdı. Feryatların neticesinden de gözyaşından başka bir şey göremiyorum.
  Sâdi gönüllere aşkından bahsetmekte geç kaldı. Bu put kendisine taptıkça ne acayipleşiyor. Bütün dünya yaslarının bağı gönlümde idi. Senin tuzağına tutulunca hepsinden kurtuldum.
  Sensiz kalan zavallı ben temâşâdan ne anlayayım? Bağ arzusu, sahra sevdâsı güdersem kâfir olayım.
  Ne bülbüllerin sesine kapılmış, ne kırmızı güllerle, lâlelerin aşkına tutulmuşum? Ayağını bastığın yerlere başımı koymak isterim. Mescide gitsem mihrâbım senin kaşların, ateş-gede de olsam putum senin zülfündür.
  Canım senin vuslatının sevdâsıyla yandı. Benim gibi bir küstaha bak ki, ne sevdâlar güdüyorum? Şu miskin aklı hangi düşünce ile zaptedeyim? Şu deli gönlü hangi tedbirle susturayım? Biraz bana meylet ki, gözlerimi her şeyden kapadım. Elimi tut ki, her iki cihandan el çektim.
  Seninle geçen bir an, bana sekiz cennetten daha hoştur.
  Beni “Sâdi’m!” diye çağır ki, mânen seninim. Her ne kadar surette Âdem ve Havvâ soyundan isem de...
  Tanrım, sana ne kulluk ettim ki, bu mükâfâtı buluyorum? Sana yarar ne iş gördüm ki, bu mertebeye erişiyorum?
  Yâ Rabbi, benim gibi gaflet uykusuna dalmış bir zavallıyı uyandıran sensin. Bahtımı bu kadar uyanık gören de benim.
  Araya halvet girdikten sonra ne ışık, ne saray istiyorum. Cennete minnetim yok. Çünkü sevgilinin cemâlini seyrediyorum.
  Ben şimdi hangi lâleyi koklayayım? Dimağım amber kokuları ile dolu. Niçin reyhan demetleri bağlayayım? Cihanı gül bahçesi gibi görüyorum.
  Feleklerden bir nâra sesi geliyor. “Bu ne acâyip iştir ki,” diyor, “Sâdi’yi dost yüzünden bahtiyar görüyorum!”
  Diyar diyar gezdim, hep boş yere. Aşk define keskin nazarlarımın oku değdikçe düşman şehirde rüsvaylıkla beni defe koymuş çalıyor.
  Diyorsun ki: “Ya gamımla otur, yâhut can sevdâsından vazgeç!..” Ey can, senin fermânını tutanlardanım. Hem oturayım, hem de canımdan vaz geçeyim Eğer cennet sensiz olacaksa, bu kubbede oturmayayım. Cehennemde beraber olacaksak, cennete girmeye vesile rahmet gereksiz bana.
  Sâdi seni andıkça kabına sığmıyorsa, biricik dostun olduğu içindir. Yoksa yabancılarla kaynaşamaz.
  Ah! Senden uzakta öyle yanıp tutuşmadayım ki, bir kıvılcımım cihanı ateşler. Yanıyorum, yanıyorum. Ama “ben falanın aşkından yanıyorum” demeye bile cesâretim yok. Merhamet et ki, artık bittim. Şefkat göster, artık canımdan geçiyorum.
  Dostlar hep yanında. Onlar naz ve nîmet içinde. Zavallı günâhkâr ben... İşte buna yanıyorum.
  “Ey Sadî, inleme!” derler bana öyle. Ama ses çıkarmasam içimden yandığımı kim bilecek?

***

  Gel, gel ki,
  Sensiz aşkının gamıyla pek şaşkın bir hâldeyim.
  Gel gör ki, şimdi sensiz ne kadar hastayım?
  Haber gönderdim ve dedim ki:
  “-Gel, beni hoş tut.”
  Bana cevap şu oldu:
  “-Ben sensiz hoşum.”

***

  Ey heves rüzgârına kapılmış gafil! Senin aklın, fikrin ya sarayda, ya şarapta. Nefsinin arzusu dışında bir adım at. Tanrı’yı hiç hayâle getirmedin ki!...
  Doğruluk caddesinden yolunu saptırmak insanı gaflet çölüne düşürür. Felek verdiğini bir defâ elinden alırsa, bir daha insafa gelip de geri vermez.
  Ey peri yavrusu! Put sevdâsında dolaşıp da, nefis şeytanının zahmetlerine katlanma. Bu alçaklar dostu zamânenin, o müstesnâ canı senden nasıl alacağını göreceksin.
  Sen şimdi kaygısızsın. Ne bilirsin ki, bana da hazırlanmış bir hayat yoktur. Hürriyet mülkünü fethetmek mümkün değilse, zindana atılmış hislerini de mi açamazsın?
  Erkeklik dâvâsı güder, kadınlık gösterirsin. Hünsâ gibi hem erkek hem kadın olma.
  Ey Sadî, bu yolculuktan daha ne kadar dem vuracaksın? Kâfile önden gitmedi mi? Kadeh gibi ne zamana kadar çın çın edeceksin?
  Bu gülüşler ancak sâde oyuncakların yüzünde olur.
  Ey aşkının velvelesi her tarafı tutmuş olan sevgili! Senin o ay yüzün gönlümüzden riyâ bulutlarını dağıttı. Merhamet et de, bir kıl ucu kadar iltifat göster. Çünkü onun her saçının telinde bir “âh!” gizlidir. Gözlerimin susuzluğunu bir türlü gideremiyorum. Ey hasretiyle her âşığını bir köşede inleten dilber! Ey safâsıyla her kalbi bir kenarda avâre bırakan sevgili! Biz candan âşıklarız. Bize her an bir destanla, her gün bir cilve ile gelmekten çekinmiyorsun.
  Rüzgâr senin güzelliğinden bahçelere bir koku götürdükçe, hazânın eli reyhanlar derneğini dağıtamaz. Latif tenin gibi bir gümüş mâden ocaklarında bulunmaz. Zaptettiğin güzellik meydanında Sadî, çomağına takılmış bir toptan başka nedir?
  Ey sevgilimin kapısından geçen rüzgâr! Sanırım ki, cennet bahçesinden esiyorsun.
  Sevdâ ile kendinden geçmiş olanların her an divane gibi kırlarda dolaşması sebepsiz değildir.
  Bâri gözlerin bir kerrecik olsun o sevgilinin yanaklarına ilişirse, benim gibi başı dönmüş bir hâlde her tarafı dolaş: Yârin eteğini elimden ayıramam. Bırak beni sevgilim! Varsın adım kötülükle dillere destan olsun.
  Ey can! Seni zikretmekten başka hatırımdan bir şey geçmez. Çünkü sen bana toptan rahmetinin kümeleştiği cennet hayâlisin.
  Gamlı tabîatına karşı gönül ne yapsın? Elinden bir şey gelmez. Her mevsimin şartları gemi yürütmeye elverişli değildir.
  Çok gelip geçtin. Ama bizim tarafımıza bir göz atmadın. Bir gün geçmedi ki, hatırdan geçmeyesin. Kemendini kime attın da avlayamadın? Kılıcını kime çektin de öldüremedin? Sadî’nin gönlüne işlediğin o nakışları kazâ seli zamânenin defterinden silemeyecektir.
  Suçumuz nedir ki, bizimle artık konuşmaz oldun? Hâlbuki senin gibi bir huysuzdan şikâyetçi olan biziz.
  Binlerce âşık seni dilemekte, seni aramakta. Ama sen isteğinle hiçbir gönül aramıyorsun. Buna rağmen gariptir ki, hiç kimse hasretine dayanamıyor.
  Gel! Her ne yaparsan da, gene güzelsin. Bana gül gerekmez. Servi gözüme görünmez. Bana senin vuslatın lâzım.
  “Bir gönülde iki sevgili yaşamaz” sözü doğrudur. Ey sevgilinin cemâlini arayan zavallı! Bâri kendi benliğinden vazgeç. Aşk eşiğine ayak bastınsa, anla ki, elini gayrıdan yıkamak zorundasın.
  Gecenin uzunluğunu dertli gözlerden sor. Sen suyun değerini ne bilirsin? Irmak kıyısındasın.
  Zavallı Sadî’nin toprağından aşk kokusu tüter. Ölümünden bin yıl sonra bile koklasan, yine bu kokuyu duyarsın.
 

Sonsöz

  Bundan evvel yazılarımda bahsettiğim gibi, Şeyh Sadî Şîrâzî Hazretleri nur-ı aynım olduğu gibi, aramızda mizaç benzerliği, yakarış ve tazarru niyaz benzerliği, güzelliklere karşı görüş benzerliği, hemcinsine karşı hoşgörü benzerliği, çağa uyumlu olmanın arzusu, isteği, özümde vardır.
  Ancak bu izahıma Allâh’a noksan sıfat isnat edercesine, semâvî dinle bağdaşmayan “reankarnasyon (tenâsüh)” demeyesin. İslâmiyet’te ve Allâh’ın sıfatlarında bu türlü ilmî âcze yer yoktur!..
  Sene 1956. Berat gecesi, mânâ âleminde Hazret-i Peygamber (s.t.a.v.) Efendimiz, Çâr-ı yâr-i güzin ve ashâbdan hayli zevâtın da mevcut olduğu bir mecliste Ebu Bekir Sıddîk’ın (r.a.) önünde, masa üzerinde büyük bir defter açılmış. Peygamber Efendimiz’in mübârek emrini bekliyordu. Bu abd-i âciz imtihan oluyordum. Laf ve söz imtihanı değil, hâl imtihanı idi; tazarru, niyaz, sessiz yakarış imtihanı idi. Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki:
  “-Yaz, Şeyh Sadî Şîrâzî diye.” Ebu Bekir Sıddık (r.a.) açık duran büyük deftere yazıyordu. Abd-i âciz içimden: “Şeyh Sadî Şîrâzî yüzlerce sene evvel yaşamıştı” diye düşünürken,
  Peygamberimiz Efendimiz:
  “-İkinci Şeyh Sadî diye” işâret buyurdular.
  Bu mânâmı kimseye söylemedim. Şeyhime de hicâbımdan söyleyemedim. Takrîben iki ay kadar sonra şeyhim efendim kalabalık derviş meclisinde, 7 tarikten icâzetli kayınpederim Hacı Mustafa Anaç Efendi de hazır bulunuyor iken Şeyhim efendim şeyhliğimi cemaate: “Şâhit olun!” diye tebliğ eylediler.
  Bu kitapta Şeyh Sadî Hazretleri’nden daha çok niçin bahsettiğim sanırım daha kolay anlaşılır.
  Rubâî ve gazellerinde düşüncelerimi, tazarru, niyâzımı, yakarışımı, tek kelâm ile aşkımı buluyorum. Mübârek kardeşim, bu hasletlere sen de katıl. Mânâsız, anlamsız yaratılmadın. Kadrini kıymetini bil. Daima güzeli bul. Güzeli yaşa. İki âlemde de mesut ve bahtiyar olursun.
  Arzda vârisü’n Nebî, nedîm-i ilâhî hiç eksik olmadı. Olamaz da. Her asır rahmet-i ilâhîyeye uygun yaratılmıştır. Arayan bulur. Hazret-i Allah: “Siz asrı tanetmeyin” diye buyurmadı mı? Zamanda gazap ve iltimas yoktur. İyi bilesin, zaman kılıçtır; kullanmayı bilemez isen o seni keser. Hazret-i Allâh’ın yasakları dışında, güzellikleri bulasın. Geçmişten ibret alasın. İstikbâli bilemezsin. Hâl bugündür. Îman terâzisinde ölçerek günü yaşayasın ki, yaratılışın sırrı sende tecelli edecektir. Şüphen olmasın.
  Peygamber efendilerimize derece vermeye kalkışma. Emr-i ilâhîye ters düşersin. Şerîatı ile yükümlü olduğun Allah elçisinin izinden ayrılma. Peygamber efendilerimizin vârislerini de tanı ve bul. Bulamadın ise samîmiyetle Hz. Allâh’tan iste. Mürşidini istemekte benim gibi yüzsüz ol ki aradığını buldursun…
  Türkçe’de her mevzuda kullanılan, basit hitaplarda da ifade edilen, ancak zâhirî ulemânın kıskançlığının zuhurundan başka izahı olmayan “dost” demeyi bırakalım da evliyâya “evliyâ” diyelim. Hazret-i Kur’ân’ın da mânâsını bu yönlü tahrif etmeyelim, lütfen. Allâh’ın rahmetinin tecellisi olan evliyâsı arzda her zaman vardır, kıyamete kadar da olacaktır. Aksini düşünmek Hazret-i Allâh’a noksan sıfat ve zulüm isnat etmektir!..
  “Evliyâma ezâ edene harp ilân ederim” hadîs-i kudsisini hatırından hiç çıkarmayasın. Hazret-i Allâh’ın harbi olur mu? diye hafife alıpta sakın tecrübeye kalkışmayasın!..
  Benî İsrâil’in müşrikleri Musâ (aleyhis-selâm)’a
  “-Yâ Musâ” dediler “Allâh’ın azabı ile bizleri korkutuyorsun. Ama biz böyle bir şey göremedik!”
  Hazret-i Allah, Musâ (aleyhis-selâm)’a:
  “-Yâ Musâ, biz onlardan gözyaşlarını aldık. Bu belâ onlara yetmiyor mu?” diye buyurdu.
  Muhterem kardeşim, Hazret-i Allah kendisini tanıyan kullarına gizli bir şey bırakmamış. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
  Gözyaşların kalbini ıslattığı zaman, o hâl ve müracaatını kâinat bilir.
  Hayatında ilâhî aşkın müjdesinin kanıtı olan, yalnız Hazret-i Allâh’ı düşünerek sevinç gözyaşı hiç gayr-i ihtiyârî aktı mı? O yaş başka mecrâdan gelir. Kaynağı rahmettir, mağfirettir, aşk-ı ilâhîden verilen sadâkat bonservisidir. Tuzlu değil, tatlıdır.
  Evliyâullah şerîatıyla yükümlü olduğu peygamberinin vârisidirler.
  Ruhlar âleminde dahi peygamber efendilerimiz peygamber idiler. Vârisleri olan evliyâullah da evliyâ idiler.
“Kâmil doğarmış ehl-i Hak,
Doğmadan evvel anası…”
  Allâh’ın istisnâi yarattığı kulları vardır ki Allâh’ın tertîb ve tanzimidirler.. Bu türlü vazifeli tertîb ve tanzim etmek beşerin yetkisi dışındadır. Peygamber efendilerimizin peygamber tâyin etmeye yetkileri yoktur. Evliyâ dahi bu mevzuda yetkili değildir. Yetki bi-zâtihî Hazret-i Allâh’a mahsustur. Evliyâlar görünüşte ayrı ayrı mîzâca sahip olup, dış yönleri biri birine benzemez. Mânâ ve vazifelerinin anlamı birdir. Peygamber efendilerimiz mâsum yaratılmış olup, günâh işlemezler. Evliyâlar mâsum değillerdir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hazret-i Allah buyurdu:
  “Elâ, inne evliyâAllahi lâ-havfün aleyhim ve-lâ-hüm yahzenûn.” (Evliyâm için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.) (Yunus Sûresi, 62)

***

  Pâdişah uyanık lalasına:
  “-Lala, merak ediyorum: Evliyâ nasıldır? Bana gösterebilir misin?” dedi.
  Bu hususta bilgili olan başvezir pâdişahla, tebdîl-i kıyâfet ederek, bir çömlekçiye vardılar. Pâdişaha fısıldadı:
  “-İşte şevketlim, çömlekçi. Hâzâ evliyâdır.”
  Meraklı pâdişah çömlekçinin sabrını ölçerek, deneme kasdiyle üst üste yığılı duran çömleklerin altındakini çekince, o sıra olduğu gibi kırıldı. Başka sıraları da altından çekerek kırdı. Dükkânda nerde ise çömlek kalmadı. Bu hâli gören çömlekçi gâyet ferah:
  “-Canınız sağolsun, olur böyle kazâlar” diye müşterisinden özür diledi.
  Pâdişah çok duygulandı. Hesâbı kapatan başvezirden, başka Evliyâ varsa, ona da götürmesini ricâ etti. Kasap dükkânına girdiler. Kasap ricâldendi. Pâdişah çengelde ne kadar asılı et varsa işâretiyle hepsini kestirdi. Ufak ufak doğrattı, et bitti. Bu sefer demez mi:
  “-Hiçbirini beğenmedim.” Etleri perişan etti. Sabır küpü kasap incinmedi, gücenmedi. Üstelik özür diledi.
  “-Başka et kalmadı. Olsaydı, isteğinizi yerine getirmek benim zevkim olurdu, özür dilerim” dedi.
  Bu tutum ve sabır karşısında mânevî hazla dolup ender kişilere mahsus sabır örneği karşısında başka bir âleme kapı açan pâdişah:
  “-Bir tâne daha” diye başvezire emir verdi. Yollarının üzerindeki uyanık insan karpuzcuya götürdü. Pâdişah aynı yöntemi karpuzcuya da uygulamak için karpuzu aldı. İki dizinin arasında sıktı. Sertliğini kaybeden karpuzu yere bıraktı. Başka aldı, sıktı, bıraktı. Tekrar sıktı, bıraktı. Bu durumdan rahatsız olan karpuzcu pâdişaha yaklaştı:
  “-Buraya bak! Ben pâdişah falan tanımam. Ben çömlekçi ve kasap değilim. Haksızlığa tahammül edemem. Edebinle, sıkıp gevşettiğin karpuzları al, parasını ver. Seni zikke gibi yere çakmadan defol!” deyince, işin vehâmetini iyi bilen başvezir hesâbı ödedi ve neye uğradığını anlayamayan pâdişahı, kaçırırcasına ordan uzaklaştırdı.
  Ve pâdişah da anladı ki, her kuşun eti yenmiyor, her at aynı kamçı ile gitmiyor!

***

  Peygamber efendilerimizi ve vârisleri olan evliyâyı iyi anla da, istifâde et. Onlar rahmet-i ilâhînin zuhuruna vesile kılınmıştır. Yetki ve tasarrufât Allâh’ındır. Gayrısı vesiledir.
  Vesileyi sakın ilâhlaştırma!..
  Evliyâ, velînin çoğulu diye mânevî küstahlıkta bulunma; ‘dost’ diye gülünç olma.. Adama sormazlar mı, ‘bu Allah dostu da, geri kullar Allah düşmanı mı? demezler mi?” Lütfen, yaşayanları dinle!.. Bu mânâdan uzak hâlinle sahtesini ve gerçeğini ayırt edemezsin. Bu mevzuda şahitliğin de muteber değildir. Şer’an hüküm de böyledir. Muhammed İkbal’in uyarısını tekrar etmeden geçemeyeceğim:
  “İlim toplayıp yığmışsın, gönlü ihmal etmişsin; acıyorum kaçırdığın servete!..
 
İksir-i azamdır, nutk-u ehlullâh,
Yek nazarda hâki kimyâ ederler.
Hakk’ın esrârından onlardır âgâh,
Velâkin sûrette ihfâ ederler.
 
Hakâretle bakma dervişanlara,
Köhne abâ giyen ârifânlara.
“Vârisü’l-enbiyâ” denmiş anlara,
Mürde gönülleri ihyâ ederler.
 
Emrâh-ı cehdeyle, kâli hâl eyle,
Kâl ehl-i olandan infisâl eyle.
Erenleri bul da imtisâl eyle,
Seni de vâsıl-ı Mevlâ ederler.
 
(Âşık Emrah)
 

Rahmet Damlası

 
Gizli hazîneydin, tecelli ettin,
Senin her tecellin, Rahmet Damlası.
Zâtınla âlemi nura garkettin,
Nurun âlemlere Rahmet Damlası.
 
Tenzîhe ne hâcet, kürreler ile
Yeter isbâtına bir zerren bile.
Her zerrede zikrin geliyor dile
Zikreden zerreler Rahmet Damlası.
 
Damlayı varlıktan süzdün çıkardın,
Şifreler yükledin, gizledin, sardın.
Aslını bozmadan Hay’la uyardın,
Zâhir ve bâtın hep Rahmet Damlası.
 
Koskoca âlemi nutfede dürdün,
Âlemlere model insanı gördün.
“Halîfem” dedin de, âleme sürdün,
Âlemlere insan Rahmet Damlası
 
Her noktaya hâkim bir esmâ verdin,
Bir esmân içinde esma gösterdin
Sonsuz hazînenden hisse gönderdin,
Hazînenin şerhi Rahmet Damlası
 
İlim bir noktadır, çoğaltır cahil.
İlm-i ezelî hep noktaya dâhil
İlim “Hakk’ı bilmek” damlası sâhil,
Sâhildeki damla Rahmet Damlası.
 
Enbiyâ, evliyâ hepsi de damla,
Rahmet müjdelemiş Rabbım bunlarla.
Tahammüle perde; nebîler, anla,
Enbiyâ, evliyâ Rahmet Damlası
 
Noktada Kur’ân var, nutfede insan,
Tohumda ağaç var, hücrede hayvan.
Zerrede kürre var, damlada umman,
Küll-ü şekiller hep Rahmet Damlası.
 
Damlalar... damlalar... Sonsuz damlalar,
Mürşidi olmayan bunu zor anlar.
Efendim mürşittir, ey duymayanlar!
İnanın her sözü Rahmet Damlası.
 
Efendim gözüyle damlaya baksak,
Onun eseriyle gönlümüz yaksak,
Damlada çoğalıp, ummana aksak,
Görülür ki, her şey Rahmet Damlası.
 
Damladaki sırrı Efendim açtı,
Hikmet denizinden inciler saçtı.
Kitap insanlığa âcil ilaçtı,
İçenlere şifâ Rahmet Damlası.
 
Ey Fazlı, yetişir, noktala sözü.
Her şey noktadadır; gel bozma özü.
Bu gizli âlemin Efendim “göz”ü.
Efendim âleme Rahmet Damlası.
 
(Fazlı Al, Edebiyat Öğretmeni)

SÖZLÜK

Abd-i âciz: âciz kul deneme
Abes: Boş şey
Afâkî: Dış âleme âit
Agâh: Bilen, haberdar
Aguş: Kucak
Ahenk: Düzen, tertip
Âhir zaman Nebîsi: Son peygamber
Ahit: Söz verme
Ahlâk: Güzel huy sahibi olmak
Ahsen-i takvim: En güzel yaratılış
Akâid: İnanç esasları
Akılcılık: Her şeyi akıl ile ölçmeye çalışmak
Akl-ı selim: Sağlam akıl sahibi
Âlem-i Lâhut: Lâhut âlemi, mânevî âlemlerden biri
Alleme’l-esmâ: Meâlî: “Ona (Âdem’e) isimleri (eşyâyı) öğretti” demektir. Fakat Hz. Âdem için” bütün isimleri, eşyânın hakîkatini bilen” anlamında kullanılan bir sıfat ve tasavvufta bir makamdır.
A’mâ: Kör
Amel-i tevhîd: Allâh’ın birliği düşünülerek yapılan davranış
Angarya: Lüzumsuz
Arif: Allâh’ı bilen kişi
Arifân: (Tekil: ) Allâh’ı bilen kişi, (çoğul: ) bilenler
Aşinâ: Yabancısı değil, bildik
Asûde: Mutlu, huzurlu
Ateş-gede: Ateşe tapanların ateşe taptıkları yer
Avam: Halk tabakası
Ayine-yi nur-ı Huda: Allâh’ın nurunun aynası
Ayna-yı Rahmân: Rahmân’ın aynası
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Ebedî, sonu olmayan
Bâtıl: Gerçek olmayan
Bâtınî: Mânevî yönle ilgili
Bedevî: Medeniyetten uzak yaşayan insan
Bende: Köle
Bende-i dergâh-ı ehlullah: Allah dostlarının dergâhına hizmet eden
Benlik: Kişinin kendini düşünmesi
Beytullah: Allâh’ın evi, Kâbe
Beyyinât: Açıklamalar
Bî-harf ü savt: Harf ve ses olmaksızın
Biat etmek: Söz vererek bir kişiye bağlanmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Bî-hadd ü hesap: Hesapsızca, sınırsız
Bi-lâ-istisnâ: İstisnâsız
Binâen: Bunun üzerine
Bî-şek: Şüphesiz
Bîzar: Sıkıntılı
Bi-zâtihî: Tam kendisi
Burhan: Kesin delil, sürekli olan kerâmet
Cebriyye: İnsanın fiillerinde irâde sahibi olmadığını, herşeyin kader gereği yapıldığını iddia eden mezhep
Cefâ: Eziyet, sıkıntı
Cehrî: Açık, yüksek sesli
Celbetmek: Çekmek, cezbetmek
Cemâdat: Ağaç, taş gibi cansız varlıkların tümü
Cemî: Bütün
Cesâmet: Büyüklük, ağırlık Cevir: Eziyet
Cihanı telakkî tarzı: Dünya görüşü
Cihanşümul: Evrensel
Cihat: Nefis ve düşmanla din uğrunda
Cıngar çıkarmak: Gürültü, kavga çıkarmak
Cüz’î hâkimiyet: Yarı hâkimiyet
Cüz’î hürriyet: Yarı bağımsızlık
Cüz’î irâde: İnsanın kendi irâdesi, fikri
Dalâlet: Düşünce ya da istek yönünden sapıklık
Darü’l-bekâ: Ebedî kalınacak yer, âhiret
Delâlet: Delil olma, işâret etme
Dem: Zaman, an
Derunî: Batınî, iç ile ilgili
Deryâ-yı vahdet: Tevhîd, Allâh’ın birliği denizi, ilmi
Din bezirgânları: Sahte dindarlar, dîni gelir kaynağı edinenler
Doktrin: Belli nizâmı olan fikir
Düstür: Prensip, kural
Ebrar: İyi kimseler
Edep: Terbiye, edebiyat
Ednâ kul: En düşük mertebedeki kişi
Ef’al: Fiilller
Eflak: Felekler, dünyalar
Ehl-i îman: îman eden kimseler
Ehl-i İslâm: Müslümanlar
Ehl-i Kitab: Kendilerine kutsal kitap veyâ sahife indirilenler, Yahudi ve Hıristiyanlar
Ehl-i mârifet: Allâh’ı bilen kimseler
Ehlullah: İbâdet ve tâatleri ile kendilerini Allâh’a yakın hisseden kimseler
Emir bi’l-ma’ruf: İyiliği emretmek
Emsal: Örnek, geçmiş nesillerin başından geçenler
Enâniyet: Kendini beğenme, bencillik
Enfusî: Kişinin iç âlemi ile ilgili
Engizisyon: Ortaçağ Avrupası’nda kilise mahkemeleri
Ervah: Ruhlar
Esrâr: Bilgi melekesi, sırlar
Evliyâ: İrşad ve velâyet makâmını hâiz kişi.
Evrad: Virdler, dervişin günlük virdi
Ezel-i ervâh: Ruhlar bedene girmeden önceki zaman
Ezkar: Zikirler, dervişin günlük dersi
Fakih: İslâm Hukukunu bilen kişi
Fâni evsaf: Gelip geçici sıfatlar
Fânîlik: Yok olmak
Fantezi: Merak, alâka
Fazilet: Erdem, üstünlük
Felekiyât: Gezegenler ilmi
Ferâgat: Fedâkarlık
Ferah: Rahat
Fer’î: Asıl olmayan, teferruatla ilgili
Fetvâ: dîni hüküm
Feyiz: İstifâde
Feylosof: Filozof, aklı ön planda tutan kişi
Feyyaz menbaa: Feyizli, bereketli kaynak
Fiilî sıfat: Fiil ile ilgili sıfat
Firâset: Bir şeyin iç yüzünü görebilme kâbiliyeti
Fısk: Yanlış iş, bozuk iş
Fitne: İmtihan, bozgunculuk
Fıtrat: Yaratılış, insanın tabîatı
Futur: Tereddüt
Gafil: Habersiz, cahil
Garip: Yabancı, kimsesiz
Gavsiyet: Gavslık makâmı
Gavsü’l-A’zam: En büyük yardım edici, tasavvufta en büyük makâmın sahibi, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’
Gâvur: Hiçbir hak hukuk tanımayan, gaddar, vicdansız, dinsiz
Gayret: Çaba
Gayretullah: Allâh’ın kıskanması
  
Gayri: Yabancı, başka
Gazab-ı ilâhî: Allâh’ın gazabı
Gılef: Kılıf
Güzellikler manzumesi: Güzelliklerden oluşmuş
Habip: Sevgili
Hafî: Sessiz, gizli
Hâfıza: Bellek, hatırlama melekesi
Hakîkat hilkati: Hakîkat âlemi
Hakîkat: Öz, kesinlik
Hakka’l-yakîn: Hak ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek,
Hâl ilmi: Yaşanarak öğrenilen ilim, tasavvuf
Halel: Sakınca
Hâlık: Yaratıcı
Hâl-i yakaza: Uyku ila uyanıklık arası
Halvet: Birlikte olmak, bir arada bulunmak
Hasebi ile: Dolayısı ile:
Hasenât: İyilikler
Hasene: İyilik
Hasmâne: Düşmanca
Hâşâ: “Olmaz böyle birşey ya” anlamına bir söz
Havîtır: Kalbe gelen şeyler
Havf u recâ: Korku ve ümit
Havfullah: Allâh’tan korkmak
Hayâ: Utanma duygusu
Hayal: Gerçekleşmesi mümkün olan veyâ olmayan şeyleri düşünmek
Hayvânât: Hayvanlar
Hazan: Sonbahar
Hâzık: Mesleğini iyi bilen
Levh-i mahfuz: Korunmuş kitap, her şeyin yazılı olduğu Allah katındaki kitap
Heyhât!: Boşuna!
Hidâyet ulaşmak: Doğru yolu bulmak
Hıfz: Hıfzetmek, ezmerlemek
Hikmet: Bir şeyin içyüzü, esâsı, asıl sebebi
Hikmetullah: Allâh’ın hikmetlerinden
Hilkat: Yaratılış

Hünsâ: Kadın veyâ erkek olduğu net olmayan
Hurafe: Yanlış ve asılsız inanç
Huda-yı nâbit türemek: Her yerde çoğalmak
Hükm-i İlâhî: Allâh’ın hükmü, karârı
Hüsn-i zan: Bir kişi veyâ olay hakkında iyi düşünmek
İcmâ: Bir şey üzerindeki fikir birliği
İcrâ-yı sanat: Mesleği yerine getirmek
İçtihad: dîni yorum
İfnâ olmak: Son bulmak, yok olmak
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhâta etmek: Kuşatmak, içine almak
İhfâ: Gizlemek
İhlas: Samîmiyet
İhsan: Bağış, Allâh’ı görüyormuş gibi davranmak
İhtiyar: Seçme kâbiliyeti, yaşlı
İhyâ: Yaşatma, diriltme
İhyâ omak: Dirilmek, hayata geçmek
İkrah: Nefret ettirmek, çirkin göstermek
İksir-i a’zam: En önemli ilaç
İktifâ: Yetinmek
İhtivâ: İçermek, kapsamak
İllet: Sebep, hastalık
İlme’l-yakîn: Bir şeyi hakkında bilgi edinmek sûretiyle bilmek
İlm-i dirâset: Okuyarak öğrenilen ilim
İlm-i Fıkıh: Fıkıh ilmi, dînin ibâdet ve muâmelat yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i Hıdr: Hızır (a.s.)’a verilen ilim, ledünnî ilim, tasavvuf
İlm-i Kelâm: Kelâm ilmi, dînin inanç esasları yönüyle ilgili ilim dalı
İlm-i nâfi: Faydalı ilim, kişiye dünyada ve âhirette faydası olan ilim
İlm-i Tevhîd: Allâh’ın birliği ile ilgili ilim (kelâm, akâid, tasavvuf)
İltihak: Katılmak
Îman-ı zevkî: îmandan zevk alma derecesi
Îman etmek: İnanmak
İmtisal: Örnek almak
İnfisal: Ayrılmak, terketmek
İnsan-ı kâmil Kâmil, örnek insan
İntisap: Bir kimseye veyâ yere bağlanmak
İnzal: İndirme
  
İrâde: Dileme, bir şeyi yapma isteği
İrfan: Allâh’ı bilme
İrfâniyyet: Allâh’ı bilme
İrfanlı: Bilgili, kültürlü
İrşad: Yol göstermek, rehberlik
İsmet: Günâh işlemeyen
İstidraç: Müslüman olmayanlarda görülen fizik ötesi olaylar
İstihâre: Bir şey hakkında Allâh’tan rüyâ yolu ile bilgi istemek
İstismar: Sömürmek, kötüye kullanmak
İçtihat: dîni yorum
İtikad: İnanç
İttibâ etmek: Tâbi olmak, uymak
İzâfî: Herkese göre değişen
İzn-i İcâzet: İzin, temsil yetkisi verme
İzzet: Değer, şeref
İzzete çıkarma: Şereflendirme
İzz u şeref: İzzet, şeref, haysiyet, onur
Kâl ilmi: Söz ilmi, konuşulup da uygulanmayan ilim
Kâbil: Karşılık
Kâdiriyye: Abdülkâdir Geylânî’nin (v. 561/1166) kurmuş olduğu tarîkat
Kâfi: Yeterli
Kâfir: Örten, ekin eken çifçi, gerçeğin üzerini kapatan, gerçeği gizleyen, Allâh’ı inkâr eden
Kâfir: Birşeyin hakîkatini örten, Allâh’a inanmayan
Kâl ehli: İşin sadece konuşma yönünde kalan, özüne vâkıf olmayan kişi
Kalbe hulul etmek: Kalbe girmek, yerleşmek
Kanaat: Olanla yetinme, yeterli bulmak
Kande: Her nerede
Kâşâne: Büyük ev, konak
Katre: Damla
Kavî: Güçlü, kuvvetli
Kavl-i Mustafa: Hz. Peygamber’in sözü Kenz-i ahfâ (mahfî): Gizli hazîne, ilâhî hazine
Kerâmet: Dindar insanlardan zuhur eden olağanüstü durumlar
Kesb-i azâmet etmek: Daha da artmak
Kevn-i fesat: Var olmak ve yok olmak
Kevnî hakîkat: Madde ilmî ile ilgili gerçekler
Kibir: Büyüklenme
Kimyâ: Kimyâ ilmi, maddeyi değiştirme ilmi
Kışr: Kabuk
Konak: Büyük ev
Kurb, kurbiyet: Yakınlık
Kutsî: Kutsal, mukaddes, mânevî değeri yüksek
Küllî irâde: Allâh’ın irâdesi
Küll: Bütün
Kürre: Arz, dünya, kütle
Kütüb-i Sitte: Hz. Peygamber’in sözlerini toplayan en güvenilir altı hadîs kitabı
Lânetlemek: Kötülemek
Len-terânî: Allâh’ın “Beni göremezsin” anlamında Hz. Musâ’ya hitâbı
Levh-i dil: Gönül dili
Lîk: Lâkin, fakat
Mâ-adâ: ...dan başka
Ma’bûd: Kendisine tapılan, Allah
Mahlûkât: Yaratılmış her şey
Mahrem: Yakın,
Mahrumiyet: Mahrum olma, onsuz olmak
Mahv: Yok etmek, yok olmak
Mahz-ı atâ: Mutlak bağış, gerçek bağış, bol bağış
Maiyyet: Beraberlik, beraberinde olma
Makâmât: Makamlar
Makâm-ı velâyet: Evliyâlık, mürşitlik makâmı
Maksut: Maksat, gâye
Mâ-lâ-ya’nî: Boş, faydasız
Mâlik olmak: Sahip olmak
Mârifet: Bilgi, Allâh’ı bilme
Mârifetullah: Allâh’ı bilme
Mâzur olmak: Özürlü olma, mâzereti olma
Meâl: Anlam
Meçhulât: Bilinmeyen şeyler
Medar: Kaynak, sebep, vesile
  
Mehdî: Bazı kimselerce kıyamete yakın zamanda yeryüzüne gelece-ğine inanılan kişi
Mihenk taşı: Ölçü olarak kabul edilen
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Mekr: Tuzak
“Men araf” sırrı: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” sırrı, bu sözün hakîkatine vâkıf olma
Menkıbe: İnsanların güzel hâtırâları
Mensuh: Hükmü lağvedilmiş, geçerliliği kalmamış
Mesmuât-ı ilâhî: Kutsal şeyler dinleme, Allah kelâmı dinleme
Mest: Sarhoş olmuş, gönlü bir şeye aşırı bağlanmış
Meşâyih: Büyük şeyh
Meşrep: Mîzâca uygun yol, tarz
Metafizik: Fizik kânunlarının dışında olan
Materyalist: Maddeyi her şeyin önünde tutan
Meth ü senâ: Methetme, övme
Meyletmek: Eğilim göstermek
Mezmum: Zemmedilmiş, yerilmiş, kötülenmiş
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Mihman: Yakın, sırdaş
Mihrab: Namaz kılarken imamın durduğu yer
Minnet: Borç, verecek
Mestan: Sarhoş
Mistik: Gizemli, tasavvuf ile ilgili
Mistisizm: Batı dillerinde tasavvuf
Mızrab: Kendisiyle sazların tellerine dokunulan âlet
Muâsır millet: Çağdaşlaşmış, uygarlığın doruğuna ulaşmış millet
Muvâzene: Ölçü, denge
Mübtelâ: Bağımlı, düşkün
Mücâzât: Karşılık
Mücerred: Yalın, soyut, tek başına
Muvaffak: Başarılı
Muhâl: Gerçeği olmayan
Muhkem âyet: Anlamı kesin olan, yorumla ilgisi olmayan âyet
Muhtar: Seçilmiş
Mukarrebun: Allâh’a yakınlık kazanmış cennetlik kimseler
Mukeddesât: Mukaddes, kutsal şeyler
Mükevvenât: Kâinât, yaratılmış her şey
Murdar: Pis, eti yenmeyen hayvan
Musahhar: Hizmetçi
Müsâmaha: Hoşgörü
Müsâvî: Eşit, denk
Mutasarrıf: Tasarruf eden, harcama yetkisi olan
Muteaddit: Çeşitli
Mutmain: Tatmin olmuş, kanaat getirmiş
Muttalî: İç yüzünü bilen
Müdrik: İdrak etmiş, kavramış
Müeyyide: Yaptırım gücü
Mülâki: Karşılaşmış, tanışmış
Mü’min: Allâh’a tam anlamıyla inanmış
Münezzeh: Yüce, kötü sıfatlardan uzak
Mürde: Bozuk, hasarlı
Mürşit: Rehber, yol gösteren, evliyâ
Mürşid-i kâmil: İnsanlara yol göteren tasavvuf büyüğü
Musevî: Hz. Musâ’nın şerîatine tâbi’ kimse
Müsta’celiyyet: Acele etmek
Müstakîm: Dosdoğru
Müstecâp: Karşılık gören
Müşâhede: Gözetleme, tasavvufta bir makam
Müteallık: İlgili
Mütekâmil: Daha gelişmiş
Mütenâsip: Uygun
Mütesellî olmak: Teselli olmak, avunmak
Müteşâbih âyet: Anlamı kesin olmayan, anlamını ancak ehlinin anlayacağı âyet
Müttaki: Allâh’ın emirlerini titizlikle yerine getiren kimse
Müzekkire: Hatırlatan, zikrettiren
Nâ-ehil: Ehil olmayan, işi bilmeyen
Nâçiz: Zavallı, beden bakımından yetersiz
Nâfi ilim: Faydalı ilim
Nahnü: Arapça’da “biz” demektir
Nâhoş: Hoş olmayan
Nâib: Veki, tarikatte bir görevli
Nâ-mütenâhi: Sonsuz
Nâsih: Kendinden öncekinin hükmünü kaldıran
Nazar ehli: Nazar, mânevî bakış sahipleri
Nazîr: Benzer
Nebî vârisi: Hz. Peygamber’in vârisi, gerçek âlimler
Nedîm-i İlâhî: Allah dostu, O’na yakın kişi
Nefha-i ruhü’l-kudüs: Kutsal ruhun üflemesi, nefesi
Nefsânî: Nefse bağlı, nefsin isteği
Nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis
Nehiy ani’l-münker: Kötülükten men etmek, kötülüğe engel olmak
Neşv ü nemâ: Serpilip, gelişme
Nevruz: Yılbaşı
Nizâm-ı İlâhî: İlâhî nizam, Allah kânunu
Nûr-ı Yezdân: Allâh’ın nûru
Nûr-ı Zât-ı Kibriyâ: Allâh’ın zâtının nuru, ışığı
Nutk-u ehlullah: Allah ehl-i sözleri
Nükte: Şaka, latîfe
Pervâz eylemek: Uçmak, kanatlanmak
Psikoloji: İnsan davranışları ve iç dünyası ile ilgilenen ilim dalı
  
Polat: Demir, demir gibi güçlü insan
Rahmet tecellisi: Rahmetin inmesi, tecelli etmesi
Rahmet-i âhî: İlâhî rahmet
Reh-nümâ: Rehber, yol gösteren
Rahvan: Atın yavaş yürüyüşü
Rakip: Kendisiyle yarışılan kişi
Ravza-i Mutahhara: Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu mekân
Rehber: Yol gösteren
Reh-nümâ: Rehber, yol gösterici
Rencîde: Kırgın
Refik: Yol arkadaşı
Revnâk: Düzen, temel
Riayetkâr: İtâat eden, uyan
Rical: Erkekler, tasavvufta ileri gelenlerden
Rindân: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünün peşine düşen, âşık
Riyâ: Gösteriş
Riyâkar: Gösteriş yapan, sâmîmiyetsiz
Riyâzî: Matematik veyâ beden eğitimi ile ilgili
Rızâ-i Bârî: Allah Rızâsı
Rububiyet: Allâh’ın her şeyin Rabbi, sahibi, terbiyecisi olması
Ruhânî: Ruh ile ilgili, mânevî
Rücu: Geri dönme
Rüsvay: Rezil, aşağılık
Rü’yet: Görme, görülme
Sadr: Göğüs, orta
Sahih îtikat: Sağlam inanç
Salât: Dua, namaz
Sâlih amel: Sağlam ve iyi yapılan iş
Salih îtikat: Doğru inanç
Sâlih kul: Dindar, güzel ahlâklı insan
Sarih: Apaçık, besbelli
Savm: Oruç
Sây-i gayret: Çalışıp, çabalama
Şahadet: Şehit olmak
Serâhaten: Açıkça
Şerh etmek: Açıklamak
Şerîat-i mutahhara: Tertemiz şerîat, İslâm şerîati, din kânunları
Seyran: Seyretme
Silsile-i merâtip: Tarîkatte Hz. Peygamber’e kadar ulaşan silsile
Smaç: Voleybolda, yükselerek el ile topa sertçe vurmak
Sîne: Göğüs
Sîret: İç yüzü
Sırr-ı ednâ: En düşük sır
Sufiye: Tasavvuf erbâbı
Sosyoloji: Toplum bilimi
Sübut: Sâbit olmak
Subûtî sıfat: Allâh’ın sıfatları
Süflî: Aşağı dereceden
Suhuf: Sahifeler, kutsal sahîfeler
Sû-i zan: Bir kişi ya da şey hakkında menfî zanda bulunmak, düşünmek
Sukut: Düşmek
Şule: Işık parçası
Suret: Dış yüz, görüntü
Sükût: Susmak
Süluk: Yola girmek, tasavvuf yoluna girmek
Sünnet: Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları
Şakî: Allâh’a inanmayan
Şefî: Şefaat eden,
Şek: Şüphe
Şer: Kötülük
Şeref-yâb olmak: Şereflenmek
Şer’î hükümler: dîni hükümler
Şerîat: Din kânunları
Şerîat-i garrâ: Parlak, aydınlık şerîat
Şerîat-i garrâ: Aydınlık şerîat, İslâm şerîati
Şerik: Ortak
Şeyh: Yaşlı veyâ büyük kişi, tarîkat lideri
Şiar: Özellik
Şimşir-i Huda: Hakk’ın kılıcı
Şinto dîni: Japonların dîni
Şirk: Allâh’a ortak tanımak
Taam: Yemek
Tâat: İtâat etmek, dîni emirleri yerine getirmek, ibâdet
Tahammül: Dayanmak, katlanmak
Tahayyül: Hayal etme, düşünme
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Tâlib: İstekli
Tân: Kötülemek
Tan yeli: Sabah esen rüzgâr
Tanzîm-i İlâhî: Allâh’ın düzeni
Tarîkat: Yol, Allâh’a götüren yol
Tarîk-ı müstakîm: Dosdoğru yol
Tasavvuf: Dînin mânevî yönü, rûhî tarafı
Tavaf: Kâbe’nin etrâfında dolanmak sûretiyle yapılan ibâdet
Tazarru: Yalvarma
Tebliğ: Duyurma
Tebşir: Müjdeleme
Tecelliyat: Zuhur etme, görünme
Tedrisat: Ders okuma
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefsir: Kur’ân’ın yorum ve açıklaması
Tekâmül: Gelişme
Tekeffül: Üzerine almak, kefil olma
Tekke: Eskiden sufilerin, dervişlerin, eğitim gördükleri yer
Tekvin: Yaratma
Telakki: Anlayış
Telepati: Başkası ile duysusal bağlantı kurmak
Temâşa: Seyretme
Temâyül: Meyletme
Tenezzülen zuhur: Merhametinden dolayı yapmak
Terakkî: Gelişme, ilerleme
Tertîb-i İlâhî: İlâhî tertip, düzen
Tesânüt: Birlik, uyum
Teşrî: dîni kânun koyma
Teveccüh: Yönelme
Tevekkül: Allâh’a dayanmak
Tevessül: Aracı edinmek, vesile edinmek
Tevfik sâ’ye refik olanındır: Başarı çalışanındır
Tevhîd-i ef’âl: Her olayın hakîkî fâilinin Allah olduğu şuurunda olma
Tevhîd-i sıfât: Allâh’ı sıfatlarında bir olarak bilmek
Tevhîd-i Zât: Zât olarak Allâh’ı bir bilmek
Tevhit ehli: Gerçek dindarlar
Tiğ: Kılıç
Tiynet: Yaratılış, huy, tabîat, karakter
Tolerans: Müsâmaha, hoşgörü
Trans: Bir iş üzerinde fikri yoğunlaştırarak onu gerçekleştirme
Turuk-ı aliyye: Yüce tarîkatler
Türbe: Dindar insanların kabirleri
Ucup: Kendini beğenme
Uhrevî: Âhiret ile ilgili
Ukbâ: Âhiret
Ulûhiyet: İlahlık
Ulvî: Yüce
Ümm-i Kitâb: Ana kitap, Kur’ân-ı Kerîm
Vâcibü’l-vücud: Var olması mecburi olan
Varak: Yaprak
Vârisü’l-enbiyâ: Peygamberlerin vârisleri, gerçek âlimler
Vârisü’n Nebî: Hz. Peygamber’in vârisi
Vebal: Sorumluluk
Veçhile: Bu şekilde
Vehâmet: Korkunçluk
Vehim: Kötü duygu, düşünce
Velâyet makâmı: İrşâd makâmı
Velî: İbâdet ve tâat ile Allâh’ın yakınlığını kazanmış kul
Verâ: Yeme, içme, giyinme gibi hususlardaki dîni hassâsiyet

  
Verâset: Vâris olmak, bir kimseden sonra onun mülkünde kısmen veyâ tamâmen tasarruf sahibi olmak
Visal: Kavuşma
Zâfiyet: Zayıflık, Düşkünlük
Zarurî: Mecburi
Zâviye: Eskiden dervişlerin kaldıkları şehrin dışındaki yer
Zekât: Malın belli bir kısmını fakirlere vermek
Zerre: En küçük parça
Zikir: Anmak, Allâh’ı zikretmek
Zikke: Damga
Zillet: Aşağılık vesilesi
Zillete inmek: Aşağı düşmek
Zındıklığa düçar olmak: Zındık, dinsiz olmak
Zuhr-u âhir: En son öğle namazı niyetiyle “Cumâ namazım kabul olmuyorsa” şüphesiyle kılınan ve aslı olmayan namaz
Zuhur vesilesi: Görünme vesilesi, aracı
Zuhur: Görünmek, ortaya çıkmak
Zühd: Dünya malına meyil etmeme
Zü’l-cenâheyn: İki kanat sahibi, hem şerîati, hem de tasavvufu bilen
Zülf, zülüf: Saç