TASAVVUF VE ZİKRULLAH

PÎR-İ GÂLİBÎ H. GÂLİP HASAN KUŞÇUOĞLU(K.S.)

Kâdirî, Rufâî, Üveysî, Gâlibî Meşâyihi, Mutasavvıf

İÇİNDEKİLER

RAHMÂN VE RAHÎM OLAN ALLÂH’IN ADI İLE BAŞLARIM
HÛ YÂ TABÎBE’L-KULÛB
MEDET YÂ ERHAME’R-RÂHİMÎN
MEDET YÂ EKREME’L-EKREMÎN
MEDET YÂ İLÂHE’L-ÂLEMÎN.
DESTÛR YÂ ÂDEM SAFİYYULLÂH
DESTÛR YÂ NÛH ŞEKÛRULLÂH
DESTÛR YÂ İBRÂHÎM HALÎLULLÂH
DESTÛR YÂ MÛSÂ KELÎMULLÂH
DESTÛR YÂ ÎSÂ RÛHULLÂH
DESTÛR YÂ MUHAMMED MUSTAFA HABÎBULLÂH.
DESTÛR CÜMLE PEYGAMBERAN-I İZÂM VE RESÜL-İ KİRÂM HAZERÂTI
DESTÛR YÂ SÂHİBE’L-MEYDÂN
RIZÂEN LİLLÂHİ’L-FÂTİHA MAA’S-SALEVÂT.

BAŞYAZI

  Dünya ve âhirette mes’ud olmak istiyorsak yaratanımıza kul olmanın zevkine erme çabasında olalım. Rabbımıza lâyık kul olmanın hazzından, zevkinden uzak durmayalım. Sonsuz rahmet-i ilâhîden nasipli, ihyâ olmuş Rahmet-i ilâhîyeye vesile kılınmış bahtiyar kullarının saflarında bulunmak gayemiz ve zevkimiz olsun. Kulluk vazifemizi îman ve samîmiyetle icra edebilmemiz gene yaratanımızın rahmeti olan mânâ ve gönül gözü ile görmek ve gerçeği lüzumu kadar bilmek... Rahmetinden mahrum eylemesin.
  Hazret-i Allâh’tan lütfedilen tavır ve hareketlerimizle, lisân-ı hâl ile yakarmayı ve istemeyi bilelim. Nazargâh-ı ilâhî olan kalbe yolu uğramayan arzu ve isteklerin huzuru ilâhîden iltifat gördüğü ender görülür.
  Kalpten beyine geçen gönül yolu, ehl-i hâlin ehl-i aşkın yoludur. Beyinden kalbe akış ise ilme’l yakînden öteye yolu muhâldir. Muhammed İkbal’in uyarısını gönül kulağı ile dinle, tefekkür et. Rahmet-i ilâhî olan sebeplere tevessül etmeden maddeyi de mânâyı da elde etmek zehabına kapılmak safdillik olur. Bu saflık tertemiz safiyet değil, kusura bakma, salaklıktır.
  “İlim toplayıp yığmışsın, gönlü ihmal etmişsin, o kaybettiğin servete acıyorum.”
  Ey benî âdem! Sen Âdem’e musahhar kılınan mahlûk ve eşya değilsin. Hazret-i Allâh’ın bilinmesine vesile kıldığı, yaratılışın sırrı ve çekirdeğisin. Diğer mahlûkata benzer yönün aşikâr, amma sen mânâ denizi insan olmaya müsait yaratılmış benî âdemsin. Aşkı ilâhîden yaratıldın. Yaratanını bilmeye müsait kılındın. Âczini bildiğin kadar yaratıcını bilmene imkân ve fırsat verildi.
  Bu fırsatı bildiğin kadar yaratanına hamd ederek, şükrederek, kesir zikrederek, emr-i ilâhîye intibak etme zevki ile hayatını idame ettirmeye çaba gösteren, gerçeği hayatının her safhasında görerek, yaratıcına hayranlık duyan, sadık insan! Hiç şüphen olmasın, bu meziyetlerin hepsi şahit ki, sen yaratanına âşıksın.
  Aşk mânâ itibariyle ilâhîdir. Mecâzî aşk olmaz. Mecâzî olan istektir, arzudur. Nefsin ihtiyacıdır. Mecâzî aşk özlemini duyduğu o nesneye vuslatla biter. İlâhî aşk ise yakınlıkla artar. Vuslatda ilâhî aşkın sonu değildir. Aşkı ilâhînin tecellisi nefsin hazzının dışında, ruhun gıdası, yaratılışın sebebi hikmeti, insanlığın hâl belgesi... mânâ anlamı “TASAVVUF”tur!
  Hazret-i Allâh’ın tanzim ve tertip ettiği ile kullarını vazifeli kıldığı “Ey insan arzı ben yarattım sen düzene sokacaksın” hitabını hiç hatırdan çıkarmadan, emr-i ilâhîye uygun, kulun âczine uygun, kulluğuna uygun vazifelerimizi iyi bilelim. Allâh’ın tertîb ve tanzimine teslimiyette kusur etmeyelim. Üzerimize terettüb eden kulluk vecibesini yerine getirmeyip, “bunu da, sana havale ediyoruz, bu işlemlerimizi de sen yapıver” diye köşeyi vahdete çekilip, âczini bilip, kulluğunun dışına çıkmayasın. Bu küstahlığın adına sakın “teslimiyet ve kulluğumuzun âczi, falan” diye ahkâm kesme. Yaptığın bu tembelliğine sakın tasavvuf, tarikat, şerîat, İslâmiyet de demeyesin. Allâh’ın emri hilâfına yaşayanlarda küllî rahmet olan kıymetli sıfatlar bulunmaz. gafil olma!...
  Eşi, şeriki, benzeri olmayan Allâh’ın iradesine bağlanmak İslâmiyet’tir. Amma sen bu bağlılığı yanlış düşünüyorsun. Niye yanlış? Beraber araştıralım. “Kur’ân’dan başka bir şey tanımam” diyorsun, “yalnız kelâmullahtan başka bir şey tanımam” diyorsun, amma bazı âyetlerin mânâlarını yaptığın meâllerde kendi hissiyatına göre tanzim etmekten çekinmiyorsun. Hazret-i Resûlullah’ın hayatı Kur’ân değil mi? Niçin sünnetlerine ve tevatüren zamanımıza kadar sıhhatını koruyan hadislere, tasavvuf, tarikat, cemaatle ve ferdi yapılan zikrullaha, adet tertîb ve tanzimine kütüb-i sittede geniş yer verildiği hâlde soğuk bakıyorsun ve onları İslâmiyet’in dışında gösterme gayretindesin. Allâh’a ve Resûlüne inanmayan bir toplum var ki, onlarda dinlere düşmanlık ve dinsizliğin ilericilik olarak algılandığının acı faturasını nasıl ödüyoruz görelim lütfen!... Allah cümlesini hidâyete erdirsin.
  Büyük bir kesim var ki, Allâh’a ve elçilerine inanmış, namazında, niyazında, haccında, zekâtında, hayır ve hasenatında. Bu mânâ zenginlerinin Allah adetlerini artırsın âmin! Bir zümre daha var ki dindar kesimde ekseri görülen bunlardır. Akıldan öteye yolu olmadığı gibi, azab-ı ilâhîden başka sermayeleri de yoktur. Gazab-ı ilâhîyi ve rahmet-i ilâhîyeyi de kalıplaştırdığı gibi, bu tutumlarıyla Hazret-i Allâh’ı çarpık zihniyetlerine ram ettiğinin zannı ile cennet aşkı ve cehennem korkusundan başka zevki olamayan, “gönül” diye bir rahmet tanımayan, ihlas, takvâ, veradan habersiz toplumların rehberi, üstadı tabir caizse mürşidi... Mânâsı olmayan şerîat, arısı ve balı olmayan boş kovan misali, gerçek îman zâfiyeti çeken, yalnız samîmiyetine güvenmekle ferahlık duyan, dindar geçinen kitleler!.. Bu zümre samîmiyetleri derecesinde rahmet-i ilâhîyeden nasiplerini alacaklar, amma bu çarpık hâli alkışlayan bilge kişiler: Bu tahribatın hesabını verebilmen için güvencen nedir?!... Pek inanmazsınız amma belki inanan bulunur. Peygamber Efendimiz öyle buyurdular: “Onlar kurtarıyoruz zannediyorlar, öldürüyorlar. Kendileri de ölüyor.” Bu kadarlıkla iktifa et. Uyan!
  Beşeri Kânunlar kânun-u ilâhîyeye uygun gibi görülse de “şerîat devleti” “şerîat hükümeti” ifadeleri her zaman hakîkatı yansıtamazlar. Zamanla değişen görünümleri kânun-u ilâhîye ters düşmediği müddetçe içtihata lüzumlu kılınmıştır. Dünya nizamı kulun ictihâdîna bırakılmıştır. Zamanla değişen güzellikler ehlinin ictihâdî ile toplumların yaşantılarında ilâhî yakınlığı sağladığı gibi, sâlikını emr-i ilâhîyi yaşantısında kalbi mutmain kılar. Tertîb-i ilâhî budur.
  Bazı âyetler muhkem, bazısı müteşa­bihtir. Zaman bunlar üzerinde değişiklik yapamaz. Kıyamete kadar geçerlidir. İçtihada tâbi âyetler vardır ki, şerîattır. Zamana göre, ehl-i o günkü güzelliğe uygun içtihat yapabilir. Örneğin Peygamber Efendimiz’e ashâb sordular “Ya Resûlullah, şu dünya işini nasıl yapalım?” diye. En son gelen şerîat mimarı, ilmî ledün sultanı, gerçek gönüller fatihi, nur-ı Muhammedî’nin peygamber efendilerimizde zuhurunun son karargâhı, en mütekâmil şerîat-i garrânın yetkili sahibi buyurdular ki:
  “Sizler dünya işini benden iyi bilirsiniz.”
  Yeri gelmiş iken, fakirin zevki ile ihyâ olduğum, Hazret-i Allâh’ın rahmeti, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şahsında bu abd-i âcize lütfettiği mesajı tekrar etmekle İslâmi gerçeklere vesile kılındığım için mânevî hazzımı ve mânâ zevkimi izahtan âcizim!...
  30 Ocak 1995, Mekke-i Mükerreme’de otelde sabah namazından sonra Peygamberimiz Efendimiz hâl-i yakazada şu mesajı ihsan ettiler!
  “Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre hazırlansın”
  Yataktan fırladım. Unuturum korkusu ile not aldım. Yazdığım yazı ile ilgili gördüğüm için inanan din kardeşlerime tekrar tekrar duyurmak istedim. Sene 2006, 50 senedir verâset vazifesini taşıyorum!...
  Her devirde geçerliliğini koruyan gerçek ifşaat-ı peygam­beriyye!... Seksen sekize yaklaştım, Rabbımın verdiği irşâd vazifesini taşıyorum. Vazifem haricinde Allâh’ın kuvvet ve kudreti karşısında âciz kulum. Beşer karşısında inandığım gerçekleri anlatmak için kimseyi kırmadan, incitmeden, enâniyete düşmeden, îmanımdan ve vazifemden pirim vermeden, yerlerde ve göklerde bütün âlemde zuhur eden Peygamber Efendilerimizin, bilcümle evliyâullahın, insan-ı kâmilin ve aklı selimin hassasiyetle üzerinde durdukları âyetler ve indî ilâhîden uyarılar!..: “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)
  Hazret-i Allâh’ın ilim ve iradesinin tenezzülen lütuf ve ihsan eylediği âyetler manzumesinin çekirdeği benî âdem!.. arzda ve bilemediğimiz nice âlemde adâleti ve rahmeti ile tecellisi Hazret-i Allâh’ın fiiliyatı, fiili sıfatlarının bi-zatihi olmayan zuhuruna vesile kılınan nizamı âlem!.. Hazret-i Allâh’ın lütuf ve ihsanı ile anlaşılacak olan ilmî mânâyı ilme’l yakîn ile çözemeyeceğinin bilgisine ne zaman varacaksın? Sıkıştığın zaman kabul etmiş gibi görünsen de, kendi düşünce ve davranışlarını daha üstün görme hastalığın, dışarıya nüksetmiş. Zahmet etme, gizleyemiyorsun. Haddi aşmışsın. Settarü’l-uyub rahmeti üzerinden kaldırıldı. Takke düştü. Kel göründü misali. İyi bil. Allâh’a karşı günâh işliyorsun. İslâm’a karşı, resûllerine karşı, İslâm’ın ne olduğunu müdrik yaşayan mü’minlere karşı, verâset taşıyan vârisü’n -nebîye nedim-i ilâhîye karşı bu tutum ve davranışların beşere karşı ayıp, Allâh’a karşı günâh oluyor.
  Şunu bilesin ki, âkli ve nefsanî duygularını cihanşumül dîni İslâm’dan, en mütekâmil şerîat-ı garrâdan ve vahy-i ilâhîden daha cazip gördüğün için Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzim ettiği mânevî teşkilata küfür gözü ile bakıyorsun. Îman zannettiğin küfür buradan başlıyor.
  Bu türlü ilimler nâ-ehil toplumlarda her zaman alkışlanmıştır. Sakın aldanma, o alkışlara. Dikkat edersen hakîkat gözü ile bakabiliyorsan göreceksin ki, şakşaklardan çıkan ses emr-i ilâhîye muhalefet..
  Nefsi duyguların sesi insan-ı kâmili tanımayıp, kendini insandan üstün görüp, bunu kanıtlamak için Hazret-i Allâh’tan kıyamete kadar sapıtmak için ruhsat alan şeytanın sevinç çığlıklarını duyamıyor musun? Alkışların sesinde bir yerde nefis akılla şirket kurar, müşterek çalışırlar. Put üretmekte mâhirdirler. Nefsin ürettiği put aşikârdır. Aklın ürettiği put kabiliyeti nispetinde avamdan gizlenmeye çalışır. Ama ehlinden gizlenemez. Allâh’tan hiçbir şey gizli değildir.
  Rica ediyoruz, mânevî teşkilata inanmasan da nâ-ehlin küfrüne ortak olma. Gavs’ül-A’zam Seyyid Abdulkâdir Geylâni buyurdular ki: “Atan bizdendir, attıran değil.” Bir kişi inanmadığını açıkça ilân eder, hatır için konuşmaz. Sözünün eri ve merttir. Böyle insanların bu hâlleri de meziyettir. Rahmettir. Bizim rahmet topluluğumuzun üyesidir. Mutlaka bir gün gelecektir. Çünkü mizaç ve mânâsı bize uygundur. Kendisi kenarda durup, sinsi sinsi attıranda makbul meziyet yoktur. Bizden değildir, bazı hakîkat fukaralarına hakîkat dışı telkinlerinle ehl-i tarika karşı hakaret ve küfrettiriyorsun. Buna hakkın var mı? Hesabını Hazret-i Allah sormayacak mı?
  Muhammed İkbal’in veciz gerçeklere uygun bir hitabını dinle: Milletler mânevî büyüklerinin kalplerini incitmedikçe Allah hiç bir zaman milleti rezil ve rüsvay etmez.” Yaptığın bu tahribatı Kur’ân-ı Kerîmin mânâsını, bazı âyetleri nefsinin hazzına göre ilân edip, semâvî tevhit dîni ki İslâmiyet’tir sâliklerini Hazret-i Kur’ân’a düşman kıldığının hesabını Allâh’a verebilecek misin? Allah affetse dahi, masum kulların mânâlarını iteklediğinin farkında değil misin?...
  İsmini henüz düşünmediğim bu kitapçığı daima sitem ve kâhir etmek kastı ile yazmadım. Maksadım bazı hakîkat fukarası “her şeyi biliyorum” hastalığının zebunu kişilerin yaptığı, tahribattan başka görünüm taşımayan telkinatlar ve icraatları açıklamak. Bu abd-i âcizin îmanıma, Rabbımın rahmeti ve muaveneti ile şer düşünce ve şer icraatlar yaklaşamaz. Buna rağmen Ebu Cehil misali düşünce ve tahribatlardan Rabbıma sığınırım.
  “Yalnız zâhiri ilmî olan onunla yetinen topluluklar zalim. Sadece ahlâklı olmaktan başka bir bilgisi olmayan toplumlar mazlumdur. Hem ilmi, hem de ahlâkı olan milletler hâkim ve mes’ud olur.
  Hakîkat dışı telkinler ve mânâyı tahrip eden icraatlarla milyonlarca mânâ ehlini ruhen taciz ettikleri gibi, îmanlarını zayıflatarak yükümlü oldukları mânâyı bilemediklerinden hakîkatleri katletmeye çalıştıkları tarih boyu görülen vakıadır.
  Allâh’ın zikrini toplu olsun, münferit olsun ilim adına yasaklayıp katlediyorsunuz. Bu yetkiyi nereden aldınız? Kur’ân’dan diyemezsiniz. Zikir âyetlerini açık ve seçik yazdım. Havf u reca üzere oku. Anlayarak oku, anlamıyorsan erbabına sor da, oku. Hazret-i Allah Nahl Sûresi, 43. âyette emretmiyor mu: “Siz bilmediklerinizi erbabı zikirden sorunuz.” Lütfen hocam, bu bencil enâniyetten kurtul. Sen ilminle bana lâzımsın. Ben de hâl ilmî ile sana lâzımım. Gel yoksa bilmeden yaptığın tahribatların enkazı altından çıkamazsın. Üzerindeki enkazları göremiyor musun?
  Gördüğüm ve hatırladığım kadarı ile göstereyim. Gel, yeteri kadar Arapça bilmeyen fakat “men araf” sırrını anlayan bu abd-i âcize yakın gel. Hazret-i Mevlâna’nın feryadını dinle. Rahmet-i ilâhînin zuhuruna vesile kılındığı gönül sultanına yakarışını dinle:
  “Gel, başını kille ıslattınsa yıkamadan gel. Ayağına diken batmışsa çıkarmadan gel.
  Gel de ufalmış ekmekler gibi yollara döküldüm, topla beni. Gel ki, gel. Git sözü bitsin artık, gel...”
  Bu sancıyı çeken bilir. Gülme! Sizlerin yazdığı tefsir ve Türkçe meâlleri çok çok tetebbu eden, ilmihâlini, kelime ve yaşantısı ile edille-yi şer’îyeye uygun Şerîat-ı Muhammedi’yi îmanı ile birleştirmeye çalışan bu abd-i âciz itikatta “Maturidi”, mezhep de (amelde) “Hanefi”, meşrebim alevi “Kâdirî-Rufaî birleşiminin kolu Gâlibî”dir.
  Şu gerçeği bildirmede faide görüyorum: Şerîat-ı Muhammediyye’de yüz küsur mezhep ve meşrep var. Hazret-i Allah cümlesini rahmeti ile bezesin!. mânâ ilminden yoksun, madde ve akılcı din ihdas eden bilgelerin rahmet-i ilâhîyenin sonsuzluğunun zevkini yaşayan, samimi kullarını da rahmeti ile bezediğinin garibi olmaları hasebi ile rahmet zevki almamış, ilâhî vazifesiz, ölçüsüz, hayli sadık kullarını kendi nefsanî eğitim ölçülerine göre değerlendirip Şerîat-ı Muhammediyye’ye ümit bağlamış, 105 kadar mezhep ve meşrep varken, yalnız 4 adedini kabul eden, gerisini rahmet-i ilâhîyeden mahrum, dalalette göstermekten çekinmeyen, rahmet yollarını kapatıp, yalnız gazab-ı ilâhîye giden yolları benimseyip, açık tutan benî âdemin, rahmet yaratılışını gazab-ı ilâhîye dönüştürme memuru imiş gibi, olanca gücü ile çalışan, mânâ ve ledünni kaynağı tasavvuf, sırat-ı müstakîm garibi, bilge(!) kişi ümmetleri tarih boyu bilmeden mezhep ve meşrep çatışmalarına iteklemiş, tasavvufa rahmeti sonsuz Rabbımızın rahmetini, tasarrufunu yedine alarak, rahmeti zulme dönüştürmüştür!.. Mezhep ve meşrep tenkitleriyle veya bunların reddiyle toplumlara fitne, fesat, düşmanlıktan gayrı bir şey verememişlerdir!.. Her kul karakterine, mizacına ve inancına göre mezhebini ve meşrebini seçmekte yetkili kılınmıştır. Samîmiyetinin ölçüsünde Allâh’ın bu türlü rahmetinden nasip alacağından kimsenin şüphesi olmasın.
  Bir kişi çeşmenin yanına bir kazık çaktı, binitlerini oraya bağlasınlar, diye. Rahmet-i ilâhîyeye uygun hizmet olmuştu... Bir başkası görmüyenin ayağı takılır da düşer, diye kazığı söktü. Çakan da söken de rahmet-i ilâhîyeye nâil oldu. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” buyurulmadı mı?
  Şunu hiç unutmayalım: Hazret-i Allah kullarını gazabı için yaratmadı. Dünyaya başka gözle bakmayasın. Dünya kazanç ve rahmet-i ilâhîyenin kaynaştığı yerdir. Mendubdur!... Dünyadaki mânevî kazancı başka bir yerde bulamazsın. İleri gitme! Hazret-i Allâh’a malûm olan niyetlerini bilebilir misin, kazık çakanın ve sökenin niyetlerinin ne olduğunu? Dikkat edelim, âczimizi unutmayalım!..
  “Yetmiş iki milleti bir gözle görmeyen, halka müderris olsa hakîkatta asidir.”
  Leküm dinüküm ve liyedin. Kâfirun Sûresi 6. âyette buyurduğu “sizin dîniniz size, benim dînim bana” buyruğuna dikkat et. Allâh’ın izni ile göstermeye çalışacağım. Lütfen itirazın olursa itirazının yanıtını Kur’ân’dan bulmanı isterim. Çünkü bu abd-i âciz Kelâm-ı Kadîm olan Kur’ân’dan ayrı düşünceye iltifat etmem eriştiğim kadarı ile âczimle âlemde zuhur eden âyetlerin hayranlığını yaşamaya çalışıyorum...
  “Sonraki gelen semâvî din evvelki gelen dîni iptal etmez.” Başka din yokki, İslâmiyet’ten gayrı iptal edesin; şerîatlar dahi iptal edilmez iken!... Sonra gelen şerîatlara sâlikin geçmesi emr-i ilâhîye uygun olup, geriye gidilmemesi de emr-i ilâhîdir... Sonra gelen şerîatlar kulların kültür ve bilgilerine göre ihsan edilmiş, kişinin inisiyatifine göre lütfedilmiştir, rahmettir. “Dinde cebir yoktur” anlamı budur. Hazret-i Kur’ân’ın da bildirisi budur. “Hâlâ bir şerîat geldi mi, evvelki şerîatlar iptal olur” iddiasında ısrar edenler Hazret-i Allâh’a zulüm isnat ederler. Hazret-i Kur’ân’la çelişkiye düşerler. Çünkü Hazret-i Allâh’ın lütfettiği küllî rahmet-i ilâhîler geçici değildir. Mizaç itibarı ile kul inandığı bir davayı kolayca bırakmaya müsait olmayıp daha kemâlatlısını seçebilmesi kültürünün kemâlatına bağlıdır!.. Samîmiyetle arayan kul, hiç şüphesi olmasın, bilgisi müsaitse mutlaka bulur. “Kırk senelik kâni olur mu yani?” Kâni olur ise yani, daha mütekâmil kullarına gönderdiği şerîata tâbi olup yaşayabiliyorsa, yani kemâlattır, uygundur. Tertîb-i tanzimi ilâhîdir. Tarih boyu ne kadar gösterebildin ki, kâni olmuş yani?...
  Dini konuları anlatırken de insaflı, merhametli, mülayim ve sevecen olalım. Yaratılışın sırrı rahmettir. Gerçek ölçü Allâh’a mahsustur. Âczini bil, ileri gitme. Sen kendi vazifene bak. Allâh’ın işine burnunu sokma.
  Bütün semâvî dinler tevhit dînidir. İslâmiyet’tir. Kitapların ve suhufların anlamı, özü kelime-i tevhittir. Lisânen “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” mânâsını, anlamını hangi lisân ile söylüyorsa bir kişi, beşer ölçüsüne göre o anda o kişi müslimdir. Gerisi Allâh’a aittir. Konuşmasında ve muâmelatında tevhîde aykırı bir hâl gördünse muktedir isen mülayemetle “emr’i bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker...” Güzellikleri anlat ve sevdir. Nehyedilmiş çirkinliklerden kaçması için tatlı tatlı ikaz et. Muktedir isen irşâd et. Telaffuzuna şahit oldunsa müslimdir, gayri müslim değil. Kâfir, gâvur kesinlikle değildir. Hep aksini düşündük yanlış telkinde bulunduk. Bütün beşeri İslâm’dan dışladık. Düşman ettik. Ehl-i Kitâba kâfir, gâvur demekle teselli oluyoruz zannettik. Gayretullaha dokunduk. Allah affetsin.
  Şüphe yok ki, îman edenler, Yahudiler, Nasraniler ve Sabiiler’den kim Allâh’a ve âhiret gününe inanır, bununla beraber salih amelde de bulunursa, elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara korku da yoktur. Onlar mahzun olacak da değillerdir. (Bakara Sûresi, 62)
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Ehl-i Kitâbtan bahseden hayli âyetler vardır.
  Peygamber efendilerimize, Allâh’ın elçilerine sakın ha, derece vermeye kalkışmayalım ve ilâhlaştırmayalım. Bu hareketlerimiz hem Kur’ân’a, hem de îmanın şartı olan âmentüye ters düşer. Cümlesi müslümandır. Allâh’a şirk koşmayan, peygamberinin getirdiği şerîatına bağlı olanlar elbet müslü­mandır. Yalnız Allâh’a inanıyorsa ehl-i îmandır. “Size din olarak İslâmî seçtim, size dîninizi tamamladım” hitab-ı ilâhîsi bütün semâvî dinleri kapsar. İslâmiyet’tir Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den başka peygamber gelmeyeceğinin Allah tarafından bildirilmesidir. “İsa aleyhisselâm gelecek” diyenlere iltifat etmeyin. Tertîb-i ilâhîye uygun değil, nefislerin uydurmasıdır. Kânun-u ilâhîye ters düşer. Gülünç olmayalım, peygamber efendilerimizi sınıflandırmayalım. Hakîkat dışı olur. Allah gücenir. Hele başka peygamber efendilerimizin şerîatlarına tâbi olanlara gayri müslim, kâfir, gâvur demeye hiç hakkımız olmadığı gibi, telafisi mümkün olmayan; peygamber efendilerimize ihsan edilen şerîatlara ve takip ettikleri yollara karşı ileri geri uyarılarımız düşmanlıktan başka bir şey getirmez, getirmedi de…
  Akılcı din olmaz. Allâh’ın elçileri vasıtası ile kullarına bahşedilen din tertîb-i tanzimi ilâhîdir. Din nakildir. Nûru Muhammedi cihanşümuldür. Âdem Safiyyullah’tan kıyamete kadar devam edecektir, bâkidir. “Lev lâke lev lâk, lema halektü’l-eflâk” (sen olmasa idin, eflâkı yaratmazdım) hitabının mânâ itibarı ile cümle peygamber efendilerimizde görülen, verâset taşıyan Evliyâullahta verâset yolu ile zuhuru müşâhede edilen, mü’min ve müslim, cümlesinden zuhura vesile kılınan yaratılışın sırrı rahmet-i ilâhînin ismidir.
  Nûr-ı Muhammedi’yi kalıplaştırmak, dar bir çerçeve ve zamana sığdırmak hakîkat anlamı taşımadığı gibi gerçek îmanla da bağdaşmaz. Senlik benlik davasından öte izahı yoktur. Cümle Ehl-i Kitâbta bariz görülen hastalıktır. Hazret-i Allah cümlesine şifa versin. Semâvî dinler, yani tevhit dîni sâlikleri biri diğerini esasta kardeş gördükleri zaman yaratılışın sırrının benî âdemde zuhuru görülecek, bütün beşer kardeşliğe akın akın yürüdüğünde, gerçeğin böyle olduğunu anladığında, benî âdemi kıskandığından, âdemi hakîkat dışına çıkarmak için vazifesi sevdirilen şeytan, inkisar-ı hayale uğrayıp, melanet icraatının sonu hezimete dönüşüp, her şey güllük gülistanlık olacak. Dünyada düşmanlık, çirkinlik, bilcümle ihtilaflar, bencillikler, ister istemez, yerini hep güzele bırakacak. Öyle mi?!..
  Şu hâlde benî âdemin derecesinin yücelmesi için rahmet-i ilâhîyeden lütfedilen tertîb ve tanzimi ilâhî olan imtihan olmayacak mı?. Bu düşüncene göre dünya beşerin nefsanî zevklerine uygun devam eylese ezel-i ervâhda “beli” diyememe gafletine kapılan ruhlar öyle küfrü inadide mi kalacak? Âdemlikten, mânâ yokluğundan kurtulup insan olmaya vesile olan rahmet-i ilâhîyeyi nefs-i emmarede lütfen tefekkür et. Bu düşünce ve yaşantı kastı ilâhîye, rahmet-i ilâhîyeye uygun mu? Görüyorsun!.. Uygunsa, isim değişikliği gerekli. “Dünya” demek abes olur. “Cennet” diyelim. Çünkü istediğin cenneti bilmesen de özlemini duyuyorsun. Öyle ise, bir nebze de olsa tertîb-i ilâhîyi merhamet ve rahmet-i ilâhîyenin dışında düşünmenin kullukla bağdaşmadığını iyi bilelim. Hattı aşmayalım. Bu türlü ölçülerin zevkini Hazret-i Allâh’a samîmiyetle teslimiyette bulmaya çaba gösterelim! Ve bilelim ki:
  “Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı Kibriya,
Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.”
  Bu sırrı iyi anlayalım da Allâh’ın tertîb ve tanzimine rızâ gösterelim. Bu tutum ve inancımızla kuvveti kudreti ilâhî karşısında âczimizi ve kulluğumuzu kanıtlayalım. Havf u recanın dışına çıkmayalım. İrâdemizi kullanalım, hayali isteklerden uzak, teslimiyetle İslâmî yaşayalım. Yaşanıyorsa güzellikler, güzeldir. Cumhuriyet, demokrasi, insan hakları, lâiklik, tasavvuf, tarikat, şer’î şerîf anlamında yaşanıyorsa güzeldir. Yaşanmıyorsa kelime oyunları ile bir yere varamazsın. Bilmeden bilenlere zulmedersin.
  “Zaman duygusallık ve akılsızlık zamanı değil. Sabır ve idrak, medeniyet ve teknolojiyi, güzellikleri tevhit dîninde görme zamanı.”
  Bu rahmet-i ilâhîleri idrak edip, îmanınla orantılı düşünce ve yaşantını bu rahmet-i ilâhîye teksif ettiğin zaman Allah yardımcın olacak, hiç şüphen olmasın. Dünya Hazret-i Kur’ân’a hayran olacak. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in getirdiği şerîat-i garrâya hayran olacak. Pek ilerisini bilmese de haddini bilecek. En azından küfretmeyecek.
  “Habibim, evvela yakınlarından başla” hitabını göz ardı etmeyelim. Evvela ülkemizdeki kardeşlerimize anlatalım. Düşmanlıktan başka bir şey getirmeyen, âyetlerin gerçeğini tefsir, meâl yapalım. Bu hususta yetişmiş elemanlarımız var. Gerçeklere hemen uyum sağlayacaklarına şüphesiz inanıyorum. Hazret-i Allah o günleri göstersin inşallah!..
  Cümle melanetlerin kaynağı cehalettir. “Her şeyi biliyorum” zanneden âdem bu tutumu ile cehaletini ilân etmiş olur. İnsan efdal ve eşrefi mahlûktur. “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının tecellisidir. Kastı ilâhî kâmil insandır. Yapmacık hilâfetler kaybolmaya mahkûmdurlar. Allâh’ın tertîb ve tanzim ettiği hilâfetler kalıcıdır, bâkidir. Yasaklanır fakat kaldırabilmek beşerin gücü dâhilinde değildir. Hazret-i Resûlullah’ı iyi tanı. Tanıtırken “eşhedü enne Muhammedden abdühü ve resûlühu” diye, gerçek şahit olasın. Perde kalkmadan hayrını ve şerrini bilesin.
  Kastım, herhangi bir usul ve idareyi eleştirmek değil, rejim eleştirisi yapmak haddim olmadığı gibi, bilgim ve görgümün garibi olan siyasetin daima kenarında kalmada salah gördüm. “Selâmet der kenaresi” Bu veciz ifade başlıca prensibim olmuştur. Daima siyaseti ilmimin dışında tuttum. Haddi aşmamaya hayatım boyu özen gösterdim, zannediyorum. Siyasetle ilgili değilim. Her güzeli severim. Çünkü Allâh’ın halkettiği güzellikler İslâmiyet’tir. Mânevî vazifemden nâ-ehlin düşüncelerine pirim vermem. Kimden gelirse gelsin, güzele; muhalefet etmem. Çünkü güzellik hikmettir, Hikmetse mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” hitabı yolumun ve arzularımın özünü oluşturur.
  Daha evvel “Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik” diye yazdığım kitapçıkta bütün semâvî dinlerin ve ilâhî emirlerin, yaratıcımız Hazret-i Allâh’ın emri hilâfına beşeri düşünce ve görüşlerin altında ezilmeye mahkûm edildiğini, tarih boyu bariz olarak görmek mümkündür. Bu hastalığın ilâcı elbet var. Nerede? Kesin kes Rabbımın lütfu ihsanı ile haber vereyim: Hazret-i Kur’ân’da. Amma nefsin enâniyetinden anlamsız varlık ve benlikten kurtulmadıkça kalp aynasında hakîkatlerin zuhurunu elbette göremezsin.
  Yazım herhangi bir toplum ve düzeni eleştiri değil, hâşâ. Allâh’ın lütfu ihsanı ile kul olmanın zevkini aldım. Gerçekleri yaşadım, hayran oldum. Taltif-i ilâhîye nâil oldum. Allâh’ın ihsanı, rahmet hazinesi Peygamber Efendimiz’in ve vârislerinin himmet ve tasarrufatlarına şahidim.
  Bu abd-i âciz Kur’ân’daki Allah kelâmından, göklerde ve yerdeki âyetlerden edindiğim ve yaşadığım intibalarımla derim ki: Samimi olalım. Mânâda tahrifat yapmayalım ve kesinlikle bilelim ki: İslâmiyet’ten başka din yoktur. Cümle peygamber efendilerimiz müslim idiler. Tâbi olanlar da müslümandırlar. Şerîatları benî âdemin intibak derecesine göre ihsan edilmiştir. Bir sonraki Allah elçisinin getirdiği şerîata tâbi olmak kulun kemâlatıdır. Evvelki şerîatta samîmiyetle sebat edenlerin de yaratanına şirk koşmadıkları müddetçe rahmet-i ilâhîye nâil olacaklarını Hazret-i Allah Kur’ân’da bildiriyor. Ehl-i Kitâba “gayri müslim, kâfir, gâvur” diyemezsin.
  İyi anlayalım: Semâvî dinlerin hepsi tevhit dînidir, İslâmiyet’tir. Sonra gelen şerîat evvelki şerîatı iptal etmez. Kişi tâbi olduğu şerîatını yaşamakla mükelleftir. Allâh’ın elçilerini biri birinden ayrı görmek tertîb-i ilâhîye ters düşer. Peygamber efendilerimiz kardeşdirler. Tâbi olanlar da biri diğerinin kardeşidir. Cümlesinde zuhur eden rahmete “Nûr-ı Muhammedi” ismi verilmiş olup, bu nûr ise Âdem Safiyyullah’tan başlar, kıyamete kadar bâkidir. “Yalnız şu zamana mahsustur” diye kısıtlamak küfürdür. Allâh’a zulüm isnat etmektir, gerçeğe aykırıdır.
  Hiçbir tevhîd dîninin ölçüsü akıl zevkini alır amma esas değildir, nakildir. “Akıldır” diyenler tevhîd dîninin dışında kalmışlardır. Emr-i ilâhîler akıl ve mantıkla ölçülmez. Akılla ölçülen dinde ibadet ve taat kaybolmaya mahkûmdur. Emr-i ilâhîleri ölçmek aklın işi değildir. Akılsıza teklifat yoktur.
  Akılcı dinden felsefe, nakilden tasavvuf, hakîkat zuhur eder. Akılcı dinden mürteci yetişir. Nakli yaşayan, derviş sıfatının tecelli ettiği bahtiyar toplumlarda irtica-i hâl kesinlikle olmaz. Dervişin anayasası kulluk vazifesini yerine getirmektir. Teslimiyete ne kadar sadık kalırsa o kadar makamı rızâdan nasip alır ve;
  “Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı Kibriya,
Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.”
  Îmanını zevkle taşır. Ve “Yarabbi verdiğin nimetlere çok şükür elhamdülillâh” diye yaratanına teslimiyetle memnuniyetini günde yüz defa mutlaka arz eder. Bu hissiyatını her gün virt ve tespih eder. Tevhîd dînini nakilden çıkarıp akla dönüştürenlerde Allâh’a karşı itminani kalbe, teslimiyet, rızâ ve rahmetine yeteri kadar rastlayamazsın. İnancı fer’idir. Fer’i inancın hakîkatte tamamı ile zuhuru muhâldir. Tasavvufsa dînin aslı ve özüdür. Tertîb-i tanzimi ilâhîdir. Falan ve filanın yaşantısı ile ölçü kabul etmez. Bi-zatihi rahmettir.
  Tarik yoldur. Mahlûkatın nefesinin adedinden de çoktur. Bazı nâ-ehil tarikler topluma zarar veriyor ise men edilir.
  Tasavvuf tertîb-i tanzimi ilâhîdir yasaklanamaz. Dînin özüdür. “Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik” kitabında dînin özünü anlatmaya ve dünyaya duyurmaya çalıştım. Kitaptan içeride ve dışarıda her beldeye göndermeye çalışıyorum. Türkiye’deki internete ve Kanada internetine Türkçe ve İngilizce yazarak kitabı bildirmeye çalıştık. Düşünerek okuyan, aklıselim benî âdem mutlaka İslâmı anlayacak. Kardeşliği anlayacak. Dinler arası düşmanlık getirenleri tasvip etmedikleri gibi, bu nefsi arzularını prensip edinmiş hakîkatları da bu hislerine uydurmaya çalışan âlimleri dinlemeyecek. En azından Hazret-i Kur’ân anlaşılacak.
  Peygamber efendilerimizin cümlesi Allâh’ın elçileridir. Onları rahmet mağfiret sıfatının zuhuruna Hazret-i Allâh’ın vesile kıldığını iyi anlayıp Allâh’ın tertîb-i tanzimi ilâhî olan nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî’ye mânevî vazifesini yansıtmayan “dost” demeyip Hazret-i Allâh’ın Kur’ân’da beyan ettiği “evliyâ” demek cesaretini gösterecekler, inşallah.
  Bu beyanlarımı dünyaya duyurmak için sen de yardımcı ol. Dinler arası düşmanlığı kaldırmak için işte “CİHAT”.
  http://www.galibi.com
  Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla başlarım.
  Vücudu ile mevcut, sıfatı ile muhit, esması ile zâhir, ef’ali ile malûm olan Hazret-i Allâh’a hamd olsun. Allah birdir, eşi, benzeri, şeriki yoktur, olamaz da.
 

Gerçeklere Neden Karşı Oldular?

  Kur’ân-ı Azîmüşşân’da zikir hakkında Hazret-i Allâh’ın buyurduğu âyet’i kerimelerin mânâları bariz, açık, çok sûrelerde mevcut olduğu hâlde, ilmî zâhirin her an tenezzülen zuhuru görülen tecelliyat-ı ilâhîyi ölçtüğünü zanneden, yanıldığını bilmediğinden nazargâh-ı ilâhî, sırr-ı ilâhî olan gönlü önemsemeden hazret-i insanı yalnız ve yalnız maddeden ibaretmiş gibi gören, akılla anlaşıp naklin gerçeğine uyamayan, ilmin irfanîyetini ve mânâ ariflerini tarih boyu dışlayan, Şerîat-ı Muhammediyye’yi içinden çıkılmaz hâle getirip çok fırkalara ayrılmasına sebep olan, aklın ürettiği fizikten öteye yol bulamayan bilge kişiler! (Sesini duyuramayan pek azını tenzih ederim). Mânâyı dışlayan bu hâlinin mahsulü elbette gerçeklere karşı”biliyorum” edası ile tavır takınan, tasavvuf ve irfanîyet yoksunu, mânâ mahrumu kişiler İslâm’ın irfanîyet yönünü pek kavrayamamış, Hazret-i Allâh’ın dîni İslâmı Kelâm-ı Kadîm’de beyanı ve bütün âlemde fiili sıfatlarının tenezzülen zuhur ettiği bir gerçek iken, îmanla şümullü olan emr-i ilâhîyi “İslâm’ın şartı” gibi yalnız savmu salat, hacc u zekât, kelime-i şahadet emr-i ilâhîsini İslâm’ın şartı olarak beyan etmeleri bu emr-i ilâhîlere her ne sebebten olur ise olsun, tâbi olan Hazret-i Allâh’ın bildirisinin dışında şarta tâbi tutulan kazazedeleri İslâm’ın umumi mânâsından tecrit ederek, Âdem Safiyullah’tan kıyamete kadar devam edecek olan dîni İslâmı “beş şart” ile bitiriveren, avamın bu ibadetlerle yetinmesinin bütün îman yönünü hâllettiğinin inancı ile yetinen zümreler çoğunlukta olduklarından, İslâm’ın beş şartını esas kabul eden geniş bir kitle kendiliğinden oluştu...
  Şerîatın mânevî yönünü, tarikatı, marifeti ve hakîkatı neden kabul edemiyorlar? Bu sorunun cevabını aradım, aradım, gördüm, buldum, yaşadım. Kabul edenlerle yaşıyoruz, elhamdülillâh. Kur’ân-ı yaşıyoruz. Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz vasıtasıyla bizlere lütfedilen şerîat-i garrâyı yaşıyoruz. Verâset taşıyan evliyâullahın Hak rızâsı için tertîb-i ilâhî olduğunu Rabbımın nâ-mütenahi rahmetinin sebeplerde zuhurunu gene Rabbımın rahmet sıfatı ile gördük. Noksansız ve acabasız yaşamaya bütün gücümüzle çalışıyoruz elhamdülillâh!..
  Hayat boyu gördüm ki: İnsan olmaya namzet benî âdem iyi bildiğinin âlimi, bilemediği ilimin cahilidir.
  Tasavvuf; dînin mânâsı ve özüdür, ariflik ve irfanîyettir, sâlikinde bariz zuhuru görülen ehl-i zikirdir. Kemâl-i aşkı ilâhîdir. “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının tecelli ve zuhur mercii, tevhîd dîninin mânâsı ve aslı, ilmî ledünninin giriş kapısıdır! Rical-i gaybın, mânâ ünüversitesi sâlikinin hazırlandırıldığı yerdir!.. Cümlesinin ismi “yol ehlidir” Arapça “tarik” cemi “tarikat”tır.
  Mânâ Hazret-i Allâh’ın yedinde olup zâhirde öğretmenleri peygamberlerimiz efendilerimizdir ve kıyamete kadar yeryüzünde eksik olmayan, Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî mürşitler bu yolun öğretmenleridir!...
  Bu yönlü mânâ tedrisatından mahrum olanlar, mânâ yolunun inkârcılarıdır. Bu zümreyi tanımak zor değildir. Mânâ yoksunluğu alametlerini isteseler de ehlinden gizleyemezler. Çünkü maddeden öteye, mânâya yol bulamadıklarından “Settarü’l-uyub” ki, gizleme sıfatı, rahmet-i ilâhîye üzerlerinden kaldırılmıştır. Mânâyı inkâr ederler. Bu tavırları o zümre için normaldir. İlme’l-yakînden öteye yolu olmayan bilge kişilerin her devirde tasvip edenleri çoğunluktadır. Allah emeklerini zayi etmesin âmin!...
  İşin aslını anlatıyorum. Sonsuz olan rahmet-i ilâhîyeye; aff u mağfiret deryasında, peygamber efendilerimiz de fikir yürütemezler. Bu rahmet-i ilâhîye üzerinde gizli ilâhlık iddia edercesine fikir oynatanlar bu türlü şirke düşmüşlerdir. Gizli değildir. Umumun inancında ve muâmelatında açık, vasıtasız görürsün. Görürsün, cennet ve cehenneme liste ayarlayan zalim bilgeleri... Bu zümreye gerçeği kabul ettiremezsin. Salaklığın da haddi ve hududu vardır. Nefsine insaf et. Dünya bir daha eline geçmez. Reenkarnasyon olacak, diye nefsini avutma. İslâmiyet’te olmadığı gibi, Hazret-i Allâh’ın sıfatlarına da uygun değildir. Düşünmek küfürdür, iyi bilesin!...
  Âmentü’nün ihtivâ ettiği altı şarta şeksiz ve şüphesiz inandık, îman ettik. Mutasavvıfînin beyan ettiği îmanın şubelerini de zamana göre nefsimizde tatbikine gayret ediyor, asr-ı saadetteki bahtiyarların yaşantılarını örnek alarak zamanın zuhuratına göre yaşamaya çalışıyor ve yaşıyoruz, elhamdülillâh. Hazret-i Allah kullarını ihyâ etmek için ne halk etmiş ise kıyamete kadar devam edecektir, rahmetini geri aldığı görülmemiştir. Nasibi olan, iradesini rızâ-i Bârî’ye uygun yaşayabilen Mevla’sını bulur.
  Şunu kesinkes iyi bilesin ki, aklı din edinip nakle yaklaşmayanların kendi ürettikleri prensiplerle Kur’ân’ın ve Hazret-i Resûlullah’ın getirdiği şerîatı idrake ve yaşamaya müsait olmadıklarını, her devirde akılcı ve nakilcinin arasındaki farkı görmek mümkündür. İnsanlar emr-i ilâhîyeye uygun sây-i gayretleri ile cehaletten kurtuldukça görecekler ki, her devrin kendine özgü kemâlatı ve cehaleti vardır. Kemâlattan rahmet, cehaletten zulmet ve melanet çıkar. Seçme hakkı kulun ilim ve iradesine bırakılmıştır, seçmeyi bil!...
  Mânevî yaşantı ile “Biz arza nice âyetler indirdik” hitabının zuhuru daha açık görülecektir. “Ey insan, bu arzı ben yarattım sen tanzim edeceksin” hitab-ı ilâhîsi düşünce ve hareketlerimin ana kaynağı olarak, Rabbımın rahmeti ile teknolojiye ve medeniyete, Allâh’ın yasaklamadığı güzelliklere karşı hayran olduğum gibi, Allâh’ın yarattığı her şeye, her güzelliğe karşı da hayranım. Kimseyi hâkir görmeme duygusunun abd-i âcizde Rabbımın rahmetinden zuhurunu görmekle Rabbıma hamd ederim. Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki zikir âyetlerini gördüğüm kadarı ile belirterek, anlamını bildiğim kadarı ile yazmaya çalışacağım.
  Kütüb-i sittede mevcut zikrullah hakkındaki hadisi şerîfleri yazmak istediğim kitapçığa sığdırmak imkânsız olup yalnız, Kur’ân’daki âyetlerle yetinip, lüzumuna binâen Kur’ân’a paralel olarak Peygamber Efendimiz’in mübârek sözlerini az da olsa yeri geldikçe belirtmekte faide umarak bu yönlü inananların duygularını nurlandıracak, îman zâfiyetinden kurtulmaya çaba göstermeyenlere daha dikkatli olmalarını, “gayretullaha dokunurum” korkusunun çekingenliğini verebilirsem mutlu olurum!
 

Zikrullah’a, Tasavvuf’a Karşı Yanlış Tutum

  Zamanımızda gerçeklere, tarikat ve zikrullaha yapılan hakaret ve tahribatı Hazret-i Kur’ân’a, göklerde ve yerdeki âyetlere gönül gözü ile bakıp göremiyorsa, gönül rahmetinden yoksun, ilmî zâhirle yetinmiş, kânun-u ilâhîyenin cümlesini aklı ve mantığıyla çözdüğünü zanneden, bu yönlü gerçeklere karşı çıkmaz da ne yapar? Hele nâ-ehlin sermaye edindiği, gerçek dışı rehberini bulmuş, vazifesi olmayan, istismarcı ve çıkarcı kişilerin kucağına itilmiş, ne yaptığını bilemeyen, şaşırmış, şaşkınlığını aşk zanneden zavallı benî âdem!.. Hakîkat fukaralarının yemi, başkalarını saflarına çekmek için nâ-ehle malzeme olmuş...
  Ama insaf et, bu ölçü gerçek ölçü değil. Yaptığın tahribatın bu dünyada cezasını çektiğin gibi mahşerde elbet hesabını soracaklar veremeyeceksin. Hâl ehlinin fitne çıkar korkusu ile sabırla beklemesi tertîb ve tanzim-i ilâhîye karşı haddini bilmesi îman kemâlatı. Allâh’ın verdiği vazifeyi yerine getirmede çeşitli engellerle karşılaştıklarını görüp bildiği hâlde, sabırla, mânevî vazifelerini seve seve son nefesine kadar devam ettirebilen, Allâh’ın taltifi ile hayran! Elçisinin mânevî yakınlığı ile mes’ud, “Her ne kılmışsa adâlettir Cenab-ı Kibriya”nın zevkine ermiş, Allâh’ın gücü yanında âczini bilip, haddi aşmamaya çalışan beşer, vazifesini müdrik bahtiyar insan. (Eğer padişahlar bu zevki bilseler idi bütün silahlarını kullanırlar, elimizden almak isterlerdi.) Cebirle rahmet alınmaz; hele gönül hiç alınmaz.
  Dikkat!.. İnsanı hayvandan farklı kılan gönüldür. Gönül ise yaratanını bilmesi için yalnız benî âdeme bahşedilmiş rahmettir. Aşk-ı ilâhîdir. Yaratılışın sırrıdır. Gönlün kemâlata ermesi. Tasavvuf ve yaratanının isimlerini kesir, nihâyetsiz zikretmekle elde edilir! Bu rahmet-i ilâhîye nâil olan sadık insan elbette diğer emr-i ilâhîlerin birbirinden ayrı olmadığını görüp yaşamaya çalışan, Hazret-i insan...
  Tasavvufun kolu olan tarikatta adab, usül: Dün yaşayan ehl-i tarika dünkü terbiye usulü ne idi? Ne olması lâzım? Şer’î hükümlerde içtihat noksanlığından İslâmı yeteri kadar anlatamadık. Anlattık zamana göre. İlme’l-yakîn tahsil görmüş kişileri ayne’l-yakîn, hakkal-yakîn gerçeğinden mahrum ettik. Dünya görüşü açısından mahrum bir ilmin kânun-u ilâhîyi bütün olarak yansıtmadığını bilemediğimizden yeterli olamadık.
  Madde ilminden başka ilme sahip olmayıp o kadarla iktifa eden materyalistler dîni; felsefede göstereceğinin zanları ile ibadet, taat ve hakîkat yoksunu olduklarını ne kadar gizlemeye yeltenseler de ehl-i hakîkat nazarında gizleyemediklerini bilemeyen beş duygunun kuru makinası hâline gelmiş bilgeler! Ehl-i hâl bilirler ki, dînin felsefesi yoktur. Felsefe beşeridir. Din ilâhîdir. Din Hazret-i Allâh’ın cümle kullarına bahşeylediği tertîb-i ilâhîdir. Allâh’ın kânunlarını inceleyerek ilâve etmenin ve noksanlık aramanın kişinin âczinden ve bilgisizliğinden başka izahı yoktur. Felsefenin akışı beyinden kalbedir. Tasavvufun tariki ise kalbden beyinedir. İkisinin de yolları ayrı ayrıdır. Öz olarak kalbden beyine giden yola “ehl-i tarik” denilmiştir... Felsefeyi tanzim-i ilâhî olan tasavvufla eş değer görmeyelim. Felsefe nefsin ürettiği, maddeden öte gidemeyen ilme’l yakîndir. Maddede her zerrede Allâh’ın varlığının, tenezzülen fiili sıfatlarının zuhurunu hissetmektir. Müşterisi azda olsa tasavvuf, mânâdır, dînin aslı ve özüdür. İhlas, takvâ, veradır.
  Tasavvufsuz yaşamak mümkün değildir. Yalnız felsefe ile akılcı din ürettik. Allâh’ın bütün kullarının hayrına ihsan ettiği emr-i ilâhîleri güya düzelterek, akılcı ve mantık ölçülerine göre din icat ettik. Bazen sıkıştık, koalisyon yaptık. Gerçeklere yeteri kadar hizmet ettiğini her iki taraf da iddia edemez. Her ikisinin müşterek mahsulü zamanımızda bütün çıplaklığıyla arz-ı endâm ediyor. Küfrün perişanlığını çeken insanlar hakîkati arıyorlar.
  Türk milleti daha çok gerçekleri arıyor. Akılcı din olmadığının, aklın ölçüsünün cüz’î, esas olanın nakil olduğunun, dînin her yönünü aklın ölçemeyeceğinin bilincinde olan toplumlar düşmanlıktan başka bir şey getirmeyen, dîni İslâm’a mal edilen hurafe ve bid’atlardan kurtularak İslâmiyeti dünyaya bariz gösterecektir, inşallah.
 

Allâh’ın Mescitlerinde Allâh’ın Zikrini Men Eden Zalim

  Allâh’ın mescitlerinde Allâh’ın adının zikredilmesine engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette büyük bir azap vardır. (Bakara Sûresi, 114)
  Anlamı açık bu âyet-i celîlenin bilmem tefsire ihtiyacı var mı? Açık seçik beyan edilmişken, zikrullahın aleyhinde beyanlarda bulunarak önlemler alan bilge kişiler için başka sıfat ve isim düşünebiliyor musun? Allâh’ın kullarını ihyâ etmek için lütfettiği zikrullahdan kullarını mahrum etmek. İlim adına tahrip ve harap etmeye gayret edenlere verilen sıfat zulmeden anlamında zalim sıfatını nasıl anlıyorlar? Îmanlı ve Şerîat-ı Muhammediye’ye bağlı olup da Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin isminin anılmasına teşvik edecekken aksine zikrullaha cephe almak... Ehl-i zikrin zevkini ve hâlini bilmediği hâlde düzeltiyorum zannı ile Allâh’ın emrine muhalefetin başka izahı var mı?
  Bu abd-i âciz şunu gördüm, kesinlikle şahit oldum ilme’l-yakînın verdiği meyveyi ayne’l-yakîn, hakkal-yakînde aramayıp da madde âleminde aramak keçiboynuzundan bal yemeye benzer. Nasreddin Hocaya sordular: Niçin keçiboynuzu yemiyorsun? Cevaben buyurdu ki: Bir dirhem bal için bir çeki odun çiğneyemem. İşte verâset yolu ile gelen emr-i ilâhîleri, diraset yolu ile yani akıl ve mantık yolu ile hâlledeceğim iddiasına kalkışanlar kendi gibi düşünenler tarafından makbul gibi görülse de akıbet hakîkat yanında iflasa dönüktür. Kevn madde âlemidir. Akıl ölçüde pek zorlanmaz. Vahiy yolu ile gelen emr-i ilâhîleri ölçmek aklın işi değildir. Ziya Paşa şöyle der:
İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.
  Bu veciz kelâm tecelliyat-ı ilâhî karşısında beşerin âczini bir nebze de olsa ne güzel ifade ediyor. Onların o türlü meclislerden nasipsiz oldukları için korkarak girmeleri icap ederken, hâlâ bilgisizce zikrullaha karşı tutum ve düşmanlıkları nereye kadar varacak? Âyet’i kerimenin bariz şekilde zuhur ettiğini tevil ve tefsire lüzum olmadığını ne zaman anlayacaklar, hakîkate yönelecekler...
 

Hazret-i Ali (R.A.)’ın Veciz Beyanları

  Hazret-i Ali (kerremallahu vechehu) buyurdular ki: Bir zaman gelir ki, İslâmiyetin ancak ismi kalır. Yalnız adı müslüman ismidir. Başkaca hiç bir ibadet ve taat bilmez. Kur’ân’ın da resmi kalır. Mânâsını bilen ve amel eden kalmaz. Mescitleri tamir ederler. İçinde zikrullah yapılmadığından mânen haraptır. İşte o zaman ehlinin şerlileri zamanın ulemasıdır. Fitne bunlardan çıkar. Gene fitne bunlara döner.
  Yukarıda geçen âyet’i kerimeyi yansıttığı için yazmadan geçemedim. İsmail Hakkı Hazretleri: “Allâh’ım bize zikri kesir nasip eyle. Küçük ve büyük günâhlardan koru.” diye dua etmiştir. Deniyor ki: Mü’minin üç kal’ası vardır: Birincisi mescit, ikincisi zikrullah ve üçüncüsü Kur’ân okumaktır. Mü’min bu üçünden birini yaptığı müddetçe şeytandan korunur. Kal’ada mahfuz kalır.
  Kesinkes bilelim ki, verâset yolu ile gelen zikrullah, ibadet ve taat, rahmet, mağfiret. Motamot kalıplaşmış yani basmakalıp gösterilmek istenen, hakîkatte maddeden öte gidemeyen, madde âleminde zuhuru görülen tecelliyat mânâ âleminin fer-i ilme’l yakîni durumundadır. Ayne’l-yakîn ve hakkal-yakîn. Kula nasip olması rahmet-i ilâhî olan ve kişinin say u gayretinde görülen, ihlasla yapılan ibadet ve taatların dünya yaşantısında dahi meyvesini görmek mümkündür. Mânevî rehberlerimiz Peygamber efendilerimizle Allâh’ın kullarına bahşettiği mekârim-i ahlâk, ahlâk-ı hamide bu türlü rahmet-i ilâhîye nâil olmak için tertîb-i ilâhîdir. Cüz’î irâden mânevî kazanca müsait kılınmış. Havf u reca üzre ol. Îmanın şartı olan Âmentü’yü her halukârda ehl-i zakir kulların şahsiyetlerinde bariz görmek mümkündür.
  Bu türlü rehber insanların diplomaları Allah tarafından lütfedilmiş olup zuhuru mânâ ve zikrullahdır. Hazret-i Allah bu toplumların harap edilmemesini emrediyor. Maalesef kevni hakîkatlerden öte gitmeyen felsefeci ilim sahipleri, âlimler, gerçekleri Kur’ân’da bariz görseler de kabul etmeleri akılcı dinlerine ters düşer. Kendilerini haklı görmek için bazı yeterli bilgileri olmayan, iradeden başka bir şeyi düşünemeyen, mürşidine yeteri kadar mânevî yakınlık duymayıp küfürle îman arasında bocalayan ehl-i tarik onlar için bulunmaz malzemedir. Bu mevzuda yanlış yaptıklarını yeri geldikçe anlatmaya çalışacağım, inşallah
 

Beni Zikredin Ki Ben De Sizi Zikredeyim

  “Öyle ise siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara Sûresi, 152)
  Vahiy melâikesi Cebrail (aleyhisselâm) Peygamberimiz Efendimiz’e tebliğ eyledi: “Ya Muhammed, Hazret-i Allah yalnız senin ümmetine bu rahmetini ihsan etti.” Allah vaadinden dönmez. Bu hitab-ı ilâhîyi unutma. Biz âcizlere merhamet-i ilâhî sonsuz rahmetinin zikrullah olduğunu beyan ediyor. Ehline malûm. Onlar bu türlü rahmet-i ilâhîleri Allâh’ın lütfettiği hikmet-i ilâhîyi bilerek mutmain olurlar. Taklidi îmanı tahkike dönüştüremeyenler bu türlü rahmet-i ilâhîden mahrumdurlar.
  Hac zamanı ticaret yapmakta bir günâh yoktur. Arafat’taki vakfeden ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Harem’de zikir ile Allâh’ı anın. Allâh’ın size gösterdiği şekilde zikredin. Onun göstermesinden önce yanlış gidenlerden idiyseniz de. (Bakara Sûresi, 198).
  Hac için niyet edip vazifesini yapmasına engel olmayan ticaretler için bir günâh olmadığını beyanla, Meş’ar-i Harem’de zikir ile Allâh’ı size gösterildiği şekilde zikredin. Onun göstermesinden önce yaptığınız yanlış zikirlerinizde bilmediğinizden dolayı mazursunuz. Bütün âlem bir nizam üzere kurulmuştur. Demirci dahi kızgın demire çekici vurur iken rasgele vurmaz. “Üstatsız sanat haramdır” denildi.
 

Zikr’i Celî, Şedit Zikredin

  Hac menasikinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allâh’ı zikredin. O insanlardan öyleleri var ki, “bize dünyada ver” derler. Böyle isteyenlerin âhirette nasibi yoktur. (Bakara Sûresi, 200)
  Bu âyet-i celîlede Hazret-i Allah buyuruyor ki: Kulum, senin şahsında ihsan eylediğim rahmetimi görde. Zatımı kesir zikret. Çok çok anlam taşıyan bu mevzuda kesirin ölçüsü olmayıp, Kur’ân’ın çok yerlerinde “zikren kesira” buyurur Hazret-i Allah. İşte bu âyet-i celîlede. Gaza meydanlarında hasmınızı sindirmek için şecerenizi, kim olduğunuzu yüksek sesle karşı hasmına olanca gücünle haykırman hasmının moralini bozar. Psikolojik olarak az da olsa cesaretini kırar. Eskiden gaza meydanlarında harp taktiği düşmanı sindirmekle başlardı. Şimdi de gene korkutmak var. Soğuk harp dedikleri. Fakat taktiklerin şekilleri başka başka. Hazret-i Allah buyuruyor ki, “işte o şecerenizi bağırmakla anlattığınızdan daha yüksek bir sesle Allâh’ı zikredin.”
  Menasik-i hacda sadık kullarıma bahşettiğim rahmetlerimi kulum senin şahsında da ihsan ettim. Bu rahmetimi gör. Zatımı şedit, bütün gücünle zikret. “Yüksek sesle Allah dersen kâfir olursun” diyen, bilgin geçinenler, merak ediyoruz, bu âyet-i celîleye mutlaka bir kılıf uyduracaklar, amma nasıl bir kılıf?!..
  Zekerriya: Rabbım! (Oğlum olacağına dair) bana bir alamet göster, dedi. Allah buyurdu ki: Senin için alamet, insanlara üç gün işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbını çok zikret sabah akşam tesbih et. (Â’li İmran Sûresi, 41). Vehuve âlâ küllî şey’in kadir Allah (c.c.) her şeylere kadirdir.
  Beşerin alışa geldiği ölçüler dışında harikulade hâllerin peygamber efendilerimizde zuhuru, görülmesi unutulmasın diye ayrıca rahmettir. Her türlü rahmet-i ilâhîye karşılık kullarından istediği ve emrettiği zatını zikretmesi sabah ve akşam bazı ehl-i tasavvuf bu âyet’i kerimeyi esas alarak günlük virtlerini sabah ve akşam olarak talim buyurmuşlardır.
 

Kadirî, Rufaî Tarîki’nden Gâlibiliğin Verilmesi

  Dergâhımız Kâdirî ve Rufaî iken Allâh’ın rahmeti iki nurun tecellisi olarak lütfedilen “Gâlibîlik” koluyla bahşedilen zamana göre, hakîkatlerin dışına çıkmadan, lüzumuna binâen virdimizi yirmi dört saatte bir defa olarak, mühim anlarda kaldığımız yeri unutmamak şartı ile müsait olduğu zaman gecenin nısfına yani yarısına kadar bitirmemiz lâzımdır.
  Cennet mekân Hacı Mustafa Yardımedici Efendimiz hayatta iken de virdimiz aynı idi. Gece yarısı ehl-i tasavvufa göre güneşin batışı ile doğuşu ortasıdır. Gece yarısından sonra o günün vird kapısı açılmıştır. Daha evvelki günün virdi bitmiştir. Bu türlü ölçüler peygamber efendilerimize ve vârislerine verilen rahmet-i ilâhîden gayrı düşünülemez. Felsefecinin ve akılcı dincilerin bu rahmet-i ilâhî bilgilerinin dışında olduğundan nasipsiz gibidirler. Hazret-i Allah cümle kullarına zikrullahı nasib etsin sevdirsin inşallah!.
  Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allâh’ı zikrederler, derhâl günâhlarından dolayı hemen tövbe istiğfar ederler. Zaten günâhları Allâh’tan başka kim bağışlayabilir ki? Bir de onlar işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler. (Â’li İmran Sûresi, 135).
  Hazret-i Allah: Rahmetimi idrak ettiğin zaman beni zikredin, nefsinizden zuhur eden günâhları gördüğünüz zaman da beni zikredin, tövbe istiğfar edin” buyuruyor. Mevlidi Nebevi’ye başlarken dahi merhum Süleyman Çelebi’nin:
  Allah adın zikredelim evvela.” diye başlaması gibi.
  Hazret-i Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’in buyurduğu: Allâh’tan bir şey isteyeceğinizde salavat getirerek isteyiniz. Sonunda yine salavat getiriniz. İki salavat arasında dua ret olmaz. Çünkü Hazret-i Allâh’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’da “salavat getiriniz” diye emri vardır. O bakımdan zikrullah da emr-i ilâhîdir. Zikrullah ile yapılan dua ret olunmaz. Bunları da bilmek ehl-i îmana göredir.
  Îmansızlar ancak Allâh’tan korkmayıp istismara giderek sihirbazlık yaparlar. Hazret-i Allah niçin bu türlü duaları kabul ediyor? diye hemen hatıra gelir. Hazret-i Allah buyuruyor: Biz onların iplerini uzatırız. Bu türlü imkânlarını genişletiriz, azabımızı iyi tatsınlar diye. Onun için: Ey Âdem! Haddini bil. İnsan olmak için Rabbına muhalefet etmeyesin. Delilsiz, rehbersiz bir yere gidilmez. Dünya böyledir; mânâ da böyledir. Tertîb-i tanzimi ilâhîdir. Sakın bu yolun sahtelerini ölçü almayasın. Bunu ölçmek için Rabbımız her kuluna cüz’î irâde vermiş. Cüz’î irâden yetmedi ise, hayatta iken Peygamber Efendimiz’e, hayatta değilse vârisü’n-Nebîye sor. Bilmiyorsan vârisü’n-Nebî’yi, dua ve zikrullah ile Hazret-i Allâh’a sor.
  Dünya hiçbir zaman bu türlü rahmetten mahrum değildir. “Bu zamanda yok” olamaz. Diyen kişi Allâh’ı yeteri kadar tanımayıp ona zulmü uygun gören, madde âleminden başka nasip alamamış, ilme’l yakînden öte bilgiye sahip olmayan akılcı dincilerdir. İnandıkları ilmî samîmiyetle kabre götürebilirlerse sonsuz rahmet-i ilâhîyeden nasiplerini alacaklarından şüphe etmesinler denildi.
  Nakilci ilme sahip olanlarla da kendilerini ind-î ilâhîde eşit görmesinler. Zira bu türlü görüş gerçeklerle bağdaşmaz. Allah cümlesini hakîkate erdirsin inşallah. “Emanet ehline verilmediği zaman siz kıyameti bekleyiniz”. Bu tebliğ maddede olduğu gibi esas mânâ için belirtilmiştir. Ehl-i îman gerçeği her zaman aramış ve bulmuştur.
  Tasavvuf ve tarikatın zuhuru budur. Küllî rahmettir. Tasavvufsuz semâvî din olmaz. Tarikat tasavvufun kollarıdır; fıkhın kollarının mezhepler olduğu gibi. Din ahlâk ve güzelliktir. Çirkinlikler din değildir. Peygamber efendilerimizin bizlere tebliğ ettiği emr-i ilâhîler öz olarak mekârim-i ahlâktır. Dîni olmayanda mekârim-i ahlâk olamaz. Varmış gibi görünse de satıhdadır. İçe yansımaz. Yani mânâsına hulul edemez. Hemcinsine ve dînin mânâsına tecavüz ve tahrip umumiyetle bu türlü simalarda görülür.
  Yukarıda geçen âyet’i kerimede “zikrullah ile tövbe istiğfar ediniz” beyanındaki rumuzu iyi anla da zikrullaha karşı çıkma. “Karşı değilim” diyorsun amma Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Allâh’ın beyanına, aşığın aşkına, zakirin zikir zevkini bilmeden ters düşüyorsun. Dikkat et!.. Tekrar edeceğim: Akılcılık prensibinle bu türlü rahmet-i ilâhîyi ölçmek aklın gücü dışındadır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı hatırlayıp zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbımız, sen bunu boşa yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru. (Â’li İmran Sûresi, 191).
 

“Bu Zamanda Mürşit Yoktur” Demek Küfürdür

  Zikrullahı icra etmemek için Hazret-i Allah hiç bahane kabul etmiyor. “Kulum Beni zikret, kesir zikret. Nasıl bir şekilde olsan da zikretmeye mani hiçbir hâdise yaratmadım. Ayakta zikret, oturarak zikret, yan üzeri yatarak da zikret. Dikkat en güzel edepli yatış sağ yanına yatıştır. Duygusuz olma. Tefekkürle zikret. Bariz, açık olan tecelliyatı ilâhîden nasip alamıyorsan göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bak ve düşün. O kuvveti, kudret-i ilâhîyi kabiliyetin nispetinde tefekkür ettiğin ve Yüce Varlığın karşısında îmanın nispetinde âczini bilmen seni zikr-i ilâhî rahmetine nasipli kılar. Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu (Nefsini bilen Rabbını bilir) hitabını, nefsin terbiyesini hayatı boyunca kendisine vazife edinen âdem insanlığa namzettir.
  O anlamıştır ki, âdem terbiyeye muhtaç yaratılmıştır. Peygamber efendilerimiz de mekârim-i ahlâk-ı anlatmak ve öğretmek için Allâh’ın rahmeti olarak gönderilmiş. Peygamberimiz Efendimiz de; “Ben mekârim-i ahlâk-ı tamamlamak için gönderildim” buyurdular. Hiçbir zaman dünyayı boş bırakmamış âdil-i mutlak olan Rabbımız. Peygamber efendilerimiz zamanında, gerekse sonra Allâh’ın bu türlü rahmetini ihsan ettiğini her an müşâhede etmek mümkündür.
  Vârisü’n-Nebî olan evliyâsını kullarına her devirde ihsan eyleyip cümle kullarını mahrum etmeyen Rabbımız rahmeti ve merhameti ile bu türlü rahmetini mevcut kılmıştır. Her hangi bir zamanı kastederek “bu zamanda mürşit yoktur” demek küfürdür. Rabbına zulmü reva gördüğünden bu türlü bilgisizliğini şahide ihtiyaç duymadan kanıtlamış olur.
  Namazı bitirince de, ayakta otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allâh’ı zikredin. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü’minin üzerine vakitleri belli bir fazdır. (Nisa Sûresi, 103)
  Bu âyet’i kerimede zikrullahı ayrı, namazı ayrıca beyan ediyor. Mü’minler üzerine namazın farz olduğunu ve namazın vaktinde kılınmasının emr-i ilâhî olduğunu, Allâh’ı zikreden mü’min kullarının huzura kavuşacağını ve namazı da dosdoğru ancak bu kullarının kılacağını biz âcizlere bildiriyor. Hazret-i Allah Hucurat Sûresi’nde (âyet 14) buyurur ki: “Habibim, o bedevîlere söyle: Îman ettik demesinler, İslâm’a girdik, desinler.” Kul “lâ ilâhe illallah” der İslâm’a girer. Peygamber efendilerimiz vasıtası ile kullarına verilen yetki bu kadar. Her ne kadar benî âdemin tutumu ve hareketleri îmanlı yahut îmansız olduğunun tablosunu gösterse de, netice Allâh’ın ilminde malûm olup, beşerin âczi bu türlü ölçülere müsait yaratılmamış.
  “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyorsa beşer ölçüsüne göre müslimdir. Mânâsını yaşıyorsa Allâh’ın mü’min isminin tecelli ettiği bahtiyar mü’mindir. Îman sahibi îmanın kemâlatı emr-i ilâhîlerin zuhur ve tecellisini gayr-i ihtiyârî nefsinde zuhurunu müşâhede ettiği gibi başka kişilerin de görmelerini engelleyemez. Bu türlü insanın hayatı örnektir. O makbul şahıs için bu hâlinde riya düşünülemez.
  Bu âyet’i kerimenin anlamına göre namaz, oruç, hac ve zekât İslâm’ın şartı olmayıp, îmanın neşvünema bulduğu mü’minlerde tecelliyatı görülen sonsuz rahmet-i ilâhînin kul üzerinde bariz tecellisidir. Emr-i ilâhî umumi ise de büluğa ermemiş çocuklar ve İslâm’a yeni girmiş kişilerde öğrenme toleransını unutmamalıyız. Allâh’ın emri olduğu da hafife alınmamalı. Şu emr-i ilâhîyi hafızamıza işleyelim: “Zikrullah sizleri huzura kavuşturacaktır. O hâl zuhur ettiği zaman namazı dosdoğru kılacaksınız” işareti ile zikrullahın faziletini beyan ediyor Hazret-i Allah c.c.
 

Münafıklar Allâh’ı Zikretmezler, Yâd Etmezler

  Münafıklar Allâh’ı zikredemezler, yâd eylemezler. Zikretseler de pek az ederler ki, o da ağızlarındandır. (Nisa Sûresi, 142)
  Zikrullahın aleyhinde ahkâm kesip Allâh’ın zikrinden kullarını mahrum eden mânâ yoksunu bilge kişinin hâllerini beyanla Hazret-i Allah bu kulluklarının vasıflarını nasıl izah ediyor... Onlar, zikreden bir topluluk gördükleri zaman oradan kaçarlar.
  O zikir toplumunun içinde hasbel beşer bulunsalar da angarya kabilinden zikrullah dudaklarından öte gitmediği gibi, sesleri de çıkmaz ve cemaatlerde Allâh’ı yâd etmezler, Cenab-ı Hak’tan hiç bahsetmezler. Bu türlü insanların şerrinden ehl-i zikir olarak Rabbıma sığınırız.
  Şeytan içki ve kumar yolu ile ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allâh’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Sûresi, 91)
  Bu âyet içki ve kumarı yasaklayan üç âyetin sonuncusudur ve kesinlik ifade eder. Dünyamızı ve âhiretimizi ihyâ etmek için türlü rahmetiyle biz âciz fakat inanan kullarına hayrı ve şerri bildiren Rabbıma sonsuz hamd olsun. Kişinin dünyasını ve geleceğini karartan, kötülüklerin anası olan içki ve kumarı büyük günâh sayarak, zararının büyük olduğunu, “zira Allâh’ı zikretmekten ve namazı da dosdoğru kılmaktan alıkoymak ister” buyurması ile kullarının âczini ne güzel ifade ederek bu türlü tehlikelerden sakınmamızı emrediyor.
  İrâdemizi kânun-u ilâhîye göre tertîb ve tanzim yetkisini istisnasız bütün kullarına bahşetmiş ve kullarının âczine göre “illâ rahmetimden istifade etsinler” anlamında rahmetini gazabının üstünde tutmuş, Maide Sûresi, âyet 91’de bildirmesiyle bizleri zikrullahtan ve namaz kılmaktan alıkoyan günâhlardan sakınmamızı hassaten emrediyor.
  Rabbıma tazarru ve niyaz ediyor, bütün gücümüzle yalvarıyoruz. Biz âciz kullarını zikrullahın ve namazın zevkinden mahrum eyleyen büyük ve küçük günâhlardan bizleri yoktan var eden Rabbıma sığınırız...
 

Rablarının Cemâlini İsteyerek Sabah Akşam Zikredenleri Yanından Kovayım Deme

  Ve öyle, Rablarının cemalini isteyerek, sabah ve akşam O’na dua edenleri ve zikir edenleri yanından kovayım deme. Sana onların hesabından bir şey yok. Senin hesabından da onlara bir şey yok ki, biçareleri kovup da zalimlerden olacaksın. (En’am Sûresi, 52)
  Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Cenab-ı Hakkı zikreden bir topluma uğradı. Buyurdu ki: “Ey zikreden cemaat, sizler bir cemaatsiniz ki, Cenab-ı Hak: Sabah akşam Beni zikreden kimselerle sen de otur, nefsinin onlarla beraber olmasında sabret.” Âyet’i kerimesini sizin sebebinizle inzal buyurdu, diye o cemaati taltif etmiştir.
  Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e müracaat ederek, nakli yeteri kadar kabullenemeyip aklın dîni tertiplerinin etkisinden kurtulamayan ashâbın bazıları “İbn Reveha çok zikir meclisi kuruyor, ashâbı toplayıp zikir yaptırıyor” diye şikâyet ettiler. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz: “Allah, İbn Revaha’ya rahmeti ile muamele etsin. Çünkü Allâh’ın, meleklerine karşı övündüğü zikir meclisini seviyor” buyurdu.
  Tevhîd dîninin özünü idrak edemeyip aklın ölçüsünden başka ölçü kabul edemeyenler zamanımızda hayli çok olduğu gibi Asr-ı Saadette de mevcutları küçümsenmeyecek kadar çoktu. Allâh’ın emirlerini harfiyyen yaşamaya çalışıp Allâh’ın elçisinin gösterdiği yoldan sapmamaya çalışan bahtiyarlar da Şerîat-ı Muhammediye’yi yaşadıkları gibi başkalarına da ikaz ve irşâdta örnek idiler.
  Bazıları da her ne kadar tevhîd dînini kabul ettilerse de beşerin ürettiği nefsanî dinlerini tamamı ile terk edemediler. Çünkü nefsanî din semâvî dinden nefsin hazzına daha daha uygun olduğundan nefsanî din nefse daha caziptir. Hayvani şubelerinden geçemeyen âdemde, âmentü’ye yani îmanın esası olan altı şartına inanmayan şahıslarda nefsin ürettiği din daha etkileyici olduğundan batıl inançlarında ehl-i zikri, ehl-i hakîkatı dışlamalarının tarih boyu devam ettiğini din adına müşâhede etmek mümkündür.
  Ve dîni tedrisatlarda zamanla materyalist inançlara hitap edecek kalıplara yerleştirilmiş hakîkatler felsefeye dönüştürülmek isteği ile nakle itibar edilmeyip akıl ön plana çıkmış, nakle itibar protokolde kalmış, (O müttaki kullarım gayba îman ederler. Bakara Sûresi 3) hitab-ı ilâhîsini nefsanî prensiplerine uygun görmemişlerdir. Bazıları da yalnız iradeden başka ilim ve talebi kabul etmeyen tasavvuf ehl-i dahi hurafe ve bid’atten kurtulamamış, tarafı etrafına kötü örnek olmuştur.
  Allâh’a olan inancını yalnız duyduğu ve işittiği gibi samîmiyetini koruyabilenlerin belirli şahsiyetlerden öğrendikleri kadarıyla samimi olanların rahmet-i ilâhîden nasipli olduklarının, mahrum olmadıklarının her an görülmesi mümkündür. Rahmet-i ilâhîdir. Şurasını kesinkes hatırdan çıkarmayalım: Ehl-i hâl yeryüzünde her zaman mevcut olup “arayan Mevla’sını bulur” kelâmı anlamsız değildir. Bakara Sûresinin hemen 3. ve 4. âyetlerini bilgilerinize arz ederim: O müttaki kullarım gayba îman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan infak ederler. Yine onlar sana indirilenlere, senden önce indirilenlere ve âhiret gününe îman ederler. (Bakara Sûresi, 3-4)
  Allâh’ın kadrini hakkıyla takdir etmediler. Çünkü “Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi” dediler. De ki: Öyle ise Musa’nın insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup açıkladığınız, çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin de, atalarınızın da bilemediğiniz şeyler size öğretilmiştir. (Ya Muhammed:) Sen Allah de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. (En’am Sûresi, 91)
  Habibim, sen Allâh’ı zikret, “Allah” de. Kul sıkıştığı, âciz kaldığı zaman, beşeri gücü bittiği yerde tazarru ve niyaz kastı ile “Allah” der.
 

Üzerine Allâh’ın Adı Zikredilmeden Kesilen Hayvanın Etinden Yemeyin.

  Üzerine Allâh’ın adı zikredilmeden kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günâhtır. Gerçekten şeytanlar evliyâlarına sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allâh’a ortak koşanlar olursunuz. (En’am Sûresi, 121)
  Allâh’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanların etinden yenilmesinin haram olduğunu beyanla, şeytan evliyâlarının sizinle mücadelesi zikrullahtan sizi uzaklaştırmakla başlar. İlk anda bariz zararı görülmese de netice hüsrandır. İster istemez o da Allâh’a ortak koşanlardan olur. Umursanmayan küçük günâhlar zaman zaman büyük günâha dönüşür. İnsan her türlü gelişmeye müsaittir. Nefse fırsat vermemeli.
  En güzel isimler Allâh’ındır (Esmaü’l-Hüsna). O hâlde ona o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. (A’raf Sûresi, 180)
  Esmaü’l-hüsna Allâh’ın isimleri, Cenab-ı Hakk’ın güzel isim ve sıfatlarıdır. Şu an içinde bulunmakla dünyada şerefli ve efdal-i mahlûk olan insan Allâh’ın rahmetinin tecellisi olan esma ve isimlerinin zuhurunun mahsulüdür. Bütün âlem, mahlûkat, cemadat ve felekiyyat ki cem’inin çekirdeği insan olmaya namzet benî âdemdir. Ve küll olarak Cenab-ı Hakk’ın “Hâkim” ismine ve “Mürebbi” sıfatının zuhuruna senin ruhi ve nefsanî yönünün ne kadar muhtaç ve elzem olduğunu bilebilseydin! Dikkat edersen anlarsın. Bir zatın Vâris, Bâis isimlerine “Baki”, “Kerim”, “Muhyi” ve “Muhsin” ünvanlarına ruhunun neşv ü neması bakımından muhtaçsın.
  Allâh’ın merhameti olarak lütfettiği elçilerini ve vârislerini inkâra cüret ettikleri gibi, “bu zamanda böyle şeyler olmaz” diye Allâh’a zulüm isnat edercesine küfre gitmezlerdi. Rahmet sıfatlarının tecellisi hiçbir zamanla sınırlı olmayıp, her an mevcut olup rahmettir. “Siz asrı tan etmeyin” zamanı suçlamayın, ilmî müsait olmayan kişiler yaptıkları hataları başkalarına yüklemekten ferahladığını zannederler, cehalettir.
  “Müttakilere şeytandan bir tahrik gelirse Allâh’ı zikrederler de derhâl basiret sahibi olurlar, şeytanın tahrikini defederler.” (A’raf Sûresi, 201)
  Allâh’ın ittika sahibi müttaki kulları gayba îman edenlere verilen sıfat ihlas, takvâ, vera sıfatı ile taltif görenler, şeytandan bir tahrik gelirse Allâh’ı zikrederek şeytanın hilesinden kurtulurlar. Çünkü onlar basiret sahibidirler. Şöyle ki, avamın görüşünün daha fevkinde görüş sahibidirler. İttika sahibi, müttakilerin görüşleri nâ-mütenahi değildir. Amma hayrını şerrini idrak edecek kadar lütfedilmiştir. “Bu dünyada âmâ, âhirette âmâ”.
 

Tasavvufî Müracaat (Rabıta)

  “Bu dünyada âmâ, âhirette âmâ” âyetini idrak etmiş bahtiyarlar... Onlar şeytandan tahrik geldiği zaman kendi iradeleri ile izale edemezlerse Allâh’ı zikrederek, âczini itiraf ederek (rabıta) yaparlar. Allâh’a iltica ederler. Zati sıfatı olan “Muhalefetün lil-havadis” (yarattığı hiç bir şeye benzemeyen) Rabbını bir şekilde tahayyül etmeden rabıta edemeyeceğinden rahmet-i ilâhî olarak kuluna ferahlık ihsan etmiş. Şerîatıyla yükümlü olduğu Allâh’ın elçisi Peygamber Efendimiz âhirete yürümüşse hayatta olan vârisini Allâh’a müracaat etmesi için Resûl-i Ekrem ve Nebîy-yi Muhterem (s.a.v.) Efendimiz’in talimi üzere rabıta yapar.
  Allâh’a müracaat kastı ile şerîatına tâbi olduğu Peygamber Efendisinin suretini tahayyül ederek o sureti tahayyül edemiyorsa, verâset taşıyan mürşidini bir an müracaat kastı ile düşünmesi. Ne için rabıta etti ise rahmet-i ilâhînin bu yönde hemen zuhurunu zevkle görecek. Ve mutmain olmaması ehl-i aşk için düşünülemez.
  Samîmiyetle yapılan rabıta ret olunmaz. Yeter ki mürşidi sahte olmasın. Dünyasını değiştiren mürşitlere de rabıta edilmez. Mürşidin bir ölçüsü de rabıtadır. Misal olarak arz edeyim: İbadet ve taat anında şeytan engellemek ister. İşte o an kastın Allâh’a iltica olarak rabıta yaptığın an bir anda o engelin imha olduğunu göreceksin.
  Nefsin ve nahoş hâdiselerin zuhurunda da mânen müdahale istiyorsan hemen Rabbımın lütf-u ihsanı olarak rabıtayı unutma. Bize üstatlarımızın tavsiyeleri bu veçhile olup, bizde devamlı rabıta tavsiye edilmemiştir. Nâ-ehil rabıtayı bilmediği için küfür zanneder. Kesinlikle bilelim ki, îmandır. Âmentü’ye küll olarak îman edenlerin, kitab-ı ilâhîyi, Peygamber Efendimiz’in tebliğ ettiği şerîatı kabul edenlerin, Allâh’ın lütfu olan tertib ve tanzim-i ilâhîyi kabul etmesi ile yaşayabilen sadıkların, bahtiyarların yolu. Tasavvuftur, tarikattır. İhlas, takvâ, vera bu yolda yaşanır. İtminanı kalb tecelli eder. Mânânın zevki kalıcı olur. Îmanının verdiği gerçeklerin güzelliğini nefsin yasak zevkine dönüştürmediği müddetçe müttaki ve mü’mindir!.
  Rahmet-i ilâhîyenin kalıcı ve devamlı olmasına en büyük vesile kalbinde kal’ası kurulmuş, üzerinde titizlikle durulan, ehl-i tasavvufun yegâne ümidi ve silahıdır. “Lâ ilâhe illallah”ın mânâsını yaşayıp ehl-i tevhîdin, ehl-i aşkın yegâne ümidi, dayanağı Hazret-i Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Şunu hatırdan çıkarmayalım, bu rahmet-i ilâhî akılcı dincilerin ölçülerine göre değildir.
  Onlar ibadet ve taat yönündeki emr-i ilâhîleri, “zikir meclisinde olanların cümlesi kemâlatlı kullarımdır” hitab-ı ilâhîyi yeteri kadar kabul edemezler. Hâşâ, bu hâlleri îmansızlık değil. Fakat taklitten öte gitmez. Gitmiş gibi görülse de kalıcı değildir. O kemâlatlı kullarına benzemez. Sahih-i Buhari’nin (Tecrid-i Sarih Tercümesi) onikinci cildinde Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivâyet edilen hadisi şerifte “Zikir meclislerini arayan melâikeler vardır. Zira melâikelerin gıdası zikrullahdır.” Devam eder... Hadisi Şerîf’in nihâyetinde melâikelerinin sualine cevaben “Ey melâikelerim, sizleri şahit kılarım ki, o mecliste bulunanları korktuklarından emin, umduklarına nâil eyledim. Onlar öyle kemâlatlı kullarımdır ki, onların yanına şaki gelmez. Onu da affettim” diye buyurdu, Hazret-i Allah (c.c.).
  Îmanları akıl ölçüsünden öte nasip almak istemeyenler için rahmet-i ilâhîler, mânevî tedrisat görmediklerinden, onlar için elbette gariptir. Hüküm Allâh’ındır. Gerçek ilim Allâh’ın yed-i kudretindedir. Hikmet, buyurmuştur. Hikmet, mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın, hitab-ı ilâhîsi umuma şamil olup (biz Yusuf’a rüyanın tabirini öğrettik, ona hikmet verdik) buyurduğu gibi istisnai ilimlerin istisnai vazifelilerde zuhuru görülür.
 

İrşâd Vazifemin Verilmesi, Mânevî Zuhurat

  Bu abd-i âcizi de cüz’î de olsa bu türlü rahmet-i ilâhîden nasipli eylemiş Hazret-i Allâh’a hamd olsun. Bildiğim kadarı ile resmiyet ifade eden elli yedi senelik dervişim. Elli senedir de Allâh’ın emri, Hazret-i Resûlullah’ın beyanı ile irşâda vazifeliyim. Şeyhim Kahramanmaraşlı, Maraş Fatihi Ali Sezai Kurtaran Efendi’nin halifesi Hacı Mustafa Yardımedici’dir. Şahitler huzurundaki tebliğde kayınpederim, yedi tarikten icazetli Çorumlu Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi de mevcut idi ve şahitti. Tebrik edenlerin ilki idi. Mânevî vazifem tebliğ edildi.
  Vazifenin bu abd-i âcize verilmesinden yaklaşık bir ay evvel 1956 senesi Berat Gecesi Peygamber Efendimiz’in ve Hulefa-i Raşidin efendilerimizin bulunduğu kalabalık mânevî bir toplum içerisinde imtihan oldum. İmtihan kâl değil, hâl imtihanı idi. Peygamberimiz Efendimiz önünde büyük defter bulunan Ebu Bekir Sıddık (r.a.)’a emirle: “Yaz, Şeyh Sadî Şîrâzî diye yaz,” buyurdu: İçimden: “Şeyh Sadî Şîrâzî çok evveller yaşadı ve âhirete yürüdü” diye düşünürken Efendimiz: “İkinci Şeyh Sadî Şîrâzî diye yaz” emrini verdi. Mânevî vazifemde, yaşantımda mizaç itibarı ile Sadi Hazretleri’ne benzer yönlerimi görüyorum.
  Semâvî dinde yeri olmayan, Hazret-i Allâh’a noksanlık isnat eder gibi pozisyona sakın düşmeyesin, tenasüh yani (reenkarnasyon) demeyesin. Ömer’ül-Faruk (r.a.) hilâfeti zamanında hutbe irad etmişler ve tenasühün dîni İslâm’la bağdaşmadığını, küfür olduğunu beyan etmiştir. Kuvveti, kudret-i ilâhîyi yeteri kadar bilemeyenlerin uydurmalarıdır. Hâlik-ı Zülcelâl ruh ve ceset bulmak da güçlük mü çekiyor ki, bu hâle tevessül ediyor?
  Nasreddin Hoca’ya sordular: “Eskiyen ayları ne yapıyorlar?” diye. Cevaben: “Ufak ufak parçalayıp yıldız yapıyorlar” diye işin içinden o gün çıkmıştır. Amma bugün değil. İnsanların kültür seviyesi yükseldikçe hurafe ve bid’atlardan uzaklaşacak, Allâhu Teâlâ’yı daha yakın anlayacak, kullukta kusur etmemeye gayret gösterecek.
  Tebliğ edildi, şeyh oldum. Mânâ âleminde, Peygamberimiz Efendimiz’in Hulefa-i Raşidin Efendilerimize emri ile emr-i Peygamberi olarak kayd edildi. Kayınpederim Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Efendi mânevîyatın emri ile bu hâdiseden on üç sene sonra, gene mânevîyatın emri ve tasdiki ile muttali oldum, tarîk-ı Kâdirî ve tarîk-ı Rufaî’den irşâda salâhiyetli kılındığımı tebliğ ve tasdik eden icazetnameyi şahitlerin de tasdiki ile şahsıma tevdi etmiştir. Allah cümlesinden razı olsun.
  1968 senesinde şeyhim efendim darülbekaya irtihâl ettiler. Makamı cennet olsun. Yanlış yapmayayım, telaşesi ile Efendimle teberruken, mânevîyatın emri ile Efendimin Nakşibendi tarikatından istihâresi çıkan Maraş ve havalisinde vazife isteyenlere vazife vermesini, Efendimin de Hacı Sami Efendi Hazretleri’ne Kâdirî’den teberrük makamında emir ile tebliğ ettiklerini muttali idim.
  İstanbul’da Erenköy semtinde bulunan malikhanesine muhterem damadı cennet mekân Hacı Ömer Kirazoğlu ve bugünkü halifesi Hacı Musa Topbaş Efendilerin de yardımları ile Ankara’dan da ziyarete gelen Hacı Necati Efendilerle birlikte ziyaret ettik. Fakire hayli ilgi gösterdi. Vazifemi tebrik ettiler. Mübârek ellerini kaldırarak dua ettiler. Orda mevcut olan cemaat da duaya icabet edip “âmin” dediler.
  Dua, hatırımda kaldığı kadarıyla mânevî vazifemi tasdik mahiyetinde olup “Allah müridini çok eylesin, dünya ve âhiret işin rast gitsin” idi. Buna benzer hayli dua ettiler ve şu gerçeği bildirdiler. Makamı cennet olsun, teberrükler Mustafa Efendi ile ikimiz arasında idi. “Vazife irtihâli ile gene ikimiz arasında kaldı” buyurdu.
  Hacı Sami Efendi Hazretleri yeri doldurulamayacak büyük insandı. Hayatta iken de, irtihâlinden sonra da çok çok tasarrufatını gördüm. 1956 senesinde Şeyhim Efendim Ulucanlar Mahallesinde iskân ettiğinde Hacı Sami Efendi, Efendi’mde misafir olarak bir gece, iki gün kaldılar. Fakir, gidene kadar hizmetinde bulundum. O hizmetin zevkini hâlâ yaşıyorum.
  1956’da iadeyi ziyarete Âlemdarzade Mustafa Efendi’nin İstanbul Yemiş’teki yazıhanesinin üst katında Hazret-i ziyaret ettik. Efendim dâhil sekiz kişi idik. Hazret-i Allah cümlesinin makamlarını cennet eylesin âmin !...
  Gavs’ul-A’zam Seyyid Abdulkâdir Geylâni (k.s.) Hazretleri evladlarına: “Dünya ve âhiret seni mes’ud edecek iki şey tavsiye ederim: Evliyâya hizmet, fukaraya himmet” buyurdu.
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’dan evliyâ lafzını kaldırıp, yerine, hiç mânevî anlam taşımayıp, avamın her mevzuda kullandığı “dost”la iktifa edenler bu türlü füyuzat-ı ilâhî ve mânevî zevkten nasipsizdirler. Cümlesine Allah gani gani rahmet eylesin, bu hususta merak edip soranlara teferruatıyla anlatırım, inşallah.
 

Gâlibîlik

  Ağustos 1993 tarihinde mânevî meclisin kararı ile Kâdirî ve Rufaî tarikının rahmet zuhuru birleşimi “Gâlibî” olarak kol lütfedildi. O mecliste bulunan Allâh’ın rahmet sıfatlarının tecelli ettiği yol bahtiyarları Gavs’ul-Azam Seyyid Abdulkâdir Geylâni, Seyyid Ahmed er-Rufaî, Şeyh Ahmet Yesevi, Şeyh Ahmed Kuddusi, daha nice mânevî büyüklerimiz tebliğleri ile hayli kişilerin mânâlarında da zuhuru görülmüş ve dosyada mevcuttur. Rabbım lâyık kılsın ve bütün kullarına istifade etmelerini nasip eylesin. Âmin. Rabbımın lütfu ihsanı olarak “Gâlibîlik” kolu verildi.
  Allah ve Resûlüne inanan insanlar için zevk alsınlar, bilsinler ki, maksadı ilâhî yalnız madde değil. Bu abd-i âciz bazı mânevî tecelliyat ve görgüleri az da olsa açıklamaya çalışıyorum. Beşer ölçüsüne göre açıklamalarda dün varlık ve riya olur korkusu galipti. Zaman zaman bu türlü gizliliğin inanan insanlara zarar verdiğini gördüm. İnsanların anlayacakları ölçüde ehlinin anlatması gerekli. Çünkü küfür bütün çıplaklığı ile meydana döküldü. Bilenler rahmet-i ilâhîyeyi hâlâ bildiğimiz kadarı ile anlatmayacak mıyız? “Biz arza nice âyetler indirdik” yeryüzündeki gökteki âyetleri lütfu ilâhî ile az çok okuyup zevkini alanlar bu âyetlerden bahsedemeyecek mi? Ehli bu yönlü mânevî ilimlerini gene kabremi götürecekler? O mânâ ilmi, dünya için gerekli kılınmış eşyâyı yerinde kullanmayı bildiğin gibi, metafizik olan mânâyı da yerinde kullanamayacak mıyız? Kullanma yeri dünyadır gafil olmayalım!...
  Maddenin felsefesini yaptıkları gibi mânâyı da, Allâh’a tazarru niyaz ederek, samîmiyetle tefekkür etsinler. Gerçeği görecek ve yaşayacaklardır. Bu türlü mânevî yolun kadrini, kıymetini idrak eden kemâlatlı kullarına dâhil olacaklardır, inşallah.
  Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbını zikret, gafillerden olma. (A’raf Sûresi, 205).
  Ehl-i zikrin sabah akşam virt edinmelerini buyurduğu gibi, duygusuzca olmayıp zikirle beraber tazarru ve niyazı terk etme. Havf u reca üzere ol. Hafi, senin kulağının duyacağı kadar. İşte o zaman rahmet-i ilâhînin zuhuru ile âczinin, zaafının mahsulü rahmet-i ilâhînin tecellisi ile ürperti zuhur edecek. Miracın ilk safhasıdır. O hâli ne kadar muhafaza edebiliyorsan kemâlattır. Mânevî hâller kişinin elinde olmayıp kudret-i ilâhînin yedindedir.
 

Mü’minler Allah Zikredildiği Zaman Yürekleri Titrer

  Mü’minler ancak Allah zikredildiği zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda Îmanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. (Enfal Sûresi, 2).
  Hâlik-ı Zülcelâl biz âciz kullarına, mü’min isminin tecelli ettiği istisnai kişilerdeki rahmet tecellisini âczimize göre ölçü veriyor. “Allah zikredilince kalbleri titrer.” Kâl ve laf ebesi! Bu türlü şerefe hayatın boyunca rastladın mı? “Evet, oluyor” desen de kimseyi inandıramazsın. Çünkü yaşantın ve icraatın zikrullaha karşı. Menfi tutumun, bu yönlü Allah tertibine itirazın, rahmet-i ilâhîden mahrumiyetin zuhuru elbette taşlaşmış kalp olacaktı. Sonsuz rahmet-i ilâhî “taşlaşmış kalbi ancak gene biz açarız” buyuruyor.
  İnadı bırakalım, kesbîye verdiğimiz önem kadar vehbiyi de önemseyelim. Cüz’î irâdenden elbette sorumlusun. Amma küllî iradenin üzerine çıkma gücü beşere verilmemiş iyi bil. Mü’minler, Allâh’ın Kur’ân’da ve arzda zuhur eden âyetleri okunduğu zaman îmanları arttığı gibi Rablarına daha çok dayanır ve güvenirler. Yegâne terbiyeci Hazret-i Allâh’tır, Rab isminin tecellisi her an gerek eşyada gerekse şahıslarda müşâhede edilse de. “Habibim, Rabbım Allah, de” hitabını hatırdan çıkarma.
 

Allâh’ı Çok Zikredin Ki Başarıya Erişesiniz

  Ey îman edenler. (Savaşmak için) her hangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allâh’ı çok zikredin ki, başarıya erişesiniz. (Enfal Sûresi, 45).
  Gaza meydanlarında Allâh’ı zikredin, çok zikredin, yüksek sesle şiddetli zikredin ve sabredin. Sabredin ki, başarıya ulaşasınız ve sebat edin. Sabreden zafere ulaşır, müjdesini unutmayalım. Ecdadımızın tarih boyu zaferler kazandığı zamanlar inanarak, sebatla Allâh’ı çok zikrettikleri zamandır. Zikirle yapılan tazarru ve niyazlar reddolunmaz.
  İrtihâl eden îman sahibi bahtiyarları mânâda gördüğümüzde hassaten ricaları zikir halakalarında yapılan dua ve ruhlarına hediye edilen Fatihaların karşılığında ihyâ olduklarını çok derviş mânâsında görmüştür. İtimat et, gafil olma. Bunlar îman edenler ve gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (Ra’d Sûresi, 28).
  Bu ve buna benzer açık ve sarih, tefsire muhtaç olmayan, Kur’ân-ı Kerîm’de zikir âyetlerini gördükçe, Allâh’ın kullarını zikir meclislerine ve zikrullaha teşvik edecekken, bu rahmet-i ilâhîlerden Allâh’ın kullarını mahrum eden tedris nasıl bir tedrisattır, nasıl bir ilimdir, bunu anlatan nasıl bir âlimdir!
  Allah bu mevzuda tövbe istiğfar nasip etsin. Kusurlarını affetsin. “Ne yapayım, mecbur oldum” mazeret değil. Dünya çok kıymetlidir. İşin âhirete kalmasın. Zalim sıfatından kurtul. Kurtuluşu âhirete bırakma. Ehl-i zikrin bedduasını alma. (Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste) hitabına dikkat et. Âyetleri iyi oku, tevil tarafına kaçma. Bu abd-i âcize inanmaz isen samîmiyetle Hazret-i Allâh’a sor.
 

Bilmediklerinizi Ehl-i Zikre Sorunuz Velâyet Makamı Erkek İçindir Kadın O Makama Çıkamaz

  Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. (Nahl Sûresi, 43).
  Senden önce de erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Melâike ve kadından da peygamber göndermedik. Melâikeyi ve kadını peygamberlik sıfatına uygun yaratmadık. Makam-ı velâyet erkekler içindir.
  Kadın, makam-ı velâyete çıkamaz. Kadından peygamber olmaz. Mürşit yani evliyâ olmaz. Velî de olmaz. Hatun olur. İmametlik erkek içindir. Kadının kadına imametliği keraheten caizdir. Kadın, Âdem’e lâzım olduğu için yaratıldı. Âdem’in sol kaburgasından halk oldu. Peygamberimiz Efendimiz böyle izah ettiler. Kadınlar teklifatla da yükümlü kılındılar. Teklifat-ı ilâhî kadınlar için erkeklere nazaran toleranslıdır. İbadet ve taat yönünde en ufak hareketleri çok şey kazandırır kadına. Şerîat-ı Muhammediyye’de kadın diğer şerîatlara nazaran daha muhteremdir.
  Peygamberimiz Efendimiz “cennet anaların ayakları altındadır” buyurdu. Ananın terbiye, bilgi ve görgüsünün evladı üzerinde mutlaka zuhuru görülür. Babanın da evladın terbiyesine etkisi olsa da, ana kadar olamaz. Çünkü ana terbiyesi beşikten başlar. Sütünün temizliği de önemlidir. Peygamberimiz Efendimiz: “İlim beşikten mezara kadardır” buyurdular. Yaşamaktan maksat rızâ-i ilâhîyi kazanmaktır. Bu bakımdan kadın erkekten daha müsait, tabir caizse kadın rahmet-i ilâhîyede iltimaslıdır.
  Tertîb-i ilâhînin her hâlinde adâlet görülür. Erkeğin vazifesini kadına, kadının vazifesini eşit yapacağız diye erkeğe yakıştırmak zulümdür. Kadında da erkekte de istisnailer vardır. İstisnailer kaideyi bozmazlar. Kültür seviyesi düşük, ücra yerlerde kadına yapılan zulmü anlatmaya gerek var mı? Erkek kahvede oturur. Erkeğin bütün işlerini de dışarıda ve içeride kadın görür.
  Benî âdemin erkeklerini velâyete uygun yarattık. Bilemiyorsanız, makamı velâyetten nasip almış, Allah ve Resûlü’nü şüphesiz kabul etmiş, Şerîat-ı Muhammedi’yi nefsinde yaşamaya çalışan, Allâh’ın zatına, sıfatına ve fiiliyatına uygun isimlerini kesir, aşkla zikreden, her gün verilen evrad ve ezkarının dışına çıkmadan, adap ve erkân üzere virt eden erbab-ı zikirden sorunuz.
  Abd-i âciz mânevî vazifem itibari ile Rabbımın buyurduğu erbabı zikri anlatıyorum. Bazı ulemanın “Ehl-i Kitâba sorunuz” diye tefsir etmesi marifetullah noksanlığından kaynaklanıyor. Ehl-i Kitâbın da evliyâsından sorabilirsin amma evvela mensup olduğun şerîatın evliyâsını bul. Bu mevzuda o kemâlatlı kullarıma rahmet-i ilâhî bu türlü müşkülatınızı hâlletmeye müsaittir. Enbiyâ verâsetine ancak onları uygun yarattım. Hikmet verdim. Biz dilediğimize hikmet veririz. Hikmet verdiğimizi de rahmetimizle ihyâ ederiz.
  Peygamberimiz Efendimiz bir hadisi şerîflerinde buyurdular ki: Müferridun ilerlediler. Müferridun nedir, ya Resûlullah? Müferridun Allâh’ı çok zikreden erkek ve kadınlardır” buyurdu.
  Hazret-i Allah zikrullahda erkek kadın ayırt etmiyor, şer’î hükümler dışına çıkmamak suretiyle.
 

Yedi Gök, Dünya Ve Bunlarda Bulunan Herkes Onu Tesbih Ederler. Zikir Ve Tesbih Etmeyen Bir Şey Yoktur.

  “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes onu tesbih eder. Onu övgü ile zikir ve tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O çok yumuşak ve bağışlayıcıdır.” (İsra Sûresi, 44)
  Bu âyet’i kerimede daha bariz, daha açık görülüyor ki, Allâh’ı tesbih etmeyen bir zerre düşünülemez. Dünyada, bütün âlemde, yedi kat semavatta yaratılan her zerre lisân-ı hâl ile Allâh’ı zikir eder, tesbih eder. Tesbih ve tesbihat zikrin cem’idir, yani çoğuludur. Zikrullahı tesbihat ile Beni kesir zikredin” emrine uyanlara, bu yolda irşâda vazifeli kılınanlara tâbi olup, aldığı virdini her gün adedine riayet edip samîmiyetle okuyup, Allâh’ın emrettiği şer’î ve insanî hükümleri de yerine getiren bahtiyar insana verilen sıfatların bariz bilinenleri erbab-ı zikir, zakir, ehl-i aşk, ehl-i hâl, ehl-i tarik, ehl-i takvâ, ehl-i vera, ihlas ehli, cemî Allâh’ın mü’min isminin tecelli ettiği bahtiyar insan.
  Bütün insanlar bu rahmetin ekserisini uygulamaya müsait yaratılmıştır. Kıskançlığı bırak. Rahmet-i ilâhî nefsanî duygulara göre değil, ilâhî emre göredir. Samîmiyetle uymaya çalış. Aklının ölçemeyeceği rahmet-i ilâhîleri Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Allâh’ın beyan ettiği gibi tebliğ eylediğini kabul et ve uygula. Bir emri kabul etmek tatbikata geçildiği zaman değerlenir. Mânevîyatta değer ifade eden îman lisânen, kalben, hâlendir. Üçü birleştiği zaman ind-î ilâhîde makbuldür inşallah (c.c.).
  Hazret-i Allah, “siz onların tesbihini anlayamazsınız” buyurması ile bize haddimizi kesin kes bildiriyor. (Ben kulumu zikretmezsem kulum Beni zikredemez) sırrını iyi anla. Enâniyetten uzak ol. İki ene bir arada görülmemiştir. Samimi ol. Tazarru niyazı bırakma. Başka yetkin ve gücün yok. Zikrullah ve buna benzer rahmet-i ilâhîleri ölçmeye müsait değilsin. (Evliyâma eza edene harp ilân ederim) buyuruyor, Hadis-i Kudsi’de Hazret-i Allah. Oku ve tefekkür et.
 

Rahmeti İlâhîye Vesile Yaratılan Allah Evliyâsı

  “Elâ inne evliyâallahi la havfun aleyhim ve la hüm yahzenun” âyetinin mânâsını anlamadınsa Yunus Sûresi 62. âyet’i kerimesini oku. Allâh’ın hitabı çok açık ve sarih. İyi anlayın ve iyi bilin ki, Evliyâm için korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Dikkat et: Evliyâyı hâlâ “dost” diye tefsir ediyorsan hiç zahmet etme. Askerde yanlış hareket eden arkadaşına arkadaşının uyardığı hikmeti tekrar edelim: “Sen bu kafa ile sılaya gidemezsin, memleketine gidemezsin” diye uyardığı gibi vatan-ı asliyene dönemezsin. Vatan-ı asliye ruhların yaratıldığı makam olup, ruhlar hiç olmazsa o makamını bulmak mecburiyetindedir. benî âdemin terakkiyati için Hâlik-ı Zülcelâl rahmetini arza nâ-mütenahi yaymış, “kullarım derecelerini yüceltsin” diye.
  Tasavvufta bu rahmete “kavis” denir. Ruhlara îmanları ve ibadet taatları ile “kavisi tamamlayıp” daha yüksek dereceler elde etme imkânı bahşedilmiş olduğundan dünya kazanç yeridir, çok kıymetlidir ve onun ehli onun kadrini bilendir.
  Bilemeyenler için Hazret-i Hâlik ne güzel ikaz ediyor kullarını: Bu dünyada âmâ, âhirette âmâ.
  “De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır. Namazında yüksek sesle okuma. Onda sesini fazla da kısma, ikisinin arası bir yol tut.” (İsra Sûresi, 110).
  Bütün ibadetlere ve taatlara Hazret-i Allah zikir buyurdu. Çünkü her ibadet ve taat esmalarla bezenmiştir. Başkaca ehl-i zikrin, icraatına tâbi olduğu şerîatına, Allâh’ın tertîb ve tanzimine harfiyyen riayetini küçümseyerek, onların tertemiz yaşantılarını küfür gibi görüp, toplum içerisinden İslâmı gerçek anlamda yaşamaya çalışan, hikmetli ve kemâlatlı Allâh’ın sadık kullarını hiç bir mânevî ilme sahip olmadan, nefislerinin ürettiği bilgiden başka mânevî sermayesi olmadan ehl-i hakîkatı toplumdan soyutlamaya çalışanlar ve insan haklarından devamlı bahseden amma Allâh’ın kullarına Rabbımın isimlerini ehl-i aşkın ne toplu, ne de ferdi zikirlerini kabul edemeyip, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da ve Asr-ı Saadette bütün semâvî dinler ki İslâmiyet’tir. Bu türlü zikir ayinleri mevcut olduğu hâlde, “böyle bir şey yoktur” diye erbab-ı zikri İslâm’ın dışında göstermeye çalışan zalimlerin hikmet karşısında bocaladıklarını her an görmek mümkündür.
  Dünyada bu türlü hikmetten habersiz, Asr-ı Saadetteki marifetullahtan habersiz, ehl-i aşkın aşkından habersiz, emr-i ilâhînin mânevî tertibinden habersiz, Peygamber efendilerimizin beşeri yönünü çok güzel bilir ve anlatırlar amma mânevî yaşantılarından habersiz, o bakımdan vârisül-enbiyâ, nedim-i ilâhî olan ezel-i ervâhda Allâh’ın tertibi, Kur’ân-ı Kerîm’de açık beyan ettiği evliyâyı da kabul edemezler amma hakîkatleri dışlayarak inkâra cüret ettiklerini makul gösteren nasıl bir ilim, nasıl bir âlimdir? Bir hadisi şerîfte beyan edildiği gibi “insan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir” buyuruldu. “Gerçekleri ancak ben bilirim” diyorsun hayret! Dîni İslâmı mânâsı ve maddesi ile kabul eden gerçek ulemayı bu türlü ithamlardan tenzih ederim.
  Buna benzer âyet’i kerimelerde Hazret-i Allâh’ın isimlerinin hangisini telaffuz ederseniz hepsi güzeldir. İhtiva ettiği mânâ ve anlamını tefekkür etmek ve yaşamak az çok umumun ittifak ettiği akıl ve mantığın ölçüsüne uygun düştüğünden buraya kadar anlaşabiliyoruz. Ölçmek için hiç gayret göstermediğin, yaratanından da istemeyi mevcut îmanınla bağdaştıramadığın metafizik hikmet ve rahmet-i ilâhîyi duymak dahi zatını çileden çıkarmaya yeterli olurken, nasibin olmayan yalnız ehl-i aşkın zevki ve gıdası olan hikmeti anlayamazsın.
  Zikrullahı adetli olarak virt edinen, zikir halakalarından nasipli olup, zevki ile ihyâ olan kişiyi makam-ı velâyete yücelten, nâ ehlin nazarından gizlenen bu türlü hikmeti, rahmeti alışa geldiğin kalıplarda göstermek mümkün mü? Boşuna zahmet etme. Emr-i ilâhîleri küll olarak, beşeri ölçüleri ile ölçüyorum zannedenlerin âciz oldukları ehlinin müşâhedesi dışında değil. Fakat madde ölçüsünden başka ölçüyü kabul edemeyenler, hakîkatleri görerek, bilerek yaşayanlara eza ve zulüm etmekten vazgeçseler, havf u reca üzere olsalar, inancım odur ki, Rabbımın rahmetinin tecellisi olan “göklerde ve yerde nice âyetler vardır” hitabını okur, inanır, yaşar, şüphesiz inşallah.
  Bu rahmetten cümleyi nasipli kılsın. Rahmeti bol Rabbımız cümlesini zülcenâheyn eylesin. Yani dünya ve âhiret ilmiyle ihyâ eylesin, âmin. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.”
 

İslâmı Yaşamak İçin İllâ Arap Olmak, Arabça Bilmek Yeterli Değil, Âlemlerin Rabbıdır, Hazret-i Allah

  Hazret-i Allah yalnız âlimlerin Rabbı değil, sadık ümmîlerin de Rabbıdır. Rabbım izinden saptırmasın, Resûlullah’ın izi Hazret-i Kur’ân’dır. Kur’ân Allah kelâmıdır. Küllî rahmettir. Okumayı bilemiyor, kabiliyeti müsait değilse, Allah kelâmıdır, diye mânevî haz ve zevk ile açıp bakmak, öpmek, alnına götürmek, yüksek yerlere asmak, mânâsını bilmeden okumak da rahmete vesiledir. Amma kasd-ı ilâhî maddesi ve mânâsı ile anlayarak yaşamamızdır. Dünya ve âhiret terakkiyatımız için elzemdir. Emr-i ilâhînin kulluk vazifesini müdrik, mânâsını bilip yaşayan arif kişiye kulak ver. Arapça biliyor mu, diye imtihana kalkışma. Mânâyı, rahmet-i ilâhîyi ölçmeye muktedir değilsin. Yalnız Arapça bilmek Allâh’ı bilmek için yeterli değildir. Asr-ı Saadete bak. Müşrik, münafık, mürtet Arabça bilmiyorlar mı idi? Hazret-i Kur’ân Kureyşi lisânı üzere inzal olmuştur. Sûrelerin mânâsı ile namaz kılamazsın. Namaz kılacak kadar sûreleri Kur’ân’da olduğu gibi ezberlemekle yükümlüsün. İslâm’a yeni girmiş kişiye istisnai kolaylıklar ilâ nihaye değildir. İbadet ve taatı nefse sorma. Emmareden kurtulamamış nefse zulüm gibi gelir. Değil; rahmettir. (Kulum bildiği ile amel ederse ona bilmediğini öğretirim) taahhütnamesini iyi oku, anla. Yoksa mânâdan nasib almamış zâhiri bilge kişi yolunu sarpa sardırır.
  Şerîat-ı Muhammedi’yi yeni kabul etmiş sâlik için öğrenene kadar müşkülat yok, ferahlık var. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in özet olarak izah ettiği zorlaştırmayın, kolaylaştırın, daraltmayın, genişletin, ikrah ettirmeyin, sevdirin” şeklinde tebliğ ettiği Şerîat-ı Muhammediyye’yi hurafe ve bid’atlara sapmadan, Allah kelâmı olan Hazret-i Kur’ân-ı da Hazret-i Resûllullah’ın hayatı ile tefsir ettiği biçimde yaşamak için cüz’î irâdene bahşedilen yetkiyi olduğu gibi kabul edebiliyorsan kurtuluşunun müjdesini alacağından hiç şüphen olmasın.
 

Bizi Zikretmekden Gafil Kıldığımız, Kötü Arzularına Uymuş, İşi Gücü Aşırılık Olan Kimseye Boyun Eğme

  “Sabah akşam Rablerine onun rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi zikretmekten gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf Sûresi, 28).
  Böylece seni bol bol tesbih edelim. (Taha Sûresi, 33)
  Dervişin aldığı terbiyenin gereği olan inancının yaşantısında, emr-i ilâhî maddesi ve mânâsı ile dervişin şahsında ve hâlinde müşâhede edilmesi mümkündür. Allâh’ın nur-ı ile bakmayı bil. Mü’minin ferasetinden sakının, onlar Allâh’ın nur-ı ile bakar. Bu hitabı iyi anla. En son Şerîat-ı Muhammedi’yi bizlere tebliğ eden Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz mânâ itibari ile en büyük derviştir. Efendimiz’in şahsiyetinde zuhur etmeyen güzellikleri başka şahıslarda aramak cehalettir. Her güzellik ise rahmettir, Allâh’ın lütfudur, dindir “Her güzellik dindir, çirkinlik lâ-dindir, din değildir.” “Bugün de Mecnun Leyla’ya âşık ise, din Leyla’nın dînidir” diyen Şeyh Sadî Şîrâzî, (Kaddesallâhu Sırrahu) gerçekleri ne güzel belirtmiş.
  Bu türlü hikmet her zaman geçerli olup tek yönlü tedrisat görenler bu rahmetin zevkini anlayamazlar. Bu türlü zevk ve yaşantıya sahip olmak için evradına, ezkarına samîmiyetle sahip ol. Bu rahmetten nasip alamamışsan Allâh’a yönel ve iste. Samimi olursan ret edilmez. Beşeri ölçüler bu türlü rahmet-i ilâhîyi ölçmeye müsait yaratılmadı. İstisnai ilimdir, hikmettir. Ayne’l-yakîn, hakkal-yakîndir. O türlü rahmet-i ilâhîyi ilme’l yakînin ölçemeyeceğini iyi bilesin. İnat etme, yakın gel.
  Hazret-i Allâh’ın tefsire muhtaç olmayan hitabını her an okuyalım ve düşünelim. Hatırdan çıkarmayalım “kalbini bizi zikretmekten gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” Her şeyin ifratı haramdır. Bu âyet-i celîlede açıkça beyan ediliyor. Çünkü aşırılığa bencillik hâkimdir. Bencillik ise rahmet-i ilâhîyi idrak edemeyip, nefsinde bir şeyler görmektir. Bu hâl ise hakîkatte haramdır. Varlık olarak yasaklanmıştır. Varlık Allâh’a mahsustur: İki var bir arada olmaz; tevhîdin anlamına ters düşer. Allah “Ahad”dir; sayı hesabı ile değil, eşi, benzeri, şeriki, naziri olmayan bu isim Allâh’ın zatına mahsustur. “Kötü arzularının mahkûmu ve esiri olmuş kimseleri zikr-i ilâhîden gafil kıldık” buyuruyor, Hazret-i Allah. Bir Hadis-i Kudsîde Hâlik-ı Zülcelâl ehl-i zikir için: “Onlar kemâlatlı kullarımdır ki, onların yanına şaki gelmez. Kim onların toplumunda bulundu, ise ey melâikelerim şahit olun onu da affettim. “Peygamberimiz Efendimiz bildiriyor: Sahih-i Buhari (Tecrid-i Sarih Tercümesi), 12. ciltte...
 

İlim Allâh’ın Yed-i Kudretindedir

  Ehl-i zikre cephe almış, “dini İslâm’ı anlatıyorum, öğretiyorum” iddiasında bulunan “Kur’ân’ı yaşıyorum” diye kendini kandıran, hikmet ve marifetullah garibi olma. “Ben biliyorum” hastalığının ismi enâniyettir. Merhemi tövbe istiğfardır. Şunu iyi bilesin ki, ilim Allâh’ın yed-i kudretindedir. Senin yedinde değil. Tövbe kapısı kapanmadan tövbe et. Rahmet-i ilâhî sonsuzdur, ihmal etme.
  “Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün, Beni zikretmeyi ihmal etmeyin.” (Taha Sûresi, 42)
  Hazret-i Allah bu âyet-i celîlede Musa (aleyhisselâm)’a hitaben, “Kardeşin Harun (aleyhisselâm)’la âyetlerimi götürün, Beni zikretmeyi ihmal etmeyin” buyuruyor. Dikkat! Allah, elçilerine dahi zikrullahtan gafil olmamalarını emrediyor.
  “Kim de Beni zikretmekten yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha Sûresi, 124)
  Sıkıntılı, çekilmez, tahammülü güç, bir hayatın mı var? Kuvvet ve kudreti ilâhîye inanıyorsan bu sıkıntın senin için bir uyarıdır, rahmettir. Ama bu uyarının devamına tahammül güçtür. Feraha çıkmak istiyorsan noksanlıkları nefsinde ara. Allâh’ı zulümden tenzih ederiz.
Her ne kılmışsa adâlettir Cenab-ı Kibriya;
Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.
 

Söz Allâh’a Verilir. Biat Allah Elçisine Olur. Mürşide Biat Verâset Yolu İle Peygamberinedir

  Bu kapı kıyamete kadar açık kalacaktır. Aksini düşünmek rahmet-i ilâhîye ters düşer. “Rahmet-i ilâhî dün vardı bu gün yoktur demek” gaflettir. (Hazret-i Allah dağına göre kış verir). Bu abd-i âcize mânevî vazifemden ötürü inan ve itimat et. Beraber araştıralım. Ezel-i ervâhda “beli” diyenlerdendin. Dünyada o türlü îmanının zuhurunu nefsinde görmeye çalış. Emr-i ilâhîye uymaktan seni alıkoyan nedir, araştırıyor musun? Emr-i ilâhî olan beşeri vazifeni yerine getirmek için çaba sarf ediyor musun? Hemcinsine karşı faideli olabiliyor musun? Allâh’ın yarattığı her şeye karşı sevgi ve merhameti nefsinde hissedebiliyor musun? Bunları hissetmek ve yaşayabilmek rahmettir. Îmanlı kulun şahsında zuhuru görülen lütf u ilâhîdir, rahmettir, İslâmiyet’tir.
  Yukarıda âyet’i kerimede beyan edildiği gibi Allâh’ı zikretmekten yüz mü çevirdin? Rabbını sabah akşam bildirildiği şekilde tertîb-i ilâhînin bahşettiği rahmet-i ilâhî olan virdini terk mi ettin? Allâh’a söz vermiştin. Verâset taşıyan şeyhinin şahsında Peygamber Efendimiz’in mânâsına biat etmiştin. Dünya durduğu müddetçe bu türlü rahmet-i ilâhî her an mevcut olup kıyamete kadar devam edecektir, inşallah.
  “Kullarım rahmetimden mahrum olmasınlar” diye türlü sebeplerle rahmetini ihsan eden Hazret-i Allah “kulum bu rahmetimi görmüyorsa mahşerde de kör olacaktır” buyurdu.
  Derviş mürşidinin mânevî vazifesinde Peygamberine biat eder. Söz Allâh’a verilir, biat Peygamber efendilerimize yapılır. Yaşadığı zamana yetişemedin ise her zaman bu türlü rahmet-i ilâhî mevcuddur. Noksan değildir. Verâset taşıyan, izin ve icazet sahibi mürşide biat edilir. Mürşitten gayrısı kendi ismine biat alamaz. Mânevî yardımcıları da mürşidine vekâleten biat alır. Çavuşluk vazifesi olanlarda ders verme yetkisi yoktur. Ancak mürşidine bildirmek kastı ile tarife verir. Vekâleten biat caiz olup, şer’an vekâletin vekâlete vekâleti de caizdir. Günlük virdini tarif ederler. Mürşidine bildirene kadar tarifeli derviştir. Bildirildiği zaman biatı tamamlanmış olur. Vazifeli halife, nükaba, naib efendiler de ders verirler. Ancak mürşidinin ismine biat alır. Kendi isimlerine biat alamazlar.
  Bu saydıklarım mânevîyatın tertibi olup hikmettir, ferahlıktır. Bu ifade ettiklerim ehline malûmdur. Kimsenin hudutsuz yetkisi yoktur. Güç Allâh’ındır. Şerîatına tâbi olduğun Allâh’ın elçisini, hele şeyhini ilâhlaştırma. Kuvveti, kudret-i ilâhî karşısında âcizdirler, kuldurlar. Peygamber efendilerimize, Allâh’ın elçilerine derece ve üstünlük vermeye kalkışma. Hazret-i Allah bu türlü bilgisizlikten kullarını kesinlikle men ediyor. Semâvî dine tâbi olan çok kişiler peygamberlerini ilâhlaştırmakla küfre düştüler, İslâmın dışına çıktılar. Aksini düşünmekten Rabbıma sığınırım.
  Vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîyi bul, biat et. Onun şahsın da Peygamberine beyat etmiş olursun. Şüphen olmasın, aksini düşünme. Gayretullaha dokunursun. Tertîb-i ilâhîyi bilgisizce inkâr edenlerden olmayasın. Zararın yalnız nefsine değil. Menfi icraatınla Allâh’ın kullarınınmânâlarını bilgisizce öldürürsün. İnsaf et, Mahşerde Allah seni affetse de, mânâsını öldürdüğün kişilerin ellerinden yakanı kurtaramazsın. Evet, dünyada zâhir ilminden hayli istifade ediyoruz amma yeterli değil. Tek kanatla kuş dahi uçamaz. Sen nasıl uçacaksın. Uçamıyorsun. İnadı bırak. Bu abd-i âcizin uyarılarına kulak ver. Benlikten kurtul ki, yokluk seni ihata etsin. Bu yokluk kulluk makamının zirvesidir. Yokluk beşere, varlık Allâh’a mahsustur. Beşer kendine varlık sıfatını mal etmeye cüret ederse, iki cihanda da rezil olur, sahtekârdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da mevcut biat hakkındaki âyet’i kerimelerden bir tânesini olsun yazmadan geçemeyeceğim.
 

Habibim Sana Biat Edenler Ancak Allâh’a Biat Etmektedirler

  Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allâh’a biat etmektedirler. Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. (Fetih Sûresi, 10)
  Bu âyet’i kerimenin zuhuruna umre ziyaretinden Peygamber Efendimiz ve ashâbının mahrum edilmesi ve Osman-ı Zinnureyn (r.a.) Efendimiz’in elçiliğinin uzamasının verdiği üzüntüden dolayı alınan biat ise de, her mevzuda sık sık görülen biatlar her zaman her halükârda geçerli olup emr-i ilâhîdir. Her hangi bir zamana mahsus değildir. Dünya durdukça var olacaktır. Rahmet-i ilâhîdir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın kıyamete kadar bâki olduğu gibi.
 

Zikrullah Velîliğin Diplomasıdır. Ancak Razı Olduğu Kuluna ihsan Eder

  “(Resûlüm) sen onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, sen Allâh’tan razı olasın, Allah da senden razı olsun.” (Taha Sûresi, 130).
  Tesbih zikrullahın çoğulu olup, tesbihat da tesbihin çoğuludur. Dervişin virdinin esasıdır.“Virdi olmayanın varidi olmaz”denildi. Vird dervişin her gün yaptığı tesbihatıdır, ezkarıdır. Evradı da vardır. Sâlikin günlük vazifesidir, adetlidir. Mânevîyatın tertibidir. Sıhhatli mürşide “huddem”i verilmiştir, yani ağırlığı alınmıştır. Eğer sıhhatli virdin yok ise bu türlü rahmet-i ilâhîyi çeşitli desiselerle kabul edemiyorsan, bu asiliğinle Allâh’tan rahmet yönünde bir şeyler isteyebiliyor musun? İstesen de yapmacık olur. Çünkü emr-i ilâhîyi emredildiği gibi değil nefsinin hazzına göre uydurmuşsun. Yokluğu nefsinde müşâhede ederek var olan Rabbına hangi ismi, hangi sıfatı ile tazarru ve niyaz edeceksin? Ferahlıkta kazanmadın ki darlıkta bulacaksın. Virdin yok. Hâlikı’na ihtiyaç duymamışsın. Fizik dışı gördüğün metafiziği, tecelliyatı elbet kabul edemezsin. Yüzün kızarmıyor mu? İhtiyaçlarını arz etmek için başka isteyeceğimiz merci var mı? Diyorsun. Doğru, elbet yok. Verilen mânevî vazife başkalarını hâkir görmek, kişiyi Allâh’tan kaçırmak, rahmetten ümidini kesmek değil, hâşâ. Ehl-i hakîkatı rahmet dışı gösterdiğin için sen kardeşimi uyarabilirsem vazifemi yapmanın hazzını duyarım, inşallah.
  Nahl Sûresi 43. âyette beyan edildiği gibi Enbiyâ Sûresi 7. âyet-i celîlede de:
  Biz senden önce de kendilerine vahiy verdiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz. (Enbiyâ Sûresi, 7)
  Hazret-i Allâh’ın “sorunuz” dediği erbab-ı zikirden eylesin. Âmin ve selâmün ale’l-mürselin velhamdülillâhi Rabbil-âlemin.
  Onlar bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allâh’ı tesbih ederler. (Enbiyâ Sûresi, 20)
  De ki: Allâh’a karşı sizi gece gündüz kim koruyacak? Öyle iken onlar Allâh’ın zikrinden yüz çevirirler. (Enbiyâ Sûresi, 42)
  Cenab-ı Hakk’ın bu kadar açık bildirisi karşısında ruhi bunalım ve sıklet duymadan zikir âyetlerini hâlâ tahrife cüret edebiliyorsan, bu yönlü korkusuzca davranışlarını ödülsüz (!) bırakmak haksızlık olur. Allâh’ın kullarını çeşitli desiselerle Allâh’ın zikrinden uzaklaştırmak için bütün var gücü ile rahmet-i ilâhîyi tahrif eden kişiye Allâh’ın verdiği sıfat ve isimle ödül madalyonunu okuyayım: “Zalim”. Ey benim tefekkürsüz kardeşim, lütfen bu sıfattan kurtul. Kurtulmak için Allâh’ın tertîb ve tanzimine riayet etmeye mecbursun.
 

Mürit Ve Murat

  “Küllî şey’in sebeba” buyuruldu. Her şeyin sebeplerle elde edileceğini bildiriyor, Hâlik-ı Zülcelâl. Gafil olma. Âyet’i kerimenin sonunu tekrar ediyorum: Rabbının sabah akşam zikrinden vaz geçenleri, zikrullahtan sarf-ı nazar edenleri Rahmân’dan kim koruyacak? Virdini bırakıp Allâh’ın isim ve sıfatlarını zikretmeyi nefsinde, her toplumda Allâh’ı yâd etmeyi terk edenler, yalnız bu yönlü rahmet-i ilâhîden mahrum olmakla kalmazlar. Ayrıca, Rahmân’ın azabından onları kim kurtaracak? Çok acı amma gerçek bir uyarı: Allâh’a söz verip de sözünde durmayan, vaad edip de vaadini umursamayan, Allâh’a yeteri kadar inanamayan, her vardığı menzilde sofra bekleyen, öz olarak dünyevi bir menfaat görmediği şeylerden haz duymayan, başkalarının teşviki ile ehline biat etse de, o kişinin inancında menfaat-i dünyanın daha fazla ağırlıklı olduğunu, tutumunda, muâmelatında, ibadet ve taatında, hulasa her icraatında îman zaafını görmek mümkündür.
  Verdiği sözü ve ahdi ömrünün nihâyetine kadar haz duyarak samîmiyetle götürebilenler ise, verdiği sözde sebat ettiklerinden dolayı inançları taklidi de olsa rahmet-i ilâhîden mahrum olmayacaklardır. Tasavvufta bu gibi kimselere “mürit” denir. İstisnai yaratılmış, ezel-i ervâhta tereddütsüz “beli” diyen ruhlar “murad”dır. Bu bahtiyarlar dünyada da istisnai yaratılmışlardır. Hazret-i Allah bu türlü kullarının dünyasını adâleti icabı kâfir olarak sona erdirmez. Derecelerini yüce kılar. Çünkü dünya kazanç yeridir. Zarar yeri değil. “Ezel-i ervâhda imtihanı veremeyen ruhlara rahmetimden istifade etsinler diye.” Rabbımın sonsuz rahmetinin tecelli yeridir dünya. “Mürit niyazdadır, murat nazdadır.”
  Eseri Gavsiye’de Abdulkâdir Geylâni Hazretleri’ne vesile ile buyurdu Hazret-i Allah: Bazı kullarımı cennet için, bazı kullarımı da cehennem için yarattım. Bazı kullarımı da zatım için yarattım. Ya Abdulkâdir, sen o kullarımdansın. (Kitab-ı Gavsiye’den alınmadır) Rabbımı zulümden tenzih ederim. Beşerin ölçemeyeceği ezel-i ervâhla ilgili rahmet-i ilâhî ve tertîb-i ilâhîyi öğretiyor, Hazret-i Allah (c.c.): âczini bil, zevkini al. Akılla mantıkla ölçemezsin. Asıl olan madde değilmânâdır.
  Cebriye ve Kaderiye mezhebinin gerçeklerle bağdaşmayan, tertîb-i ilâhîye ters düşen inançlarına iltifat etme. Cüz’î irâdeni unutma. Hakîkatleri yeteri kadar ölçemeyeceğini bil ve anla. Yolunu seç. Hurafe ve bid’atlardan nefsini korumayı bil. Sahte şeyhlerden, sahte dindarlardan, Allâh’a yeteri kadar inanmayan dinsiz, mezhep ve meşrep kabul edemeyen, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı nefsinin hazzına göre değerlendiren, “Allâh’ın kulu yalnız biziz” deyip, rahmet-i ilâhîyi dar çerçevede gören ve göstermeye çalışan, bilge geçinen, hakîkatları tahrif ederken zevk alan, dünyanı ve âhiretini karartmak için programlanmış, insan suretinde âlim geçinen zalimden de kaç. Her mevcudun güzel bir tarafı vardır. Onu bul. Onu bil. Onunla bir ol,denildi.
  Her türlü mizaca sahip âdemlere benzer yönlerimiz mutlaka var, anlaşabiliyoruz. Fakat hakîkatta ters düştüğümüz yönlerimiz taraflarımız var. Onu da hoş görmek insanın kemâlatının ölçüsüdür. Topluma ve inançlarına ters düşen fikrini “yetkim var” diye, “benim gibi düşünmüyor” diye gayrıya tahakküm etmek ne İslâm’a, ne de insana yaraşır. Bu tür kişinin insan haklarından bahsetmesi düzenbazlık değil de, nedir? Gördüğüm kadarı ile bu noksanlıklar kültür ve görgü noksanlığından doğuyor.
 

Habibim Sen Onları Yüzlerinden Tanırsın Konuşmalarından Daha İyi Tanıyacaksın

  “Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın, konuşmalarından daha iyi tanırsın” diye Hazret-i Allâh’ın buyurduğunu zamanımızda daha açık seçik tanımak mümkün. Bu türlü şahsiyetlerin, îmansız ve inançsızlığını açıklamakla “aydın ve ilericiyim” hazzı ile hayatını düzene koymuş, hakîkat bilgisi olmayan, îman fukaralarının da şerlerinden Rabbıma sığınırız.
  Bazı gerçekleri bilmeden dindar yaşadığını zanneden hakîkat fukaraları, îman fukaralarının yaptıkları icraatların, hareketlerin, sözlerin ister hayır, isterse şer aksini yapmakla ibadet ve taat yapmış gibi zevk aldığını zannedenler bu tutumları ile kânun-u ilâhînin hikmet yönlerini göremezler. Aldığı tedrisatın hikmeti ilâhîyi yeteri kadar yansıtmadığını ehl-i her an müşâhede eder. Gerçeği yaşamaya çalışır ve yaşar. Bu gerçek yaşantıyı umuma yansıtamamasının sıkletini taşır. Bundan evvel abd-i âciz, yazmaya çalışıp, izah ettiğim hikmetler kaç âlimin tedrisatına uygun düştü? Birlikte tefekür edelim!...
  “Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulursa alsın” hitabını iyi düşün. Arif olmak içinirfanîyet tedrisatına muhtaçsın. Bu ilimse Allâh’ın yed-i kudretindedir ve tertîb-i tanzimi ilâhîdir. İrfanîyet tedrisatı görmeyen arif olamaz. Arif olmayan kişi de maddenin felsefesini yapıp izah etmekte mâhirdir fakatmânânın garibidir.
  “İlim Çin’de ise de siz onu alınız” hitabı da onu etkilemez. Medeniyet, teknoloji, demokrasi, cumhuriyet ve her türlü kıyafet ve siyaset kendi inancının hilâfına olduğundan bu fikre karşı çıkmayı dindarlık zanneder. Bilmez ki, Allâh’ın haram kıldığı dışında her güzellik dindir İslâmiyet’tir; çirkinlik din değildir. Güzellik ve çirkinlik ölçüsü Allâh’ın kânunlarına göredir.Nefis günâh-ı kebâiri dahi güzel görebilir. Nefsanî ölçü her kişiye göre olmayıp, kânun-u ilâhîye göre nefsini terbiye etmiş seçkin kullara mahsustur. Bu türlü terbiye yetkisi Peygamber efendilerimize mekârim-i ahlâk olarak verilmiş, dolayısı ile vârislerinde de kıyamete kadar devamı rahmet-i ilâhî icabıdır. Allah tarafından Peygamber Efendimiz’in şahsiyetinde zuhuru ve tebliği ile vazifesi Allah tarafından verilen Allâh’ın kulları yeryüzünde her zaman vardır. Bul! Bulamadınsa merciinden sor ve tâbi ol ki, kânun-u ilâhîye uygun olasın. Sakın zâhiri bilge kişilerden sorma. Onlar o türlü rahmet-i ilâhîyi idrak eden ilmin garibidirler. Kuyumcunun yapacağı müzeyyen ziyneti güzelleştirmek için demirciye götürme. Ehline verebilemiyorsan samîmiyetle Hazret-i Allâh’a sor:
Çok tel kırılır kânun-u sineyi cihanda
Na-ehline mızrabı tasarruf verilince.
  Na-ehle iltizam etme. Verilen sermayeyi boşa sarf etme. Bir daha vermezler. Müflis olursun. Rahmet-i ilâhî her zaman mevcut olmasa idi, bazı kullarına rahmet, bazılarına da zulüm etmiş olurdu. Rabbımı bu türlü zulümden tenzih ederim.
  Biz her ümmete (kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allâh’ın adını zikretsinler diye kurban kesmeyi gerekli kıldık. İşte ilâhınız bir tek ilâhdır. O hâlde ona teslim olun. (Habibim) sen muti ve mütevazı olanları müjdele. (Hac Sûresi, 34)
  “Tavuk ve horozda kurban olur” diyen bilgelerin şerrinden Rabbıma sığınırız. Âdem Safiyullah’tan Şerîat-ı Muhammediye’ye kadar kurban kesile gelmiş. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Rabbımın verdiği nimetlere şükrane olarak Peygamber Efendimiz’e farz kılınmış, “kevser” rahmetinden bir nebze de olsa ihsan edilen, hâli müsait, nisaba malik olan kullara vacip kılınmış; hac farizası kısmet olanlara da hac nevine göre temettu ve hacc-ı kıranda kurban vacip kılınmış. Hacc-ı ifrat ise yerli halka mahsus hac usulü kurban üzerine vacip ise elbet vecibeyi yerine getiriyor. İfrat hac için kurban vacip değil. Kurban olacak hayvanlar nevisine, cinsine, yaşına ve dişine bakılmasını, zamanımıza kadar Hazret-i Kur’ân’da, Peygamberimiz Efendimiz’in mübârek yaşantılarında bariz görüle gelen vecibeyi güya merhamet tellallığı yaparak Ümmet-i Muhammed’i kurban ibadetinden ve taatından, dolayısı ile fakirle zengin arasındaki sosyal kaynaşmadan da mahrum edercesine, bir kaç sene arasında bu rahmet-i ilâhîyeye karşı tavır alan bilge kişilerin türediğini milletçe gördük Hazret-i Allah böyle ve buna benzer bilge kişilerin şerlerinden îmanlı kullarını korusun, âmin!...
 

Onlar Allâh’ı Zikrettikleri Zaman Kalpleri Titrer, Başlarına Gelene Sabrederler

  Sadık ehl-i zikrin Allâh’ı zikrettiği zaman kalblerinin titrediğini, başlarına gelen, nefsin hoşlanmadığı hâdiseleri sabırla karşılayıp rızık olarak verilen nimetlerden muhtaçlara infak etme zevkinin hazzını alan, rahmet-i ilâhî ile bezenmiş bahtiyar kulları Hazret-i Allah(c.c) Onlar öyle kimseler ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler. Namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (Hac Sûresi, 35)
  Dikkat edilirse hikmeti ilâhînin özü zikrullah Allahher halükârda beyan ediyor.
 

Namaz, Oruç, Hac Ve Zekât Emr-i İlâhîdir. Kulların Kazanç Ve Kemâlatına Sebepdir. İslâm’ın Şartı Olamaz

  Eğer namaz, oruç, hac ve zekât İslâm’ın şartı olsa idi, dünyaya gelenler İslâm fıtratı üzere gelmeyip emr-i ilâhî terettüp edene kadar gayri müslim olurlar idi. Eğer gerçek bilinse idi, ümmet-i Muhammed’de ihtilaf olmazdı. Çünkü tembelliğinden dolayı emr-i ilâhîyi ihmal eden, inkâr etmeyen kulu bu gafletinden ötürü İslâm’dan soyutlayamazsın. İslâm’ın illâ şartı diyeceksek bir olan Allâh’ın iradesine bağlanmak İslâmiyet’tir.
  Emr-i ilâhî olan beş vakit namazı Peygamber Efendimiz’in tarifi veçhiyle icra ettiğimiz zaman her rüknündeAllâh’ı zikretmekten başka bir hâl görmek mümkün değildir. Emr-i ilâhî namazın farzı olan kıyam, kıraat, rükû, sücut, kaide-yi âhire, hulasa küll olarak namaz zikri hâl ve lisân zikrinden müteşekkil olup, küllî rahmet-i ilâhîdir. Namaz zikrullahdır. Hac farizası dahi esmalarla bezenmiş hâl ve emr-i ilâhîye harfiyen uyması itibari ile nefse ağır gelen, buna rağmen îmanın eseri olan sadakati gerektiren ibadet ve zikrullahtır. Zekât vermek de, almak da emr-i ilâhî olup, verenin îmanının eseri olarak emr-i ilâhîye uygun, Allah için, nefse ağır geldiği hâlde zevkle verebilen ve “Rabbımın tertibidir” diye yaratanına sitem etmeden alan fakirin de bu hâl ve hareketleri sadakattir. Tertîb-i tanzimi ilâhîye riayettir. Özü zikrullahdır. Îmandır. İslâmdır.
 

Tevhit

  Kelime-i tevhîdin mânâ ve anlamını mânâmızda ve maddemizde acabasız yaşadığımız zaman bariz görülür ki, yaratılışın sırrı, semâvî dinlerin özü, dört kitabın ve suhufların ihtivâ ettiği mânânın aslı tevhittir. Tevhîdin dört mertebesi vardır: “Kelime-i tevhit, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i ef’al, tevhîd-i zat.” Bir kimse lisânen kelime-i tevhîdi telaffuz ediyorsa, beşere verilen ölçüye göre o kişi müslümandır. Bu ölçü benî âdem için yeterli olup, Peygamber Efendimiz’in de beyanları bu vecihledir.
  “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyorsa bir kul, o anda biz âcizlerin başka yönlü ileri geri fikir beyan etmemiz muhâldir, tehlikelidir. Gerçekleri ölçmek ancak Allâh’a mahsustur. Haddini bil. Haddi aşmayasın. Tevhîdin anlamına ters düşen hâllerini görebiliyorsan kabiliyetin ve ilmin nispetinde uyarmaya çalış, o âdemi: Allâh’ın rahmetinden ümidini kestirmeden... Cennetlik ve cehennemlik ölçüsü Allâh’a mahsus olup beşer ölçüsü bu kadar ileri gitmemeli. Kulluk sıfatına leke düşürür. Hüküm ancak Allâh’a mahsustur. Beşer bu türlü ilim ve bilgiye muktedir yaratılmadı. Peygamber efendilerimizin de ölçüleri dışındadır. İnsan nereye kadar muktedir? Bu rumuzu iyi bilmek lâzım.
  Bu türlü bilgi ve ilme bugün daha çok muhtacız. Yoksa hurafe ve bid’atlara yönelmek kaçınılmaz olur. Nefis dîni akılcı prensiplerine uyduruverir. Hani kadının ineği kayıp oldu. Şöyle niyaz edermiş: “Allah hocanın nazarından saklasın” dermiş. “Teyze niçin böyle söylüyorsun” diye çıkışınca cevaben: “Yavrum kitabına uydurur da yeyiverir” demiş. Gerçek hoca efendilerimizi tenzih ederim. Ne kadar acıdır ki bizler “hoca” kime denecek onu da bilemiyoruz. Camilerde hizmet yapan tüm kişilere bu sıfatı hemen yakıştırıyoruz. Her gördüğümüz sakallıya “dede” dediğimiz gibi. Bu türlü anormal hâdiselerin mayası bilgisizlik ve cehalettir.
 

Bütün Semâvî Dinler İslâmiyet’tir

  Bütün semâvî dinler İslâmiyet’tir. “Peygamber efendilerimizin getirdiği şerîatlarına tâbi olanlar da müslümandır.” “Allâh’tan başka ilâh yoktur, Allah vardır” diyen her kim ise Kur’ân-ı Azîmüşşân’da belirtildiği gibi, hangi şerîata tâbi olursa olsun müslümandır. Hazret-i Kur’ân’ı hislerinin esiri ve geçmiş hâdiselerin mahkûmu olarak değil kastı ilâhîyi, rahmet-i ilâhîyi bir nebze yaşayarak, bu yönlü zevkini alarak mütâlaa edersen dünyaya ve yaratılan her şeye bakış ve görüşün değişecek, kimseye eza ve zulmü reva görmediğin gibi, Allâh’ın rahmetini başka türlü düşünemeyecek ve kimseye su-i zan edemeyeceksin. Yaratılışın sırrının rahmet, gene rahmet olduğunu iyi anlayacaksın. Fakat sebebine tevessül edeceksin. Bu rahmetin meyvesi zikrullahtan gafil olmamak, ehl-i aşkın aşkı ile istihza etmemek, şerîat üzere yaşanan tarikat ve tasavvufa karşı hasmane tavır takınmamak. Bütün semâvî dinlerde mevcut iken en mütekâmil “Şerîat-ı Muhammediyye de tasavvuf ve tarikat yoktur” diye inanan insanları rencide etmemek.
 

İnsan Hakları Ve Lâiklik

  İnsan hakları ve lâiklik İslâm’ın özünde vardır. Mânâya bakıldığı zaman gerçek budur. Bütün aklıselim insanların üzerinde hassasiyetle durdukları insan haklarının anlamı, düşünce hürriyeti ve inanç hürriyetidir. Bu ikisinin ihlalinden devletler, toplumlar perişan olmuş, nice ocaklar sönmüş,mânâlar sönmüş, kişiler huzursuz bırakılmış. Bu türlü hâllere insan hakları ve özgürlük demek uygun ise o uygunu dünyaya gösterelim. Hazret-i Allah ne buyurdu? İyi anla: Leküm dinüküm, veliyedîn” (senin dînin senin, benim dînim benim).
  İşte insan hakları, işte Allâh’a inanan kişilerin lâiklik anlayışı. Muhtaç olduğumuz hayat nizamı Peygamber Efendimiz’in ve efendilerimizin dünya hayatlarının zamana ve emr-i ilâhîye göre ümmetlerine örnek olarak tebliğ ettikleri emr-i ilâhîlere yalnız nefs gözü ile bakan kişinin görüşü yeterli olamaz. “Olur” diye ısrar ederse ki, öyle oluyor: O zaman maddeci ve materyalist olur, maddenin felsefesini iyi yapar. mânâ gözüne ihtiyaç duymaz. Terazisi akıl, dirhemi maddenin felsefesidir. Esasta Allâh’ın emrinin hilâfına ahkâm kesmek kimsenin haddi değildir.
 

Ey İnsan, Bu Âlemi Ben Yarattım, Sen Düzene Sokacaksın

  “Ey insan! Bu âlemi ben yarattım, sen tanzim edeceksin” hitabına kulak ver. İyi anla. Tertîb-i ilâhî olan beşeri vazifelerini ihmal etme. Sorumlusun. Hazret-i Allah bu kadar yetki ve güç vermiş sana. Kullanmayı bilemez isen hesabı sorulacağını unutma. Benî âdemden başka mahlûkata bu türlü yetki verilmemiştir. “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının anlamını iyi düşün ve senin yapman gereken icraatını da Allah yapsın diye kânun-u ilâhînin dışına çıkıp ukâlâlık yapmayasın. Elbette Allah kerimdir: Amma kerimin kuyusu derindir.
 

Allâh’ın İsmi Bol Bol Zikredilen Manastırlar, Kiliseler, Havralar Ve Mescidler Bizim Rahmetimiz Olmasa İdi Yıkılır Giderdi

  Onlar başka değil sırf “Rabbımız Allâh’tır” dedikleri için, haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def edip önlemese idi mutlak surette içlerinde Allâh’ın ismi bol bol zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.(Hac Sûresi, 40)
  Ne acıdır ki, Allâh’ın sonsuz rahmetini idrak edip, mânevî gıdasını, zevkini, îmanın tecellisini zikrullahta bulan, mutmain olarak dünya ve âhiretin zevkini rahmet-i ilâhîye yakınlığı ile idrak eden, havf u reca üzre hayatını idame ettiren bahtiyar kullar tarih boyu horlanmış, küçümsenmiş. Rahatsız edildikleri yetmiyormuş gibi zaman zaman yurtlarından da çıkarıldıklarını Hazret-i Allah bildiriyor. Ehl-i tevhîde karşı kötülük yapanların kötülüklerini bir kısım insanlarla defedip önlemese idi, Hazret-i Allâh’ın bol bol zikredildiğimanastırlar, kiliseler, havralar, mescitler yıkılır giderdi: “Bazı kullarımı bu türlü rahmetimin idamesi için yarattım. Onlar Allâh’ın yardımcıları ve dinlerinin de hizmetkârıdırlar. Allah da onlara yardım eder. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.”
  Allâh’a inandığını söyleyen muhterem kardeşim, hakîkatte nefsanî ve emr-i ilâhî karşısında akılcı ölçülerini lütfen bırak da, Hazret-i Allah ne buyuruyor? kulak ver. Allâh’ın varlığına yeteri kadar inanmadınsa bu hakîkatleri göz görmez, kulak duymaz. Kalp bu gerçeği düşünemez. Zira Hazret-i Allah “gazap mührü ile mühürledim” buyurdu. Rahmet-i ilâhî: O mührü gene biz açarız” buyurdu. Bu hastalığın devası zikrullahla, tövbe istiğfardır. Rahmet-i ilâhî bu kapıyı kıyamete kadar açık tutuyor. “Kur’ân-ı yaşıyorum” diye kendini aldatıyorsun. “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.” Laf ebeliğini bırak. Derviş Yunus’a kulak ver:
Gaflet ile “Hakk’ı buldum” diyenler,
Er yarın Hak divanında belli olur.
  Anlamını belirtmeye çalıştığımız Hac Sûresi 40. âyet-i celîleyi hâlâ anlamak istemiyorsan, bütün dîni mabetleri bencillikle horluyor, Allâh’ın zikrinin yapıldığı her yeri tahrif etmeye, ehl-i zikri zikrullahtan men etmeye yelteniyorsan “bu âyet senin için inzal olmuş” dersem doğru söylemiş olmuyor muyum?..
  Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: Allâh’ı zikreden diri, zikretmeyen ölüdür. Allâh’ın zikri olan ev diridir, zikir olmayan ev ölüdür. Sakın ha! Alışkanlık hâline gelen, zikrullaha aykırı düşen ilminle ahkâm kesmeye kalkışmayasın. Zikir namazdır, oruçtur, hacdır, zekâttır diye mânâyı saptırmaya kalkışma. Yemin ederim yaptığın tahribatın hesabını veremezsin. Namaz kılmayan, ramazan orucunu tutmayan, hac farz olup da farizayı ifa etmeyen, dinen zengin olup da zekâtını vermeyen hiç ehl-i zikir gördün mü? Tevhîdin dışına çıkanları örnek göstermeye kalkışma. Mecnunlar tevhîdin ölçüsü değildir.
  “Şerîatsız tarikat, tarikatsız marifet, marifetsiz hakîkat olmaz”  buyuruldu. Bu rahmet-i ilâhîler küll olarak şerîattır. Yolunu şaşıranların günâhlarında çarpık düşünen âlimlerin de mesûliyetinin olduğu görülmüyor mu? Aşırı ve kökten dincilerin bu hâlleri de senin eserindir. Göremiyor musun? Başka ne bekliyordun? Ekin ekersen, ekin biçersin; arpa ekersen, arpa biçersin. Maksadım kimseyi horlamak ve küçümsemek değil. Emr-i Peygamberi olarak bu abd-i âciz vazifemin icabıdır, lütfen kabul et.
 

Allâh’a Îman

  İnanmadığımız Allâh’a ibadet etmeyelim. Evvela inanalım. Sonra ibadet edelim. Îman etmeyen kişiyi “vazife yapıyorum” zannı ile ibadete teşvik etmeyelim. İbadetlerin herhangi bir kişiye farz olması için kendini tanıması lâzımdır. Aradaki bu zaman Allâh’ı bilmek için yeterli kılınmış. Âmentüye îman, îmanın şartıdır. Bu şartlardan bir tânesi noksan oldu mu, îman noksan oluyor. küll olarak inanmıyorsa îmansızdır. Teklifata tâbi olmayan kişiden biat alınmaz. Çünkü biat teklifat-ı ilâhînin emr-i ilâhînin dünyada tekrarından başka bir şey değildir. Ezel-i ervâhta verdiğimiz ikrarın tekrarıdır. Söz Allâh’a verilir. Biat Peygamber Efendimiz’e yapılır. Efendimiz ceseden yeryüzünde mevcut değilse Allâh’ın tertîb-i tanzimi ilâhî olan vârisü’n-Nebî nedim-i ilâhî’nin şahsında Peygamber Efendimiz’in ruhaniyyetine biat edilir. Anlamı odur. Tertîb-i tanzimi ilâhî budur. Tevhîdin de anlamı budur.
 

Vahşi Tarik

  Bu yetki verilmemiş, kuruntularının, nefsinin ürettiği hâllerle, Allâh’ın zatına mahsus varlığı nefsine mal ederek, şeytanı dahi şaşırtıp hayrette düşüren, “yol kesici, ölü soyucu” bu isimler mutasavvıfînın sahte şeyhlere yakıştırdığı isimlerden yalnız ikisi olup, evvelce belirttiğim gibi bazıları iyi insanlardır. Bu türlü hakîkat ölçüsünün olmamasından kaynaklanan hakîkat fukaraları. Ölçü beşeri ölçü değil. Allâh’ın tertîb ve tanzimidir. Sâlike hilâfet, silsile-yi meratip, izni icazet sahibi şeyh efendiye mânâsında Allah tarafından verilen emirle tebliğ edilir. Gayrısı yanlıştır, tehlikelidir. Nazarı ilâhîden mahrumdur.
  Bugünkü gerçek ehl-i tarikin çektiği işkence ve eza nâ-ehlin tutumundan, dîni tedrisat gören kişilerin de felsefeyi benimsemelerinden kaynaklanıyor. Nakil olan dîni İslâmı, akıla dönüştürmelerinin perişanlığını yaşıyoruz. Buna rağmen ümitliyiz. Şöyle ki: Dünden bugün beşer salaha gittiğini her sahada daha iyi görebiliyor.
  Dünya ve ebedi yaşantımızı dengeli götüremedik. Tek taraflı düşündük. Tek taraflı çaba gösterdik. Allâh’ın emrini Peygamber Efendimiz’in tebliğini umursamadık: Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.” “İki günü biri birine eşit olan ziyandadır.” “İlim Çin’de ise de siz onu alınız.” “Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulursa alsın.” Peygamber Efendimiz’in bu türlü uyarıları da bizi uyarmaya yetmedi. Tertîb-i tanzimi ilâhîyi anlayamadığımızdan öyle hâle geldik ki, ne dünya, ne de ebedi hayatın gerçeğini anlayamadığımızdan iki tarafı da götüremedik.
  “Ey insan bu âlemi ben yarattım sen düzene sokacaksın” hitab-ı ilâhîsini de ters anladık. Gâvur ve kâfir dediğimiz ehl-i kitâb İslâm’ın bu yönünü, bu hitab-ı ilâhîyi bizden iyi anladılar. Biz de yeni yeni muâsır milletler seviyesine çıkmak mecburiyetinde olduğumuzu anladık ve icraata başladık. Rabbımız muvaffak kılsın, âmin. Bilcümle geri kalmış ülkelere de Allah lütfetsin, şuur versin, âmin. Ve selâmun ale’l-mürseliyn velhamdülillâhi Rabbil-âlemin.
 

Allâh’ı Zikreden Kişiyi Hor Görene Zikrullahı Unuttururuz

  İşte siz onları alaya aldınız. Sonunda onlar (ile alay etmeniz) size Beni zikretmeyi unutturdu. Siz onlara gülüyordunuz. (Mü’minun Sûresi, 110).
  Bu âyet-i celîleyi bilmem izaha ve tekrar etmeye lüzum var mı?
  Bir takım evlerde, yani camilerde Allah onların rifatlendirilmesine ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi. Onlarda sabah akşam ona tesbih ederler. Öyle rical ki, ne alım, ne satım ve ne ticaret onları Allâh’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alı koymaz. (Nur Sûresi, 36,37)
  Bu âyet’i kerimeyi görüp de zikrullah üzerinde yerli ve yersiz ahkâm kesenler, “zikirden kasıt namazdır, oruçtur, zekâttır” diye mânâ yolunu kesmeye çalışanlar “dini İslâmı anlatıyorum emr-i ilâhîden bahsediyorum” derken başka bir kastı yoksa Hazret-i Kur’ân’daki bu ve buna benzer âyetler karşısında mesûliyet duyamıyorlar mı? Ehl-i zikre, ehl-i aşka karşı zulüm ettiklerini anlayamayacak kadar duygusuz mu bunlar? Yoksa gazab-ı ilâhî mührü ile mühürlenmişler mi? Allah tarafından lütfedilen mânevî bir vazifenin mesûliyetini Rabbımın lütfu ihsanı ile idrak edip, zevkle, seve seve taşıyan bu abd-i âcizi, bazı hakîkat fukarasının gerçekleri tahrifi beni kahrediyor. Yalnız bu abd-i âcizi mi? Hayır. Gerçek ehl-i zikri, ehl-i tevhîdi, ehl-i tariki, ehl-i hâli, hulasa ehl-i mutasavvıfîni rencide edip,mânâya yeteri kadar intibak edemeyen yarım dervişlerin çoklarını sırat-ı müstakîmden çıkardıklarını ne zaman anlayacaklar? Sen benim din kardeşimsin. Allâh’a ve Resûlüne inanıyorsun. Hazret-i Kur’ân Allah kelâmı iyi biliyorsun. Öyle ise rızâ-yı Bârîiçin tefsiri Kur’ân-ı beşeri hislerinle değil, nefsinin tesirinde kalmadan, her branşta ehil kişilerle yap. Yaşadığın zamana mahsus içtihata uygun âyetleri ictihâdînızı kullanarak ümmet-i Muhammed’i feraha çıkarın.
 

Mü’min, Müslim, Kâfir, Münafık, Gâvur (Ateist)

  Cem’î insanların Allâh’ın emirleri karşısında ittifak etmelerini sağlamak güç olmayacaktır. İnanan kesim yeter ki, mutmain olsun. O zaman bütün insanlar İslâm’ın ne olduğunu anlayacaklar. Bütün semâvî din sâlikleri şu hâlde “Allâh’tan başka ilâh yoktur” diyorum, ben de müslümanım” diyecektir. Peygamberimiz Efendimiz de böyle buyurmadılar mı: “Lâ ilâhe illallah, diyen müslümandır, kardeşimizdir. Kanı, katli haramdır. Gayrı hüküm Allâh’a mahsustur.” Beşerin ölçüsü kelime-i tevhîdin mânâsını ölçmeye yeterli değildir. Rahmet gözü ile bakabiliyorsan görürsün. “Mü’minin ferasetinden kaçının. Onlar Allâh’ın nur-ı ile bakar” buyuruldu. Hangi lisândan olur ise olsun aynı mânâyı ifade ediyor ise beşerin ölçüsüne göre müslimdir. Anlamını yaşıyorsa mü’mindir. Tevhîd dînini kabul etmiyorsa müşriktir. Emr-i ilâhîyi kabul etmediğinden kâfirdir. Allâh’ın varlığını kabul etmiyorsa gâvurdur. Bugünkü deyimle ateisttir. İnanıyormuş gibi görünüp de kasıtlı inanmayanlar münafıktırlar.
  Bizim Muhammedi olarak alışa geldiğimiz her hangi Peygamber efendilerimizin şerîatına tâbi olur ise olsun “Muhammed Resûllullah demedi ise kâfirdir, gâvurdur” deme hastalığından Rabbım ümmet-i Muhammed’i kurtarsın. Bütün semâvî dinleri de kurtarsın. Çünkü Muhammedilerdeki bu hastalığın virüsü, mikrobu bizlere de o taraftan geldi. “Benim Peygamberim senin peygamberinden daha üstündür” diye diye Kur’ân-ı Kerîm’de bu türlü zihniyetten sarih âyetlerle men edildiği, arzda tecelli ettiği ve îman etmiş kişilerin yaşantılarında da müşâhede edildiği hâlde bu hastalıktan hâlâ kurtulmayı düşünemiyoruz. Bilmemiz gerekirdi: Peygamber efendilerimizin cümlesi Allâh’ın elçileridir. Kendi kendilerinin Hâlikı değiller. Her hangi bir şeyi de basit de olsa yaratmaya muktedir değiller. Kullarının kemâlatına göre Hazret-i Allah elçilerini ilmî ile bezedi, biz âcizler için rahmet-i ilâhî olarak gönderdi. Hazret-i Hâlik-ı Zülcelâl kullarına kabiliyetlerine göre seçme yetkisi verdi. Aynı şerîatta kaldı ise onu da makbul kıldı. Bu hakka dair Kur’ân-ı Kerîm’de çok âyetler vardır, iyi oku!.
 

Allâh’a İnanan Ehl-i Kitâba “Kâfir Veya Gâvur” Diyemezsin

  Şüphe yok ki îman edenler, yahudiler, nasrani ve sabiilerden kim Allâh’a, âhiret gününe inanır, bununla beraber salih amelde bulunursa, elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara korku da yoktur. Onlar mahzun olacak değillerdir. (Bakara Sûresi, 62)
  Kur’ân-ı Azîmüşşân’da buna benzer ehl-i kitâbdan bahisle, inanan kullarını taltif eden çok çok âyetler mevcut iken, ehl-i kitâba karşı bu tutum ve düşmanlık niye? Bu gerçekte Rabbımın bahşettiği imkânlarla hemfikir olalım. Ehl-i kitâba samîmiyetle soralım: Muhammed ümmetine karşı bu düşmanlık niye? Bu yönlü emr-i ilâhî mi var? Zebur’da mı var, Tevrat’ta mı var, İncil’de mi var, suhuflarda mı var? Hayır!.. Bütün semâvî dinlere mahsus bütün kitapların özetini de kapsayan Kur’ân-ı Kerîm’de yok.
 

Terbiye Allâh’ın Tertîb ve Bildirisine Göredir, Ruhi Ve Nefsîdir, Edepdir, Kulun İradesine Verilmiştir.

  “Beni Rabbım terbiye etti, ne güzel terbiye etti” buyurdu, Hazret-i Resûlullah (s.a.v.). Benî âdem dıştan değil, içten terbiye olur. Dıştan alınan terbiye kalıcı değildir, dıştadır. İçeriye hulûlü suretadır!..
  Adab-ı muaşeret.. Denilir ki, “ayıp olur”dan başka kötü fikirlerin icraatını engelleyecek başka bir meziyeti yoktur. Bütün çirkinlikler pusudadır. Fırsat kollar. Fırsat buldu mu onu engelleyecek, “ayıp olur”dan öte gitmeyen yaşantısının melanetlerini engelleyecek gücü yoktur. İşte Rabbımın terbiyesi ile terbiye olmamış insanlara mürebbi olarak lütfedilen Allâh’ın elçileri tertîb-i tanzimi rahmet-i ilâhî dünya ve âhiret bizlere Cenab-ı Hakk’ın lütfu ilâhîsidir.
  Benî âdem terbiyeye muhtaçtır. Peygamber Efendimiz buyurdular: Bütün çocuklar İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir. Terbiyecisinin terbiyesi ne ise öyle olur.” “Bil-cümle Peygamber kardeşlerim mekârim-i ahlâk üzere geldiler. Mânevî ahlâk-ı tarif ve talim ettiler. Beni de Rabbım mekârim-i ahlâk-ı tamamlamak için gönderdi.” İşte mekârim-i ahlâk içten verildiği gibi âdemin dış ahlâk-ı ile de ilgili olup Allah ve Resûlüne inanmayanlar bu türlü rahmet-i ilâhîden mahrumdurlar. Yapmacık, sathi terbiyeye sahip olanlar, toplumlarda gelenek ve görenekten taklidi olarak her ne kadar menşei semâvî dinlerden kaynaklandı ise de taklididir. Anarşitler merhametsiz insafsızlar eline fırsat geçtimi, bugünkü ifade ile “hortumcular” hep bu zümreden çıkar. Bazıları inanmış gibi görülse de, îmanı suretadır; inanma! Hazret-i Allah buyurdu ki: Hâbibim, sen onları yüzlerinden tanırsın.” Başkalarının perişan etmeleri onların yüzlerinde renk değişikliği yapamaz. O kızarma damarı ya aslında yoktur veyahut ar damarı sonradan patlamıştır. Hazret-i Allah buyurdu: “Habibim, onlar gülerek günâh işlerler. Onlarda hidâyet yoktur!...”
  Eğer mekârim-i ahlâk istiyorsan Peygamber efendilerimizin sözlerini, yaşantılarının esaslarını, içtihata tâbi yönlerini zamana göre içtihat edilmiş hâliyle, zamanın icaplarına göre emr-i ilâhîyeye ters düşmeden günü yaşa. Dışdan gelen küfür dalgaları sathi libasını her an çıkarıp gerçek yüzünü gösterir. Mekârim-i ahlâk Hazret-i Kur’ân’ın özü, Hazret-i Resûlullah’ın sözü, yaşantısıdır. Şerîattır, tarikattır, marifettir, hakîkattır. Hulasa dindir, İslâmiyet’tir. Ancak bu türlü terbiye ve îman seninle kabre de gider. Mahşerde de rahmet-i ilâhî olarak tecelli eder. Cesette zeval vardır. Îmanın zevali yoktur. Ebedi, kalıcıdır. Hikmettir. Hikmetse mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulursa alsın. Müslimin değil, mü’minin kayıp malıdır. Îmanının şulesi, her yönde görülen yaratılışın sırrı, rahmet-i ilâhînin tecelli ve zuhuruna vesile olan insan-ı kâmil olan bu kişileri Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Allah bildiriyor.
 

Sizden Ücret İstemeyen Kimselere Tâbi Olun, Onların Sözlerine Kulak Verin. Onlar Hidâyete Ermiş Kimselerdir

  Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun. Onların sözlerine kulak verin çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. (Yâsîn Sûresi, 21)
  Bu âyet-i celîlede Hazret-i Allah tâbi olunacak, makbul ve mânevî vazifelendirdiği kullarını tanıtırken her beşerin rahatlıkla ölçebileceği o kişinin hasletinden beyanla “onlar sizden herhangi bir ücret istemedikleri gibi, verseniz de almazlar. İşte siz onlara tâbi olduğunuz gibi sözlerine de kulak verin. Onlar hidâyete ermiş vârisül-enbiyâdır. Makamı velâyetten vazifeli evliyâlardır. Tertîb-i tanzimi ilâhîdir. Sakın ilâhlaştırmayasın. O da Allâh’ın kuludur. Beşeri yönü senden farklı olmayıp kuvveti, kudret-i ilâhî karşısında âcizdir. Fakat dikkat et: Hazret-i Allah rahmetine vesile kılmıştır. O kişinin şahsında Hazret-i Resûllullah (s.a.v.) Efendimiz’e biat etmiş olursun. Bu türlü rahmet-i ilâhîyi, yalnız maddeilmîile iktifa edip, akıl ölçüsü ile yetinip, yeteri kadar nakli kabul edemeyenler tertîb-i ilâhî ölçülerinin dışındadır, anlayamazlar.
 

Allâh’ın, Ziyaret Edilip Hâl Ve Hatırlarının Sorulmasını İstediği Kimseleri Ziyaretten Vazgeçmeyin.

  Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allâh’ın ziyaret edilip hâl ve hatırlarının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vaz geçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.(Bakara Sûresi, 27)
  Büyüğümüzü ve küçüğümüzü tanıyamaz hâle geldik. Büyüklerimizi ziyaret edip hâl ve hatırlarını sormamız, ihtiyaçlarını gidererek, ferahlatıp, gönüllerini almamız emr-i ilâhî iken ihmal ettik. Hayatlarında ziyaret etmediğimiz, vefatlarından sonra damânâda nâ-ehlin mânâ zâfiyetinin mahsulü telkinleriyle Allâh’ın ziyareti emrettiği emre icabet edemedik. İlimleri maddeden öteye ermeyen bilgelerin telkinleri çok kişiye öyle etki yaptı ki, ecdadımızın, yol büyüklerimizin ziyaretinden hayatlarında mahrum edildik. Vefatlarından sonra da kabirlerini “taşı ve toprağı ziyaret şirktir, küfürdür” diye müslümanları bu yönlü rahmet-i ilâhîden mahrum ettiler.
  Hacca gidenler iyi bilirler: Ömür boyu hasreti ile yanıp kavrulduğu Peygamberini, izdiham olmadığı zaman dahi Vahhabi zihniyet hemen karşına çıkar, “haram, haram” diye merkad-i şerîfe yaklaştırmadığı gibi, zalimce, göğsünden itekler. Sende ne aşk bırakır, ne de feyiz. Hâlbuki küfürle itham edilen kişi itekleyenden çok bilgili ve çok îmanlı. O cahili orada vazifelendirenden de daha çok bilgi ve görgüye sahip. Îmanlı olduğunu vahhabiler bilmez. Amma Türk hüccacı ne yaptığını iyi bilir: “Beni vefatımdan sonra ziyaret eden hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Şefaatim ona vaciptir.” hitabının anlamını iyi bilirler, zevkini ve feyzini alırlar, hayatları boyunca neşe ve sürur içindedirler. İşte bu ziyaretten ehl-i aşkı men edenlere, ziyaretten vaz geçenlere ne buyurdu, Hâlik-ı Zülcelâl: “Onlar yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.”
 

Hazret-i Allah Arzı Yarattı “Bilinmekliğimi Diledim” Buyurdu. Yeryüzünde Halifesi Benî Âdemi Yarattı

  Dikkat ediyor musun, Hazret-i Allah ezel-i ervâhta verdiğimiz sözü hatırlatıyor? Ruhlar âlemindeki verdiğimiz sözün cesetli olarak da tekrarını istiyor. Hazret-i Allah: Elestü bi-Rabbikum (ben sizin Rabbınız değil miyim?) hitab-ı ilâhîsi ile îmanları nispetinde o âlemin tertibine uygun ruhların imtihan olunduğunu beyanla, sonsuz rahmet ve merhametinin tecellisi olan ikinci imtihan yeri dünyayı yarattı. Daha bariz tenezzülen fiili sıfatlarının tecellisi her zerresinde kuvveti, kudret-i ilâhîyi gösterdi.
  “Yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının tecellisi yaratılışın sırrı, zati sıfatlarının dışında fiili ve subuti sıfatlarının bariz tecelli ettiği kudret-i ilâhînin en fazla zuhur ettiği benî âdemi yarattı. Madde vemânânın birleşiminden benî âdemi cennette halk etti. Eşyanın ismini Âdem’e öğretti. Alleme’l-esma sıfatını bahşetti. Melâikenin ilmî Âdem aleyhisselâma ihsan edilen ilim gibi olmayıp hududu vardır. Benî âdeme verilen ilmin hududu yoktur. Benî âdemin ilmî herhangi bir zamana mahsus olmayıp kıyamete kadar kemâlatıyla devam edecektir.
  Hazret-i Allâh’ın fiili ve subuti sıfatlarının daha bariz tecellisi ile varlığını kimse inkâr edemeyecektir. Cennet nimetlerini, Âdem’e, emr-i ilâhîye sadakati için hazırladığı nimetlerini peşinen gösterdi. Miraç’da Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e de cennet ve cehennemin mevcudiyetini gösterdi.
  Tertîb-i ilâhînin tahakkuk etmesine gerekli olan Havva anamızı Âdem aleyhisselâmın sol kaburga kemiğinden halk etti. Kadının mizacını maddî ve mânevî yönünü az da olsa görebiliyor isen kaburga kemiği gibi gevrek, biraz da kavisli olduğunu görmek mümkündür. Buna rağmen teklifata tâbi kılındı. Kadın muhteremdir. Anam da kadındır. Âdem neslinin devamı için elzemdir.
  Benî âdemin tertîb-i ilâhî zelle işlemeye müsait yaratıldığını, cenneti a’lada dahi dünyaya mahsus hasletleri ile günâhsız yaşamasının mümkün olmadığını Âdem aleyhisselâma Hazret-i Allah gösterdi. Gelmiş ve gelecek kullarına da bu rahmetini bildirmekle, kullar varlığa kapılmayıp, enâniyetin mahkûmu olmasınlar diye tertîb-i ilâhîler bizlere uyarı ve rahmettir. Dünyada nefis taşıyan benî âdeme Âdem aleyhisselâmın yaşantısını örnek kıldı. Dolayısı ile kullarına mesaj verdi, Hâlik-ı Zülcelâl.
  Özetle, abd-i âcizin mânevî şahsımda da bu rumuzu her an müşâhede imkânını görüyor, kulluk zevkini alıyorum. Kullarına hitab-ı ilâhî: Kulum seni rahmetimle yarattım. Cennette yerini bulman cüz’î irâdenle kemâlat elde etmen, insan sıfatında rahmet tecellisinin zuhurunu görmen için çaban görülsün. Âczini unutmayıp, enâniyete kapılmadan, emr-i ilâhîye uygun yaşantını sürdürebiliyorsan nefsinin Allâh’a kul olmaya mani olan yönlerini dünya potasında eritme gücü verilmiş. Nefsinin hoşlanıp emr-i ilâhîye ters düşen yönünü tanzim-i ilâhî olan hâdiselerin ateşinde eriterek, zamanın medeniyetine, kültürüne uygun, yaşamaya müsait yaratılmış iken, geri kalmanın mesûliyetini en mütekâmil tevhîd dînine, Allâh’ın elçisi âhir zaman Peygamberinin ümmetine rahmet-i ilâhî olarak lütfedilen şerîat, tarikat, marifet, hakîkatlere bilmeden karşı tavır takınmanın âczinin bu yönlü bilgi noksanlığından kaynaklandığını ne zaman anlayacaksın? Yutulması mümkün olmayan içtihatsız lokmalara müşteri bekliyor isen, gerçekleri bilenlerden iltifat bulamadığın gibi, dîni bilgisi yeterli olmayan kişilerden dahi tasvip görmen mümkün değil!.. Çünkü zamana göre içtihat yapılmadığından şer’î şerîfi azda olsa bilgin varsa rahmet-i ilâhîyeye uygun olduğunu kabul ettirip, 21’inci asrın insanlarını mânevî gıda ile doyurabiliyormusun? Bugünün teknolojisine, medeni yaşantısına uyum sağlayamayan bilginle bu asırda yaşayan hemcinsine îman yönünde ne kadar yardımcı olabildin? İnsafla düşünelim, emr-i ilâhînin aslını bulalım ve yaşayalım, inşallah!...
 

Ey Benî Âdem! Kuş Kadar Da Mı Allâh’ı Tanıyamadın? Onu Tesbih Etmekten Nefsini Mahrum Ettin!

  Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allâh’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.(Nur Sûresi, 41)
  Şerefli ve efdali mahlûk olan yaratılışın çekirdeği olan Âdem, hâlâ yaratanının anlamlı ve güzel isimlerini zikretmekten, tesbih etmekten, yâd etmekten, noksan sıfattan Rabbını tenzih etmekten seni men eden, sonsuz nimetlere karşı seni kör eden mikrobu nefsinde arıyor musun? Bulamadınsa bu abd-i âcizin tavsiyesine kulak ver. Allâh’ın lütfettiği âyetlerde ara. Mensup olduğun şerîatında ara. “Bunları ölçemiyorum” diyor isen Allâh’ın her zaman mevcut kıldığı vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî olan tertîb-i ilâhî ile ara. Dizi dizi kuşların Allâh’ı tesbih ve dua ettiklerini, yaptıklarını belirterek bu âyet-i celîlede biz kullarını uyarıyor Hâlik-ı Zülcelâl. Ey benî âdem! Kuş kadarda mı Rabbını tanıyamadın, çok yazık!...
  “Onlar: Seni tenzih ederiz, seni bırakıp da başka evliyâ edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda zikretmeyi unuttular ve helakı hak eden bir kavim oldular” derler. (Furkan Sûresi,18)
 

Rızka Îman, Îmanın Zirvesidir. Rızık Allâh’ın Yedinde Olup Benî Âdemin Say-i Gayretinde Zuhur’u Görülür.

  Fazla serveti kaldırabilmek her kişinin işi değildir, er kişi işidir. Servet mihenk taşı gibidir. Fakirlikte gizlemeye çalıştığı nahoş karakterini zenginlikte ister istemez açığa çıkarır. Enâniyeti günâh ve ayıpları hafif gösterir. Hâline cehalet ve îman zâfiyeti hâkimdir. O kişiye Hak’tan hukukdan bahsetmek gülünçtür. Değişik mizaca sahip olan, Allâh’tan nasıl korkmak gerekli ise öyle korkan kişinin serveti ne kadar olur ise olsun ibadet ve taatından, hayır hasenatından, merhametinden fukaraya hizmetinde noksanlık yapmamaya gayret gösteren insan, Allah indinde makbuldür. Böyle kişinin varlığı bütün beşer için rahmettir.
  Rızık ayrı şeydir. Allah hiç bir mahlûkatını rızıksız yaratmamıştır. Rızkını elde etmesini sây-i gayretine bağlamıştır. Bu tertibe riayet etmeyen tembel de rızkını alır. Vakarsızca, haysiyetsizce, yüzsuyu dökerek alır.
  Ormanda kötürüm tilki gördü. Merak etti: Acaba bu tilkinin rızkı nasıl verilecek? diye, bir ağaca çıktı. Merakla izliyordu. Tilkinin bulunduğu sütrenin hemen gerisinde aslan avını oracıkta parçalayıp yedi. Doyması ile oradan uzaklaştı. Tilki sürünmekle aslanın artıklarını yedi. Ağaç üzerinde bu olayı mizacına uygun gören tembel, Cenab-ı Hakk’a niyaz ederek: “Kötürüm tilkinin rızkını dahi ayağına gönderen Rabbım! Benim de rızkımı tilkiye gönderdiğin ferahlıkta göndermeni istiyorum” diye iltica etti. Hatiften bir ses şöyle diyordu: Ey kötürüm tilkiye imrenip tanzim-i ilâhînin, tertîb-i ilâhînin dışında rızkını arayan! Sây-i gayretini sarf etmeden başkalarının sırtından geçinmeyi nefsine mal etmeyi şiar edinmiş süfli asalak!. Sağlam olduğun hâlde kötürüm tilki gibi rızkını zilletle bekleyeceğine aslan gibi avını avla, kötürüm tilkiler senin avının artıklarından istifade etsinler.”
  Îmanın şartı altıdır. Âmentünün mânâsı îmanın şartlarını ihtivâ eder. Mutasavvıfîna göre îmanın yetmiş iki şubesi vardır: Başı Allâh’ı tevhit etmek, zirvesi rızka îmandır. Rızka îman diğerlerinden daha zordur. Îmanlı insanların dahi günlük yaşantılarında bu zâfiyeti görmek mümkündür. Şairin belirttiği gibi:
Bir kapuyu bend ederse bin kapı eyler küşad,
Hazret-i Allah, efendi! Fatihü’l-ebvab’tır.
Zannetme ki, Razzak-ı âlem şah-ı daradan gelir,
İllâ nan-ı kasemnadan gelir.
Bir kapuyu bend ederse bin kapı eyler küşad
Hazret-i Allah, efendi! Fatihü’l-ebvap’tır.
  Anlamı: Allah bir kapıyı kapatır ise çok kapılar açar. Rızık kapısı açmak Allâh’a mahsustur. Yanlış zanna kapılma. Rızık İran şahından gelmez, yalnız Allâh’tan gelir. Vesile ile gelir. Vesileye tevessül emir ve tertîb-i ilâhîdir. Fakat bu veçhile îman edenler imanın zirvesindedir. Sây-i gayretini sarf ettikten sonra Allâh’tan isteyeceksin ki, vesilelerle gönderecektir. Böyle inanmak îmanın zirvesi olup, ibadettir. Peygamber Efendimiz buyurdular: “Rızık da ecel gibidir. Nerede olursan ol, seni bulur.” İradeni kullanacaksın, sebebine tevessül edeceksin. Tevessül edeceğin sebep emr-i ilâhîye uygun olmalı.
  İaşeleri ile yükümlü olduğun kişilerin de velinimetisin. Hazret-i Allah onların rızıklarını da noksansız iletmekle seni yükümlü kılmış. Hatta evinde mevcut hayvanların da rızkını seninle gönderiyor. Noksan vermeyesin. Örneğin zamanla ailede nüfus kesafeti azaldığı zaman bereketin noksanlaştığını zannedeceksin. O bereket noksanlığı değil, karı koca ikiniz kaldınızsa ikinizin rızkıdır. Hazret-i Allah cümle kullarının rızkını helâlından bol ihsan eylesin.
  Söylene gelen yerinde bir temenni vardır: Allah az verip gezdirmesin; çok verip azdırmasın. Âmin. Bu tazarru ve niyaz kulun âczini itiraftır. “Sakın bir lokma, bir hırka” sözüne uygun gibi görüp de iltifat etmeyesin. Çünkü o söz tembellerin, tertîb-i ilâhîye riayet etmeyenlerin nahoş sözüdür. Kanaat değil. Bu nahoş sözün inanan kişilerin yaşantısında büyük tahribat yaptığı tarih boyu görülmüştür. Hatta ehl-i tasavvufun hâli öyle olmalı zannı ile servet düşmanlığı zâhiri ve batıni ilim erbabında da esas olarak benimsenmiş, dîni İslâm’a uymayan bu tavır ve düşünce servet sahibi olanları gerçeklerden uzaklaştırmış. Kanaat etmenin bu uydurma söz ile yakından uzaktan ilişiği yoktur.
  Hazret-i Peygamber (s.a.v.) şahadet ve orta parmağını birleştirerek ashaba hitaben : “Namuslu tüccar cennette benimle beraberdir” buyurdular. Ashâb-ı güzin efendilerimiz umumiyetle zengin idiler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de zamanın bezirgânı idi. Zengin idiler. Gavsu’l-azam Seyyid Abdulkâdir Geylâni (kaddesallâhu sırrahu) Hazretleri de çok zengin idi. Servet hususunda şöyle örnek verdiler: “Belh hükümdarı İbrahim b. Ethem bizim zamanımızda olsa idi ona tac u tahtı terk ettirmezdik. Servet deniz suyuna benzer. Ne kadar çok olur ise vücut gemisi o kadar rahat yüzer. Gemiyi delmemeye dikkat et. Delinirse batar” buyurdu. Gemiyi delmek ise nazargâh-ı ilâhî olan kalbe Allâh’ın sevgisinden başka kalıcı bir sevgi koymaktır. Gemi batar. Peygamber Efendimiz: “Yokluk küfür olayazdı” buyurdu.
 

Ehl-i zikir, Ehl-i hâl, Allah Fakiridirler: Servet, Mal, Mülk Fakiri Değil

  Bizler Allâh’ın fakiriyiz; servet fakiri değil. Meşru servetin çokluğu Allâh’a kulluk vecibesini ifa etmekte, ibadet ve taatta yardımcı ve ferahlatıcıdır. Tembelliğinin nedeni yaratanını yeteri kadar tanımayan, tertîb-i ilâhî olan kulluk vazife ve mesûliyetini düşünemeyen, nefsin izzetinden yoksun, başkalarının sırtından geçinmenin zevkinden başka zevk bilmeyen, yapışkan, asalak kene. Gücü varken bir kişi kazanamıyorsa bu dünyada ekmek parası, dostlarının yüz karası, şeytanın maskarası.
  Bu abd-i âcizi yanlış anlama. Allâh’ın gücü karşısında her zaman beşerin âciz ve güçsüz olduğunu müdrikim. Ben de kulum ve âcizim. Beşer karşısında Rabbımın lütfu ihsanı ile kulluk vazifemi idrak edenlerdenim. “Ey insan, arzı ben yarattım, sen düzene sokacaksın” hitabını yaşamaya çalışıyorum ve her hâdiseye bu açıdan bakıyor, ona göre bütün güzelliklerin din, çirkinliklerin la-din olup, dinle ilgisi olmadığını görüyorum. Nefsin hoşlandığı çirkinlikleri dine mal ederek, sorumluluğunu düşünmeden “hizmet ediyorum” zannı ile Şerîat-ı Muhammedi’yi mecrasından saptırdılar. İçtihatsızlıktan dolayı içinden çıkılmaz hâle getirilen diğer semavi dinler gibi mensubunu tatmin ve mutmain edemeyen bir duruma düşürdüler. Mütekâmil insanlara bahşedilen Şerîat-ı Muhammedi’nin gerçeğini bilemediğimizden, onun da bütün semâvî dinler gibi küfür dengesine düşürülmesi emr-i ilâhî olmayıp nefsin ürettiği büyük hata.
  Asr-ı Saadetten sonra Şerîat-ı Muhammedi’ye mensup olanlarda da inanç olarak kendi icraatını beğenip, başkalarının inancını nefsine kabul ettiremeyenler bilmezler mi ki, semâvî dinleri kabul etmek îmanın şartı iken, biz hepsine “kâfir, gâvur” demekle dîni İslâm’a hizmet ediyoruz zannettik. Zamanımızda bu yanlış zihniyet azaldı gibi görülse de bu yönlü üretim devam ediyor. Allâh’a inanmayıp Peygamber efendilerimizin bizlere rahmet ve örnek olarak yaşantılarını kabul edemediği gibi, istihza edercesine “kevni hakîkatler” denilen madde âleminden başka ilme müsait olmayan, Allâh’ın emirlerini bu yönlü zâfiyetlerine uydurmaya çalıştılar ve medyayı da küfürlerine ortak ettiler.
  Gerçeğe inanıp, görerek, zamanın teknoloji ve medeniyetinin gereği, emr-i ilâhînin dışına çıkmadan İslâmı yaşamada Rabbının rahmetine, Peygamberimiz Efendimizin taltifine mazhar olan ehl-i zikir, ehl-i tarik, ehl-i şükür, ehl-i takvâ, ehl-i vera, ihlas ehli, ehl-i mezhep, ehl-i meşrep, Allâh’ın tertibi ve tanzimi ilâhîden acabasız, nasibini alarak mutmain olan, yaratılışın nedeni sırr-ı ilâhîye şeksiz ve şüphesiz inanmış, îmansızlığa prim vermeyip onların salahı için duayı terk etmeyen, düşmanlık diye bir çirkinliğe yaşantısında yer vermeyen bahtiyar insanları rencide etmekten vaz geçmeyecekler mi? Ağızlarda sakız olup çiğnenen, tatbikatta yeteri kadar îman etmedikleri ehline gizli olmayan, nefsanî prensiplerinden öte gitmeyen, din vicdan ve fikir hürriyeti... Bu güzelliklere ancak kelâmdan öte yer vermeyen tutumunun icraatı her kesim insan tarafından bilinen bariz bir vakıadır. İnanç ve hareketleri ve sözleri ile başkalarını incitip horlamadan, hoş görülü, sevecen, temiz ve safiyetli îman ehlini rencide etmeden, tabiî hakları olan insan gibi yaşamalarına fırsat verilmeyecek mi?
 

Cumhuriyet, Demokrasi, İnsan Hakları Ve Lâiklik Yaşanıyor İse Güzeldir

  Sakın bu fikirlerimde siyasi ve politik parti zihniyeti aramayasın. Bu milletin bir ferdi, vatandaşı olarak güzellik hayranıyım. Zamanımızda demokrasi güzel. Cumhurun kendi kendini idare tarzı olan cumhuriyet yaşanıyorsa çok güzel. Kimsenin inancına müdahale etmeden herkesin inancında özgür olması güzel. Bumânâda lâiklik güzel. Dîni İslâmı yaşayabiliyorsan, zamana göre içtihat yapmaya muktedir isen veyahut bu yönlü muktedir olanları rehber edinmiş, onun yaşantısını ve mekârim-i ahlâkı yaşantında görebiliyor isen, onun telkin ettiği şekilde yaşadığın zaman mânevîyat tarafından tasdik ve tasvip görüyorsan ki kesin göreceksin yoluna devam et, çok çok güzel... Bu güzellikleri hemcinsini kandırmak için icra ediyor isen: Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, başka yakamazsın. Bu güzellikler emr-i ilâhîye aykırı değildir. Zira bütün güzellikler hikmettir. Hikmetse mü’minin kayıp malıdır, nerede ve ne zaman bulur ise alsın” hitabını unutma.
  Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun. Onların sözlerine kulak verin. Çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir. (Yâsîn Sûresi, 21)
  Bu âyet-i celîleyi tekrar etmekte faide mülahaza ediyorum. Lütfen dikkat et. Nâ-ehlin sözlerine kulaklarını tıka. Çünkü nâ-ehil pazarında hikmet bulamazsın. Bu güzelliklere küll olarak isim vermek gerekiyorsa ne yönden bakar isen bak, günâh-ı kebâir dışında güzelliklerin ismi İslâmiyet’tir!..
  Cüz’î irâdemin tertîb-i ilâhîye uygun icraatı ile yükümlü olduğumu müdrikim, elhamdülillâh. İcraatından sorumlu olduğum lütfedilen mânevî vazifelerimi ifa hususunda kimseye pirim vermem. Başkalarının nefsi arzularına mânevîyatı uydurma prensibi inancımla bağdaşmıyor. Bu durumda kimseyi suçlayamam, Allâh’ın rahmeti sonsuz. Affetmek, bağışlamak gücüne Allâh’tan başka kimsenin yetkisi yok. Mizacım ve inancım başkalarının sırtından geçinmeye uygun olmadığı gibi “dünya nimetlerinden mahrum olurum” korkusunun hayatımda yeri hemen hemen yok gibidir. Zengin babanın, zengin ananın tek erkek evlâdıyım.
 

Sanatkâr Oldum. Kastım Kimseye Yük Olmamak, Minnetsiz Yaşamaktı. Bugüne Öyle Geldim

  Buna rağmen Rabbımın mizacıma uygun verdiği zevk ve istekle 1935 senesinde cennet mekân babam Çorum Paşa hamamını işletiyordu ve yalnızdı. Yardımcı olur, diye ortaokuldan ayrılmama rızâ gösterdi. Hamamın kasasında bulundum. Rahattım. Bu yönlü pasif hayat mizacıma uygun değildi. Babama bu hâlimi anlattım ve razı oldu. Sa-natkâr oldum. 1939’da Hacı Mustafa Anaç Şeyh Efendinin tek kızı 16 yaşındaki Fatma hanımla evlendim.
  O yıllarda usta olmuştum. Marangoz atölyem vardı. Hayat boyu yedi kızım, bir oğlum oldu. Yevmü’l-cedit rızku’l-cedit (gün kazandım, gün yedim). İaşesinden yükümlü olduğum kişileri mahrum etmemeye Rabbımın lütfettiği gücümle özen gösterdim. Gündüz gece, pazar, bayram, demedim. Çalışmanın haram olduğu günlerin dışında hep çalıştım. Rabbımın verdiği rızkı da gayri meşru yerlere sarf etmemeye dikkat ettim. Emr-i ilâhî olan ibadet ve taatımda kusur etmemeye titizlikle özen gösterdim. 1949 senesinde şeyhim efendim Hacı Mustafa Yardımedici efendiyemânâmda Hazreti Allâh’ın açık işareti ile intisap ettim ve derviş oldum.
  1956 senesi Berat Gecesimânâda ve maddede belirli ehil kişilerin şahadetleri ile Allâh’ın tertîb ve tanzimi olan bütün insanlığa hizmet edilmesi anlamında bu abd-i âcize mânevî vazifem bildirildi. Şu anda 50 sene oldu. Rabbımın sonsuz rahmetinin tecellisi ve zuhuru.
  Mânevîyatı istismara mânevî yönüm uygun olmadığı gibi maddî yönümün dahi müsait yaratılmadığının ezel-i ervâhta Rabbımın bah-şettiği lütuf ve ihsanının tecellisinin zuhurunun hayatım boyunca zev-kini aldım ve alıyorum. Bu hususta yaratanıma müteşekkirim. Madde ve mânâyı istismara şahsım müsait olmadığı gibi başkalarına da yaptırmamaya bütün gücümle gayret gösterdim ve gösteriyorum. Son nefesime kadar Rabbım muvaffak kılar inşallah!...
 

Şeyh Nasıl Olunur?

  Derviş ne kendisinin ne de başkalarının görgüsü ile rüya, ilham gibi yollarla şeyh olamaz. Ancak müntesibi olduğu, Allâh’ın vazifeli kıldığı, şer’î şerîf üzere hayatını idame ettiren şeyh efendiye bahşedilen hitab-ı ilâhî ile ve şeyhinin tebliği ile şeyh olur. Allâh’ın emri ile emr-i ilâhîyi mürşidinin tebliği, şeyhinin tebliği ile olur. Mânevî vazifeler sadece bugün değil, hep böyle tertip edilmiştir.
  Tertîb-i ilâhîyenin zuhuru olan rahmet-i ilâhîyeyi ehline malûm olduğu gibi bugünkü ulema bilse idi enbiyâ ve evliyâyı, ezel-i ervâhta halkedildiğini bilecekti, enbiyâyı Allâh’ın elçileri olarak birbirinden ayrı görmeyip, semâvî dinler arasında din düşmanlığı katiyen olmayacaktı. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da beyan edilen evliyâyı kabul edebilselerdi, Şerîat-ı Muhammedi’de ayrılık olmadığı gibi bugünkü içinden çıkılmaz duruma da düşülmeyecekti. Bu türlü izaha ihtiyaç duyulmayacaktı. Enbiyâ efendilerimizi de yeteri kadar bilseler idi hepsinin de nur-ı Muhammedi olduğunu, aynı rahmet-i ilâhînin zuhuru ve tecellisi olduğunu, istisnai yaratılışla, özel yaratıldıklarını bilseler idi, Peygamber efendilerimiz arasında ayrılığa düşmezlerdi. Dolayısıyla din arası ayrılık da olmayacaktı. Zira tevhîd dîni bir tânedir, ismi İslâmiyet’tir!... Zamana göre emr-i ilâhîye uygun yaşantılarında değişmesi icap eden ictihâdî mevzuları için Hazret-i Hâlik-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri elçilerini göndermekle rahmetini ferahça kullarına bahşetmiştir. Fakat ümmet-i Muhammed rahmet olan ictihâdî 4 imam efendilerimizden sonra durdurmuştur, fitne oluyor diye...
 

Sonra Gelen Din Evvelki dîni İptal Etmez. Daha Sonra Gelen Allah Elçileri Evvelki Gelenleri Tasdik, Sonra Gelenleri Müjdeleyici Olarak Gönderildiler. Cümlesinin Dîni İslâm, Tevhit Dînidir.

  Sonraki gelen Allâh’ın elçisinin bir evvelkini iptal için değil, daha evvel gelenleri tasdik, sonra gelecekleri müjdeleyici olarak gönderildiğini bildirdi, Hazret-i Allah c.c. Daha sonra gelen Allâh’ın elçisinin ilân ettiği şerîata tâbi olmak kemâlattır. Daha evvelki şerîatta sebat gösterip Allâh’tan başka ilâh edinmeyenler de hangi şerîata samîmiyetle tâbi olur iseler Hazret-i Allah Kur’ân-ı Azîmüşşân’da buyuruyor ki onlar için korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.”
  “Men araf” sırrını anladınsa bu tanzimi ilâhîyi anlarsın. Bu hâl tevhit sırrında tecelli eder. Kelime-i tevhîd, tevhîd-i ef’al, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zat. “Kur’ân’ın da itikatta medarı ikidir” denildi: İlmi tevhîd, ameli tevhîd. Tecellisi görülen hâl ise nafi ilim, salih ameldir. Tâbi olmak tevhîd dîninin aslıdır. Bildiğim kadarını anlatmak vazifesi ile yükümlü olduğumu müdrik olan bu abd-i âciz bazı hakîkatleri anlatmakta sakınca görmüyorum. Çünkü mânâyı bilmeden, tahrip etmek için bu yönlü küfür bütün melaneti ile karşımda kahraman edası ile hayâsızca sırıtıyor.
 

Mürşidim, Efendime Nasıl Eriştim?

  Zamanını boşa geçirme. İbret için anlatacağım, kaçma. Bu rahmet-i ilâhîye bütün beşer muhtaç yaratılmış. Zuhuru kişinin cüz’î irâdesine bağlanmış. Allâh’tan iste. İsraren iste.
  Sene 1949. Ankara’da Hacı Doğan Mahallesi, Pala Sokakta atölyemin üzerindeki evde iskân ettiğim günlerde aşk-ı ilâhî sandığım sahipsizlik ateşi ile yanıyordum.
  Yaptığım ibadet ve taatlar, okuduğum kitaplar, dinlediğim vaaz ve nasihatler bu fakirin derdine deva olamadığı gibi mânevî sıkletimi daha da fazlalaştırıyordu. Bu hâli ilk anlarda ilâhî aşk zannediyordum. Sonraları anladım ki, sahipsizliğin verdiği sarhoşluktan başka bir şey değil. Boşlukta kalmıştım. Bu derdime deva arıyordum.
  Mânevîyata ehil, muhterem ve izni icazet sahibi çok mürşit vardı, bildiklerim. Allah cümlesinden razı olsun, makamları cennet olsun. Rabbımın tertîb ve tanzimi mizacıma uygun, zamana göre İslâm’ın mânâsını yaşatacak bir mürşit bekliyordum. Armudun sapı var, üzümün çöpü var hastalığı beni hâşâ mürşit kabullenmemde kişiyi mahrumiyete götüren müşkül bir insan olmuştum. İstiyordum ki ve bekliyordum ki, metafizik bir tecelliyat olsun “beni Rabbım seni irşâda gönderdi” desin, bekliyordum.
  Boşluk da kalmıştım. Hayatıma tahkiki îman hâkimdi. Toplumda geçerli îman ise taklidi îmandı. Gençliğimden beri samîmiyetle ibadet, taat hayır ve hasenatımda idim. Rahmet-i ilâhîler açık seçik tecelli ediyor. Bu tecellileri taşıyamaz hâle gelmiştim. Bu mevzuda direncim çok zayıflamıştı. Taşımakta güçlük çekiyordum. Ayakkabımın çıkardığı sesler dahi zikrullah misali beni vecde getiriyordu.
  Bu konuda bana yardım edecek Allâh’tan başka güç olmadığını müdriktim. Gece gündüz Hazret-i Allâh’a tazarru ve niyaz ediyordum. Sadece arzum bu abd-i âciz için hususi gönderileceğine inandığım mürşidi bekliyordum.
  1949 senesi, tarihini kesin hatırlamıyorum bir gece yarısı idi. Namaz kıldım. Ellerimi açtım yükseklere. Boynumu büktüm Hâlikı’ma. Öyle müracaat ettim, öyle yalvardım ve yakardım ki. Şimdi anlıyorum ki, o hâlim benim âczimin tecellisi değil, Rabbımın rahmeti idi. Misali Hazret-i Resûlullah’ın yakarışının tarifi veçhile evliyâlar pîri Üveys el-Karani Hazretleri’nin yoklukta müracaatı misali... Kalbim ve lisânım birleşmiş, müşterek davalarını Yaratan’ına bütün mevcudiyeti ile arz ediyorlardı. Gözyaşların kalbini ıslatabiliyor ise duanı bütün âlem bilir” misali yaş gözümden boşaldığı gibi, bütün azalarımdan akıyordu. Lisân ve hâlen Rabbıma şu an aynının tekrarı değilse de, benzeri şu kelimelerle yakarıyordum:
  Ya ilâh’el-âlemin. Her şeylere kadir olan Rabbım... Rahmetin olan Peygamber Efendimiz’in o yönlü verâsetini taşıyan, mizacıma uygun evliyânı yarın bekliyorum. Yarın göndermeyeceksen emanetini al. Çünkü gücüm tükendi. Benim ölçüme isterse uymasın. Yeter ki, “beni Rabbım gönderdi” desin.
  Rabbıma elfi elfi, binlerce hamd ederim. O gün Şeyhim Efendim Kahramanmaraşlı Hacı Mustafa Yardımedici Efendiyi makamı cennet olsun elinde Hazret-i Kur’ân’la Hazret-i Allah iş yerime gönderdi. Ve dersimi verdiler. Efendimi görmekle iç âlemim ferahladı. “Cennet misali. Hani derler: Mürşidi gördüğün zaman Allâh’ı hatırlarsın.” Hatırlama nedir ki?!.. Bütün dertlerim deva buldu. Efendime bu hâlimi zamanla anlattığımda, gözleri dolu dolu: Sus, dedi. Anan arab olsun. Ben Maraş’tan yalnız senin için gönderildim.”Mânevî görgülerim bu hâli teyit eder mahiyette idi. Tertîb ve tanzim-i ilâhî olan, Rabbımın vazifelendirdiği mânevî dertlere deva, verâset taşıyan mürşitlerin her zaman mevcut olduğuna îmancım sonsuzdu.
 

Dünyada Hakiki Mürşit İlimdir. İlim Allâh’ı Bilmektir. Kişi Allâh’ı Bildiği Kadar Âlimdir. Âlimse Mürşittir.

  Dünyada en hakiki mürşit ilimdir. Doğru, ilim eşittir mürşit, mürşit eşittir ilim. Hadisi şerîftir ifade edilen. İlim hikmet ve marifetullahtır. Hikmeti ilâhînin tecellisi okuryazar olmaya muhtaç değildir. Okuma yazma biliyorsa daha güzeldir. Biz arza nice âyetler indirdik. Onu aklıselim ve insanî kâmil okur.”
  Peygamber Efendimiz’e gelen ilk vahy-i ilâhî “oku” diye başlar. Okumak ve yazmak araçtır ve gereçtir. Bu yönlü düşünemediğimizden semâvî dîni, Allâh’ın emirlerini akıl ve mantık ölçüsünün içinde mütâlaa ettik. Aklın, mantığın ölçeceği bazı gerçekler olsa da emr-i ilâhîler küll olarak bu terazide tartılmaz. “Bizim terazimiz tartıyor” diyor isen, bu abd-i âciz derim ki lütfen, hangi emr-i ilâhîyi tarttın ise neticeyi bize de göster. Bu abd-i âciz şu an mânevî yaşantınızda yanıldığınızı yüzlerce kere gösterebilirim.
  Ey benim mübârek kardeşim, müslümansın, şahidim. Allah mü’minlik sıfatına da nâil kılsın.“Hikmet mü’minin kayıp malıdır. Nerede bulursa alsın”hitabına dikkat et ve ara. Mürşitsiz bir dünya düşünenler, “sen olmasa idin habibim, eflâki yaratmazdım” hadis-i kutsisinin “vema er-selnake illâ rahmeten li’l-âlemin” (habibim, seni âlemlere illâ rahmet olarak gönderdik) hitab-ı ilâhîsindeki mânâyı düşünemeyenler nur-ı Muhammedi’yi elbet anlayamazlar. Cümle peygamber efendilerimizde zuhur edip kıyamete kadar devam edeceğini zâhiri ilimle nereden bilecekler.
  Dünyada benî âdemin yaratıldığı andan kıyamete kadar rahmet-i ilâhî devam edecektir. Yaratılışın sırrı nur-ı Muhammedi’dir. Cümle peygamber efendilerimizde zuhuru görülen rahmeti nur-ı Muhammedi’den başka düşünmeyesin.Aksini düşünmeye, rahmet-i ilâhîyi yirmi üç seneye mahsus imiş gibi göstermeye hakkın yok. Zira bu tutumunla Hazret-i Allâh’a noksan sıfat ve zulüm isnat edenlerden olursun. Peygamberinin vârisi olan Evliyâyı tanı. İnkâra kalkışma. Huzuru ilâhîde hem kendinin, hem demânâlarını öldürdüklerinin hesabını veremezsin. Niyazi Mısri’nin işaret ettiği gerçeğe kulak ver:
  Nereden bilsin Hakkı inkâr eyleyen, Niyazi Mısri’yi
Zâhir olmuşken yüzünde nur-ı Zat-ı kibriya
  Bildiğini iddia etmesin, nur-ı Zatı Kibriyayı idrak edemeyenler. Bu nuru göremeden! Allâh’a kulluk yapacak kadar bilgiye sahip olduklarını da iddiaya kalkışmasınlar. Hazret-i Allâh’a karşı edeb dışı olmuyor mu?
  Bu dünyada görmeyen âhirettede göremez kavli Mustafa’dır, bu!...
  Hamdolsun, çocukluğumda da tarafı etrafım derviş ve şeyh efendilerle bezenmiş idi. Bu bakımdan bu zümrenin yaşantılarının ve hâllerinin az da olsa yabancısı sayılmazdım. Allah cümlesinden razı olsun makamlarıda cennet olsun. Naciz hayatımda mânevîyat ehl-i efendilerin duaları ve telkinleri küçümsenmeyecek kadar yaşantımda yer edinmişlerdi. İslâmı mânâsı ile yaşayabilmem için gerçek bir mürşide müntesip olmak, mutlaka elzem olduğunu buna rağmen basmakalıp telkinler mânâ olsun ister madde olsun nedense beni doyuramıyordu ezel-i ervâhta Allâh’a verdiğimiz sözün cesetli olarak tekrarı elzemdi rahmet-i ilâhîyenin bu türlü ihsan edildiğine inancım tamdı Rabbım ne emir vermiş ne halk etmiş ise biz âciz kullar için rahmet, mağfiret, olduğuna inancım sonsuzdu. Yaratılışımda üstünlük değil, hâşâ, yaratanımı tanımama, anlamama engel olacak mânia sanki halk etmemişti. Hâlik-ı Zülcelâl îmanımı sarsacak güçte bir hâdise zuhur ettirmemişti. Şimdi daha iyi anlıyorum, çocukluğumda dahi mânevî koruma altında idim. O bakımdan dünyaya gelmeme vesile olan ana ve babama müteşekkirim. helâl süt emzirdiler, helâl lokma yedirdiler. Tertîb ve tanzim eden Rabbıma hamdolsun.
  Kâmil doğarmış ehl-i Hak,
Doğmadan evvel anası.
  Bu sırrı ifade etmeye ve Allâh’a ve Resûlüne acabasız inanan belki kendisinin bu yönünü bilemeyen bahtiyarların uyuyanlarını uyarmaya çalışıyorum.
  Gavsü’l-A’zam Abdulkâdir Geylâni çocuk yaşda iken öküzün kuyruğunu çekiyordu. Öküz lisân-ı hâl ile çocuk Abdulkâdir’e: “Ya Abdulkâdir, Allah seni bu işler için yaratmadı” dedi. Öküzün lisânından kulu Abdulkâdir’i uyardı. Bu hitaba lâyık olmak için hayatına yön verdi. Anasından izin aldı. İlim tahsili için memleketini terk etti.
  Ankara’da ibadet ve taat için Allâh’ın emri olan zikrullah ve inandığımız ibadetlerimizi özgürce yapmak kasti ile lütfu ilâhî olan Ankara’nın ikinci büyük camisini (Tevhîd Camii) imece usulü ile inşa ettik. Kastımız ayrılık değil, hâşâ. Camilerde Allâh’ı zikretmek için hep müsaade almakla zaman geçiriyorduk. Bazılarından müsaade alamıyorduk. Çok garip kalmıştık. Arkadaşlar ile istişare yaptık. Cami yapmaya karar verdik. Camimizi Allâh’a inanan her kesime açık kıldık ve Diyanet’le de anlaştık. Müftülükten Cumâ ve bayram namazının kılınması için müsaade aldık. Hakikatta buna gerek yoktu. Amma biz formaliteyi tamamladık.
  Hayli memleketlere bu şeraite uygun, imece usulü camiler inşa ettik. Fakir fukaraya mübârek gün ve gecelerde aş, senenin her günü gücümüz nispetinde bedava ekmek dağıtıyoruz. Zengin vatandaşları bu hususta vakıf kanalı ile teşvik ediyoruz. Ve zamanla geniş camiaya her hususta yardımcı olma zevkini bütün kullarına ihsan etmesini tazarru ve niyaz ediyoruz. Camiye bitişik bazı arsaları cami görüntüsü kapanmasın diye belediyenin teşviki ile tapusunu ancak vakıf olarak camiye aldık.
  Bu muamelenin olması için bu abd-i âcizin ismine, siyasi ve politik yönü olmayan bir vakıf kurduk. Amacımız fakir ve fukaraya hizmetti. Senelerdir haz duyarak bu vazifeyi ifa etmeyi başlıca zevk ve vazife edinmiştik. Şimdi ise fakir fukaraya, ekmeğini almakta güçlük çeken ailelere yardım ediyoruz. Camimizi odak noktası alarak şemsiye misali imkânlarımız nispetinde açılmaya özen gösteriyoruz. Hâli, vakti yerinde olan hayırseverlerin kampanyaya yardımları ile ve gücümüz nispetinde ilâ-nihaye ülke çapında götürmeye kararlıyız, inşallah. Parasız ekmek dağıtma işi çok memleketlerde devam ediyor. İmkânımızı genişletip daha çok yardım etmeyi Cenab-ı Hak’tan tazarru ve niyaz ediyoruz. Vakfımızın bulunduğu yerlerde yardım yalnız ekmek dağıtmak değil. İmkânımız nispetinde her türlü yardım senelerdir devam eder. Allah artırsın. Rabbım riyadan muhafaza buyursun. Ekmek kampanyasına katılmak için vakfa üye olmak da şart değil. Her türlü vatandaşın rahmet-i ilâhîden nasiplenmesini ister, bunun insanî bir borç olduğunu hatırlatırız.
  Ölümsüz ve daima diri olan Allâh’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günâhlarını onun bilmesi yeter. (Furkan Sûresi, 58)
  Ancak îman edip iyi işler yapanlar, Allâh’ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler hangi dönüşe döndürüleceklerini yakında bilecekler. (Şuara Sûresi, 227)
  Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Sûresi, 45)
  Andolsun ki, Resûlullah sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. (Ahzab Sûresi, 21)
  Ey inananlar, Allâh’ı çok zikredin. Ve onu sabah akşam tesbih edin. (Ahzab Sûresi, 41,42)
  Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya, işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (Ahzab Sûresi, 35)
  Allah ve melâikeleri Peygambere çok salavat getirirler. Ey mü’minler! Siz de ona salavat ve tam teslimiyetle selâm verin. (Ahzab Sûresi, 56)
  Ve o zikir okuyanlara... (Saffat Sûresi, 3)
  Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi. (Sa’d Sûresi, 18)
  Hazret-i Allâh’ın sonsuz lütfu ihsanı olan Hazret-i Kur’ân her sûresi ve âyetleri ile hatta hece ve harfleri ile Allah kelâmı olup, maddesi ile mânâsı ile hikmettir. Dünya ve âhiret derdimizin devası, mânevî hastalığımızın şifası yaramızın merhemi. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin büyük mucizesi. Kıyamete kadar geçerliğini, muhafazasını Allâh’ın tekeffül ettiği, cihanşümul kitab-ı kadim!...
  Yazılan tefsirler ve meâller korumanın dışında bırakılmış. O bakımdan tefsire ve meâle Kur’ân demek hatadır. Ancak “filanca zatın yazdığı tefsir veya meâl” diyebilirsin. Hiçbir lisâna Kur’ân’ın motamot tercümesi imkânsız olup, Rus lisânının en zengin lisân olduğunu söylerler ki, onun dahi yeterli olmadığı bilen kişilerce ifade edilmiştir. Zaman zaman Kur’ân-ı Türkçe’ye “tercüme ediyorum” diye İslâm’a hizmet ettiğini zannedenler, İslâmı inanarak emr-i ilâhîyeye uygun maddesi ile mânâsını da yaşadıkça hata ettiklerini iyi anlarlar, ümit ederim!...
  Hele, hele, ibadet ve taatla iştigal etmeyen bilge kişiler maddeden öteye yolları olmadığından bu gerçeği anlayamazlar. Hakîkati yaşamak nefsine ağır gelenler bu büyük mesuliyetin garibidirler. Çünkü ilimleri maddenin izahı olan felsefeden ileri gitmez. Hakîkatler felsefe ile çözülmez. İhlas, takvâ, vera ancak Allâh’a ve Resûlüne acabasız îmanla elde edilir. Bu rahmet yolunun ismi tasavvuftur. Kesinlikle felsefe değildir!...
  Nice kıymetli âlimlerimiz sahte mürşitleri asıl zannederek gerçeği bulamayanlar, hakîkatı inkâr edip maddeden öte ölçüsü olmayan felsefeye kaymışlardır. O türlü âlim kardeşlerimizi o yönlü hatadan Allah kurtarsın. Dinin cüz’ünden feragat, küllînden feragattir” buyuruldu. “Bilerek emr-i ilâhî olan muhkem âyetlerin birini kabullenemeyen insan hepsini inkâr etmiş gibi günâhkâr olur denildi.” Bu hususta Hazret-i Kur’ân’da sarih âyet mevcuddur. Her devirde toplumların yaşantılarına göre tanzim edilmesi gereken, ictihâdî gerektiren âyetler vardır. Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Asr-ı Saadette Kur’ân’ın anlamını hayatı boyunca tutum ve davranışları ile mübârek kelâmları ile ortaya koymuştur.
  Onun hayatında Kur’ân’ın tefsirinden emr-i ilâhîden başka bir şey aramak edep dışıdır!.
  Zamanımızda Kur’ân’ın içtihata tâbi olan âyetlerini yaşadığı zamanı hesaba katmadan aynen yaşamanın hakîkat olduğunu zannedenler hem kendilerini hem de onu örnek alarak dînin gerçeğini yaşıyorum edası ile poz verenler pek âlâ biliyorlar, içtihatsız din yaşanmasının muhâl olduğunu!...
 

Deve Kuşu Yalnızca Başını Kuma Gömmekle Avcıdan Gizlendim Sanır

  Ayıp olur telaşesi ile gizlediklerini zannediyorlar. Deve kuşu misali, yalnız başını kuma gömer, fakat vücut bütün azameti ile dışarıda kalır da, avcıdan gizlendiğini zannedermiş. Deve kuşu nereden bilecek avcıların işlerini daha kolaylaştırdığını. Bilecek, mutlaka bilecek amma iş işten geçtikten sonra. Avcı özlemine nâil olduktan sonra bilecek. Hatalı kararında ısrar eden ticaret erbabının iflas ettikten sonra işin gerçeğini az çok kavradığı gibi. Atı alan Üsküdar’ı geçmeden, namludan kurşun çıkmadan iyi düşün. Boğaz kırk boğumdur lafı boğumlarda bekleterek çıkart. Çıktıktan sonra ister hayır, ister şer geri çekemezsin. Çünkü senin gücün iraden geri çekmeye müsait yaratılmadı.Bilemediğin mevzularda bilen kişilerle istişare yapmayı ihmal etme. Hazret-i Allah Peygamberimiz Efendimiz’e bazı hâdiselerde ashâb-ı ile istişareyi emrediyor.
  Söz vardır bitirir işi,
Söz vardır kestirir başı.
  İllâ konuşmak mecburiyetinde değilsin. “Söz gümüş ise sükût altındır”denildi. Çok konuşan yalan da söyler. Düşünmeden çıkan sözde mutlaka yalan vardır:
  Öyle bir söz söyle ki sözünden ibret alsınlar,
Söz bilmez isen sükût eyle seni bir âdem sansınlar.
  Hazret-i Kur’ân’dan aktardığım zikrullah hakkındaki âyet-i celîlelerde görülüyor ki tefsire muhtaç değiller. Fakat dün olduğu gibi zamanımızda Hâlikı’na kulluk yapacak kadar inanca sahip olamayan, hakîkatleri aslından saptırarak Hazret-i Allâh’tan daha iyi biliyorum hastalığı”na kendisini kaptırmış, enâniyet bataklığına batmış olan âdem, kurtuluşunu Allâh’ın vahyettiğinde değil, kendi ürettiği dinde arayan hakîkat gafili âdem, gerçekleri bilemediğinden tahrif etmez de ne yapar?Gerçek ulemayı tenzih ederim.
 

Vazifen Yalnız Korkutmaktan İbaretmiş Gibi Olmasın

  “Peygamberimiz Efendimiz buyurdu: Zorlaştırmayın kolaylaştırın. Daraltmayın genişletin. İkrah ettirmeyin sevdirin.”
  Âyet’i kerimede Hazret-i Allah buyurdular ki:
  “O vakit, Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsa idin, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et. (Umuma ait) işlerinde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allâh’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine sığınanları sever.” (Â’li İmran Sûresi, 159)
  Bu âyet-i celîleyi iyi oku. İslâmı iyi anla. Kaba, katı, haşin ve merhametsiz olma. Umumun zararına ve telafisi mümkün olmayan inancını tahrip edercesine davranan küstaha, elbette hoşgörülü, sevecen olamazsın. Ancak ıslahı için dua edersin. Topluma zararı olmayan, bilgisizce, zararı nefsine olan ve telafisi mümkün olan hâdiselerde hem cinsine karşı sevecen ve hoş görülü olmanın yumuşak davranmanın neticesinin Allâh’tan lütfedilmiş rahmet olduğunu bildiriyor Hazret-i Hâlik-ı Zülcelâl.
  Böyle olmayıp kaba katı ve haşin olmanın mânevî vazife ve insanlıkla bağdaşmayacağını Peygamberimiz Efendimiz’ce yapılan uyarı ve taltif biz âcizlere düşünce ve hareketlerimizin ana hatlarını ihsan ediyor. Kaba, katı, haşin oluyorsa bir kişi o şahıs bu türlü rahmet-i ilâhînin tecelli etmediğini sarahaten bildiriyor. Hazret-i Allah elçisi, âhir zaman nebîsine bahşedilen uyarıları iyi dinle. Senin de yaşamakla yükümlü olduğun mekârim-i ahlâkı enâniyetle, katı ve haşin tutumlarınla yaşanamayacak hâle getirme. Rahmet-i ilâhîyi iyi anla, vahiy yolu ile gelen emr-i ilâhîyi nefsinde tatbik et. Nefsinin hakîkat dışı sesi ruhuna tesir etmesin. Mânevî yönüne de nefsin hâkim olmasın. Olursa, Hazret-i Allâh’ın işaret ettiği kaba, katı yürekliliği kendine sıfat edinmiş olmakla aile hayatının ve toplumların gerçeği anladıkça haklı olarak seni menfi tutumundan, hakîkatı yaşayan toplumların bu zihniyeti dışlayacağını iyi bilesin!...
  Örnek ne güzel, kast-ı ilâhîyi yeteri kadar bilemedin. Korkutmaktan başka sermayen olmadı. Daha iyisini bilemedin. Bu yönlü tutum ferahına geldi. Çocukluktaki mizacını atamadın. Çocuğun sükûnet bulması için en müessir silah çocuğu korkutmaktır. Bu türlü uygulama yavaş yavaş gerilerde kaldı. Göremiyor musun?
  Dede ve torun yolda giderken dede: “Oğlum dikkat et, düdüt geliyor.” Çocuk heyecanla, hilkat garibesi görecek gibi arkasına baktı: “Dede nerde düdüt?” Dede gösterdi düdütü. “Aman dede, düdüt olur mu? Sekiz silindir seksen model rolsroys marka araba.” Dedesi ne yapsın? Düdüt öğrettiler. İçtihatsız şerîatın örneği düdüt misali.
  Hazret-i Allah her devirde şerîatın içtihata müsait yönleri olduğunu, umuma ait mevzularda istişare edilmesini Peygamberimiz Efendimiz’e ve dolayısıyla biz âciz kullarına emrediyor. İhmal etme, Allâh’a teslim olmayı bil. “Umumun vekilisin” anlamında (hasbünallâhu ve ni’mel-vekil) esmasını virt edindiğin gibi teslimiyeti bil. Allâh’a dayan ve güven. Bu hitab-ı ilâhî Peygamber efendilerimize, onun varislerine, velî, mü’min ve istisnai îmana sahip olan kullarına emirdir. Ve bilâ-istisna kullarına uyarı mahiyetindedir.
 

Habibim Onlar Hayvandan Da Aşağıdırlar

  Allâhu TeâlâveTekaddes Hazretleri’nin bu hitabını anlayıp yaşayabilmek için bu emr-i ilâhîye uygun îmana, o îmanın zuhuruna vesile olan, şeytanın, melâikenin dahi aklının ermediği ihlas, takvâ, vera sahibi bütün âlemde zuhuru her sınıf âdemin yaşamasına müsait kılındığı, Hâlik-ı Zülcelâl ilim ve iradesinin tecellisi olan fiili sıfatlarının arzda zuhurunu âdemin tefekkürü ile müşâhedesine lütfedilmiştir. Yalnız benî âdeme bahşedilen subuti sıfatının zuhuru hayvanlarda da görülse de benî âdeme verildiği gibi sekiz meziyet mevcut değildir. Hayat, semi, basar zuhuru görülse de, hayvanlarda ilim, irade, tekvin, kelâm dâhil küll olarak yalnız benî âdeme lütfedilmiştir. Mahlûkata aynı verilmemiştir...
  Benî âdem, kendisine mahsus, özel verilen, istisnai subuti sıfatları önemsemeyip, anlamsız yerlere, duygusuzca ve bilgisizce kullanır. Yaratanının yalnız benî âdeme bahşettiği hayvandan farklı sıfatlarını yerinde kullanmayı bilemez ise habibim onlar hayvandan da aşağıdırlar” hitabının muhatabıdırlar. Verilen sermayeyi har vurup harman gibi savuran erbabı ticaret benzeri bu dünyada âmâ, âhirette âmâ” (bu dünyada görmeyen âhirette göremez) âyetinin mânâsı tecelli edecektir. Rabbın benî âdeme bahşettiği sıfatlar hayvanda olmadığından, Âdem’e bahşedilen sıfatları yerinde kullanmayı umursamayıp ihmal eden benî âdem ise kemâlat yerine mânâsı da hayvaniyet sıfatından insanîyete dönüşmediğinden dünyada kazandığı da hayvaniyet tavrı hareketinde görülecektir.
  Rahmet-i ilâhîyenin tertibi sübuti sıfatının tecellisini nefsinde ve âlemde yaşayan insan! Yalnız Allâh’ın zatına mahsus olup, yaratılışın sırrı benî âdeme dahi verilmeyen, fakat bir nebze de olsa zati sıfatın tecellisinin zevkini alan istisnai yaratılan insan, gerçek anlamdaAllâh’a dayanmayı ve güveni rehber edinmiş, hâl olarak yaşayan kâmil insana yakın ol ki, bu türlü hâllerin zuhuruna vesile kıldığı kuvvet ve kudretin yalnız Allâh’a mahsus olduğunu bilen ve bildirmek için vazifelenmiş ve yaşayan, mânevîyatın verdiği vazifeyi bütün ağırlığıyla taşımaya gayret eden şahitli, kâmil insanı bul ve teslim ol tevhid kal’asına gir ki göresin haybeye kürek sallamayasın!..
  Allah tarafından vazifeli vârisü’n-Nebî, kulluk vecibeni yerine getirmen için sana yardımcı olsun diye vazife ile yükümlü kılınmış, Hâlikı’na karşı âczini bilen, âciz insanı sakın ilâhlaştırmayasın. Tarih boyu bu yönlü tehlike hep görülmüş ve yaşanmış netice olarak hakîkat horlanmış, cehalet güzel gösterilmiş ve alkışlanmış. Allah (c.c.) cümle kulları için tertîb ve tanzim eylediği gibi yaşamayı nasip ve müyesser eylesin. Âmin. İnsan tefekkür ölçüsü ile ölçülür. Ruh ölçüsü ile de ölçülür. Yalnız tefekkür cansız ve cazibesizdir. Yalnız ruh içi boş bir zarftan ibarettir. İkisi birleşince insan vücuda gelir.
 

Nafi İlim, Salih Amel

  Kim izzet ve şeref istiyor ise bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allâh’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allâh’a ameli salih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzağı bozulur. (Fatır Sûresi, 10)
  Kur’ân’ın itikadda medarı ikidir: İlmi tevhîd, ameli tevhîd. Nafi ilim, salih amel. Lüzumlu ilim, salih amel ki, Allâh’ın emredip, Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği amel. Âyet-i celîlede açık ve sarih beyan edildiği üzere Hazret-i Allâh’a ancak ameli salih ulaştırır. İyi tefekkür et. Salih amel ihlas, takvâ, vera, tasavvuftur, felsefe değil. Yanılma. Aklın yolu zan ve tahmindir. Kalbin yolu temaşa ve hayranlıktır. Herkesin kulağı nağmelerde ilâhî zevki bulamaz. İncir gibi tatlı güzel meyveleri her kuş yiyemez.”
  Gerçeği kabulde zorlanan kardeşim, şunu iyi bilesin: Mânevîyatın verdiği vazifeyi âczini bilerek, şımarmadan, şarlatanlık da yapmadan öğretildiği gibi fisebillillâh, Allah rızâsından başka maksat ve gayesi olmadan gerçekleri yaşamaya çalışan kardeşini bilmeden incitmeyesin.
  Bu abd-i âcizi vesile kılarak Allâh’a söz verdin. Vârisün-Nebî’ye biat etmekle şerîatına tâbi olduğun Allah elçisine biat ettiğini iyi bilesin. Söz ise yalnız Allâh’a verilir. Gerçek mutasavvıfîn bu gerçeği iyi bilir. Fakat derviş ölçemeyeceğinden burası mahrem tutulur. Gerçek açıklandığı zaman “peygamberlik iddia ediyor” zannederler. Mürşit vârisün-Nebî’dir, nedim-i ilâhîdir. Vazifesi itibariyle Peygamber değildir, verâset mesûliyeti taşır. Dervişin şahsına rahmet olan mânevî tecelliler hayatta olan şeyhinin suretinde tecelli eder.Bu türlü zuhuratı izah yetkisi şeyhine verilmiştir. Vazifesi itibarı ile vesile kılınmıştır. Vesileye tâbi olman tertîb-i ilâhîdir. “Lâ ilâhe illallah” anlamını iyi bil. Kimseyi ilâhlaştırma. Hatta getirdiği şerîatına tâbi olduğun Peygamberini bile. Allah elçilerini çok sev. Amma! Sevgin beşeri ilâhlaştırmış gibi olmasın, lütfen.
  Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allâh’a biat etmektedirler. Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. (Fetih Sûresi, 10)
  Âyet’i kerimede biatın özünü bulacaksın. Sakın “bu hitap Asr-ı Saadete mahsustu” diye,Allâh’ın rahmetini bir zamana mahsusmuş gibi göstermeye kalkışma. Hâlikı’na zulüm isnat ettiğinden, Hazret-i Allâh’ı gücendirirsin. Bunlar hikâye değil gerçek. Aksini, ilim diye illâ muhalefet edeceksen dikkat et! Kabağın sahibini gücendirmeyesin.
  Arkadaşları ile yolda giderlerken arkadaşlarını güldürmek kastı ile oturan, başı çıplak, hâl ehl-i bir zatın başına “kabağa bak” diye şiddetle vurdu ve arkadaşlarını arzu ettiği gibi güldürdü. Biraz gidince koluna giren sancıya tahammül edemeyen şarlatan geri geldi başına vurduğu âdemden özür diledi. Zira anlamıştı cezanın nereden geldiğini! “Ben şaka yapmıştım, bilmiyordum. Gücendin mi?”dedi. Teslimiyetli uyanık insan, nefsinden fedakârlığı kendisine şiar edinmiş kişi: “Ben gücenmedim. Kabağın sahibi gücenmiştir”diye gerçeği dile getirdi. Bu kıssadan hisseni al da kabağın sahibini sakın ha gücendirme.
  Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allâh’ı zikretmek hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer Sûresi, 22)
  İslâm’a açılmış gönül rahmettir. Rabbından bahşedilen nurdur.İslâm bir zümreye mahsus olmayıp, bütün semavi dinler İslâmiyet’tir. Lügat karşılığı “bir olan Allâh’ın iradesine bağlanmaktır” (irade dilemesidir). Küllî tevhîd dîni olan semâvî din İslâmiyet’tir. Cümle peygamber efendilerimizin tebliğ ettikleri din İslâmiyet’tir. Tâbi olan benî âdem müslümandır. Tevhîdin anlamı budur. Kulun bu yönde ölçüsü kelime-i tevhittir. Tevhîd-i ef’al, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zat. Allâh’a acabasız îman eden mü’min. İhlas, takvâ, vera... Ehl-i zikir, ehl-i şükür olan kulların yaşantılarında görülen kelime-i tevhîdin gerçek mânâsıdır. Ölçüsü Hazret-i Allâh’a mahsustur. Hazret-i Kur’ân’da itikat izahında esas olan ikidir: İlimde tevhîd, amelde tevhîd, diye belirtilmiştir.
  Allah sözün en güzelini, bir biri ile uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu kitabın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allâh’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allâh’ın, dilediğini kendisi ile doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz. (Zümer Sûresi, 23)
  Allah tek olarak zikredildiği zaman âhirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allâh’tan başkası zikredildiği zaman hemen yüzleri güler. (Zümer Sûresi, 45)
  Hazret-i Kur’ân’da açık ve sarih, tefsire dahi muhtaç olmayan Allâh’ı zikir ve yâd etme âyetleri Allâh’a, âhiret gününe, elçisinin getirdiği şerîata ve gösterdiği tarikata acabasız inanan insanlar Leyla’sından haber almış Mecnun misali mes’ud ve bahtiyar olurlar ve sürur duyarlar. Rablerine hamdeder, onu zikrederler. Çünkü ehl-i zikir, ehl-i aşk, her emr-i ilâhîde rahmet-i ilâhînin tecellisini hisseder aynen. Zamana göre, emrin dışına çıkmadan yaşamak için gene Rabbımızın verdiği cüz’î irâdelerini kullanırlar.
  Tasavvuf tariki, nefsi ayıklayıp temizlemek ve ruhu pak ederek lahut âlemine yükselmek yoludur. Kemâlatı için bu yönlü rahmet Allah ve Resûlünü idraki ile emr-i ilâhîye göre hayatını gücü nispetinde yönlendirmeye çalışan, kuvveti, kudret-i ilâhî karşısında âczini bilen insan için ne güzel ifade edilmiş:
  “Âlemi Lâhût’a pervaz eyleyen ehl-i safâ,
Değil İskender tacı, taht-ı Süleyman istemez.”
  Nâ-ehil bu türlü yaşantının zevkini yanlış değerlendirmiş, hakîkatı mahrumiyet zannetmiş, yanılmış. Yanıldığı âyet ve hadislerle sabittir.
 

Sizin En Hayırlınız Dünya İçin Âhiretini, Âhireti İçin Dünyasını Terketmeyendir

  “Sizin en hayırlınız dünya için âhiretini, âhireti, için dünyasını terk etmeyendir.” Hiç bir hâdiseyi bu bildiri dışında mütâlaa etmeyesin. benî âdeme bahşedilmiş nimet-i ilâhîye yeteri kadar îman edemeyenlere gelince, bir ölçü daha bildiriyor. Hâlik-ı Zülcelâl: Yukarıda geçen âyet’i kerimede bildirildiği veçhile onların yanında yalnız Allâh’ı zikredersen keskin sirkenin küpün dışına sızdırdığı gibi hemen mayasını gizleyemez, dışa vururlar. Sızıntı değil ehline aşikâr olur. Çünkü “Settarü’l-uyub” olan örtme ve gizleme sıfatı verilmemiştir. Şer yönü aşikâr olan kişilerin hicap diye bir sıkıntıları yoktur.
  Na-ehlin bu tutumu îmanlı kişileri elbette rahatsız eder. Îmansız kitlenin zevk aldığı emr-i ilâhîyi dışlayarak, insanî duygu hududundan yoksun, hayvani isteklerini umumun yaşantısına yansıtmaya çalışmaları elbette îmanlı geniş bir kitleyi rahatsız ve huzursuz edecektir. Bu hâllerinden hicap etmedikleri gibi hakîkatte Allâh’a inanmadıklarının yılışıklığını açık açık görmek her an mümkündür. Merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler.” Utanması icab eden çirkin hâlleri şerefli bir meziyet gibi ilân etmekle gurur duyarlar.
  Allâh’ın emrine ve Resûlünün getirdiği emr-i ilâhîye acabasız inanan gerçek insan, müsterih ol. Buna rağmen nâ-ehille cedelleşme. O kardeşlerin için de dua et. Yeryüzünde îmanın şulesi budur. Tecelliyyat-ı ilâhîyi hissederek Allâh’a hamdü sena et. Enâniyete kapılma. Ene “ben” demektir. Varlık ifadesidir. Varlıksa yalnız ve yalnız, şeriki ve naziri olmayan Allâh’a mahsustur. Bu sıfatı kendine mal edenler sahtekârdırlar.Peygamber efendilerimiz de bu sıfatı ilâhîye sahip çıkamazlar.Âdem “yok” demektir. Madde âleminde varsın, geçici varsın.
  Allah Ahad’tir, zati sıfatı ile. Bu varlığı Allâh’ın varlığı ile kıyaslayamazsın. Allah ahaddir. Ahadiyyet Allâh’ın zati sıfatlarındandır. Birdir, benzeri olmayan birdir. Bu sıfat beşerde görülemez. Mümkün değildir. Dikkat et, hesabını dünyada sorarlar. Âhirette de enâniyetinin yaptığı tahribatın cezasını kaldıramazsın. En büyük kul hakkı budur. Bilmeden öldürdüğünmânâların karşılığını veremezsin. Huzur-ı ilâhîde müflis olursun”buyurdu Hazret-i Peygamber (s.a.v.). Tekrarında faide umarak izaha çalıştığım gibi tasavvuf açıkça belirtilen emr-i ilâhî ile bezenmiş. Nehyedilmiş, yasaklanmış nefsin hazzından kaçınarak Peygamber efedilerimizde mekârim-i ahlâk olarak tecellisi bariz görülen, ehline yaşama zevki verilen rahmet-i ilâhînin ismi tasavvuftur. Rabbımın lütfu ihsanı ile nefsi, dolayısı ile ruhu yasaklardan ayıklayıp temizlemek ve ruhu pak ederek lahut âlemine yükselmek yoludur!...
 

Bazı Fıkıh Âlimleri Mutasavvıflarla Beraber Yürümeyi Reddetmiş, Bu Gerçeklere Tarih Boyu Kulağını Tıkamışlar

  Fakat bazı fıkıh âlimleri mutasavvıflarla beraber yürümeyi reddetmiş. Bütün bu gerçeklere tarih boyu kulaklarını tıkamış öyle kalmışlar. Dilerim ki bu mânâ zıttiyeti mahşere kadar sürmesin Âdem aleyhisselâm akıl derecesinden aşk derecesine ulaşınca bütün varlıklarda Allâh’ın güzelliğini görmeye başladı. Her varlıkta Allâh’ın tecellisini gördü. Âdem her şeyin hakîkatını biliyordu ki, ona “alleme’l-esma” denildi.”
  Ne kadar ilim tahsil edersen et, ruh temizliğine önem vermiyorsan, hakîkat fakiri olursun, âkli ölçüden başka meziyete sahip olmadığın için tasavvufî yaşantıları elbette kabul edemezsin. Hazret-i Kur’ân-ı da bilginden öte izah edemezsin. Etmen de mümkün değil.
  Hani hamama gelir, yıkanır, hamam parası vermemek için mutlaka bir şeyinin çalındığını söylermiş. Bir gün gene yıkanmak için hamama gelmiş. Hamamcı “eğer bir şeyim çalındı, demez isen yıkan” demiş ve anlaşmış. Aksilik bu ya, hakîkaten elbiseleri çalınan adam don gömlek hamamcının karşısına çıkmış: “Biliyorum, anlaştık. Bir şeyim çalındı, demeyeceğim. Ama söyle Allah aşkına, ben hamama böyle mi geldim?”
  Mutasavvıfîn olarak siz âlim kardeşlerimize soruyoruz: Lütfen, Allah aşkına: Bu dîni İslâm böyle mi geldi, mânâsız ve ruhsuz? Mutasavvıfîn cevap veriyor: “Hayır, ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Haklı olarak en mütekâmil, cihanşümul olan Şerîat-ı Muhammedi böyle mi geldi? Akıldan öte yolu olmayan akılcı din ve maddeye mahsus olan felsefe ile bu gerçekleri çözeceğini zannediyorsan, kusura bakma hava alırsın, oksijensiz hava. Bütün semâvî dinlerin ismi olan İslâm’dan öyle korkuttuk ki inanmış insanları, semâvî dînin şerîatını yaşayan, Allâh’a şirk koşmayan kişiye “sen de Müslümansın” diyemiyoruz. Mâdem Allâh’a inanıyorsun sende müslümansın yeyiversek onada ters öğretilmiş müslüman kardeşim. Hakaret ettiğimizi zanneder, diye Hazret-i Allâh’a tazarru ve niyaz ediyoruz. Hazret-i Allah bu perişanlığımızı düzeltsin, âmin ve selâmun ale’l-murselin velhamdülillâhi Rabbil-âlemin.
  Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi. (Sa’d Sûresi, 18)
  Allâh’a çağıran, iyi iş yapan ve “ben Müslümanlar­danım” diyenden kimin sözü daha güzeldir? (Fussilet Sûresi, 33)
  Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar Rabbını hamd ile tesbih ederler, ona îman ederler, mü’minlerin de bağışlanmasını isterler. Ey Rabbımız! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tövbe eden ve senin yolunda gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (Mü’min Sûresi, 7)
  Şimdi sen sabret. Çünkü Allâh’ın vaadi gerçektir. Günâhının bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbını hamd ile tesbih et. (Mü’min Sûresi, 55)
  Allâh’a çağıran en güzel işi o yapar. O kişide evvela aranacak meziyetin esası o kişinin Müslüman olması ve çekinmeden korkmadan “ben Müslümanlardanım”diyebilecek bilgi ve îmana sahip ise biz ona başkalarında görülemeyen hikmet olarak sözün de güzelini verdik.
  Tekrar etmek mecburiyetinde kaldığımız gerçekleri gene yazmakta faide mülahaza ediyorum. “Size din olarak İslâmî seçtim,size dîninizi tamamladım” buyurdu Hazret-i Allah(c.c). Bütün semâvî dinler İslâmiyet’tir. Lügat karşılığı “eşi benzeri, şeriki, naziri olmayan Hazret-i Allâh’ın iradesine bağlanmaktır. İradesi dilemesidir. Bütün âlem Allâh’ın ilim ve iradesinden ve dilemesinden zuhur etmiştir. Allâh’ın bilgisi, arzusu dışında ne maddede mevcut bir zerre, ne demânâda beliren bir zuhurat göremezsin, mümkün değil. Aksini düşünmek hakîkatle bağdaşmadığı gibi Allâh’a olan îmanda noksanlıktır. Hiç bir semâvî dîni bu ölçünün dışında mütâlaa edemezsin. Hepsi tevhîd dînidir. Kelime ile ifadesi “Lâ ilâhe illallah”tır. Sonradan getirdiği şerîatına tâbi olduğun Allah elçisi Peygamberini ilâve ederek Âdem Safiyyullah, Nuh Şekirullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah, Muhammed Mustafa Habibullah, cümle peygambe­ranı izam ve rusul-i kirâm diye, hem Allâh’ın varlığını, hem de kulu olarak gönderdiği elçilerini kabul ettiğini dilinle ikrar, kalbinle tastik, hâlinle tatbik etmeye mecbursun ki, istenilen îmanın tecellisinin zuhuru görülen gerçek müslüman ve müslümanlığını da korkmadan, çekinmeden, haz duyarak haykıran ve yaşamaya çalışan bahtiyar insan. Böyle insanların Allah adedini artırsın. O rahmet tecellisine mazhar olmuş insanın yeryüzünde çok görülmesi, o nisbette rahmet-i ilâhînin çok çok zuhur ettiğinin ifadesidir.
 

Mürşidin Vazifesini Hazret-i Allah Verir, Şeyhi Tebliğ Eder.

  Allâh’ın ezel-i ervâhta yaratıp vazifelendirdiği vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî ki, Evliyâullah: Peygamber değil fakat Peygamberinin getirdiği şerîatı ve gösterdiği tarikat üzere yürümelerine mizacı ve gücü nispetinde mânen verilen vazifeyi havf u reca üzere, Allâh’tan korkmanın anlamını bilen, tazarru ve niyazın her zaman mânevî sermayesi, mü’minin yegâne silahı mesabesinde olduğunu idrak etmiş, Hak yoluna yardımı nefsine mal etmiş, Allâh’ın gücü karşısında âczini bilen, Allah tarafından vazifeli kılınan, vazifesi şeyhi tarafından tebliğ edilen ve bu tebliğinin zuhurunu gören, bu türlü bilginin sahibi kılınan insan. Biz dilediğimize hikmet veririz” hitabını müdrik, günâh işlemeye müsait fakat Allâh’a eş koşmak felaketinden enâniyet bataklığına batmaktan muhafaza edilen, verâset vazifesinin sahibi ki irşâdtır gerçek mürşit. Bu türlü günâh işlemekten rabbına sığınmış, bilgilendirilmiş, görgülendirilmiş, rahmet-i ilâhîye vesile kılınan, şirk dâhil günâhları işlemeye her kul gibi müsait olan, îmanı nispetinde nefsini koruyabilen, başkalarına yaşantısı ile örnek insan. Cüz’î irâdesinden o da sorumlu kılınmıştır!..
  Peygamber efendilerimiz bu hususlarda masum yaratılmışlardır. Mürşitliğini iddia eden bir kişide enâniyet ve şirkin devamının görülmesi, o kimsenin verâset vazifesinin olduğundan gayrıyı elbette şüpheye düşürür. Küfürde ısrarı velâyetle bağdaşması muhâldir. Bu ölçüyü iyi bilelim. Nâ-ehle fırsat verip hakîkatleri çiğnetmeyelim. İslâm’ın mânâsını alay konusu yaptırmayalım. Yalnızilmîokumak ve yazmak, felsefeden ibaret olup mânevî tefekkürden nasip alamamış, buna rağmen almak da istemeyen hakîkat fukaralarının “Allâh’a yaklaştırıyorum” düşüncesi ile kendi ve aklının mahsulü ilâhına yaklaştırma çabasına sen de bilmeyerek yardımcı olma! Şirke ve enâniyete düştüğünün bariz görülmesi mânevî vazifesinin olmadığının ölçüsüdür!..
  Mânevî bu tertîb-i ilâhîyi Allâh’ın affına sığınarak anlatabileceğim kadar anlatmaya gayret edeceğim. İnâyet Allâh’tandır. Teferruatıyla evvelce yazdığım gibi hulasa edeyim: 1949 senesinde Rabbımın lütuf ve ihsanı ile Kahramanmaraşlı Maraş Fatihi Ali Sezayi Kurtaran Efendinin halifesi Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici Efendi’ye Rabbımın lütfu ihsanı ile arzum tahakkuk etti. Gerçeği gördüm. Müntesip oldum. Acabasız kabul ettim. Mutmain olarak, sadık derviş oldum. 57 sene oldu. Rabbıma hamd ederek arz ediyorum. Gene o günkü sadık dervişim, elhamdülillâh. Allah mahrum etmesin, cümle kullarına ihsan etsin, âmin. Yedi şeyh efendinin mânevî bir demet gül misali hâl ve İslâmi terbiyelerinden bu abd-i âcizi tertîb-i ilâhî olarak nasipli kıldı. Allah cümlesinden razı olsun, makamları cennet olsun. Yanlış anlaşılmasın diye izah edeyim: Dervişin bir şeyhi vardır. İki olmaz. Tertîb-i ilâhîde böyledir. Amma kısmetinde var da irşâda vazifeli kılınmışsa gene Hazret-i Allâh’ın tertîbi ile bazı şeyh efendilerin de bahşedilen meziyetlerinden istifade etmesinde bir sakınca olmayıp, rahmet-i ilâhî ve tertîb-i ilâhîdir. Esas olan bir şeyhidir irşâd vazifesi verildikten sonra bütün verilen vazifeler teberrüktür, esası bozmaz!..
  Sene 1956. Berat gecesi mânevî büyüklerimizin de bulunduğu Peygamber Efendimiz’in başkanlığında imtihan oldum. İmtihan soru cevap imtihanı değil, hâl imtihanı. Hazret-i Allâh’a tazarru ve niyaz imtihanı idi. Rabbıma sonsuz hamd olsun, Hazret-i Resûllullah (s.a.v.) Efendimiz kalabalık mânevî toplum içinde büyük ve açık bir defterle masa önünde oturan Ebu Bekir Sıddık (r.a.) Efendimiz’e: Yaz: Şeyh Sadî Şîrâzî, diye yaz” buyurdu. “Şeyh Sadî Şîrâzî Hazretleri yüzlerce sene evvel yaşamıştı, nasıl olur?” diye içimden geçirirken, Peygamberimiz Efendimiz: “İkinci Şeyh Sadî Şîrâzî, diye yaz” buyurdular.
  Bumânâmı kimseye ifşa etmedim. Hatta mürşidim efendime dahi. Sıkıldım söyleyemedim. Yemin ederek derim ki: Şeyh olma zevkim ve isteğim yoktu. Nasıl olsun ki, o günkü toplumun inanan kesiminin de ekserisi ne dervişliği ne de şeyh lafzını dahi kabullenecek hâlde değillerdi. Ezel-i ervâhla ilgili mânevî kısmeti olanlar ve mânevî vazifeli olarak dünyaya gönderilen vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî yeryüzünde hiç eksik olmamıştır. Aksini düşünmek rahmet hazinesini kısıtlı göstermeye çalışmak, Hâlik-ı Zülcelâle zulüm isnat etmektir.
  Bir kaç ay sonra, gününü pek hatırlayamıyorum, Ankara Anafartalar Caddesi, Adliye’nin karşısında Kuleli tarihi binasının üst katında iskân ediyordum. Kayınpederim, yedi tarikten izni icazet sahibi Çorumlu Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi’nin de bulunduğu bir mecliste cennet mekân mürşidim efendim Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici mânevî vazifemi tebliğ ettiler ve buyurdular ki: Sizleri şahit kılarım. Hazret-i Allah Gâlip Efendiye irşâd vazifesi vermemi emretti” diye tebliğ etti. Hazır bulunan büyüklerimin ellerini öptüm. Kayınpederim gözlerimden öperek tebrik ettiler, bu abd-i âcizi. Hazret-i Allah emretti. Hikmetini idrak edememiştim, mânevîyattan nasip alamayan ilim sahiplerinin ölçemediği gibi. Sonra Rabbım bu sırra bu abd-i âcizi muttali kıldı. Anladım ve öğrendim ki, mürşidi ancak ve ancak Hazret-i Allah emrediyor.
  Vazife taşıyan kardeşlerimin hataya düşmemeleri için hayatımda gördüğüm ve yaşadığım gerçekleri dile getirmeye çalışıyorum. Dikkatli olmaları için bildiğim kadarıyla uyarıyorum: vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhî Evliyâullah, bi-zatihi Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanziminin zuhuru olup, beşerdir. Bütün kullarından farklı yönü yoktur. Ne gaybı bilir ki, gaybı Allâh’tan başkası bilemez. Peygamberini vazifelendirmede olsun peygamber efendilerimizin verâsetini taşıyan Evliyâullahın da vazifelerini bizzat Hazret-i Allâh’ın verdiğini naçiz hayatımda gördüm ve yaşadım. Kesinkes anladım ki, ne peygamber efendilerimiz kendi yerlerine peygamber tayin edebilir, ne de şeyh efendiler kendi yerlerine şeyh tayin edebilirler. Bu yetki tamamı ile Hazret-i Allâh’a mahsustur. Allâh’ın bu türlü rahmetinden mahrum olanlardan çok kişiler bu türlü tertîb-i ilâhîyi bilemediklerinden kendi ürettikleri, aslı olmayan tertipleri ile hem kendilerinin hem de tâbi olanların yollarını sarpa sardırdılar ve bilmeden çok büyük mesûliyeti üstlendiler. Bu mesûliyeti yeteri kadar idrak edemeyen nâ-ehilin bir kısmı inandığını söyleseler de, yalnız ağızlarında kelime olarak zuhuru görülür. Îmanın şartı olan Âmentüye yeteri kadar îman edemedikleri hâllerinde, yaşantılarında ve muâmelatında görmek mümkündür.
  “Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın, konuşmalarından daha iyi tanırsın” buyurdu Hâlik-ı Zülcelâl. Kelimeyi tevhîdi lisânen telaffuz ediyorsa her hangi bir âdem, müslümandır onun hakkında aksine hüküm veremezsin. Gaybi hüküm Allâh’a mahsustur. “Habibim, sen onları konuşmalarından tanırsın” ki,mânânın dışa yansıması konuşması ile başlar. Hayvanlar da koklaşarak anlaşırlar. Koklaşarak anlaşmak ölçüsü benî âdeme verilmemiştir. Mutasavvıfîn demişlerdir: Dilini oynat, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
  “Allâh’tan başka ilâh yoktur: İllâ Allah vardır” diyorsa, her hâlinde mânâsının zuhuru görülüyorsa, o kişi mü’mindir. Son sözü Allâh’tan başka ilâh olmadığını” söyleyip vefat eden makbul kuldur, cennetliktir buyurdu. Hazret-i Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in bumânâdaki bildirisini iyi anla. Haddi aşma. Erbabı zikir bu türlü rahmet-i ilâhîlerin zevki ile yaşar. Beşeri zaafınla ölçüye kalkışma. Huzuru ilâhîde rezil olursun.
  “Ebu Zer’in maruz kaldığı hakarete” ortak olma. Ebu Zer’in burnu yere sürtünse de, o kişi cennetliktir” tebliğinin anlamının şahidi olarak inanan, Allâh’ın bütün kullarına seslenmek istiyorum: Allâh’a şirk koşmayın. Yeteri kadar emr-i ilâhîleri yaşayıp, zevkini almadan, “biliyorum” iddiasında bulunan, mânâyı dışlayıp, akıl ve mantık ölçüsünden başka ölçeği olmayan benî âdemler Hazret-i Allâh’ın kullarının dünya ve âhiret hayatında emr-i ilâhîye uygun yaşantılarını tanzim etmeleri için, elçisi vasıtası ile lütfettiği emr-i ilâhîleri de akla ve mantığa uydurmaya çalışarak,mânâda yeri olmayan ancak avamın haz duyduğu felsefeye yöneldiler. Akıl, mantık ve nefsin hazzını esas aldılar. Şerîatı, tasavvufu ve tarikatı dışladılar. Bu mânevî yol ne yazık ki, dindar görünüp de, inançları dilinden öte gitmeyenlerin ve taklitle gerçeği bulamayan, fazla aramak için zamanı olmayan, olan zamanını ise nefsinin hazzına ayırmış, ruhunun neşvü nema bulmasının zahmetine tahammülü kalmamış, safiyetli gibi görüntü veren, insanları pusuya düşürmek için avını bekleyen çıkarcıların eline düşmüş, dîni konularda ve dünya görüşü dejenere edilen benî âdem. Lütfedilen vahy-i ilâhîyi akıl ve mantığına uydurmaya çalışmış, uyduramamış. Elbette uymaz, uysa idi, Allâh’ın elçisi vasıtası ile lütfedilen dünya ve âhiret, benî âdemin salahı için bahşedilen vahy-i ilâhîlere lüzum olmazdı.
  Maddenin felsefesinimânâya uydurmaya çalışan, Allâh’ın varlığını lütfen kabul edip Allah elçisinin tebliğine yan çizen, bu yönlü dindarlar yeteri kadar nefsine mal edemediği hakîkatleri hayatından dışlamak için bahane arayan, bazı nâ-ehil, emr-i ilâhîyeye yeteri kadar intibak edemeyen kişilerin nahoş tutumlarını dine mal etmekten, mal bulmuş mağribi misali hemen çarpık fikrine sermaye edinen, dindarlık kisbesi altında anormal yaşayan, tertîb-i ilâhîyi Allâh’ın lütuf ve ihsanı olan güzelliklerle bağdaştıramayıp, nefsanî duygularının esaretinde, yalnız kendilerinin haklı olduklarını zannedenler... Gerçek ehl-i tarik, ehl-i tasavvufun her an yeryüzünde mevcudiyetleri Allâh’ın rahmetinin eksilmeyen tecellisidir. Bu rahmet-i ilâhî kıyamete kadar yeryüzünde mevcut olacak. Olmaması zulümdür. Rabbımızı bu zulümden tenzih ederiz.
  “Kıyamet kopmadıkça tövbe kapısı kapanmayacaktır” müjdesini iyi anla. Her zaman arayan nasiplisi nasibini bulur. Hiç şüphen olmasın. Eğer murat değilsen, mürit olmaya çalış. Kula bu rahmetin önü açık bırakılmıştır. Murat olan ruh, ruhlar âleminde “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” hitabına tereddüt etmeden “beli” yani “evet” diyen ruhlar daha dereceleri yücelsin diye kazanç yeri olan dünyaya, bilâ istisna bütün ruhlar cesedlenerek gönderildi. Sonsuz rahmet-i ilâhînin zuhuru olarak yeryüzünü kulun hayrına tertîb ve tanzim etti Hazret-i Allah. Bahşedilen cüz’î irâdesinden benî âdemi sorumlu kılıp, elçileri vasıtası ile mekârim-i ahlâk rahmetini bütün kullarına sermaye olarak lütfetmiştir.
  Murad olan kul için rahmet yolu daha açık. Gazab-ı ilâhîyi celbeden yollar murat için de açık ise de, avam gibi nefsanî arzularının esiri değildir. Ufak bir kıvılcım muradı uyarmaya yeterli olur. Dereceleri yücelsin diye dünya lütfedilmiş kazanç yeridir. Tasavvufta izah edildiği gibi “kavis” tabir edilir. Ruhlar cesetli olarak kavisi tamamlamak mecburiyetindedirler. Dünyada kavislerini tamamlamaya ömrü yetmeyen îman ehlinin kabir hayatına îmanlarını götürebilenlerine kabir hayatında kavislerini tamamlama imkânı verilmiştir. Fakat dünya gibi kabir hayatı kazançlı olmayıp müddeti daha uzundur.
  Acabasız, Allâh’ın birliğine îman eden, elçisi olarak resüllerine, semâvî kitaplara, suhuflara, meleklerine, öldükten sonra dirileceğine, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna îman eden bahtiyarlar murattır. Mutlak adâlet sahibi olan Hazret-i Allah onları kâfir olarak huzuruna götürmez. “Murat nazdadır, mürit niyazdadır” denildi.
 

Bişr-i Hafî: Yalınayak Bişr

  Örneklerden bir misal. Bağdat’ta türbesi bulunan Bişr-i Hafî Hazretleri sarhoş, meyhaneden çıkmış evine gidiyordu. Çamurlar içine atılmış, çamur olmuş lafza-i celâl yazılı bir kâğıt parçası gördü. “Ya Rabbi, zatının ismine böyle hakaret reva mı?” diye çığlık ve gözyaşları ile yerden aldığı lafza-i celâl yazılı kâğıdı temizledi. Meyhaneden kalan parası ile güzel kokular aldı. Çamurunu arıtıp güzel kokular sürdü. Bezlere sardı. Yüksek yere koydu. Zamanın mânevîyat ehl-i bir zata mânâsında emir verdi, Hazret-i Allah. Buyurdu ki: Bişr’e söyle. Bizim ismimize hürmet gösterdi. Arıttı. Yüksek yerlere kaldırdı. Biz de onun içini, dışını temizledik, arıttık.”
  Bu şerefe nâil olan Bişr-i Hafî “Allah” diye öyle bir çığlık attı ki... Yaralı ve kırık kalbin çıkardığı tövbe istiğfar, Rabbına hamd ve teşekkür çığlıkları, ümitsizlikle beklediği amma rahmet-i ilâhîde zuhurunu gördüğü sonsuz rahmetin verdiği aşk-ı ilâhînin çığlıkları... Yalnız okumak ve yazmakla elde edilemeyen samîmiyet ve hikmet... Hülasa yukarıda anlatmak istediğim murad-ı ilâhînin zuhuru görülen Murat...
  “Kâmil doğarmış ehl-i Hak, doğmadan evvel anası” ölçüsünü hatırdan çıkarmayasın. Her sarhoşu da Bişr-i Hafî zannetmeyesin. Her hâlinde samimi olmanı tavsiye ederim. Kimseyi kandırmaya kalkışma. Hele hele Allâh’ı...
  O hâlden sonra Bişr’in tertemiz örnek yaşantısına Bağdat şahit oldu. Ayağına ayakkabı dahi giymedi. Görmediğim mahlûkata eza ederim” diye. Onun için “Yalın Ayaklı Bişr” anlamına gelen” Bişr-i Hafî” denildi.
  Benim mübârek kardeşim! Bu türlü hikmetleri hikâye gibi dinleme. Allâh’a acabasız inan. Gereğini yap. Cüz’î iraden müddetlidir. Müddeti dolmadan îman ağacından yetiştirdiğin rahmet meyvelerinden ye. Hazret-i Allah mutlaka tövbe istiğfar nasip eder. Huzuruna temiz olarak alır. Çünkü dünya en büyük kazanç yeridir. Kast-ı ilâhî daima benî âdemin kazanması için lütfedilmiştir. İnkârı yeteri kadar Rabbını tanımamaktan ve nasipsizlikten gelir. Yanlış düşünce ve çirkin ithamlardan o Allâh’ın gelinlerini”tenzih ederim. Bul ve müntesip ol. Çünkü onlar Allâh’a inananların mânevî yolda hizmetkârıdırlar.
  Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tabi olun. Çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. (Yâsîn Sûresi, 21)
  Bu ve buna benzer, Rabbımın emirlerine kulak ver. Aksini anlatıp, seninmânânı bilmeden öldürmek isteyen insanlardan uzak dur. Yaptığın, yaptıracağın maddî ve mânevî işlerini ehline sor. Emaneti ehline veriniz”hitabına dikkat et.
  Çok tel kırılır sineyi kânun-u cihanda,
Nâ-ehle mızrabı tasarruf verilince.
  Ne güzel. Gerçek ifade edilmiş. Bilmeyenin eline mızrabı verirsen kânunun göğsünde kırılmadık tel bulamazsın. Edebiyat öğretmeni Sayın Fazlı Al Hocaefendi’nin veciz yazmış olduğu “Sor da söylesin” isimli şiirini yazmadan geçmeyeceğim:
 
EHLİNE SOR DA SÖYLESİN
 
Zikre gönül verip zikri isteyen,
Ehlullaha zikri, sor da söylesin.
Zikrullahın zevkini almak isteyen,
Ehlullaha zikri sor da söylesin.
 
Ankebut Sûresi âyeti kırkbeş,
Zikrullah en büyük, yoktur buna eş.
Hakkın kulu zikri ne rahmet kardeş!
Zikrullah ehline sor da söylesin.
 
Söz verdik ervahta “Rabbımsın” diye.
Bu ahdi unuttuk, burada niye?
Hatırlatmak için zikir hediye.
Ervah nedir? Zakire sor da söylesin.
 
Ben kulumu zikretmezsem her demde,
Kulum beni zikredemez bir yerde.
Varlık, benlik gösterecek kul nerde?
Hadisi kudsiye sor da söylesin.
 
Lâyık olmayana zikrini vermez,
Mühürler kalbini, “Allah” dedirtmez.
Bu sofra kutsaldır, her kula sermez.
Vermesini iste, sor da söylesin.
 
Bizi zikrettiren, kimdir bildin mi?
Acizliğin bilip, kibri sildin mi?
Zikri Hak’la olmak zevkin erdin mi?
Değilsen ehline sor da söylesin.
 
Beni zikredin ki, sizi zikredem…
Cibril’den Resûl’e müjde âyet hem.
Bu ümmete rahmet... Dem de tam bu dem,
Kur’ân’a rahmeti sor da söylesin.
 
En efdal zikirdir, tevhîdin zikri,
Her şeye anahtar özdeki fikri.
Tekrar şükür ister zikrinin şükrü,
Tevhîdi dört kitaba sor da söylesin.
 
Tevhid bir tohumdur, her mevcud onda,
Hilkatin sırrıdır Allah yolunda.
Hem nef’i, hem isbat dürülmüş onda,
İzahı ehline sorda söylesin.
 
Her kapıya miftah, her şeyi açar,
Her esma, hazine lâyığa saçar.
İstemeyi iste, gel kalma naçar.
Kapısı efendim, sor da söylesin.
 
Zikir şekil değil,mânâya dalmak.
Tevhid ummanında huzura varmak.
Onun zevki ile başbaşa kalmak...
Ehline bu zevki sor da söylesin.
 
Tesbihler, tekbirler, dualar nazlar,
Rükûlar, secdeler, candan niyazlar,
Tefekkür, tezekkür, duyulan hazlar.
Hep zikre vesile sor da söylesin.
 
Haccın hikmeti de O’nu zikirdir.
Tavaf, say, vakfe, taş, hepsi zikir.
Kurban da bahane, o da zikirdir.
Gerçek kurban nedir? Sor da söylesin.
 
Her varlık kendince zikreder, her an.
Tesbihleri daim, hamd ile sübhan...
Zikirde şekil yok, zamanı her an.
İsra Sûresi’ne sor da söylesin.
 
Kimdir selâm ile sofralar seren?
Kimdir organlara lisânı veren?
Kimdir kemikleri toplayıp deren?
Yâsîn Sûresi’ne sor da söylesin.
 
Kimdir her nimeti halk edip sayan?
Kimdir her varlığa rızkını yayan?
Kimdir yere göğe mizanı koyan?
Rahmân Sûresi’ne sor da söylesin.
 
Yedi kat yaratmış gök ile yeri,
Yedi kat yumurta... aynı benzeri.
Zerrede toplamış bunca haberi,
Kesrette vahdet ne? Sor da söylesin.
 
Dinde zikir nedir?... Mürşidim yazmış.
Mana denizinden inciler kazmış.
Bu zikri öğrenmek cümleye farzmış,
Neler var kitab da? Sor da söylesin.
 
Efendim tercüman, yazdıran Allah.
Çağımızda çağdaş bir eser vallah.
Tasdik etmiş bunu hem Resûlullah.
Bu eşsiz esere sor da söylesin.
 
Rabbım, zikir ile sığındım sana.
Hamdolsun yazmayı lütfettin bana.
Her daim zikrini zikret bu cana.
Onun zikrin zikre sor da söylesin.
 
Ey Fazlı, zikirle noktala sözü.
Zikrettiren Allah, tevhîdi özü...
Zikrullah himmeti açar kalb gözü,
Tertibi şeyhime sor da söylesin.
 

Allâh’ı Zikretmek İbâdetlerin En Büyüğüdür

  Sana vahyedilen kitabı oku. Ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.(Ankebut Sûresi, 45)
  Allâhu TeâlâHazretleri’nin âyeti kerimede buyurduğu gibi, Allâh’ın zikri en büyük ibadettir. Bütün ibadetlerin kasti Allâh’ı zikretmektir. Her ibadet ve taat zikrullah ile bezenmiştir. Zikrullah başlı başına en büyük ibadettir. Ashâb sordular: “Efdal-i zikir nedir, ya Resûlullah?: “Efdal-i zikir, fa’lem ennehu lâ ilâhe illallah, efdal-i şükür elhamdülillâh” buyurdular.
  Bir kul “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyor ise, en efdal zikri ve ibadetlerin cemisini lisânen dile getirmiş olur. O an o kişi kelime-i tevhîdi lisânen ikrar ettiği için müslümdür. Tertîb ve emr-i ilâhî olarak mânâsını yaşamaya yükümlü kılınmıştır. Sadakati îmanının zuhurudur. Yaşayan insan mü’min’dir. Rabbım bu gerçekleri cümle kullarına yaşama fırsatı verdiği gibi, yaptığımız ibadet ve taatlarımızı kusuru ile noksanı ile dergâh-ı izzetinde kabul buyursun, âmin.
  Allâh’ın zikrine çeşitli bahanelerle, tahrif edercesine karşı çıkıp “ben biliyorum” edası ile ehl-i zikrin, ehl-i şükürün, ehl-i tevhîdin yolunu şaşırtan, sureti Hak’tan görünüp, şeytanın dahi yapamayacağı tahrifatı yapan, sudan bahaneler göstererek, kendini haklı göstermeye çalışan kişiyi Allah ıslah etsin. Hazret-i Allah âlimlerimizi zülcenaheyn eylesin, âmin. Ve selamün ale’l-mürselin velhamdülillâhi Rabbil-âlemin.
  “Kim Rahmânı zikretmekten gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”(Zuhruf Sûresi, 36)
 

Er’Rahmân Er’Rahîm

  Er-Rahmân, ezelde bütün yaradılmışlar hakkında hayır ve rahmet-i irade buyuran, sevdiğini, sevmediğini, îman etmiş veya etmemiş ayırt etmeden, cümle mahlûkatını sayısız nimetlerle taltif eden, Fatiha-yı Şerîf’in üçüncü âyetinde de bildirdiği Rahmân isminin zuhurudur. Rahmet-i ilâhîleri hissetmeden hayatını devam ettiren âdem Rahmân’ı zikretmeden, ömrünü türlü bahaneler ve desiselerle, yaratanını bilmeden Rabbının isimlerini kesir zikretmeden, yani çok çok zikretmeden, gündüz ve gecesini yalnız ve yalnız nefsinin hazzından başka bir şeyi gaye edinmeyen gafil, nimet-i ilâhîleri göremeyen nankör âdeme yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Çünkü o Rahmân’ın zikrinden gafil oldu. Türlü bahanelerle “aklıma, mantığıma uymuyor” diye Allâh’ın zikrinden Allâh’ın kullarını men eden kişiye zalim ismini veriyor Hazret-i Allah(c.c.).
  “Her şeyi biliyorum” zanneden, gerçeklerden bilmeden uzaklaşan bilgin kardeşim: Allâh’ın zikri diğer hikmetler gibi akıl ve mantık ölçüsüne verilmemiş. İnat etme. Hazret-i Kur’ân’daki zikir âyetlerini iyi oku. Namazdır, oruçtur, hacdır, zekâttır. Hakîkatleri tahrife kalkışma. Evet, bütün ibadet ve taatlar zikrullah ile bezenmiş. Hepsinin zamanı ve miktarı belirlenmiştir. Amma zikrin zamanı yoktur. Kur’ân’ın çok yerinde “beni kesir zikredin” buyuruyor Hazret-i Allah. Kesirin ölçüsü yok. “Kıyâmen ve kuuden ve âlâ cünubihim” (ayakta zikredin, oturarak zikredin, yatarak da zikredin).Allâh’ı zikretmeye mâni yoktur. Mânâ yolunun sahtekârlarına, düzenbazlarına bakıpta gerçeği ölçmeye kalkışma gayretullaha dokunursun o kapıyı birdaha göstermezler rahmet-i ilâhî gene biz açarız buyursa da açıkken gir iradeni kullan işi oluruna bırakma fırsat elde iken istifade et. Gafil olma. İlmin her dalı güzeldir. Mürşide intisap, mürşidin şahsına olmayıp, şerîatı ile yükümlü olduğun Allâh’ın elçisinedir. “Vârisü’n-Nebî”nin anlamı budur.
  Hazret-i Allah hiç bir kulunu adâleti icabı rahmetinden mahrum koymamış, yeryüzüne elçi göndermediği zaman verâset taşıyan vârisü’n-Nebî ki, Allâh’ın evliyâları ile kullarının Peygamberinin getirdiği şerîat üzere yaşamaları ve biat. Rahmetinden mahrum koymamış. Cümle güç kuvvet Hazret-i Allâh’a mahsustur. Peygamber efendilerimizin, ne de evliyâullahın gazab-ı ilâhîden kişiyi kurtaracak gücü, ne de dilediğini cennetlik yapacak yetkisi vardır...
  Bu gücü kendinde varmış gibi göstererek mürşitlik iddia eden kişi sahtekâr ve zındıktır... Güç, kuvvet, afv u mağfiret, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, rızıklandırmak yalnız ve yalnız Hazret-i Allâh’a mahsustur. Bu yönlü, peygamber efendilerimiz de salâhiyyetli değildir: “Ya Fatıma, kalk, namaz kıl. Sakın, babam peygamber, diye ihmal etme. Allâh’ın rahmeti olmadan ben de bir şey yapamam.”
 

“Varsın Derviş Öyle Bilsin” Bu Dün İdi. Bu Gün Böyle Değil

  Peygamber Efendimiz’in bu türlü uyarısı Kur’ân dışı değildir. Bi-zatihi Kur’ân’ın özü, kelime-i tevhîdin insanda anlamının zuhurudur. Bu esasın dışına bilmeden çıkan maneviyat ehlini Allah affetsin. Dervişin şeyhinde görmek istediği harikulade hâllerin zuhuru dervişi çok samimi ve sadık kıldığından, çok meşâyih gerçeği bildiği hâlde dervişin yakınlığını bozmayayım, ben âczimi biliyorum, varsın o da öyle bilsin, Allâh’a ve rahmet-i ilâhînin zuhur kaynağı olan elçilerine ve elçilerin vârislerine inanmasının zevkini bozmayayım” diye merhamet ederek, “varsın öyle bilsin” prensibi ile “derviş toplumunu dağıtmayayım” düşüncesi ile davranışları bir zaman meyve verir gibi görülse de zaman gelir, bu yönlü tutum gayretullaha dokunur. Hazret-i Allah Settarü’l-uyub sıfatını kaldırır. Şeyhinin âczini ve zaafını açığa çıkarır, Hâlik-ı Zülcelâl (c.c.).
  Bu durumda derviş inancını kaybeder, zevkle gittiği yoluna düşman olur. Başkalarının da tasavvuf ve tarikat düşmanı olması için çalışır. Sahte şeyhlerin sahteliğini kapatması için yegâne silahı Allâh’ın zatına mahsus sıfatları kendinde varmış edası ile bilerek yahut bilmeyerek, kendisini enâniyet bataklığında boğduğu gibi tâbi olanların damânâlarını öldürmesidir. “Şeyh uçmaz, derviş uçurur” misali. Sonra ikisi de uçar, amma nereye uçar? Hazret-i Allah samimi olanları affetsin, âmin.
  Bu abd-i âcize ne maksatla bunları yazıyorsun? diye sorarsan, çekinmeden derim ki: Sene 2006’ya yeni girdik. Bütün insanlığa hayırlı ve uğurlu olsun, âmin. Bu abd-i âciz milâdi seneye göre elli senelik şeyhim. Yedi şeyh efendinin terbiyesinde mekârim-i ahlâk ve hikmet için vesile kıldığı mânevî üstatlarımı rahmetle anıyorum. Allah cümlesinden çok çok razı olsun. Ne havada uçanı, ne suda yürüyeni, ne de gaybı bileni, görmedim. Ben âciz havada uçarım; amma uçakla. Suyun yüzünde giderim; amma gemi ile. Olmaz demiyorum: Ve Hüve âlâ küllî şey’in kadir.” Allah her şeylere kadirdir. Bu gerçek bilinirse sahteler barınamaz. Hakîkatler elbette kabul edilir ve zevkle yaşanır. Ne şerîat düşmanlığı ne de tarikat düşmanlığı kalır. Dostluk hoşgörü ve sevecenliğin zuhurundan başka bir şey göremezsin.
 

Vesile Her Şey Rahmete Vesile

  Bu hususta emr-i Peygamberi’ye harfiyen riayet etmeye çalışıyorum. Verâset taşıyanlar peygamber efendilerimizin mânevî ashabıdırlar. Rahmet-i ilâhîlerin tecellisini, Allâh’ı unutarak mürşidin şahsına mal etmek hakîkat dışıdır. Allâh’ın rahmeti her hâdisede olduğu gibi sebeple tecelli eder. Mürşidimi vesile kılan Hazret-i Allâh’a hamdolsun. Tertîb ve tanzim-i ilâhî olan mürşidi kullarını ihyâ etmek için rahmetine sebep kılmış. Vesiledir.“Küllî şey’in sebeba” buyuruldu. Dikkat edersen her şeyin sebep ve vesile ile zuhur ettiğini görürsün. Açlığa aş, ekmek vesile. Susuzluğunu gideren su vesile. Oksijen almana hava vesile. Hayatını devam ettirmeye güneş vesile, ay vesile, yıldızlar vesile, arz vesile.
  Allâh’a sadık kul olmak, âdemlikten kurtulup insan olmak için enbiyâ vesile, evliyâ vesile, namaz vesile, oruç vesile, zekât vesile, hac vesile, “evim” buyurduğu beytullah vesile. Kullarının bağışlanması için tövbe, istiğfar, Arafat vesile, Müzdelife vesile. Ebraha’nın ordusunun gazab-ı ilâhî ile helak olduğu yer Mina hüccacın rahmetine vesile. Kurban kesmek de rahmete vesile. Saymakla bitmez... Hem akıl ermez. Cemî madde vesile, mânâ vesile.
  Sebepsiz bir zuhuru vaki değildir. Sebepsiz zuhur ediyor ise mucize. Peygamber efendilerimiz vesile. Kerâmetin zuhuruna evliyâullah vesile. Aynı kerâmetin devamına “burhan” vesile. Îmansızdan zuhuru görülürse “istidraç”tır, vesile. Yaratılmış küllî rahmet-i ilâhî olan peygamber efendilerimiz de, cümle evliyâ, velî, mü’min, müslim, daha nice nicelerde zuhur eden rahmet-i ilâhî... Kıyamete kadar devam edecek nur-ı Muhammedi vesile...
  Âlime yakışmayan, cahilde dahi zuhuru kınanan bir söz edilir. “Allah ile kulun arasına girilmez” diye. Yakıştırma. O kadar acayip ki, ne madde, ne de mânâ ile izahı ve kabulü mümkün değil.
  Hani, karısının gözleri şaşı idi. Her getirdiği bir tâneyi birkaç tâne görürdü. Fazla almaya imkânı olmayan adamın, karısının “niçin çok alıyorsun?” sitemi adamın hoşuna gidiyordu. Kadınının şaşı olmasından memnundu. Bir gün eve eli boş döndü. Eli boş olduğundan, kadın şaşı gözleri ile adamın yüzüne baktı: “O yanındakiler kim?” diye tesettür etmeye (kendini gizlemeye) çalışınca, bu durumdan memnun olmayıp, yanında gördüğünü sandığı kişileri erkeklik gururu ile bağdaştıramayan koca sitemle karısına: “İyi bak ve dinle” dedi. “Getirdiğim şeyleri çok çok gör. Bu görüşünden memnunum. Amma sakın ha, beni iki görme! Buna tahammül edemem...”
  Cenab-ı Hakk’ı sakın bir kaç görmeyesin. Allah Ahad’dir. Zati sıfatındandır. Birdir. Sayı ile değil; eşi, benzeri olmayan birdir. Sakın iki görme. Gayretullaha dokunursun. Nasıl diyorsun ki, “Allah ile kul arasına girilmez” diye. Bilmeden mânevî tahribat yapıyorsun. Zira kul Allâh’ın eşi benzeri değil ki, iki maddeden bahseder gibi ara buluyorsun. Yukarıda bir nebze yazmaya çalıştığım vesilelerin hangisini inkâr ediyorsun? “Benim bu türlü görmem beni ilgilendirir” deme. Âlim sıfatın olduğu için ihlasta yeterli bilgiye malik olamayanları vesilelerden soyutlamakla inanç ve bağlılıklarında tahribat yapıyor, bazı insanların mânâlarını öldürüyorsun.
  Hazret-i Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in bu hususta üzüldüğünün, bu abd-i âcize emrini anlatmamın vazife olarak verildiğinin zevkini taşıdığım kadar sıkletini de seve seve taşıyorum. Çok dervişlerinmânâlarında şahit oldukları emr-i Peygamberi: Onlar “kurtarıyoruz” zannediyorlar. Bilmeden öldürüyorlar. Kendileri de ölüyorlar” buyurdu. Bu mevzuda bu abd-i âcizden ilgilenmem istendi. Siz onlara ölü demeyin, onlar diridirler, siz bilmezsiniz” hitabına îman ettin ise nur-ı Muhammedi’nin kıyamete kadar devam edeceğine inandınsa, itirazın tabiî ki, kabul olmaz. Allâh’ın Hay isminin zuhurunu kabule inanamıyorsan elbette, icraatın, vesileyi unutarak “taştan, topraktan, kabirden ölüden ne bekliyorsun?” hitabının çirkinliğini göremez ve düşünemezsin. Ama düşün, lütfen. Yeryüzünde kayıp olan bir şey yok. Hazret-i Allâh’ın hiç bir zaman verdiği rahmeti geri aldığı görülmemiştir. Peygamber efendilerimiz irtihâlinden sonra gene peygamberdirler. Ceseden ayrı gibi görülseler de ruhen tasarrufatları bâkidir. Evliyâullahın da tasarrufatları vardır. Mü’mine, şühedaya da tasarrufat tertîb-i ilâhîye göre tanzim edilmiştir.
  Geniş tasarrufat verilen gayb ricali dünya hayatında hazırlanır. Kalp ve beyinde olan kötü düşünceler mânevî ameliyatla çıkarılır. Peygamber efendilerimiz de bu türlü daha açık ameliyat geçirmişlerdir. Maddede de zuhuru açık görülmüştür. Her şey ve her hâdise tertîb ve tanzim-i ilâhîdir. Yaratıcı yalnız Allâh’tır. Cevher ve arazını halk etmiş. Kula vazife vermiş.
  “Bu dünyayı sen tanzim edeceksin”anlamında yaşa. Mesûl olduğun yerleri iyi anla. Medeniyet ve teknolojiden uzak durma. En mütekâmil şerîat-ı garrâya sahip kılmış Hazret-i Allah. Medeniyetin ilerisinde görünmüyorsan dinini, şerîatını suçlamayasın. Haksızlık olur. Beşeri vazifelerini de Allâh’a havale eder, yılışarak beklersen yaratılışına ters düştüğünü bil. Hoşuna gitmeyen hâdiselerde Allâh’ı itham etme. Âdem aleyhisselâma yeryüzündeki vazifesini üç kelâmla emretti: “Ekiniz, biçiniz, yiyiniz.”Bu emr-i ilâhîyi hatırdan çıkarma
 

Ben İlim Şehriyim, Ali Kapısıdır

  Tevatüren zamanımıza kadar gelmiş, kıyamete kadar bu yönlü rahmet-i ilâhînin devam edeceğinin, yaşantımızda bugün dahi şahidi olduğumuz rahmet-i ilâhîyi yazmadan geçemeyeceğim: Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: Ene medînetün, Ali babuha. Anlamı: “Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır. Bu hadisi şerîfin de hasen olduğunun bu abd-i âciz şahidiyim. Çünkü o mübârek kapının mânevî vazifem itibari ile bir parçasıyım.
  Hazret-i Aliyye’l-Murtaza (r.a.) Kufe Mescidi’nde sabah namazından sonra mescidin kapısında durdular. Cemaate sitemle şöyle hitap ettiler:
  “Ey cemaat, ben sizin kalplerinizi ölü görüyorum. Siz Hazret-i Resûlullah’ın ashâbını görse idiniz, onlar sabah namazından sonra halaka halaka toplanır, Allâh’ı zikrederlerdi. Rüzgârın esip, ağaç dallarının sallandığı gibi sağa ve sola sallanarak zikrederlerdi. Gözlerinden akan yaşlar giysilerini ıslatırdı. Ben sizlerde bu hâli göremediğimden kalplerinizi ölü görüyorum” diye cemaate halaka halaka toplanıp, yaratanını zikredenin kalbinin diri olduğunu bildirdiler. Bir gün sonra hain İbnü Mülcem tarafından şehit edildi. Allah şefaatına nâil kılsın, âmin.
  Peygamber Efendimiz hasen bir hadislerin de: “Allâh’ı zikreden diri, zikretmeyen ölüdür.” “Allâh’ın zikri olan ev diridir, zikir olmayan ev ölüdür.” Bu türlü rahmet-i ilâhîyi bilerek hayatını Allâh’ın emri üzere devam ettirip yaşamak arzu ve isteği rahmet-i ilâhîye doğru seni itekliyorsa, sen bu rahmet akımına kalbi diri bir mürşide intisabınla Hazret-i Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e biat vecibesini yerine getirip, taltif-i ilâhîye nâil olasın. Diri olasın. Mânevîyatın zuhurundan tertîb-i ilâhî nispetinde nasibini alasın. Sadakatin ezel-i ervâhtan beri devam ediyorsa tamamı ile mutmain olasın. İtminanı kalp olasın. “Seher zevkini ne bilsin, seherin hazzına ihtiyaç duymayan kalpler?” Sabahın feyzini hastayı hicran olandan sor. Sancılardan kıvranarak feryat eden, “daha sabah olmadı mı?” diye sık sık soran, ızdırablı hasta hisseder ki, sabahta ferahlık ve füyüzat-ı ilâhî vardır. Hasta olmayan, hicran çekmeyen nerden bilecek sabahın feyzini?!..
  Eğer insanlar büyüklük taslarlarsa, (bilsinler ki) Rabbının indindekiler hiç usanmadan, gece gündüz onu tesbih ederler. (Fussilet Sûresi, 38)
 

Zikir, Fikir, Mânâ Fakiri

  “Ben ilim sahibiyim, bu husus da tahsil ve terbiye gördüm” diye büyüklük taslayarak enâniyet bataklığına gömülmüş, hâlinden memnun, hikmetini bilmediği bu hâliyle bilmesine de imkân olmayan Hazret-i Kur’ân-ı, akıl ve mantık ölçüsünden başka bir ölçü kabul etmeden, “bu ölçüme uymuyor” diye zikir âyetlerini tahrif edercesine karşı çıkan, “her şeyi biliyorum edası” ile ehl-i tasavvuf ve zikir ehline eza etmekten zevk alan, sureti Hak’tan görünen, rahmet-i ilâhîye nâil olmak için Allâh’a söz vermiş müridin, hakîkat dışı telkinleri ile mânâsını öldüren, kelime oyunlarında mâhir, mânâyı da maddeyle göstermeye cüret eden mânâ fakiri, Hazret-i Mevlâna’nın eşdeğer gördüğü su birikintisinin içinde yüzen saman çöpünün üzerine binmiş, kendini kapdanı derya ilân eden sinek misali hakîkat garibi, ehl-i zikrin zik-rini, Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimi, mânen elçisi tarafından tebliğ edildiğini, gelmiş geçmiş cemî evliyâullahı, vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîleri ancak ve ancak Allâh’ın vazifelendirdiğini bilmeden,  Allâh’a harp ilân edercesine, velîlik diploması olan, zikrullahı, evrad ve ezkarını meşâyihin düzmecesi olarak ilân eden kaptanıderyanın rotası ne yöndedir? Bilmek için arif olmak gerekli mi?!
  “Ta ki, Allâh’a ve Resûlüne îman edesiniz, Resûlüne yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz. Ve sabah akşam Allâh’ı tesbih edesiniz.”(Fetih Sûresi, 9)
  “Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et.”(Kaf Sûresi, 39)
  “Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O’nu tesbih et.”(Kaf Sûresi, 40)
  “Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O’nu tesbih et.” (Tur Sûresi, 49)
  “Onun için sen bizi zikretmekten yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme.”(Necm Sûresi, 29)
  “Öyle ise ulu Rabbinin adını tenzih ile an.”(Vakıa Sûresi, 96)
 

Hilâli Görün Oruç Tutun, Hilâli Görün Bayram Edin

  Kullarının her halükârda sonsuz rahmetinden ihyâ olmaları, dünya ve âhiret yücelmeleri için sayısız rahmet bahaneleri halk eden Hâlik-ı Zülcelâl. Emriyle ihyâ eylediği kullarını günde beş vakit namaz kılmak, kameri aya göre tertîb ve tanzim edilen Ramazan ayında bir ay oruç tutmak.
  Kameri aylar 29 ve 30 çeker, 31 olmaz, 28 hiç olmaz. Rasat âlimlerinin bildirdiklerine göre her hangi bir ayı tespit edebildinse geri kalan ayları tespit etmek güç değil. Hilâli görmek emrine gelince: benî âdeme bahşedilen beş duyunun hepsi “görmek” olarak ifade edilmiştir. Fil Sûresi’nde Hazret-i Allah ne buyuruyor, birinci âyetinde: Rabbın fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?” Âyet-i celîlede ikaz edilen görmek” yalnız baş gözüne münhasır olmayıp duymak, koklamak, tatmak, dokunmak. Beş duyunun her biri verilen gücü ile görmektir.
  Beş duyunun duyuları nâ-mütenahi olmayıp Rabbımızın lütfettiği kadardır. Her görgü mahduttur. Gözün görmesinin de verilen güce göre bir ufku vardır. Ufuk nihâyet demek değildir. Her ufkun da ufku vardır. Peygamberimiz Efendimiz’e hitab-ı ilâhî “görmedin mi?” hitabı baş gözü ile hudutlu olamaz. Çünkü cesedi ile dünyaya lütfedilmemişti. Ramazanda hilâli görün, oruç tutun. Hilâli görün, bayram edin” emr-i ilâhîyi zamana göre Allâh’ın bahşettiği imkânları bilmediklerinden teknik ölçülere itibar etmeyerek hâlâ yükseklerde hilâli aramak... Aynı ülkede yaşayan fertler, cemiyetler ve ülkeler arası bu türlü ihtilaflar çağın görgü ve ilmî ile bağdaşmadığı gibi nâ-ehle karşı istihza fırsatı verdiğimizin bilincinde olalım.
  Göklerde ve yerde bulunan her şey Allâh’ı tesbih etmektedir. O, azizdir, hâkimdir. (Hadid Sûresi, 1)
  Îman edenlerin Allâh’ı zikretmek ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir. (Hadid Sûresi, 16)
  Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allâh’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar. (Mücadele Sûresi, 19)
  Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan isteyin. Allâh’ı çok zikredin ki, kurtuluşa erersiniz. (Cumâ Sûresi, 10)
 

Zikirsiz İbadet, Tasavvufsuz Tariksiz Semâvi Din Yoktur

  Sayın hocam, Allâh’ın bu hitapları karşısında ehl-i zikri perişan edercesine ferdi ve toplu Allâh’ın isimlerini zikretmelerine mâni olup, dervişin evrad ve ezkarlarına “şeyhlerin düzmecesi” diyerek hâlâ zulme devam edip, mânevîyatı yaşayan Allâh’ın sadık kullarına reva gördüğün işkenceyi kıyamete kadar devam ettirecek misin? Hayır. Hazret-i Allâh’ın buna müsaade etmeyeceğini bugün az da olsa ahvali âlemde görmek kehanet değil. Kelâm-ı Kadîm’de mevcut, arzda zuhuru görülen âyetlerde mevcut, en mütekâmil Şerîat-ı Muhammedi’de mevcut mistik yaşantıyı hurafe göstererek, çıkarcıların kucağına safiyetli insanları iteklediğinin farkına ne zaman varacaksın?
  Tasavvufsuz mistik yaşantının dışında semâvî din mi arıyorsun? Robot misali, maddeden öte gitmeyen felsefe ve yalnız akılcı, içtihatsız din olur mu? Muâsır milletlerin elde ettikleri, İslâm’a uygun yönlerini de İslâm’a uygun göremedik, kabullenemedik. Teknolojiyi dahi “gâvur icadı” diye korkarak kullandık. Yahut takvâ ehl-i olarak teknolojiyi evden ve iş yerinden uzak tutmaya çalıştık. Güzel sanatları da İslâmi açıdan değerlendiremedik. Tamamı ile dışlamaya çalıştık.
  Çocukluk yıllarımda, iyi hatırlarım çok şeyler gibi kibrit de ithâl edilirdi. Kutuların üzerinde deve resmi vardı. Devenin başını kazıyıp belirsiz hâle getirmeden eve sokmazlardı. “Günâhtır” diye masada yemek yemeyen, kaşık kullanmayan, koltukta oturmayan, mobilya üretilen yerlere “küfürhane” ismini lâyık gören ve küfür gözü ile bakan zavallılar gördüm. Azda olsa kıyıda köşede hâlâ bulabilirsin
  Tasavvuf ve tarikata inanmayan, fakat cenazesini Bayrami tarikatının mürşidi Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin huzuruna getirip orda cenaze namazının kılınmasının rahmete vesile olacağının ümidi ile ki doğrudur. Allâh’ın evliyâsını yalnız cenazesi olduğunda hatırlayan zevatı hâlâ görmek mümkün.
  Vaiz efendinin kürsüden aleyhimde “nasıl şeyhdir ki sitelerde dükkânı ve üç katlı evi var” diye mürşitliği bize yakıştıramayan, buna rağmen bizden yardım isteyip alan şahıslar gördüm. Onun da görüşü tamamı ile yersiz değildi. Çünkü mânevî vazife taşıyan zatın bu kişiler üzerindeki ölçüsü fakirlik derecesine göre değerlendirilir. Bu türlü kişilerin bu hâlleri dünyayı gazab-ı ilâhî gibi düşünen, servet düşmanlığını dinde cihat gibi gösteren Asr-ı Saadetteki zengin sahabe ve zengin hulefa-i raşidin efendilerimizi, silsile-yi meratipteki zengin mutasavvıfînı bilemediklerinin eseri. Cüz’î irâdesini kullandıktan sonra Allâh’ın verdiğine rızâ gösteren, değerli insanları yeteri kadar bilmeyen, dünya ve âhireti gazab-ı ilâhî gibi gören güzellik yoksunları. Seyyid Ahmed er-Rufaî Hazretleri’nin “Bizleri ismimizi kullanarak dilenci tahtası yapmayın” ikazını anlayamayan veya anlayıp da işine gelmeyen, mânevîyatın yüz karaları da yok değil. Allâh’ın varlığı ve gücü ile kıyaslanamayacak zavallı ve âcizliğini idrak eden benî âdem!
  Cümlesi Allâh’ın fakirleriyiz amma hemcinsim yanında âcizliği zül addederim. Peygamber Efendimiz’in “iki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyurduğu uyarılarını gerek sanatım marangozluğun her dalında, gerekse hayatımın her yönünde Peygamber Efendimiz’in bizlere örnek uyarılarını, yaşantısını zamana uygun yaşamak, îmanımın gösterge ibresi, Rabbımın lütfu ihsanı, zevkim, hazzım, bahşedilen mânevî vazifemden gelen mesûliyet duygusu ile yaşadım, yaşamaya olanca gücümle çalışıyorum. Rabbım rahmetinden uzak eylemesin, âmin.
  Îman edenlerin îmanının kemâlatını bizlere bildiren Hazret-i Allah herkesin ölçebileceği ölçüyü bildiriyor: Allâh’ı zikrettikleri zaman ondan inen Kur’ân sebebi ile kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Bu rahmet-i ilâhîler yaşantında, düşüncelerinde, ibadet ve taatında nefsindeki emr-i ilâhîye karşı olan tavrına hiç etki yapmıyor mu? Yazık!.. O hâlde nefsine zulmediyorsun. Bil ki, şeytan seni etkisi altına almış. Allâh’ı zikretmeyi unutturmuş. Şeytanın yandaşı olmuşsun. “Şeytanın yandaşları hep kayıp olmaya mahkûmdur” buyuruyor Hâlik-ı Zülcelâl.
  Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ı tesbih et-mektedir. O üstündür, hikmet sahibidir. (Haşr Sûresi, 1)
 

Onlar Allâh’ı Unutmuşlar, Allah Da Onlara Kendilerini Unutturmuştur

  Benî âdemin kendinin unutturulması ne feci!.. Hazret-i Allah buyuruyor ki: İşte onlardır ki bütün fasıklardır. Yoldan çıkan kimselerdir. “Men araf sırrı” vardır “men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu” (nefsini bilen Allâh’ı bilir). Rabbımızın kuluna verdiği büyük cezalardan birisi de “o bizi unuttu bizde ona kendini unutturduk” buyurdu.
  İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nasıl okumaktır.
  diyen Yunus bu âyet-i celîleyi ne kadar güzel izah ediyor.
  Öyle kimseler gibi olmayın ki, Allâh’ı unutmuşlar da, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Ve işte onlardır ki, bütün fasıklardır, yoldan çıkan kimselerdir. (Haşr Sûresi, 19)
  O, yaratan, var eden, şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar onun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir. (Haşr Sûresi, 24)
  Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ı tesbih etmektedir. Tesbihin lügat karşılığını aynen yazıyorum: Tesbih, “sübhan Allah” demek, Cenab-ı Hakk’ı (c.c.) şanına lâyık ifadelerle yâd etmek, yani Allâh’ın zatında sıfatında, ef’alinde cemî noksan sıfattan münezzeh olduğunu ifade etmektir. Tesbihat zikrin çoğuludur. İpe dizilmiş 99 tâneye tesbih denmesinin anlamı budur. Tertîb ve tanzim-i ilâhîdir. Peygamberimiz Efendimiz’in ashâbına bildirisi budur. Allâh’ın isimlerini belirli bir adette zikretmeyi bildirmiştir. Zira ibadetin devamlısı makbuldür. Hazret-i Allah “zikren kesira” buyurdu. Kesir çok çok anlamında olup Kur’ân’ın yegâne müfessiri olan Peygamberimiz Efendimiz tertîb ve tanzim yetkisi ile kaç adet okunması icap ettiğini, hâlâ zamanımızda da zikrullahın adet tanzimi ve tavsiyesi ile Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bi-zatihi ilgilendiğini şahit olarak bildiriyorum.
  İnanmak ayrı bir rahmettir. O bakımdan “illâ inanacaksın” diye bir yetkiye sahip değiliz. Amma şunu tavsiye ederim: Bilmediğin işlere bilircesine burnunu sokma. Çünkü insan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir. Bilmediğine “bilmiyorum” demek kemâlattır.
  Peygamber Efendimiz sabah namazından sonra hane-yi saadete giderlerken kuma oturmuş, küçük taşları saymakla meşgul yaşlı bir kadın gördü. Hatırını ve ne yaptığını sordu. “Tarifin üzere Allâh’ı zikrediyorum, ya Resûlullah” diye, hazzını belirterek, Allâh’a hamdetti. Bir zaman sonra Efendimiz gördüler ki, ihtiyâr kadın güneşin altında hâlâ taş saymakla meşgul. “Teyze sana daha ferah ve kolay bir şey tarif edeyim adede halkıke ve rıdae nefsike ve ziynete arşike ve midade kelimatike, küllema zekereke’z-zakirun, gafele an zikrike’l-gafilun, neveytü rızâen lillâhi Teâlâ.” “Halk ettiklerinin adedince, yarattığın nefisler adedince, arşı zinetlendirdiğin yıldızlar adedince, söylenen kelimeler adedince, zakirlerin zikirleri adedince, zikirden gafillerin gafletleri adedince zatını zikrederim. Kastimiz senin rızâ-i ilâhîndir” diye Hazret-i Allâh’a tazarru ve niyaz et. Bu tazarru ve niyazınla kesir zikir etmiş olursun” buyurdu. Bu ferahlık ancak gücü zayıflamış, yaşlılar içindir. “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın. İkrah ettirmeyin, sevdirin” buyurdu.
  Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Âdem’in yaratılışındaki sırrı ilâhî. Allâh’ın sonsuz rahmetinin tecellisi, “bilinmekliğimi diledim, zatımdan zatıma tecelli ettim. Nur-ı Muhammedi’yi halk ettim.” Küllî rahmet-i ilâhîlerde müşâhede edilen nur, nur-ı Muhammedi’dir. Benî âdemde zuhuru Âdem safiyyullahla başlayıp kıyamete kadar devam eden cümle rahmet-i ilâhînin ismidir. Bu nuru Hazret-i Allâh’ın lutf u ihsanı ile az da olsa müşâhede eden insan, mizacı ne olur ise olsun, ister fakir, ister zengin olsun asi, gaddar ve zalim olamaz. “Rahmetim gazabımı örtmüştür” buyurması, kullarının Allâh’ın rahmetinden ümitle yaşamalarını sağlayan güvence ve taahhüttür. Bu rahmeti idrak edemeyenler rûhi bunalımdan nefislerini kurtaramazlar. Ne kadar tahsil ve terbiye görseler de.
  Yolun uğramadı ise Muhammed’e,
Geçti kervan kaldın dağlar başında.
  Bu uyarıyı iyi anla. Anladığının ölçüsü tertîb ve tanzim-i ilâhî olan Peygamberinin irşâd verâsetini taşıyan mürşidi kâmili bul. Tâbi ol. İstifade et. Hâşâ, ilâhlaşmış, kendinde varlık görerek mürşitlik iddia eden zalimlerden kaç. Samimi isen Hazret-i Allâh’a müracaat et.
 

İstihâre Sünnet’i Resûlullah’tır.

  Sakın “rüya ile hayatlarına yön veriyorlar” diye küçümsemeyesin. Bu da aklın ölçemeyeceği rahmet-i ilâhidir. Allâh’a müracaatın ismi istihâre olup, yalnız Rabbından istemektir. Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi budur: “Siz bilmediklerinizi Hazret-i Allâh’a sorunuz” buyurdular. Cevabını açık alacaksın inşallah. “Beyaz gördüm, siyah gördüm” gibi olmayıp, açık görene kadar müracaatını kesmeyeceksin. “Senin yerine ben gördüm. Senin bizim yanımıza gelmen istihârenin çıkması değil mi?” diyen bu yolun şarlatanlarına inanma. Allâh’a sen istida yazdın. Ancak cevabı sana verecekler. Murat isen hemen. Mürit isen ısraren bekle. İstihârene cevap almadan sakın bir yere müntesip olma. İstida verdin. Hem merciine müracaat edip, hem de cevap almadan vazife almakla gayretullaha dokunursun.
  Başka hâdiseler hakkında yaptığın istihâre âczini itiraftır. Allâh’a en büyük müracaat usulüdür, “illâ göreceğim” diye değil. Teslimiyettir, falcılık değil, hâşâ. İstihâreyi tavsiye eden zata görgünü bildir.Mânânda mürşidin olarak bildirilen zata, sana istihâreyi veren, elbette o zata selâm ile seni gönderecektir. Gerçek meşâyih arasında ayrılık yoktur “küllî tarikın vahidun” (bütün tarikatlar birdir).
  Terbiye, evrad ve ezkar ayrı gibi görülse de, kök, şerîatı ile yükümlü olduğumuz Peygamberimiz Efendimiz’in tebliğ ettiği emr-i ilâhîdir. Tertîb ve tanzim-i ilâhîdir.
  İstihâre yapmak için sıhhatlı olacaksın. Yatma zamanı abdestin varsa dahi yeniden abdest alacaksın. İki rekât istihâre namazına niyet ederek Fatiha’dan sonra bildiğin sûrelerden okuyacaksın. Biliyorsan İhlas ve Kâfirun sûreleri tavsiye edilir. Selâmdan sonra 3 İhlas 1 Fatiha Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’e, cümle peygamberanı izam ve rusul-i kirâm hazeratının ruhlarına hediye edeceksin. Tekrar 3 İhlas, 1 Fatiha çar-ı yar-i güzin efendilerimizin ruhlarına, Gavsü’l-A’zam Seyyid Abdulkadir Geylâni, Seyyid Ahmet er-Rufaî, Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaddin Hazretleri’nin ve cümle evliyâullahın ruhlarına hediye edilecek. 3 istiğfar (estağfirullah el-azim), 3 salavat-ı şerîfe (Allahümme salli âlâ Muhammed), 11 İhlas, 10 Fatiha, tekrar 3 salavat-ı şerîfeyi okuyup, ne için istihâre yaptığını Allâh’a arz edecek. Mesela “Ya Rabbi, Rahmetine daha yakın olmak, ihlas, takvâ, vera, ehl-i zikir, ehl-i şükür, ehl-i tarik, derviş olmak istiyorum. Bu yolda rızâna uygun, vazifelendirdiğin, rızâna vesile kıldığın, üstad, kâmil, mürşidi lütfunla ihsan et ve göster. Ya Rabbi, o kuluna tâbi olayım. Âcizim, açık lütfeyle, ya Rabbi” diye. Buna benzer müracaatını yapar. Abdestli olarak sağ tarafına, sağ avuç içine başını kor “ya Fettah” diye yatar.
  Daima niyazları “ya Fettah” olacaktır. Çünkü Allâh’ın Fettah isminin zuhuru en büyük fetihtir. Cüz’î irâdeni kullanıp eşi benzeri olmayan yaratanından istemektir. Bu yönlü îmanın ve samîmiyetin derecesinde haber verilir. Şüphe mahrumiyettir. Ashâb-ı güzin efendilerimizin tevatüren anlattıklarına göre Hazret-i Resûlullah istihâre duasını âyet ezberletir gibi ezberlettiler ve “siz bilmedikleriniz mühim şeyleri Allâh’a sorunuz” buyurdular. O bakımdan mutasavvıfîn istihâreye hakîkatları yaşama yönünde rahmet olarak önem vermişlerdir. Ve turuk-i âliyyeye de düstur olarak almışlardır.
  Şöyle de müracaat edebilirsin. Tasvip ettiğin bir mürşit tanıyorsun, amma gene Allâh’a sormak istiyorsun. Tabiî, bu mühim mevzuyu Allâh’a sormayacaksın da başka kime soracaksın? “Ya Rabbi, falan kuluna müntesip olur, evrad ve ezkarımı onun tarifi üzere yaparsam benden razı olur musun?” diye de tazarru ve niyazla yakarabilirsin.
  Acabasız, samimi yapılan müracaat cevapsız kalmaz, inşallah. Çok çeşit istihâre vardır. Hepsi güzeldir. Öz Allâh’a müracaattır. Örnek verilmiştir Usulünce yapılan müracaatlar daha makbul olup, rahmet-i ilâhîyi kalıplaştırmak kesinlikle değildir. “Bu türlü yapamam” diyorsan, istihâre namazını kıl. Hazret-i Allâh’tan iste. Bu yolda nasip ve kısmetin îman şulesi samimiyetinde zuhur eder. Ezel-i ervâhta tereddütsüz, şüphesiz “beli” dedin ise zikirsiz, şükürsüz, evradsız, ezkarsız, namazsız, niyazsız, hacsız ve zekât borcu ile kabre götürmezler. Rahmet-i ilâhîye ters düşer.
  Çünkü Hâlik-ı Zülcelâl benî âdemi ve arzı rahmetinden yarattı, gazabından değil. Ruhlar âleminde hitab-ı ilâhîye karşı tereddüt edenler için dahi, merhamet-i ilâhî o kullarını da “rahmetinden istifade etsinler” diye çok çok bahaneler yaratmıştır. Emr-i ilâhîye uygun yaşarsan, yaratılan bahanelerin zevkini alır, gayretullaha dokunan hâdiselere dikkat eder, hikmet sahibi olursun. “Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” hitab-ı ilâhîsi o şahsın hayatının her safhasında görülür. Gizli değildir. Nasibi olan istifade eder. Küfrü inadîlere de rahmetin önü açıktır. Amma inadı bırakabilseler. Gazab-ı ilâhî mührü vurulmazdı kalplerine, gözlerine, kulaklarına. Rahmet-i ilâhînin sonsuzluğunu gör. “Gene biz açarız” rahmet-i ilâhî hitabını dinle ve anla. Unutma. Başka seçeneğin yok.
 

Tenasüh (Reenkarnasyon)

  “Dünyaya başka cesette tekrar gelirim” diye kendini avutma. Tenasüh İslâmiyetle bağdaşmaz, küfürdür. “Reenkarnasyon” de, ne dersen, de. Müflis tesellisi. Cenab-ı Hakk’a noksan sıfat isnadından başka bir görünümü yoktur.
  “Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: Rabbim, der. Lütfen, beni geri gönder. Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım. Hayır! Onun söylediği bu söz laftan ibarettir. Onların gerisinde ise yeniden dirilecek güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minun Sûresi, 99 -100)
  İstihâre yapan bir kişi şahsına cevap verilmedikçe hiç kimseden vazife alamaz. Müracaatının cevabını ömrünün sonuna kadar da olsa, sabırla bekleyecektir. Sakın aksini yapmayasın. Yaptığın müracaatta sabırla, ümidini kesmeden beklemek de tertîb-i ilâhîye saygı ve itaat etmeyi bilmektir. Tertîb-i ilâhîyi tefekkür et. Yaşama fırsatı verildi ise yaşamanın zevkini al. Bu türlü zevk Allâh’a hamd etmenin rûhi lisânıdır. Mânâyı nefsanî ölçülerle ölçmeye yeltenme. Öyle emr-i ilâhîler, tertîb ve tanzim-i ilâhîler vardır ki, akıl ve mantığın sınır ve gücünün dışında tutulmuştur. Öyle gerçekler vardır ki ancak Allah elçisinin tebliğ ettiği gibi kabul etmek mecburiyetindesin. Yetkin hudutludur. Haddini bil. İlmi ledünnideki tecelliyatı ölçmeye kalkışma. Hazret-i Allah bu âlemi “kün” emriyle yarattı. “Fe-yekün” emri bu âlemin sonu olacaktır.
 

Allâh’ın Zâtı Sıfatı Baş Gözüyle Görülmez.

  Bu türlü tertîb ve tanzimi ilâhîleri “çözeceğim” diye akıl ve mantık binitinin rahmet bahçesine girmesine rızâ gösterme. Allâh’ın zati sıfatlarını tefekkür dahi etmeyesin. Haramdır. Nefsinin kurduğu kurgu ile hiçbir yere varamazsın. “Baki Allah, fani evsaf ile düşünülemez. Fani malzeme ile Allah bilinmez” Musa (kelimullah) (aleyhisselâm)’ın konuştuğu Allâh’ını baş gözü ile görmek istediğini, cümle âdemde ayni istek ve arzunun zuhurunu görmek zor değil. Zuhuruna âdemin mütehammil yaratılmadığını, Âdem’in maddesinin “anasır-ı erbaa”dan (4 unsur: Toprak, hava, su, ateşin karışımından) müteşekkil olan benî âdemin yapısının Allâh’ın zati sıfatlarının tecellisine tahammüllü olmadığını, örneğin dağa tecelli edince dağın ne hâle geldiğini elçisi Musa aleyhisselâmın seyrine dahi tahammül edecek güçte yaratılmadığını teferruatı ile lütfediyor. Sonsuz hamdolsun. Hayat ve yaşantıları ile Rabbımızı bizlere her halükârda anlatmak vazifesi ile yükümlü cümle peygamberimiz efendilerimize ve Rusul-i kirâm hazeratına, vârisleri bilcümle evliyâullaha, velî, şüheda ve mü’min kullarına selâm olsun.
  Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de, Rabbı onunla konuşunca: “Rabbım! Bana göster, seni göreyim” dedi. “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse sende beni göreceksin” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tövbe ettim ve ben inananların ilkiyim.” (A’raf Sûresi, 143)
 

İslâm Ve Mekârim’i Ahlâk

  İslâm fıtratı üzere yaratıldın. Âdemsin, insan olmaya namzetsin. Allâh’ın tertîb ve tanzim eylediği elçileri ile tebliğ ettirdiği mekârim-i ahlâka insan olmak için muhtacız.
  Peygamber Efendimiz’in “cümle Allâh’ın elçisi kardeşlerim mekârim-i ahlâk üzere geldiler, ben mekârim-i ahlâk-ı tamamlamak için gönderildim” diye tebliğinin anlamı, benî âdemin insan olması hatta kâmil insan olması emr-i Hakk’a uyması ile mümkün kılınmış ve gerçekler şöyle ifade edilmiş: Emr-i Hakk’ı tutmayan hayvan gelir hayvan gider. Hayvaniyyetten insanîyete geçiş kulun iradesine verilmiş olup, rahmet-i ilâhî olan Allah elçileri tebliğ eyledikleri emr-i ilâhîleri ve yaşantıları ile örnek yaratılmış mekârim-i ahlâkın mimarlarıdır. “Mekârim”in lügat anlamı ise “keremler, iyilikler.”
  Güzel ahlâk sahibi olmak, ahlâk-ı hamide, Cenab-ı Hakk’ın sevdiği ve beğendiği güzel ahlâktır. Cümle güzellikler îmanın tezahürüdür. Ahlâksızlıkla îman bağdaşmaz. Ayrı kutuplardır. Bozuk ahlâk nefsin hazzıdır. Mekârim-i ahlâk ruhun ve cesedin müşterek kemâlatıdır. Cemî güzelliktir, dindir, İslâmiyet’tir. Tevhid dînidir. Her şeyi yoktan var eden Hazret-i Allâh’a olan îmanın lisânen ikrarı ile başlar. Tevhîdin mânâsını ömür boyu yaşantısında ve muamelesinde tevhit nurunun pırıltılarını, rahmet-i ilâhîyle bezenmiş, İslâmı her yönü ile yaşamak için Mevla’sının verdiği gücü yerinde kullanabilen insan övgüye lâyık müslümandır.
  Beşer ölçüsü, kul hangi lisânla söylüyorsa söylesin “lâ ilâhe illallah” anlamını ifade ediyor ise o anda kul ölçüsüne göre kişi müslümandır. Gaza meydanlarında düşmanını dahi öldürmek üzere iken “Allâh’tan başka ilâh yoktur, illâ Allah vardır” diyorsa, katledemezsin, müslümandır. Öldürür isen katil olursun. Dikkat et! “Muhammedün Resûlullah” demese dahi. Çizmeden yukarı çıkma. Başka ölçün yok. Gerisi Allâh’a mahsustur. Peygamberimiz Efendimiz de bunu beyan ettiler. Kulun kalbini bilen ancak Hazret-i Allâh’tır. O, beşerin ölçüsünün dışındadır. Bu yönlü gaflet, nefsine mal ettiğin varlıktır. Varlık ise Allâh’a mahsustur. Kulda görülen enâniyet ve varlık kulun bilgisizliğindendir. Çirkinlikler kesinlikle din değildir, lâ-dindir.
  Tekrarında faide mülahaza ediyorum: Peygamberimiz efendilerimiz cümlesi müslümandır. Bütün semâvî dinler İslâmiyet’tir. En son gelen Şerîat-ı Muhammedî’yi kabul edip yaşamak, kullarına bahşettiği rahmet-i ilâhîdir. Allâh’ın en son elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’i ve getirdiği Şerîat-ı Muhammedî’yi kabul edip yaşamak ayrıca rahmet-i ilâhîdir, kemâlattır. “Bir olanAllâh’ın iradesine bağlanmak İslâmiyet’tir” Size din olarak İslâmı seçtim, size dîninizi tamamladım” hitab-ı ilâhî bütün semâvî dinleri kapsar. İslâmiyet cümle semâvî dinlere verilen taltif ve lütfu ilâhîdir. Rabbım kullarını bu taltif-i ilâhiye lâyık kılsın, âmin.
  Dikkat et! Allâh’ın elçilerini, birini diğerinden elçi olarak ayrı ve üstün görüp de “şu benimdi, şu da senin” anlamında taksime kalkışma. Peygamber efendilerimizde görülen meziyetler Hazret-i Allâh’ın tertîb ve tanzimi olup, o zamanki toplumun gidişatını, emr-i ilâhîye uygun yaşamalarını anlatmak ve yaşantısı ile örnek, rahmet-i ilâhîyi Allâh’ın kullarına tebliğ etmeleri için küllî Allâh’ın merhamet sıfatının zuhurudur. Bariz görülen rahmet-i ilâhîleri, gerçekleri yeteri kadar kavrayamayan toplumlar, gerçek dışı düşünce ve uygulamalarının neticesinin çizdiği nâ-ehil tablo benî âdemi ne hâle getirdi? Ruh ve gönlün sureta bulunduğumânâya hulül etmeyen, tasavvufsuz, tarikini bilmeyen, materyalist benî âdem... Allâh’ın kulları tarih boyu gerçeği bilemediklerinden kânun-u ilâhînin dışına çıktılar. Dînin felsefesini “Kur’ân tefsiridir” diye mânâyı kaybeden feylesofların kucağına itildiler. Emr-i ilâhî üzerinde felsefe yapılmayacağını ne zaman anlayacaksınız?
  Bir kısım ehl-i tasavvuf iradeden başka bir şey kabul etmeyip, “bir lokma, bir hırka” saflığını kendisine prensip edinmiş servet düşmanı, kendisi çektiği gibi çoluk ve çocuğunu gerçekleri bilmediğinden perişan eden, hakîkati anlatsan da anlamak istemeyen, güzellikler düşmanı, bilmeden Dîn-i İslâmı bugünkü güzelliklerle bağdaştıramayan, bağdaştıranlara “küfürde” gözü ile bakan, yol kesici, dünyayı İslâm’dan kaçıran, cihanşümul olan Hazret-i Kur’ân-ı da yanlış izahları ile Ehl-i Kitâba düşman eden bilge kişilerimiz hâlâ uyanmayacaklar mı?.
  Nefsin dahi hoşnut olmadığı bu türlü gidişatımızı Allâh’ın emrine Peygamber Efendimiz’in yaşantısını günümüzün güzelliklerine uygun yaşamayı cümle kullarına Rabbımız nasip eylesin, âmin.
Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı kibriya,
Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.
  Dikkat et! Allah zulmetmez. Benî âdem emr-i ilâhînin dışına taşarsa Hazret-i Allah kuluna nefsinin hoşlanmayacağı hâdiseler halk eder ki, kulu ikazdır, adâlettir. Eğer kulların isyanının cezasını bu dünyada verse idi, dünyada benî âdem kalmazdı. Rabbımızın sonsuz rahmeti ve merhameti şımartmasın. Haddimizi bilelim, sınırı aşmayalım.
  Bu âlem kazanç yeridir. Allâh’ı bilenler için rahmettir. Bilmeyenler için cifedir, uyarıdır, o da rahmettir. Emr-i ilâhîleri, Hazret-i Allâh’ın fiili sıfatlarının tenezzülen arzda ve semadaki zuhurunu okumaya çalış. Zira insan okumaya müsait yaratıldı. “Batanları sevmem” demeye kabiliyetli kılındı. Batanları ilâh edinmeyecek kabiliyet ve şuur verildi. Kelâm-ı Kadîm’le, ayrıca benî âdem kelâm yolu ile uyarıldı. Küllî rahmet olan Allah elçilerini bizlere örnek yaşantıları ile rehber kıldı. Nedim-i ilâhî, vârisü’n-Nebî olan evliyâları ile arzdan uyarıyı kesmedi, Hazret-i Allah, kıyamete kadar da kesmeyecektir, şüphen olmasın. Tövbe kapısı kıyamet kopmadıkça kapanmayacaktır” buyurdu Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz. Mutasavvıfîn “tövbe kapısı mürşittir” dediler. Şarkda mürşide müntesip olmak “tövbe almak” diye bilinir.Mürşidin vazifesi rahmete vesiledir.
 

Ehli Tarik, Vahşi Tarik

  Mürşit, Peygamber Efendimiz’e lütfedilen şerîatı yaşamayı vazifesi gereği müntesiplerine lafzan ve hâlen göstermeye çaba sarf eden insandır. Gerçek şudur ki, tarik “yol”dur. “Tarikat” cemîdir. Vahşi, ehli diye iki türlü izah edilir. Ehl-i tarik Allâhu Teâlâve TekaddesHazretleri’nin elçisi vasıtası ile lütuf ve ihsanı olan emr-i ilâhînin şerîat bildirisini lafzan kabul edip fiilen yaşayanlara verilen sıfat ve isim ehl-i tariktir.
  Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. (Yusuf Sûresi, 105)
  Vahşi tarik ise şerîatı kabul ediyormuş gibi görülse de gerçeklere karşı ilgisizdir. Esas olan göklerde ve yerde Allâh’ın irade ve fiiliyatının tecellisi olan âyetleri görmediği gibi düşünmez. Yani tefekkür etmez. Allâh’ın Kelâm-ı Kadîmi olan Hazret-i Kur’ân-ı kabul ettiğini, her telaffuzunda kabul edip başka rehber tanımadığını her fırsatta beyan etse de Hazret-i Kur’ân’ın ihtivâ ettiği mânâları akıl ve mantığına göremânâlandırmayı kendi açısından uygun görmüş, yaşantısını da ona göre düzenlemiş, başka yaşantı kabul edemez hâle gelmiş.
  Allâh’ın tertîb ve tanzim ettiği rahmetleri nasıl kabul etsin ki? Aklına mantığına ters düşer. Devamlı söylediği nakaratı vardır. “Allâh’la kul arasına girilmez” der, durur. Bilmez ki, “Allah nedir, kul nedir?” Eşit mi görüyor da hicap etmeden aradan bahsediyor? Men aref sırrından habersiz. Maddeyi anlatışı çok mâhir. Mânâyı da maddede göstermek çabasında. Ehline göre vahşi tarik çok şeyler ezberlemiş, çok şey biliyor. Fakat gönlü ihmal etmiş. Kulluk esasına taalluk eden gönülle barışamamış. Gönül ölçüsüne ters düşmüş. Bu yönlü bilgilere elbette mânâyı ölçme kabiliyeti verilmemiştir.
  Zayıf ölçüleri ile Peygamber efendilerimizi birini diğerinden ayrı görmüş, semâvî dinlerin mevcudiyetini ancak enâniyetlerinin zevkini yaşıyarak, küllî semâvî dinleri alternatif olsun diye kabul edenlerin Âmentüye îmanlarını da incelersen gerçeği görmek için malzemeye gerek yok gönül ehline gizli olmayan bu hâlin lafzınıda daha bariz görürsün. Bu hâllerinde hakîkatın tahrifini müşâhede etmek zor değil. O bakımdan Allâh’ın tertîb ve tanzim ettiği mânevî teşkilata hep karşı çıkmışlardır. (Kur’ân-ı Kerîm’in çok yerlerinde beyan ettiği evliyânın lafzı durur amma mânâsını kabul edemezler. Çünkü aldıkları ilim ve akılcı ölçüleriyle bağdaştıramazlar!..) Bu hâli maddî makamları itibarı ile kendilerine uygun görürler. Bu tutumları yandaşlarını tatmin edemez ise çıkar tek çare mânevî yol ve yaşantıyı kısmen değil tamamı ile inkârdır!.. bu türlü mânâ fukaraları bazen işlerine geldiği gibimânâdan bahsetmek isterler ve biliyormuş gibi bahsederler, inanma!. Kapana düşürmek için yem olarak kullanırlar, kapılma!
  Tekrar ediyorum: Tarikat edilleyi şer’îyeye göre yaşanıyorsa şerîattır. Marifet şerîattır. Hakîkat gene şerîattır. Lafzan olduğu gibi gerçekler hâldir. Allâh’ın varlığına, birliğine, Peygamberinin hak Peygamber olduğuna vârisül-enbiyânın kıyamete kadar devam edeceğine inanarak yaşayan bahtiyarların her hâlinde bu rahmetleri yani İslâmı görmek mümkündür: kelâm değil, hâldir.
  “Kulum bildiği ile amel ederse, ben ona bilmediğini öğretirim” hitab-ı ilâhîyi iyi anla. Rahmet-i ilâhîden kaçma. Bilir isen, Allâh’a emredildiği gibi kul olabilmenin zevkine erebilmek hem dünya, hem âhiret rütbelerin en yücesidir, rahmettir. Mutmain olmuş kalp hikmet membağıdır. Hikmet ise “mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” uyarısına dikkat et...
  Dünyadaki benî âdem için yaratılan güzellikleri iyi gör, rahmettir. Allâh’ı kul olacak kadar tanıyamadınsa senin için dünyanın görünümü cifedir. “Nefsinin arzu ve isteklerine nâil oluyorum” gibi zannedersin amma yaratanını bilmediğinden dünyanın başı hüsran sonu zeval ve bu hâl mal çokluğu ile değişmez!.. İşte hâl ehl-i derviş nefsini türlü tehlikelere karşı korumak için Rabbına sığınır: “Hasbünallâhu ve ni’mel-vekil” “Âlemlerin vekilisin” teslimiyetini günlük virdinde 100 adet okuyarak âczini itiraf eder, tazarru ve niyaz eder. Allâh’a teslimiyet demek kulun her yönlü vazifelerini gücü nispetinde yerine getirmesi ile başlayıp lisânen ve kalben de Allâh’a teslimiyettir. Evrad ve ezkar bölümünde geniş izah edeceğim inşallah.
  Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ı tesbih etmektedir. O, üstündür, hikmet sahibidir. (Haşr Sûresi, 1)
  Öyle kimseler gibi olmayın ki, Allâh’ı unutmuşlar da, Allâh’da onlara kendilerini unutturmuştur. Ve işte onlardır ki: bütün fasıklardır, yoldan çıkan kimselerdir. (Haşr Sûresi, 19)
  O, yaratan, var eden, şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nundur, göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler O’galiptir, hikmet sahibidir. (Haşr Sûresi, 24)
 

Âdem Ve İnsan!

  Hazret-i Allah benî âdeme idraki nispetinde müşahede kabiliyeti verdi. Âlemi ve arzdaki zerreleri lütuf ve ihsan ettiği kadar her zerrede, her tecelliyatta yaratanının isim ve sıfatlarının tenezzülen zuhurunu müşahede edecek kabiliyette halk etti. Bil ki, benî âdemin müşâhedesi ne yönlü zuhur eder ise etsin (Allâh’ın bi-zatihi sıfatı değildir. İzafidir, mecâzîdir. Hayat vasfı taşısın, taşımasın her varlık izâfi bir varlıktır. Aynaya vuran ışık kaynağı gibi aynadaki akis mecâzîdir, iğretidir.)
  Evvelki sahifelerde ifade etmeye çalıştığım bi-zatihi tecelliyatına âlemin tahammül edecek güçte yaratılmadığını, benî âdemin dahi madde yapısının bu âleme uygun yaratılıp bi-zatihi tecelliyata tahammül edemeyeceğini, gerek beyanı ile gerekse Âdem’in kemâlatı ile öğretildi. Dolayısı ile insanî kâmilin de yaşantısında idrakini lütfettiği kadarı ile mahlûkiyetinin dışına çıkmadan, mânâsının bütün mahlûkatın efdali olarak yaratıldığını, madde itibarı ile diğer mahlûkattan cüz’î farkı olduğunu, mânâsı ile efdali mahlûk ve şerefli mahlûk olup, “yeryüzünde halifemi yaratacağım” hitabının muhatabı, Allâh’ın varlığı, ilmî ve gücü karşısında “yok” anlamında benî âdem mahlûk, âciz, zavallı ancak şerîatı ile yükümlü olduğu Peygamberinin vazifesi ve yaşantısında zuhur eden nizam-ı âlemin neşv ü nemasına vesile olan mekârim-i ahlâkı mânâsına ve maddesine mutlak rehber edinmiş, Âmentünün anlamını îmanına acabasız sindirmiş, âdemlikten insanlığa dönüşmüş insan, hatta kâmil insan.
  Allâh’ın varlığının, ilim ve iradesinin izâfi ve mecâzî cümle yaratılanların fevkinde, daha bariz zuhuru görülen kâmil insan, rahmet olarak Peygamberinin getirdiği emir ve yasakların içtihata tâbi yönlerini zamana göre ictihatı ile kendisini vârisül-enbiyâ olarak kabul edenlere, kendine varlık isnat etmeden tâbi olanları tarîk-ı müstakîm, şerîat-i garrâ, mekârim-i ahlâk üzere Hazret-i Allah tarafından vazifelendirilmiş vârisül-enbiyâ, nedim-i ilâhî olan rahmetine vesile kıldığı, kuvvet ve kudret-i ilâhî yanında güce sahip olmayan kâmil insan...
  Bu rahmet-i ilâhînin şeytanın da gücünün dışında tutulduğunu ve kıyamete kadar tutulacağının hikmetini benî âdem olarak hâlâ anlayamıyor isek “bu dünyada âmâ, ahirette âmâ” (bu dünyada görmeyen âhirette de göremez) buyuruyor Hazret-i Allah. Rahmet tecellilerini görmezlikten gelen, emr-i ilâhîleri umursamayan, yaratılışının sebebini düşünmek isteğinden dahi yoksun, çok şeyler bilir velâkin mânevî ilim fukarası, insanîyete dönüşmemiş benî âdem topluluklarını müşâhede etmek ehline göre zor olmasa gerek.
  “Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın, konuşmalarından daha iyi tanırsın.”
  “Mutasavvıfîn ittifaken,“Dilini oynat sana kim olduğunu söyleyeyim” buyurdular.” Hazret-i Allah benî âdeme cüz’î irâde verdi ve cüz’î irâdesini emr-i ilâhînin doğrultusunda kullanmasını beyanla arz ve semayı âyetleri ile bezedi. Elçileri vasıtası ile şerîat ve tarikat ismi altında benî âdemin kemâlatı ile insan olma, hatta kâmil insan olma imkânını benî âdeme bahşetmiş. Cüz’î irâdesinde, icraatında adâleti icabı kulunu yetkili kılmıştır. Hazret-i Kur’ân Allah kelâmıdır. Kelâm-ı Kadîm’dir. Yer ve semada benî âdemde zuhuru görülen âyetlerin beyyinatıdır. Hazret-i Allâh’ın kelâm sıfatının Kur’ân-ı Azîmüşşân’da elçisi vasıtası ile beyanı rahmet tecellisidir. Peygamberimiz Efendimiz’e inzal olan ilk hitab-ı ilâhînin Alak Sûresi’nde beyan edildiği gibi!
 

İlk Hitabı İlâhî: Oku!

  “Yaratan Rabbının adıyla oku! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku ve öğren! İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbın ekremdir. Gerçek şu ki, insan (ilim ve malda zengin olmasını görmesi ile) azar. Kuşkusuz dönüş Rabbınadır. (Alak Sûresi, 1-8)
  “Benî âdem maddede sivrisineğe mahkûm olur. Fakat insanı mânâsı ile yedi kat semavata hükmedecek gücün tecelli ve zuhur edeceği merci kılmıştır, Hâlik-ı Zülcelâl.” Güç ve kuvvet ancak Hazret-i Allâh’a mahsus olup, tecelli edeceği sebepleri bir nebze anlatabilirsem bu abd-i âciz mutlu olurum.
  Hazret-iAllâh’ın “oku” hitabını Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in o andaki hâlini düşünerek, âyetinmânâsını anlamak için hikmet tahtında yaratılan Ümmi Resûlullah’ı iyi tanıyalım. “Oku” emr-i ilâhîsini iyi anlayalım. Resulullah okuma ve yazma bilmiyordu. Harfleri yan yana getirerek ilim elde etmenin lüzumunu ve ihtiyacını da duymadı. Çünkü! “Beni Rabbım terbiye etti, ne güzel terbiye etti” buyurması Peygamber efendilerimize ve evliyâullaha, mü’min, müttakı, ittika sahibi kullarına mahsus özel rahmet-i ilâhîdir. Metafizik de denilebilir. Avamın ölçüsü dışında tutulmuştur.
  Allâh’ın elçilerine umumiyetle vahiy yoluyla vahiy melaikesi Cebrail aleyhisselâm vasıtası ile gönderilen, Allah kelâmı olarak lütfedilen Kelâm-ı Kadîm’dir, Kur’ân’dır, Zebur’dur, Tevrat’tır, İncil’dir, suhuflardır. Suhuflar yüz sahifedir. 10 sahife Âdem Peygamber aleyhisselâma, 50 sahife Şit Peygamber aleyhisselâma, 30 sahife İdris Peygamber aleyhisselâma, 10 sahife İbrahim Peygamber aleyhisselâma verilmiş olup, zamana göre uygulanması emr-i ilâhî olan küllî ilâhî rahmettir. Allah kelâmıdır. Daha sonraki gelen şerîatı idrak ederek o şerîatın güne göre gereğini yaşamak kemâlatının tecellisi olup rahmettir. Bir evvelki şerîatı, Allâh’a şirk koşmadan, sırat-ı müstakîm üzere yaşantısını götürebiliyorsa, Hazret-i Allah buyuruyor: “Onlar için korku yoktur, üzülmeyecektirler.” Bu düstur ve prensipler Allâh’ın yed-i kudretinde olup, âciz beşerin ölçüsü kelâm olarak “yalnız Allah vardır, başka ilâh yoktur”diyorsa o anda o kişiye kâfir veya gâvur deme, sakın! Gayretullaha dokunursun.
  Başkalarının şahsında rahmet-i ilâhîyi ölçecek güce sahip değilsin. Nefsini de yüzde yüz ölçemediğine göre, bütün beşer rahmet-i ilâhîye muhtaçtır. Gafil olma. Peygamber Efendimiz buyurdular ki: “Allâh’ın rahmeti olmadan kimse cennete giremez. Ashâb sordular: “Sizde mi, ya Resûlallah? “Evet, ben de Allâh’ın rahmeti olmadan cennete giremem” buyurdular.” Kendi namına konuş. Çizmeden yukarı çıkma. Dünya küçüldükçe daha bariz görülüyor. Kudret-i ilâhî nefsi duygularımızın bencil istekleriyle bir yere varılamıyacağını zaman geçmeden iyi bilelim. Başkalarının günâhını da almayalım!..
  “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” (Yusuf Sûresi, 105)
  Oku emr-i ilâhîsinin neyi okuyacağını bu âyet’i kerime izah etmiyor mu? Zamanımızdaki din tedrisatının verdiği kalıplaşmış harflerin yan yana gelmesi ile hece, kelime ve cümleden teşekkül eden okumayı, Hazret-i Allâh’ın kastinden bu türlü okumayı önerdiğini kastetmek.. Ümmet-i Muhammed’i gerçeklerden ki, arz ve semadaki yaratılışın sırrı ve nedeni olan insandaki âyetleri okumanın gerçek okumak olduğunun emr-i ilâhî olduğunu anlatmanın zamanı gelmedi mi? “İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Allâh’ın adı ile oku”gerçeğinin Allâh’ın elçileri peygamber efendilerimizde, kemâl sahibi, kâmil insanda, velî ve mü’min kullarda tecelli ve zuhuru görülen âyetleri görmeyecek miyiz? Okumayacak mıyız? Bu rahmet-i ilâhîleri umursamadan insanı değersiz hayvan gibi tanıtmaya devamda hâlâ ısrar mı edeceğiz? Allâh’ın aşk kânunlarından, gönül rahmetinden, yakınlık ifadesi olan takvâ, vera ve ihlastan yoksun bırakarak, robot misali, materyalist, maddeden öte izahı mümkün olmayan; rahmet-i ilâhî olan tasavvufsuz, tarikatsız, şerîatsız, marifetsiz, hakîkatsiz, zikirsiz, bu yönlü fikirsiz, gönülsüz bir toplumun neşv ü nema bulduğu tarih boyu görülmüş mü?
  Sebebine tevessül etmeden hayvaniyetten mânâsını kurtardığını gören varsa söylesin. Evet insan madde ve mânânın birleşimi ile insandır. Mânâsını, niçin yaratıldığını düşünemeyen benî âdem daima ziyandadır. Maddesini ayarlamak yetkisi, her kulun yaratılışında bu güç mevcut olup, mânâsını da ihyâ etmesi için yetkili kılınmış. Maddesinde sebebe tevessül edildiği gibi, mânâsı da sebeplere tevessül ederek elde edilir. Bu yönlü cüz’î irâde her benî âdeme verilmiştir. Senin için aksini düşünmek yaratılışdaki gerçeğe ters düşer. “Baki Allah fani evsaf ile düşünülemez, fani malzeme ile Allah bilinmez.”
  Kimseyi itham etmiyorum. Mânevî vazifemin sıkleti altında âczimi itirafımla da olsa, muttali olduğum, Rabbımın lütfu ile gördüğüm, yaşadığım gerçekleri herkes görsün, bilsin, yaşasın. Allâh’ın sonu olmayan rahmetinden istifade ile gerçek insan olsun. Bu bahtiyar insanın toplum ve beşeri yaşantı özleminde zamana ve güne göre güzellikler manzumesini görmeye çalış. Mânâitibarı ile cumhurun bizzat kendinin tayin edeceği kişilerin idaresi olan cumhuriyeti, insan hakları olarak lâikliği, zamanımızda geçerli olan demokrasiyi gerçek anlamda yaşamak özlemini vicdanında hissetmeyen insan var mı bilmem? Varsa da bilgisizliğindendir!. İslâm’a uygun bu güzel yaşantıları bizler de millet olarak, gerçek inançlardan pirim vermeden yaşarız inşallah... Bugün daha iyi gördük ki, bu yönlü yaşantıları dışlayarak, katı kurallarla idare olmayı düşünebilenler kölelikten kurtulup muâsır milletler seviyesinde yaşamayı hayal dahi etmeleri tertîb-i ilâhî olan güzelliklere karşı ayıp olur; yaratanına karşı da günâh olmaz mı?!...
 

Her Ne Kılmışsa Adâlettir, Cenab-ı Kibriya

  Hâlden bahsediyorum. Laf ebeliği yapma. Her güzellik dindir. Çirkinlikler din değildir.”
Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı kibriya,
Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.
  Bazı gerçekler vardır ki, zuhuru insan ölçüsünün dışında olup, yaşantı ve hâdiselerin yoğurduğu benî âdem zamanla ölçmeye müsait hâle gelir. Zuhur ve tecelli eden hâl ve ahval Allâh’ın adâletinin zuhurudur. Hiç bir zuhurat yoktur ki, adâletsiz olsun! Bu âdil tecelliyi duymak, görmek ve yaşamak arzun, isteğin ise Allâh’ın emirlerine, Peygamber Efendimiz’in yaşantısını zamana göre nefsinde tatbike gayret et. Daima güzeli seç, samimi ol. Şüphen olmasın, zuhurunun seyiri ile hayatın zevkini alacaksın!...
  Bin iki yüz senedir içtihatı yapılmadık şerîata sahipsin. Ecdadımız hâdiselerin zamana tecelli etmesi lüzumunu düşünmeden, umursamadan, yalnız Allâh’ın iradesine bağlanmayı yeterli zannettiler. Günümüze kadar fedakârlık ederek, samîmiyetle yalnız bu hususta titizlikle yaşamaya çalıştılar, yaşadılar. Ne yazık ki, evvelki gelen semâvî tevhid dînini kabul etmeme hastalığına yakalandılar. Başka semâvî dinleri dışlayarak sâliklerini bilâ-istisna kâfir ve gâvur göstermenin zevki ile yaşadılar. Bilemediler ki, Hazret-i Allah cümle kullarını “rahmetimden yararlansınlar” diye yaratmıştır.
  Bu rahmet-i ilâhîyi elçileri ile Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bildirmiştir. Cümlesi Allâh’ın rahmeti hâl ve zuhur hazineleridir. Rahmet-i ilâhîye vesiledir. Allâh’ın eşi, benzeri, şeriki, naziri değillerdir. Biri diğerinden vazifesi itibari ile ind-î ilâhîde üstün değildir. Peygamber efendilerimizin cümlesi Allâh’ın “abdidir ve resûlüdür”. Benî âdemin nefsinde olan üstünlük hastalığı tarih boyu devam etmiş, dîni mevzularda da varlığını korumuş, öyle bir hâl almış ki, gerçekleri bildikleri hâlde anlatmaya cesaret edememişler. “Bırak, o da öyle inansın, samimidir” tesellisi ile yürütmüşlerdir..
  Amma bugün küllî rahmet olan muâsır medeniyet, rahmet-i ilâhî olan her yönü ile ilim, kültür, teknoloji, her yönü ile adâlet, hak, hukuk, nasıl telaffuz eder isen et: İnsan hakları, hayvan hakları, komşu hakları... Ehl-i dilin nüktesi: “Komşu hakkı, Tanrı hakkı, böyle demiş İsmail Hakkı..” Medeni milletlerin kabul edip başkalarına da zoraki kabul ettirmeye çalıştıkları lâiklik ilkesinin anlamı sadece insan hakları ise o, hikmettir. “Hikmet ise mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın” buyuruldu. “Leküm dinüküm veliyedin” (senin dinin sana, benim dinim bana) buyurdu Hazret-i Allah. Tefrikaya düşme. Enâniyete kapılma. Zira Hâlik-ı Zülcelâl’in kulu yalnız sen değilsin. Gülünç olma.
 

Yok Mu Çaresi Dostlar?

  Yok mu çaresi dostlar? Fe-subhanallah!. Var, elbet var. Rahmet-i ilâhî her zaman mevcut. İstemeyi bil. İstekler (lisânen, kalben, hâlendir.) İstekte samîmiyet, rahmetlerin birleşmesi ile zuhur edeceğine inan. Ferdi isteklerinde âczine göre kabulü görülse de umumun müracaat ve yakarışında geçerli olan hâldir. Bir kudsi hadiste: “Evliyâma eza edene harp ilân ederim” buyurdu. Yanlış mı? Allâh’tan nasıl korkmak lâzımsa öyle korkan, Şerîat-ı Muhammediyi zamana göre, samîmiyetle yaşamaya çalışanlar mânevî bir harbin yaşantısını inkâr edebilirler mi! Şahit oldum, Allâh’ın emri üzere yaşamaya çalışan ihlaslı kullar her zaman mevcut. Amma bu azınlıkta olan evliyâullah umuma gelecek gazab-ı ilâhîyi önlemeye muktedir değildir. Bu yetki peygamber efendilerimize de verilmemiş, ancak ve ancak Allâh’ın yed-i kudretindedir.
  Mübârek kardeşlerim! Nefsimize, hemcinsimize, rahmet olarak yaratılan her şeyi eza gibi göstermekten vaz geçelim. “Yaratılanı hoş görelim, yaratandan ötürü.”
  “Yer ehline merhamet et ki, gök ehli de sana merhamet etsin” uyarısını hatırdan çıkarma. İlmi zâhirle kifâyet edip, dînin felsefesini yapmaya kalkışırsan ehl-i tasavvuf, ehl-i tarik, özet olarak ehl-i aşkı düşman görmen ilminin mahsulü gereği elbette öyle göreceksin. Dikkat bu görüşe hakîkatilmîile baktığın zaman, hiç şüphen olmasın, gayretullaha dokunduğunu görürsün. Allah tarafından tanzim ve tertip edilen mânevî teşkilatı ilminin içine almaya çalış ki, ilmin hakîkatını görüp zevkini alasın. Şunu kesinlikle bilesin ki, tasavvufsuz ilim benî âdemi maddenin esiri, materyalist, tabiri caizse putperest yapar. Rabbının sana bahşettiği akıl, fikir ve telaffuz kabiliyetini Allah rızâsı dışında sarf etmeyesin. Bu rahmet sermayeleri ne için verildi? İyi anla. Bilmiyorsan, bilene sor. Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver. Zarar etmezsin, korkma. Safiyetli ol da sakın mânâ düşmanı olmayasın...
 

Arabça Bilmek, Allâh’ı Bilmek İçin Yeterli Olmuyor

  İlmin her dalı güzeldir. Çok lisân bilmekte elbet güzeldir. Şerîat-ı Muhammedî ile yükümlü olanlar için Arapça bilmek çok çok güzeldir. Amma îmanı muhafazada Arapça bilmek de yeterli olmuyor. Zira Ebu Cehil ve Peygamberimizin amcası Ebu Leheb, daha niceleri Arapça’yı iyi biliyorlardı. Îmanı kurtarmada yalnız Arapça bilmek yetmiyor. Îman yoksa Efendimiz’in amcası olması da bir şey ifade etmiyor.
  Ey îman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. (Münafikun Sûresi, 9)
  Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hâkim olan Allâh’ı tesbih ederler. (Cum’a Sûresi, 1)
  Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allâh’ı tesbih eder. Mülk O’nundur. Hamd O’nadır. O her şeye kadirdir. (Teğabün Sûresi, 1)
  Bu hususta kendilerini denememiz için, onlara bol su verirdik. Kim Rabbının zikrinden yüz çevirirse, onu git gide artan çetin bir azaba uğratır. (Cin Sûresi, 17)
  Rabbinin adını zikret. Bütün varlığınla O’nu yâdet! (Müzzemmil Sûresi, 8)
  Sabah akşam Rabbının ismini zikret. (İnsan Sûresi, 25)
  Gecenin bir kısmında O’na secde et. Gecenin bir uzun bölümünde de onu tesbih et. (İnsan Sûresi, 26)
  Rabbine hamdederek, onu tesbih et ve ondan mağfiret dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir. (Nasr Sûresi, 3)
  Hazret-i Allâh’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki emri ve rahmetine vesile kılıp, kullarının kulluğunu kanıtlaması, kulun Rabbını bildiğinin ve tanıdığının ifadesi, îmanının neşv ü nema bulduğunun işareti olarak rahmet-i ilâhîden nasipli kılınan, zikrini, fikrini, tesbihatını Allâh’ın emri, elçilerinin yardımları ile evliyâullahın himmet ve ilgileri ile evradını ve ezkarını verilen adetlere riayet ederek, Rabbının lütfu keremi ile emredilen zamanda, cüz’î irâdesini kullanarak, ibadet ve taatını da dikkatle, sonuna kadar götürmeye çalışan, son nefesinde de zikrin efdali olan “Lâ ilâhe illallah” der, kânun-u ilâhî ile terbiyeli, edepli, rahmet-i ilâhî ile bezenmiş, ruhunu Rabbına teslim eder, can padişahı sadık kulunun canını teslim alır.
  Can alma vazifesine Azrail aleyhisselâmı vesile kıldığı zaman: “Ya Rab, öyle bir vazife verdin ki, kulların beni lanetleyecek.” “Ya Azrail, öyle sebepler halk ederim ki, kimse seni itham etmez. Yarabbi bazı kulların vardır ki, sebeplerin onları hakîkatin dışına çıkarmaya gücü yetmez. Ya Azrail, onlar seni görmez, beni görür” buyurdu Hazret-i Allah (c.c.)” Biz O padişah mıyız ki, tahttan inelim de, tabuta binelim; bizi her zaman taht üzerinde göreceksin” diyen Mevlâna yanlış mı söyledi?!. Lütfen o göze sahip ol da, enâniyetten kurtul!...
 

Azık Torbana Depo Ettiklerin İki Âlemde De İşe Yarasın

  Bilirsiniz, kız evladı dünyaya gelir, anası hemen sübyan kıza cehiz hazırlamaya başlar. Eline geçen her şeyi “kızımın çeyizi” diye. İmkânı varsa sandığı doldurur. Kızın gelinlik günü yaklaştığında bilgili kadınlar çeyiz sandığını açıp tasnife başlarlar. “Şu bugün ayıp olur” der atarlar. “Şunun modası geçti” der atarlar. Sandıkta işe yarar bir şey kalmaz. Dikkat et! Geçmişe mazi derler, geri getiremezsin. İstikbâl gelecek. Ancak Allâh’a malûm. Zaman hâldir. Hâl bugündür. Geçmişten ibret al, günü yaşa.
  Başkalarını hâkir görmek, kendi kendini yüceltmek hastalığından korunduğun gibi... Hastalık sâridir. Yakınlarına bulaştırma. Merhamet et. Zikir, tesbih, tesbihat, hamd ve müracaat âyetlerini yazmaya çalıştım ve yazdım. Nefsine insaf et. Dikkatlice oku. Bir daha oku. Elini vicdanına koy da, oku. Göreceksin ki, bilmeden ehl-i zikre, ehl-i hâle, takvâ, vera, ihlas üzere giden Hak aşıkı dervişe “biliyorum” zannı ile gerçekte bilmeden ne ezalar, ne cefalar, ne hakaretler ettin. Veya bu zulmü reva gören gerçek yoksunlarını tasvip edercesine tebessümle tasvip ettiğini imâ yollu kabul ettin. Bu hususta bilgi dağarcığında gerçekleri tahrif etmek için ne vardı?
  Ben söyleyeyim: Gerçeği aradığı hâlde bulamamış, sahtekârın kucağına itilmiş, ne yaptığını ve ne yapacağını bilmeyen dervişler var torbanda. İstihzaya müsait, tarikat kaçkını, kendisine şeyh süsü verenler var torbanda. Babadan evlada miras kalan, beşik kertmesi şeyhler var torbanda. “Dini mübine hizmet ediyorum” zannı ile gerçekleri bilmediği için hakîkatlere karşı tavır takınan, çok güzel kelâm eden, korkunç zekâ sermayeli feylesoflar var torbanda. “Sen benim gibi inanmadın” diye kimseye hayat hakkı tanımayan cahiller var torbanda. Hep gazab-ı ilâhîyi anlatan, rahmetten bahsetmeyen korkutucu ilim var torbanda. Zamanın medeniyeti ile teknolojiye karşı, güzelliklere karşı göstermeye çalıştığın ki sen İslâmiyet diyorsun şey var torbanda. İçi bu türlü sermaye ile dopdolu, dışı “biliyorum” enâniyeti ile süslü bir torbanın kıvancı ile yaşıyorsun.
  Mübârek kardeşim! Sen bunlar için yaratılmadın. Zor da olsa bir tavsiyem var: O torbayı at da gel. “Boşal ki, bir şey konsun, zira dolu kaba bir şey konamaz, yazılı kâğıda mektup yazılmaz” dedi Mevlanalar. Demesi kolay, yapması zor. O zoru yap ki, kurtulasın. Sizin ilminizin meyvesi gizli değil. Allah aşkına! Çekinmeden söyle. Bu meyveyi içine sindire sindire yiyebiliyor musun?
  Karamsar değilim. Rahmet-i ilâhî her zaman mevcut. Türkiye’de Dîn-i İslâm’ın diğer İslâm ülkelerinden daha güzel yaşandığını görmek mümkün. Yeterli mi? Elbette değil. Ümidim şudur ki, kurtuluşa vesile rahmet-i ilâhînin her an tecellisi mevcuttur. Kasıt İslâmı yok etmek değilse, buna kimsenin gücü yetmez. Toplumları farkında olmadan peri-şan ederler. Gene vebalini toplumlar çeker. Sebep olanların ise iki âlemde de perişanlığı görülecektir. Gene deriz ki: Allah affetsin!..
 

Rüya

  Rüya; Cesedin sıkletinden feraha eren ruhun kendinin çözemeyeceği tertîb-i ilâhî olan, tertib ve tanzim-i beşerin elinde olmayan, motamot izahı yapılamayan mânevî bir âlemdir. Tabiri ehline aittir. Caizdir. Vahy-i ilâhînin 46 cüzde bir cüzüdür. Peygamberimiz Efendimize 23 sene vahiy geldi. Altı ayı rüya âleminde geldiği için rüyaya vahyin 46 cüzde bir cüzüdür denildi.
  “Yusuf’a biz rüya tabirini öğrettik. Ona hikmet verdik. Hikmet verdiklerimize çok çok rahmetimizi ihsan ederiz.”
  Sadık rüya vardır, kâzip rüya vardır. Ölçü ehline verilmiştir. Peygamberimiz Efendimiz sabah namazından sonra cemaate dönerler ashâba hitaben: “Bu gece mânevî rüya gören var mı?” diye sorarlardı. “Ben gördüm, ya Resûlullah” diye gördüğü mânâyı anlatırlar, Efendimiz tabir buyururlardı. Bazen: “Ya Eba bekir, sen tabir et” buyururdu. Anladığı kadarını tabir ederler, “isabet ettim mi? ya Resûlullah” diye sorarlar idi. Cevaben: “Bir kısmına isabet ettin, bir kısmına isabet edemedin” buyururlar ve anlamını izah ederlerdi. Bazan da Ömer’ül-Faruk (r.a) Efendimiz’e sorarlardı. Mutasavvıfîn bu sünneti vazife olarak icra eder. Kur’ân’da mevcut olduğundan inkârı küfürdür. Ehline hikmettir, rahmettir. Avam rüya ile amel edemez. İstihâre de rüyadır. Rüya tabirinin kitabı yazılmaz. Yazılanlar hakîkat dışıdır. Kaide budur. Bazı istisnailer kaideyi bozmazlar.
  Rüyayı anlatacak ehil bulamadınsa, taşıyamıyorsan, akarsuya anlat. Hazret-i Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Aliyy’el-Murtaza (r.a.) Efendimiz’e: “Ya Ali, bir sır versem taşıyabilir misin?” buyurdu. “Taşırım, ya Resûlullah” dedi, kabul etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ashâb-ı ile gaza dönüşünde kuyudaki suyu kan renginde görünce, Hazret-i Ali (r.a.)’a bakarak: “Ya Ali, sırrı taşıyamadın da kuyuya mı anlattın?” buyurdu. “Evet, ya Resûlullah. Ağırlığını kaldıramadım.”
  Mevlâna Celâleddin-i Rumi Mesnevi-i Şerîf’inde anlatır: O sudan yetişen kamışlar ney olup, aşk nefesi verildi. O nefes avama gizli, aşk ehline aşikârdır. Neyden dökülen nağmeler aşk sırrını anlatır. Herkesin kulağı nağmelerde ilâhî zevki bulamaz. İncir gibi tatlı, güzel meyveleri her kuş yiyemez.
  Turuk-i âliyyede adaptır, hakîkattır. Dervişin rüyasını mürşidinden gayrıya anlatması edebe uygun değildir. Mürşidi gayrıya anlatmasında mahzur görmedi ise anlatır. Anlatmasına izin vermedi ise mahrem olarak kalır. Emanetullahtır. Rüya tabiri irticalen olur. Mürşide evhamla ilhamı ayırt edecek ölçü verilmiştir. Mürşit rüyanı tabir etmedi ise, “illâ tabir et” diye ısrar edebe uygun değildir. O kadar.
 

Evrad Ve Ezkar

  Dervişin günlük Evradı: Şerîatıyla yükümlü olduğu Peygamberine cümle Peygamberanı izam ve resüli kiram Hazretleri’ne selatü selâmla, cümle meşâyihi izam efendilerimize, derviş kardeşlerimizin ruhlarına, ehl-i îman ve ehl-i İslâmın ruhlarına 3 İhlas 1 Fatiha okuyarak, ezkarına başlar. Her gün virdinden evvel okur, bağışlar. Bu rahmet-i ilâhîyi kıyamete kadar mânevî kardeşler resmi vazifelerinde evrad olarak okurlar. Turuk-i âliyyede dervişler bütün beşere her gün bu vazifeyi yapmakla yükümlü kılınmıştır. Kâfir müslüman ayırt etmeden. İşte insanlık, işte kardeşlik. İşte dervişin yaşantısının eseri. Sevecenlik ve hoşgörü.
  Lafla peynir gemisi yürümez. Yaşayacaksın. Yaşamak için Allâh’ın rahmetine muhtaçsın.
  Rabbımın peygamber efendilerimize ve elçi vârislerine, vârisü’n-Nebî, nedim-i ilâhîlere. Hani, Kur’ân-ı Azîmüşşân’a “Türkçe mânâ veriyorum” diye evliyaya “dost” dedin. “Allah dostu” da dedin. Hiç bir anlam ifade etmiyor maksadın. Mânevî anlamı da yok. Onlar “Allah dostu” da diğer kullar Allâh’ın düşmanı mı? Başka anlamı ve izahı varsa lütfen izah et. Niye “evliyâ” diyemiyorsun? Hazret-i Allah diyor da, sen niye demiyorsun? Sende bir gün gelecek diyeceksin, inşallah. “Sana vaad ettiği günler yakındır, Hakk’ın, belki bu gün, belki yarın, belki yarından da yakın.”
  Arzdaki âyetleri, gökteki âyetleri, insandaki âyetleri okuduğun zaman “men araf sırrı”nın tecellisini idrak ettiğin zaman, Allâh’ın yeryüzünü elçisiz bırakmayacağını, rahmetsiz dünyanın zulüm olacağını düşünebildiğin zaman, Rabbımızı zulümden tenzih ettiğin zaman “EVLİY” diyeceksin.
 

Dervişin Günlük Evradı

Hu ya tabibel kulüp
Medet ya Erhamer-Rahîmin
Medet ya Ekrem’el-ekremin
Medet ya İlâh’el-âlemin
Destur, ya Âdem safiyullah
Destur ya Nuh şekirullah
Destur ya İbrahim halilullah
Destur ya Musa kelimullah
Destur ya İsa ruhullah
Destur ya Muhammed Mustafa habibullah
Destur ya cümle peygamberanı izam ve rusul-i kirâm hazeratı
(Ruhları için fatiha)
  Çar-i yâr-ı ba-safâ Ebu Bekir Sıddîk, Ömer’ül-Faruk, Osman Zi’n-Nureyn, Aliy’el-Murtaza, Hazret-i Hamza ve Hazret-i Abbas radıyallâhu anhüm efendilerimizin, ehl-i beytin, âli beytin, evlad-ı Resûlullah’ın, ashâb-ı Resûlullah’ın, ashâb-ı kirâm, ashâb-ı güzinin, sahabe-yi kirâm, sahabe-yi güzinin, muhacirinin ve ansarın, tabiînin, tebe-i tabiînin, müctehid-i izam efendilerimizin, bahusus Gavsü’l-A’zam Seyyid Abdulkâdir Geylâni, Seyyid Ahmed er-Rufaî, Seyyid Ahmed el-Bedevî, Seyyid İbrahim Dussuki, Şeyh Ebu’l-Hasan Ali Şazili, Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaattin, Şeyh Ahmet Yesevi, Şeyh Ahmet Kuddusi, bahusus Şeyhimiz Üstadımız Maraşlı Seyyid Ali Sezai Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Sofu Ökkeş Efendi, Çorumlu Hacı Bekir Baba, Hacı Ali Efendi, Hacı Mustafa Anaç Efendi, Hacı Bekir Kuşçuoğlu, Muhammed Esad Efendi, Hacı Sami Efendinin ruhları için, Şeyhimiz Üstadımız Hacı Gâlip Hasan Efendi’nin ervahı kudsiyelerine, turuk-i âliyyeden âhirete irtihâl etmiş cümle meşâyihi izam efendilerimizin ve derviş kardeşlerimizin, ehl-i îman ve ehl-i İslâmın, akrabayı taallükatımızın da ruhları için Fatiha maa’s-salevat, der, 3 İhlas 1 Fatiha okur, cümlesine bağışlar.
 

Allâh’ın Emri Dervişin Virdi

  Cümle mânevî toplumların makama müracaatları ve virdleri değişik görülse de, kastı aynı olup rahmete vesiledir. Hazret-i Allah noksanı ile kusuru ve küsuru ile dergâhı izzetinde kabul buyursun. “Küllî tarikın vahidun” ehl-i tarikatlarda kök birdir. Kök Hazret-i Resûlullah’ta birleşir. Ehl-i tariklerde tarih boyu dîni mevzuda utanç verici ihtilaf görülmemiştir. Olamaz da. Çünkü derviş toplulukları iradelerini kullandıktan sonra, rızâ göstermeyi bilirler. Her güzellik dindir. İndî ilâhîde makbul din İslâm’dır. İslâm ise meşru yönden güzellik ve adâlettir. Bilmeyenler İslâm’ın dışında “güzellik bulduk” zannederler. Bilmezler ki, o buldukları güzellik İslâm’dır.
Her ne kılmışsa adâlettir, Cenab-ı kibriya, Her kazaya her belaya kıl rızâ, Allah kerim.
  Bu hikmet ehlinin ölçüsüne göre aşktır, zevktir, yaratanına ruhen teslimiyettir, hikmettir. “Hikmetse mü’minin kayıp malıdır, nerede bulur ise alsın” hitabı umumidir. İlim Çin’de ise de alınız. Çünkü ilim hikmettir. Hikmet mü’minin malıdır, güzelliktir, İslâmiyet’tir, formül bu.
  Dervişin günlük virdi yukarıda belirtildiği gibi 3 İhlas 1 Fatiha ruhlara bağışlandıktan sonra Rabbına âcz ve teslimiyetle, samîmiyetle: “Niyet ettim, ya Rabbi senin rızân için günlük virdimi okumaya” der. Çünkü Âmentüye noksansız îman eden kulun kulluktan başka arzusu yoktur. Virdini imkânı nisbetinde her hâlde, ayakta, oturarak, yatarak, evde, yolda, her yerde, 24 saatte bir defaya mahsus yapar. Efdali kıbleye karşı oturup, huzur ve huşu ile virdini okumasıdır. Bu hâl her kula nasip olmayan rahmet-i ilâhîdir.
 

Kâdirî-Rufâî’nin Kolu Gâlibî Virdi

  51-adet:     Bir adedi binbir sebebe Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
  100-adet:   Ya Rabbi verdiğin nimetlere çok şükür, elhamdü lillâh.
  100-adet:   Hasbünallâhu ve ni’mel-vekil (sonunda, ni’mel-Mevla ve ni’me’n-nasir ğufraneke Rabbena ve ileyke’l-masir, der, Allâh’a teslimiyetini arz eder.)
  100-adet:   Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âli seyyidina Muhammed ve sahbihi ve sellim
  100-adet:   Estağfirullah el-azim min küllî zenbin ve etubü ileyh (bildiği bilemediği günâhlarına Rabbından özür diler.)
  500-adet:   Lâ ilâhe illAllah (Kur’ân’da mevcud âyetle: “Fa’lem ennehu lâ ilâhe illallah” diye başlar.)
  500-adet:   Allah (“ya” nidası ile başlar, ilkinde, durulduğunda, her yüzüncüde ve en sonuncuda “(c.c)” der).
  İlk ders bu kadar. Dervişin mizacına, samîmiyetine, tahammülüne göre, huddemi alınmış, mürşidin salâhiyetine verilmiş esmalardan ilâve edilebilir. Esmanın azlığı, çokluğu kemâlat ölçüsü olmayıp tavsiyem samîmiyettir. Samîmiyetse Allâh’a hakîkaten inanmak, Allah elçisini hakîkaten abdi ve Resûlü olarak kabullenebilmektir. Mürşid, Allâh’ın, kullarını “rahmetinden mahrum olmasınlar” diye rahmetine vesile kıldığı, Allâh’ın gücü ile kabili kıyası olmayan âciz, Allâh’ın rahmetine muhtaç kuldur.
  Amma rahmete vesile tertîb-i ilâhî olduğunu bilmek. Tasavvufî deyimle şöyle ifade edilir: Fena fiş-şeyh, şeyhde ifna olmak. Fena fir-Resûl, Hazret-i Resûlullah’da ifna olmak. Fena fillah, Allâh’ta ifna olmak. İfna “yok olmak, yokluğunu idrak etmek, âdem sıfatının kudreti kuvvet-i ilâhînin tecelliyatında yokluğunu bilmek.” Allâh’a mahsus sıfatları nefsine mal etmemek.
  Beka billah, kurbiyyet ise Allâh’ın zati sıfatlarının îmanın mânâsında tecellisinin zevkine ermek. Nefis ve ruhun terbiyesi ile ki, “mekârim-i ahlâk” buyuruldu. Îmanın kemâlatı nispetinde itminani kalp olan yaratılışın sırrının tecelli ettiği örnek insan. Bu yaşantılar Kur’âna aykırı olmayıp, Hazret-i Resûllullah (s.a.v.) Efendimiz’in mânevî yaşantısını emr-i ilâhîye uygun yaşamaktır. Bu yönde istisnai, ezel-i ervâhla ilgili, Allâh’ın örnek kulları vardır. Bu bahtiyarları fazla teferruatı ile anlatmaya kalkışmak mânâyı maddede çözmek gibi imkânsız. Gav-s’ül-azam Seyyid Abdulkâdir’e, Kitab-ı Gavsiyye’deki hitab-ı ilâhîye kulak ver: “Ya Abdulkâdir, bazı kullarımı cennet için, bazı kullarımı cehennem için, bazı kullarımı zatım için yarattım. Ya Abdulkâdir, sen zatım için yaratılanlardansın.” Yorma kendini. Bu ve buna benzer hitapların beşer ölçüsü yoktur. Ehline mahsus, katıksız îman zevkidir.
 

Hatme-i Rufâî

  Pîr Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri kritik anlarda ihvanı ile topluca okurlar, Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyaz ederlerdi. “Samîmiyetle okunduğu zaman hayra müracaatlar ret olunmaz” buyuruldu. Haftada bir defa, muayyen zamanlarda, toplu olarak, ferdi olarak da, erkek dervişler okumayı vazife edindik. Kadın ihvanlarımızdan muktedir olanları münferit olarak okurlar, vird olarak değil.
  Şöyle tarif edeyim:
  Hu, ya Tabib’el-kulub
  Medet, ya Erhamer-Rahîmin
  Medet, ya Ekrem’el-ekremin
  Medet, ya İlâh’el-âlemin
  Destur, ya Âdem safiyullah
  Destur, ya Nuh şekirullah
  Destur, ya İbrahim halilullah
  Destur, ya Musa kelimullah
  Destur, ya İsa ruhullah
  Destur, ya Muhammed Mustafa habibullah
  Destur, ya cümle peygamberanı izam ve rusul-i kirâm hazeratı
  Destur, ya cariyarı ba safâ Ebu Bekir Sıddîk, Ömer’ül- Faruk, Osman Zi’n-Nureyn, Aliy’el-murtaza, radıyallâhu anhüm efendilerimiz
  Destur, ya Ehlibeyt-i Resûlullah
  Destur, ya Evlad-ı Resûlullah
  Destur, ya Ashâb-ı Resûlullah
  Destur, ya Evliyâallah
  Destur, Pîrim Sultanım Seyyid Abdulkâdir Geylâni,
  Ebe’l-âlemeyn Seyyid Ahmed er-Rufaî
  Seyyid Ahmed el-Bedevî
  Seyyid İbrahim Dussuki
  Şeyh Ebu’l-Hasan Ali Şazili
  Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaaddin Hazretleri
  Destur ya sahibe’l-meydan. Rızâen lillâhi’l-Fatiha maa’s-salavat.
  3 İhlas 1 Fatiha okunur, ruhlarına hediye edilir, hatme başlanır.
  3 adet - Fatiha-yı Şerîf (cemaatle beraber okunacak)
  3 adet - Âyet’el-kürsi  //
  3 adet - İnna enzelna    //
  3 adet - Vel-asri        //
  3 adet - İhlas-ı Şerîf     //
  3 adet - Felak Sûresi      //
  3 adet - Nas Sûresi        //
  3 adet - Fatiha-yı Şerîf   //
  1 adet - Selâmün kavlen min Rabbi’r-Rahîm (Yâsîn Sûresi, 58)
  20 adet - Rahîm olan Rabdan cennet ehline selâm vardır
  121 adet - Kelime-i tevhit (Lâ ilâhe İllallah)
  1 adet - Rabbena atina min ledünke rahmeten ve heyyi lena min emrina reşeda. (Kehf Sûresi, 10)
  20 adet - Rabbımiz bize katından bir rahmet ver ve işimizde bizi başarıya ulaştır.
  1 adet - Bismillahillezi lâ-yedurru ma ismihi şey’ün fi’l-ardı velâ-fi’s-semai ve hüve’s-semiu’l-aliym. (Hadisi Şerîf)
  20 adet - Allâh’ın ismi ile başlarım ki onun ismine sığınmış kişiye ne yerdeki nede gökteki hiçbir şey zarar veremez. O işitendir, bilendir.
  121 adet - Lafza-i celâl (Allah c.c.) (3 adedi “ya” nidası ile okunur)
  1 adet - Es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Seyyidi, ya Resûlullah, ya Ahmet, kılleti hiyleti ve ente vesileti, fe-edrikni.
  20 adet - En güzel dua ve selâm sana olsun ya efendim ya Resûlullah ya Ahmet ben fakirim ama sadakatım var ve benim vesilem sensin bana yardım et bana yetiş.
  3 adet - Ey Allâh’ın kulları bize yardım edin.
  3 adet Ey cinlere ve insanlara gelen resûlullahın mahbubu, ey iki âlem sahibi, ya Seyyid Ahmed el-kebir er Rufâî, el medet.
  (Bir fatiha ile hitam bulacak ve dua)
 

Hatme-i Kâdirî

  Başlangıcı hatme-i rufaîdeki gibi olacak
   15 - İstiğfar-ı şerîf (hep beraber): Estağfirullah el-Azim
  100 - Salevat-ı şerîfe (hep beraber)
  500 - Hasbünallahü ve ni’mel-vekil (hep beraber)
  100 - Salevat-ı şerîfe.
  (Aşr-ı şerîf ve dua)
  Hatmeler umumiyetle cemaatle yapılır. Bir kişi yüksek sesle okur diğerleri hafif sesle iştirak eder. Cemaatin iştirakı ile Gavs’ul-A’zam Seyyid Abdulkâdir Geylâni’nin müntesipleri ile yaptığı hatme sevabı alır. Münferit de okunur. Her müracaat ve yakarışın bir anlamı, sebebi, hikmeti vardır. Hepsi de güzel ve anlamlıdır. Tasdik ve tasvip edilmiştir. Hatm-i Kur’ân.. Cümle evliyâullahın, mü’min ve müslimin anlayarak ve yaşayarak îmanlarının şulesi, zevklerinin zirvesidir. Mânâsını anlamasa da “Allah kelâmıdır” diye hürmet ve muhabbet ederse, yapraklarını açıp kapaması, hatta sevincinden gayr-i ihtiyârî gözyaşı dökmesi.. Bu hâller de îman tezahuru olup rahmettir.
  Amma kastı ilâhî mânâsını anlayarak okumak, hayatını ona göre tanzim etmektir. Okumayı ve mânâsını bilmiyor, öğrenmeye de muktedir değil ise, Allâh’a ve elçisine inanıyorsa bu kişiler için lütfedilmiş tertîb ve tanzim-i ilâhîyi ara bul. “Mürşidim” diyor ise müntesip ol ve rehber edin. Bulamadınsa Hazret-i Allâh’tan iste. Verildimi, “meyyitin yıkayıcıya teslim olduğu gibi” teslim ol. Samîmiyetin îmanının ölçüsüdür. İyi bil. “Ben biliyorum” hastalarının seni bu türlü rahmetten bilmediklerinden kaçırmaya olanca güçleri ile çabaladıklarını görürsün. Sakın, nâ-ehle aldanma. Hele Allâh’ın işareti ile derviş oldunsa, dünya yaşantında mânevî müjdeleri az çok almış isen, sakın uzaklaşma! İnan bu abd-i âcize gerçeği söylüyorum!.. Gayretullaha dokunursun. Hazret-i Allâh’ı gücendirirsin. Buna benzer çok yerde aynı mevzuya parmak bastım. Mânâ birdir, kelâm değil. Bil ki, vazifem bu, yanlış anlama!.
 

Evradı Şerîfe-i Kâdirîye

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

  Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemiyn. Er-Rahmâni’r-Rahim. Maliki yevmi’d-din. İyyake na’büdü ve iyyake nesta’iyn. İhdina’s-sırata’l-müstakıym. Sırata’l-leziyne en’amte aleyhim. Gayri’l-mağdubi aleyhim vela’d-dalliyn (Âmin, Ya Mu’in)
  İnnAllahe ve melâiketehu yusallune ale’n-nebîy, ya eyyühe’l-leziyne amenu, sallü aleyhi ve sellimu tesliyma.
  Allahümme salli ve sellim ve barik âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecma’iyn. Sübhane Rabbike Rabbi’l-izzeti amma yesıfun ve selâmün ale’l-mürseliyn velhamdülillâhi Rabbil-âlemiyn (burada şükür makamında iki elle yüz meshedilecektir).
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Resulullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Habiballah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Halilallah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Nebîyyallah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Safiyyallah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Hayre halkillah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Nure arşillah
  es-Salatü ve’s’selâmü aleyke ya Emine vahyillah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Men zeyyenehullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Men şerrefehullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Men kerremehullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Men azzemehullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Men allemehullah
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Seyyide’l-mürseliyn
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Hateme’l-müttakin
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Hateme’n-nebîyyin
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Rahmeten li’l-âlemiyn
  es-Salatü ve’s-selâmü aleyke ya Şefia’l-müznibiyn
  es-Salatü ves-selâmü aleyke ya Resûle Rabbi’l-âlemiyn
  Salavatullahi ve mela’iketihi ve enbiyâihi ve rusulihi hameleti arşihi ve cemii halkıhi âlâ seyyidina Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaiyn.
  (Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedin abdike ve nebîyyike ve habibike ve Resûlike’n-nebîyyi’l ümmiyyi ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain) (3 kerre okunacak)
  (Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedini’n-nebîy-yi’l-melihi sahibi’l-makami’l-a’la ve lisâni’l-fasih) (3 kerre okunacak)
  Allahümme’c’al efdale salavatike ebeden ve enma berekâtike sermeden ve ezka tahiyyatike fadlen ve adeden âlâ eşrefi’l-hala’ikı’l-insanîyyeti ve mecma’i’l-hakayıkı’l-ihsaniyyeti ve turi’t-tecelliyyati’l-ihsaniyyeti ve mehbiti’l esrari’r-rahmâniyyeti ve arusi memleketi’r-rabbaniyyeti ve vasıtatı ıkdi’n-nebîyyin ve mukaddimi ceyşi’l-mürseliyn ve kaidi rekbi’l-enbiyâi’l-mükremiyn ve efdali’l-halki ecma’iyn hamili livai’l-izzi’l-a’la ve maliki ezimmeti’l-mecdi’l-esna şahidi esrari’l-ezel ve müşahidi envar-i sevabikı’l-üveli ve tercümanı lisâni’l-kıdem ve membai’l-ilmi ve’l-hilmi ve’l-hikem mazharı sır-rı’l-cüdi’l-cüz’iyyi ve’l-küllîy.
  Ve insanî ayni’l-vücudi’l-ulviyyi ve’s-süfliyyi ruhı cesedi’l-kevneyn (bu cümle üç kerre okunacak ve her defasında vücud mesh olunacaktır).
  Ve ayni hayati’d-dareyn (burada iki elin başparmaklarının tırnağı öpülerek gözler üzerine meshedilecektir).
  El-Mütehakkıkı bi-âlâ rütebi’l-ubudiyyeti ve’l-mütehallikı bi-ahlâkı’l-makamati’l-ıstıfa diyeti’l-hâli’l-izam ve’l-habibi’l-ekrem seyyidina Muhammedin bin Abdillah bin Abdilmuttalib ve âlâ sa’iri’l-enbiyâi ve’l-mürseliyn ve âlâ melâiketike’l-mukarrebin ve âlâ ibadillahi’s-salihin min ehli’s-semavati ve ehli’l-ardiyne küllema zeke-reke’z-zakirun ve gafele an zikrike’l-gafilun ve sellim ve radiyallâhu an ashâbi Resûlillâhi ecmaiyn.
  Kadirî dervişlerinin zikir meclislerinde zikirden önce evradı Kâdirîyeyi muktedir bir kişi yüksek sesle okur, diğerleri de yavaş sesle takip ederler, evradı şerîf bittikten sonra zikrullaha başlanırdı. İsteyen münferit de okuyabilirdi. Şimdi ihtiyaten yazdım. Muktedir, zaman ve zeminleri uygun ve müsait olanlar arzu ettikleri zaman okuyabilirler. Peygamberimiz Efendimiz’in mübârek sözleri kulağımıza küpe olsun: “Zorlaştırmayın kolaylaştırın, daraltmayın genişletin, ikrah ettirmeyin sevdirin.” Her şeyin ifratı haramdır. Hazret-i Allah dinde zorluk emretmemiştir.
  “Habibim, biz sana Kur’ân-ı eza olsun diye indirmedik.” Bu ve buna benzer hitab-ı ilâhîler izah etmeyi gerektirmez, mânâsı açık ve sarihtir.
 

Evrad Ve Ezkar Nasıl Okunur?

  24 saatte bir sefer okunur. Gün gecenin nısfından (yarısından) başlar. Nısfı, güneşin batışı ile doğuşu ortasından sonra yani gecenin yarısından sonra girdiği günün dersi yapılabilir ve 24 saat arasında her zaman yapabilirsin. 24 saati ders yapmadan geçirir isen kazası da mümkün değil. Sadakatında, samîmiyetinde noksanlık var, demektir. “el-va’dü ked-deyn” “Vaadini yerine getirmeyeni sevmem” buyurdu Hazret-i Allah(c.c.). Evet mânen vazifeli kulun şahsında Allâh’a söz verdin.
  Şerîatıyla yükümlü olduğun Peygamberine biat vecibesini ezel-i ervâhtaki îmanının ikrarını cesetli olarak da tekrar etmek nasip oldu. Ne sebepten bilemeyiz, bazı kullarının evrad ve ezkara, zikrullaha karşı düşünce ve icraatlarında sanki düşmanlık yapması için yaratıldığını müşâhede edersin. Bir kısım Allâh’ın bahtiyar kulları belli ki ezel-i ervâhta tereddüt etmeden “beli” diyen murat kullar emr-i ilâhîye titizlikle uymaya çaba gösterdikleri gibi, rahmet-i ilâhî olan zikrullahtan, Allâh’a söz verdiği evradı ezkardan gafil olmadıkları gibi, nâ-ehle pirim vermezler.
  Kastımız kullar arasında sınıf farkı ve ayrılık değil, hâşâ. Kıskançlığı bırak. Hazret-iAllâh’tan iste. Rahmetini sevdirmesini iste. Murat değilsen mürit ol. Taklidi îman da îmandır. Yeise kapılma.
  Hazret-iAllah “kullarım rahmetimden istifade etsinler” diye dünyayı yarattı. Kulunu affetmek için bahaneler halk etti. Derece almasını istedi. Vesileler yarattı. Sayamayacağın kadar çok, sayısız rahmetinin her hâdisede zuhurunu kulun âczine göre ihsan etti. Sebeplerin başında gelen velîliğin diploması olan zikrullahtan evrad ve ezkarı en büyük rahmetine vesile kıldı. Sadık kullarını ihyâ eyledi. Ey insan olmaya namzet benî âdem, gafil olma. Mürşidini bul. Bulamadınsa Allâh’tan samîmiyetle iste. Arayan Mevla’sını bulur. Dikkat et. Her gördüğün sakallıyı deden sanma! Mürşit kıyamete kadar vardır. Yokluğu zulümdür, Rabbıma. “Mürşit yaratmamışsın” diye zulüm isnat etme.
  Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri “evliyâ” edinmeyin. Allâh’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? (Nisa Sûresi, 144)
  Kâfirden evliyâ olmaz. Eğer “olur” diye kâfirin küfrünü göre göre hâlâ “hikmettir” diye inat ediyorsan, o inadınız sizin aleyhinizde gizli olmayan bir küfrün ilânıdır.
  Nakşi tarikatının bir kaç kolu hafî, cümle turuk-i âliyye celidir, cehridir, seslidir. Toplu zikrullah seslidir. Talim üzere hareketli zikrullah fiziki ihtiyaçtır ve masivadan o an için kurtulmanın gereği, samîmiyetle zikretmenin yegâne aracı, gerecidir. Dervişin, avamın ölçemeyeceği bu hâlleri, mânâyı da maddede görme hastası, başka ölçeği olmayan, mânâ ve zikir nasipsizlerini o meclisten kaçıran mânevî espridir.
  Bu anlama ışık tutsun, arzusu ile şöyle anlatırlar: Mensup olduğu şeyh efendiye verilen hikmet ve meziyetleri dervişin mânâsına cevap veremiyorsa, derviş bu türlü hikmetin sahibi olan başka bir mürşide şeyh efendinin selâm ve mektubu ile gönderilir. Dervişin fikri ile değil!... Mânevî toplumlarda “sen, ben” davası kesinlikle olmaz. Oluyor ise bu zâfiyeti mânevî vazifesinin sıhhatsizliğinde aramalı.
  Katı kurallarla eğitilmiş dervişini “kemâlatına katkısı olsun” diye Şam diyarında yaşayan mürşidi kâmile mektup ve selâmı ile gönderdi. Uzun bir yolculuk. O günkü imkânsızlıkların verdiği meşakkatle Şam şehrine yaklaşan dervişi mürşitlerinin emri ile kudüm ve mazharlarla, ilâhîler söyleyerek karşıladılar. Böyle aşk-ı ilâhî ve mânevî havanın garibi, katı kuralların mahkûmu, ilâhî aşktan hiç nasip alamamış, ham ervah ilâhî aşk meclisini küfür bataklığı gördü. Ülkeye hâkim olan nefis feryat etti. “Şeyhim beni yanlış yere gönderdi, burada şerîat yok ki, tarikat olsun” diye o mânevî toplumu küfürle itham etti. Geldiğine nadim oldu. Bu hâle vakıf olan misafireten geldiği dergâhın mürşidi dervişi gönderen şeyh efendiye mektup yazıp dervişi geri gönderdi. Mektupta şöyle yazıyordu şeyh efendi, gönderen şeyh efendiye: “Biz gönderdiğin Molla Kasımı; Kudüm, mazhar ve ilâhilerle ürküttük, geri gönderdik” diyordu.
  Bazı taşlar vardır ki, ne kadar su döker isen dök içine tesir etmez. Herkesin kulağı nağmelerde ilâhî zevki bulamaz. İncir gibi tatlı, güzel meyveyi her kuş yiyemez. Dervişin evrad ve ezkarı umumiyetle hafîdir. Hafî kılınan namaz gibi normal kulağın duyacağı kadardır. Tenha ve müsait yerdesin. Kimse duymayacak. Bilerek “komşularım da duysunlar” diye bir hisse kapılırsan riya olur, gösteriş olur. Ruhanî rahmet tecellisi olmaz. Yerini nefsanî haz ve duygulara terk eder. Yüksek sesle Rabbını zikret. Tazarru, niyazını dahi yüksek sesle, samîmiyetle arz edersen, yaratanının yakınlığını hissedersin. Kulluk zevkini alırsın. Bu yönlü âczini itiraf haddini bilmektir. Kuvveti, kudret-i ilâhî karşısında âczini bilmek, havf u reca üzre yaşamak, kulu yücelten rahmet basamaklarıdır.
  Toplu yapılan zikrullah cemaatle kılınan namazın 27 katı sevaba vesile olduğu gibi, toplu yapılan talim ve terbiyeli, samîmiyetle yapılan zikrullahın rahmet ölçüsü nâ-mütenahidir. O bakımdan Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) buyurmuşlardır: “Siz cennet bahçesine uğradığınız zaman oradan yeyiniz, içiniz, ekl ediniz.” Ashâb sordular: “Ya Resûlullah, cennet bahçesi nedir?” Buyurdular ki: “Zikir halakalarıdır.” Bu şereften mahrum olma, mübârek kardeşim. Falan filan gerçeğin örneği imiş gibi nâ-ehli göstermeye çalışma. Gerçeği ara, ona göre yaklaş, nasibini al. Güzel yaratılan dünyayı cifeye çevirme. Samimi ol. Bu yolda samîmiyetsiz tutum şer’î şerife uygun da olsa makbul değildir. İtiraz hüsrandır. Yaşadığım, sıkletini hâlâ üzerimden atamadığım “ben daha iyi biliyorum” edası ile şeyhim efendime güya terbiyemi bozmadan, sinsi sinsi karşı geldiğim terbiyesizliğimi ibreti âlem için anlatacağım. Hisse alınsın diye dinle!..
 

Mânâma Düzen Veren Hikmet’i Kayısı

  Zuhuru ile çok rahatsız olmuştum. Netice kemâlat oldu. Hep zarfını okuyordum. Esas mazrufunu okumanın elzem olduğunu bu hâdise iyi öğretti, bu abd-i âcize. Samîmiyetle okuyun, sizler de ibret alın ve gerçeği yaşayın.
  Tarihini tam kestiremiyorum. Allâhu âlem, 1954 veya 1955 senelerinde idi. Kayısı olum mevsimi idi. O sene de kayısıyı bol vermişti Rabbımız. Hacıdoğan Mahallesi’ndeki atölyeme öğleden evvel efendim büyük bir sepetle geldi: “Keçiören’de kayısı ucuz imiş, oğlum bir sepet de sen al. Yerinden taze kayısı alalım. Kilosu on kuruşmuş” buyurdu. Efendimin arzusu, isteği güzeldi.
  Efendim de benim de kazanacağımın zevki vardı. Ama benim durumum Keçiören’e gidip kayısı almaya hiç müsait değildi. Dışişleri Bakanlığı’ndan aldığımız taahhütlü işimiz vardı. Günü yaklaşmıştı, işi bitirmeye çalışıyoruz. Benim için bir dakikanın anlamı vardı. Cilve-yi Rabbaniyi ne bilirdim, o andaki sadakat ve bağlılık “rahmet âyetine” kayısının vesile kılındığını?. Efendime çok bağlı idim, hiç incinmesini istemezdim. Bu mânâ ve sadakat âyetleri zuhur etti. Gizlenen, maskelediğim, yeteri kadar îmanımın mânâsının inceliklerine vâkıf olmadığımın faturasını çok yüksek ödettiler.
  İyi dinle, bu âcizin perişanlığı sana da ibret ve ders olsun. Bu âyeti iyi oku! Efendim kesin kararlı gönderilmişti. Daha evvel benzeri bu kadar ağır olmayan, görünürde zararıma mucip gibi imtihanlar geçirmiştim. Muvaffak olmuştum ve neticesinin zarar olmayıp, kazanca tebeddül ettiğini yaşamış ve görmüştüm. Akılcılıkla bu ve buna benzer hâdiselerin, yani âyetlerin çözülemeyeceğini iyi öğretmişlerdi. Rabbım bu hususta bu abd-i âcizi defalarca uyarmıştı. Zuhur eden kayısı imtihanı diğerlerinden farklı idi. Efendim kilosu on kuruşa kayısı alacaktı, benim de kazanmamı istiyordu. Ve bu düşüncesinden zevk alıyordu. Efendimi, mürşidimi Hazret-i Allâh’tan istemiş idim, Rabbım da göndermişti. O bakımdan bu abd-i âcizin mânevî imtihanı sıradan değildi.
  Korkma, herkese aynı ağırlıkta vermezler. Dağına göre kış verirler. Âczimi anlatıyorum. Herkes nasibine düşeni alsın, hikmettir. “Hikmetse mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” rahmetini gönlünden çıkarma. “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” Bu ve buna benzer âyetleri herkes okur, fakat gönül ehli mânâsını iyi anlar. Mevcud ve zuhuratı okumaya çalışır. Onlar Rabbımın lütfu kadar mânâ hafızlarıdır. Bu ilmin kaynağı peygamber efendilerimiz olup, semâvî kitaplar, rahmet kaynaklarından fışkırmış, Cebrail aleyhi’s-selamın rahmetin zuhuruna vesile kılındığı tertîb-i ilâhîdir, Nur-ı Muhammedi’dir.
  Tevhid dînine mahsus kitaplar ve suhuflar Allah kelâmıdır. Göklerde ve yeryüzünde benî âdemde zuhur eden âyetlerin cümlesi Allâh’ın fiili sıfatlarının tenezzülen zuhuru olup, Hazret-i Kur’ân bu âyetlerin beyyinatıdır. Lafı fazla uzatmadan dervişin sadakat ve bağlılık göstergesinin bu abd-i âcizdeki perişanlığına vesile olan kayısıda zuhurunu anlatmaya çalışalım. Tecelli ettiği maddenin cesâmeti ölçü olmayıp, esas olanmânâdır. Yaratılışın sırrı hikmet ve marifettullah benî âdemin insan olması içindir. Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın.
  Hazret-i Allah Bakara Sûresi 3. âyette O müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan muhtaçlara tasadduk ederler” 4. âyette de gayba îman edenlerde başka ne gibi rahmetin zuhur edeceğini buyuruyor. Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.”
  Âyet-i celîlenin tefsire ihtiyacı var mı, bilmem? Hazret-i Allah kesinlikle bildiriyor. “Saydığım rahmetlerimin zuhuru gayba îmandan tecelli eder. Gayba îman etmeyen kullarımda bu rahmetlerimi görsen de fer’idir, taklididir. Akıl ve madde ölçüsünü geçmez. Gayba îman eden kullarım kurtuluşa ermişlerdir. Vay gayba îman etmeyen ilim sahiplerinden gayba inananların çektikleri, vay...”
  Bu zuhurat hiç hoşuma gitmemişti. İç âlemim eşşek alıp beygir satıyordu. Nefsimin ihtilafı hâkimdi mânâma. Bu ihtilafım dışa yansımasın, diye olanca gücümle savaşıyordum. Güya terbiyemi ve saygımı bozmuyordum! Efendimin emri üzere ufak bir sepet edindim. “Efendim yakınımızdaki mânâvda çok güzel kayısı var. Size zahmet olmasın, sepetleri mânâvdan doldurtturalım” dedimse de efendimi üzmekten başka bir işe yaramadı. Taksi çağırmak istedim, efendim ona da kızdı. Beni müsriflikle ayıpladı. “Sepetlerle otobüse almazlar, yasak” dedim. “Karışma, gel” dedi.
  Cidden “buyur, hacı baba” dediler, arka kapıdan otobüse girdik. Ve aheste aheste giderek, Keçiören asfalt ve şose iki yol kavşağında indik. Sağ tarafımızdaki birinci bahçeye girdik. Yere dökülmüş kayısılardan efendim aldı, üzerine üfledi ve yedi. Bir tâne daha aldı, ona da üfledi, bana uzattı, ye, Gâlip Efendi”diye.
  Zuhuru ile çok rahatsız olmuştum. Netice kemâlat oldu. Hep zarfını okuyordum. Esas mazrufunu okumanın elzem olduğunu bu hâdise iyi öğretti, bu abd-i âcize. Samîmiyetle okuyun, sizler de ibret alın ve gerçeği yaşayın.
  Tarihini tam kestiremiyorum. Allâhu âlem, 1954 veya 1955 senelerinde idi. Kayısı olum mevsimi idi. O sene de kayısıyı bol vermişti Rabbımız. Hacıdoğan Mahallesi’ndeki atölyeme öğleden evvel efendim büyük bir sepetle geldi: “Keçiören’de kayısı ucuz imiş, oğlum bir sepet de sen al. Yerinden taze kayısı alalım. Kilosu on kuruşmuş” buyurdu. Efendimin arzusu, isteği güzeldi.
  Efendim de benim de kazanacağımın zevki vardı. Ama benim durumum Keçiören’e gidip kayısı almaya hiç müsait değildi. Dışişleri Bakanlığı’ndan aldığımız taahhütlü işimiz vardı. Günü yaklaşmıştı, işi bitirmeye çalışıyoruz. Benim için bir dakikanın anlamı vardı. Cilve-yi Rabbaniyi ne bilirdim, o andaki sadakat ve bağlılık “rahmet âyetine” kayısının vesile kılındığını?. Efendime çok bağlı idim, hiç incinmesini istemezdim. Bu mânâ ve sadakat âyetleri zuhur etti. Gizlenen, maskelediğim, yeteri kadar îmanımın mânâsının inceliklerine vâkıf olmadığımın faturasını çok yüksek ödettiler.
  İyi dinle, bu âcizin perişanlığı sana da ibret ve ders olsun. Bu âyeti iyi oku! Efendim kesin kararlı gönderilmişti. Daha evvel benzeri bu kadar ağır olmayan, görünürde zararıma mucip gibi imtihanlar geçirmiştim. Muvaffak olmuştum ve neticesinin zarar olmayıp, kazanca tebeddül ettiğini yaşamış ve görmüştüm. Akılcılıkla bu ve buna benzer hâdiselerin, yani âyetlerin çözülemeyeceğini iyi öğretmişlerdi. Rabbım bu hususta bu abd-i âcizi defalarca uyarmıştı. Zuhur eden kayısı imtihanı diğerlerinden farklı idi. Efendim kilosu on kuruşa kayısı alacaktı, benim de kazanmamı istiyordu. Ve bu düşüncesinden zevk alıyordu. Efendimi, mürşidimi Hazret-i Allâh’tan istemiş idim, Rabbım da göndermişti. O bakımdan bu abd-i âcizin mânevî imtihanı sıradan değildi.
  Korkma, herkese aynı ağırlıkta vermezler. Dağına göre kış verirler. Âczimi anlatıyorum. Herkes nasibine düşeni alsın, hikmettir. “Hikmetse mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın” rahmetini gönlünden çıkarma. “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” Bu ve buna benzer âyetleri herkes okur, fakat gönül ehli mânâsını iyi anlar. Mevcud ve zuhuratı okumaya çalışır. Onlar Rabbımın lütfu kadar mânâ hafızlarıdır. Bu ilmin kaynağı peygamber efendilerimiz olup, semâvî kitaplar, rahmet kaynaklarından fışkırmış, Cebrail aleyhi’s-selamın rahmetin zuhuruna vesile kılındığı tertîb-i ilâhîdir, Nur-ı Muhammedi’dir.
  Tevhid dînine mahsus kitaplar ve suhuflar Allah kelâmıdır. Göklerde ve yeryüzünde benî âdemde zuhur eden âyetlerin cümlesi Allâh’ın fiili sıfatlarının tenezzülen zuhuru olup, Hazret-i Kur’ân bu âyetlerin beyyinatıdır. Lafı fazla uzatmadan dervişin sadakat ve bağlılık göstergesinin bu abd-i âcizdeki perişanlığına vesile olan kayısıda zuhurunu anlatmaya çalışalım. Tecelli ettiği maddenin cesâmeti ölçü olmayıp, esas olanmânâdır. Yaratılışın sırrı hikmet ve marifettullah benî âdemin insan olması içindir. Hikmet mü’minin kayıp malıdır, nerede bulursa alsın.
  Hazret-i Allah Bakara Sûresi 3. âyette O müttakiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan muhtaçlara tasadduk ederler” 4. âyette de gayba îman edenlerde başka ne gibi rahmetin zuhur edeceğini buyuruyor. Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.”
  Âyet-i celîlenin tefsire ihtiyacı var mı, bilmem? Hazret-i Allah kesinlikle bildiriyor. “Saydığım rahmetlerimin zuhuru gayba îmandan tecelli eder. Gayba îman etmeyen kullarımda bu rahmetlerimi görsen de fer’idir, taklididir. Akıl ve madde ölçüsünü geçmez. Gayba îman eden kullarım kurtuluşa ermişlerdir. Vay gayba îman etmeyen ilim sahiplerinden gayba inananların çektikleri, vay...”
  Bu zuhurat hiç hoşuma gitmemişti. İç âlemim eşşek alıp beygir satıyordu. Nefsimin ihtilafı hâkimdi mânâma. Bu ihtilafım dışa yansımasın, diye olanca gücümle savaşıyordum. Güya terbiyemi ve saygımı bozmuyordum! Efendimin emri üzere ufak bir sepet edindim. “Efendim yakınımızdaki mânâvda çok güzel kayısı var. Size zahmet olmasın, sepetleri mânâvdan doldurtturalım” dedimse de efendimi üzmekten başka bir işe yaramadı. Taksi çağırmak istedim, efendim ona da kızdı. Beni müsriflikle ayıpladı. “Sepetlerle otobüse almazlar, yasak” dedim. “Karışma, gel” dedi.
  Cidden “buyur, hacı baba” dediler, arka kapıdan otobüse girdik. Ve aheste aheste giderek, Keçiören asfalt ve şose iki yol kavşağında indik. Sağ tarafımızdaki birinci bahçeye girdik. Yere dökülmüş kayısılardan efendim aldı, üzerine üfledi ve yedi. Bir tâne daha aldı, ona da üfledi, bana uzattı, ye, Gâlip Efendi”diye.
  Hâdiseler“mânevî bağımı” kemire kemire oraya kadar geldik. Sahibi olmayan bahçeden de efendimin kayısı yemesi maddemi vemânâmı perişan etti. Şer’î şerîfe efendimin bu hâlini uyduramadım. Gayr-i ihtiyârî, sert tavırla “Yemeyeceğim Efendim!..” dedim.“Niye yemiyorsun?”a cevaben: “Yemeyeceğim, rahatsızım” dedim. Efendim onu da yedi. Bir kaç daha yedi ve bir sonraki bahçeye girdik.
  Bahçe sahibi koşarak geldi, hürmetle, tatlı sözlerle efendimin elini öptü. Muhabbetle kucakladı. Kayısı almaya geldiğimizi anlayınca adamlarını çağırıp sepetlerimizi doldurttu. Efendimin çok ısrarına rağmen para almadı.
  Tahminen 45 yaşlarında gibi görünen bir zât koşarak geldi. Gözleri dolu dolu, Efendimin elini öptü, muhabbetle kucakladı ve rica etti: “Efendim! Mübârek ayaklarınız benim bahçeme de bassın. Bahçem de şereflensin” diye. Efendim “Bahçen nerede?” diye sorunca “hemen, bitişik” diye efendimin kayısı yediği yeri göstermez mi!... Efendim, mânidar, gözüme baktı. Af tanımayan yobaz nefsim: “Sen işin doğrusunu yaptın, üzülme!” diyordu, bitkin âcize.
  Efendim gelen zata hitaben “Oğlum! Ben de seni arayacaktım. Bahçenden beş tâne kayısı yedim, helâl et”deyince. Aşk-ı ilâhîden gözleri çakmak çakmak kızaran, maddenin tahakkümünden kurtulmuş kahraman edası ile Hak aşığı gürleyen sesi ile: “Kayısı nedir!.. Emret ağaçları kökünden söküp vereyim”deyince, Efendim gene mânidar bana baktı. Ben gene nefsi ölçülerimle terbiyesizliğime ayıp tozu kondurmuyordum.
  Bahçe sahipleri sepetlerimizi otobüse kadar getirdiler. Otobüsün sahanlığında geri döndük. Bizim gibi sepet ve ufak yükü olanlara da yardımcı olunuyordu. Semt otobüsü müşterisinin ekserisinin ufak yükle koltukta, büyük olursa sahanlıkta. Yalnız müsamahanın bize mahsus olmadığını anladım.
  Bu hâdiseden sonra mânevî düşüncelerim, bu türlü zevkim, duygum,mânâya yakınlığım tükenmişti!.. Taşlaşmıştım!.. Mânâ servetini bitirmiş, iflas etmiştim. Cennet-mekân anacığım “Allah adamı taş eder” derdi de, inanmazdım. Taş olmuştum. Yaratanımı düşünemiyordum.
  Merhamet, insaf, insanlık, hoşgörü hepsi batan gemiyi terk etmişlerdi. Yerinde, menfaati dünya ve zulümden başka bir şey bırakmamışlardı. Tövbe istiğfar kapısı olsa da, o kapıya yaklaşacak istek ve duygum yoktu. Kadın aşkından din değiştirmiş, sünnet olmuş “Molla Kasım’ların kuklası hâline gelmiş, kazazedelere dönmüştüm. Görünümde kaybettiğim bir şey yoktu. Çevrenin, ana, babanın etkisi ve baskısı ile müslüman görünümlü, âciz, zavallı, sahibini tanımayan, izahı mümkün olmayan bir şey olmuştum.
  Mutadım üzere mânevîyat ve zikir meclislerini ihmal etmiyordum. Efendime “duygusuz iltifatım” devam ediyordu. “Rabb’ımdan istedim de gönderdi” utancı olmazsa idi, belirli kişilerin tasavvufsuz dînin yaşanamayacağını anlayıp, tarikata müntesip olduktan sonra nefsanî ölçülerine uygun görmediği için “ben daha iyi biliyorum” edası ile gayba îmanı, mânevî yolu terk eden, zikrullaha, mânevîyata düşman olan kişilerin hastalığına tutulmuştum.
  Eğer Rabbımla o sağlam ahdim olmasa idi, uzaklaştığım yetmediği gibi ben de ilim şemsiyesi altında mânâ tahribatını vazife edinirdim. Bu hastalık bir ayı geçkin devam etti. Bir gece Rabbımın sonsuz rahmeti, merhameti bu abd-i âcizi ikaz ve irşâdı ile gerçekler öğretildi, uyarıldım. İntisabın ne olduğunu iyi anladım. Rabbımıza ezel-i ervâhta “beli” demenin arzdaki tekrarının elzem olduğunu iyi anladım.Mânâmda deniyordu ki: “Hani sadıktın, Allah için tâbi olmuştun, meyyitin yıkayıcıya teslim olduğu gibi olacaktın?. Biz vaadinde sebat etmeyenleri, mürşidine karşı samîmiyetsiz tavır takınanları, Allâh’a verdiği sözden kaytaranları, denizden sahile atılmış balık benzeri debelendiririz” buyuruldu.
  O günden sonra daha iyi anladım. Gene âczimle Rabbıma sığınıyorum. “Beni Rabbım terbiye etti, iyi terbiye etti.” Efendim deseydi ki “Gâlip! Oğlum, şu deveyi yut” hiç tereddüt etmez hamudu ile yutardım.” Peygamberimiz Efendimiz: “Zarar gördüğü yere bir daha elini sokanda mü’min sıfatı yoktur” buyurdu.
  İşte Allâh’tan başka ilâh edinmeyen kardeşim. Abartmadım. Oku. İbret-i âlem için oku. Sindire sindire oku. Yalnız okumakla yetinme. Aynı duruma düşmeyesin diye Rabbım bu abd-i âcizi yaşatmakla bu sırrı öğretti, sizleri de okumakla hissedar kıldı. Korkmayın, Allâh’ın rahmeti sonsuz. Rahmetine vesile o kadar çok âyetler halk etmiş. Kelâm-ı Kadîm’de, göklerde ve yerde, insanda ve insanî kâmilde nice âyetlerin zuhurunu gör ve yaşa, inancında samimi ol. Gayb hazinelerinden bir damla da olsa rahmet, terbiye ve edep âyetinin kayısı da dahi zuhuru görülebilir, dikkat et. Allah için teslim ol. Teslimiyetininde Allah için olduğu her hâlinde görülebilsin. Bu hakka dair âyetlerle noktalayalım. Yazılmış olsa da tekrarında faide umuyorum:
  Sizden herhangi bir ücret istemeyen, bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. (Yâsîn Sûresi, 21)
  Ey îman edenler, Allâh’a, peygamberine, peygamberlerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îman ediniz. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânâsı ile sapıtmıştır. (Nisa Sûresi, 136)
  Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allâh’ın ziyaret edip hâl ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler. Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır. (Bakara Sûresi, 27)
  Ve öyle Rablarının cemalini isteyerek, sabah ve akşam ona dua edenleri ve zikir edenleri yanından kovayım, deme. Sana onların hesabından bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki bi çareleri kovup da zalimlerden olacaksın. (En’am Sûresi, 52)
  Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri evliyâ edinmeyin. Allâh’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?. (Nisa Sûresi, 144)
  Bundan evvel yazdığım Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik kitabıma başlarken bir itirafta bulunmuştum: “Ben yazar değilim” diye. Gene aynı itirafı tekrar ediyorum. Madde yazarları, hele mânâ yazarları kusurlarımı bağışlasınlar. Hani derler ya: “Şiddetinden atıyor” diye. İşte bu abd-i âciz ilim adına nâ-ehilin icraat ve telkinatı ile cihanşümul olan dîni mübinin ne hâle geldiğini, niçin horlandığını, güzelliklere karşı din maskesi altında nasıl tahrifat yapıldığını, vatanın kurtulmasında bariz emeği görülen kıymetleri küfürle itham edip, asil ve necip milleti parça parça etmelerini görmek bu abd-i âcizi gerçekleri yazmaya zorladı. Seksen sekizime az kaldı, bilgisayarla yazıyorum. Sebeplerinden Allah razı olsun.
  Muhterem yazar,mânâya aşina ilim sahiplerine derim ki: Memleketimizde bir gerçek espri vardır. Derler ki: Her yufka ekmeği dürüm olmaz. Gevreğini, yani kurusunu içine dür de ye.” Bu tabir mahallidir. Amma mânâ yönü ile umumidir.
  Okuyan ve dinleyen kardeşim! “Hazmı güç gevrekleri” “Yumuşağına dürde ye.” Îmanında rahmet zuhurunu göreceksin. Mutlaka ye. Bu abd-i âcizin âczi sana ışık tutsun. İtiraz etme, dayanamazsın. “KAYISIYI YE!”
  Gerçek bir yere müntesip oldunsa hâdiseler seni fazla etkilemesin. Allâh’a verdiğin sözü unutma. “el-va’dü ked-deyn” (vaadinde sebat etmeyenleri sevmem) hitabını hiç unutma. “Günâh-ı kebâir üzere, yılışarak günâh işleyenlerde hidâyet yoktur” buyuran Rabbımiz cümle kullarını af etsin. Rızâ-i Bârîiçin Rabbımın lütf u ihsanı ile Kelâm-ı Kadîm’in, fiiliyatta, âlemde zuhur eden âyetlerin dışına çıkmadan yazmaya çalıştığım yüceler yücesi Rabbımız tesirli ve rahmetine vesile kılsın, âmin. Ve selamün alel-mürseliyn vel-hamdü lillâhi Rabb’il-âlemiyn.
 

Zikir Hakkında Bazı Hadisler Ve Vecizeler

  Hazret-i Kur’ân’da mânâsına uygun kütübü sittede mevcut zikir hadislerinden bazılarını da yazmakta sakınca görmedim, bilinsin diye yazıyorum. Hepsi de elzem fakat kitapçığın hacmi müsait olmadığından birkaç adet yazmakla iktifa edeceğim:
  Bazı insanlar zikrullahın anahtarıdır bunlar görülünce Allah hatırlanır. (İbni Mes’ud’dan rivâyet edilmiştir.)
  Onlar Allâh’ın zikrini ziyade severler ve çok devam ederler Haklarında dedikodu yapan münafıklara aldırış etmezler işte onların zikri günâhlarını döker. Cenab-ı Hakk’a kıyamet gününde günâhsız olarak vuslat ederler. (Ebu Hüreyre)
  Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: Ey Âdemoğlu! Beni zikrettiğin müddetçe muhakkak bana şükredersin. Zikiri yapmayarak beni unuttukça nankörlük etmiş olursun. (Hadis-i Kudsi)
  Allâhu Teâlâ buyuruyor ki: benim kullarım içinde velîlerim ve sevgililerim şu kimselerdir ki, ben anılınca onlar da anılırlar ve onlar zikredilincede ben anılırım. (Hadis-i Kudsi)
  Her kim sabah namazını kıldıktan sonra oturur ve güneş doğuncaya kadar zikir ile uğraşırsa ona cennet vacip olur. (Câbir r.a.)
  Allâh’ı çok zikrediniz hepsinden hayırlısı sizi temizleyici ve derecelerinizi yükseltecek olan amel budur. (Hazret-i Ömer r.a.)
  Ey Büşre! Her günâh işlediğin zaman Allâh’ı zikret ki Allah da seni mağfireti ile zikretsin. (Hadis-i Şerîf)
  Her şeyin bir anahtarı vardır; semavatın anahtarı ise “Lâ İlâhe İllallah”tır...
  Allâh’ı sevmenin alameti onu zikretmektir. Allâh’a buğz edişin nişanıda zikrullaha buğz etmektir.
  Her kim Allâh’ı zikrederse Allâh’ta onu sever.
  Abdullah b. Revaha Peygamber (s.a.v.)’in ashâbından biriyle karşılaşınca:
  “Gel, bir saat îman edelim, yani bir süre Rabbımizi zikredelim,” derdi.
  Yine bir gün bir sahabiye aynı şeyi söyleyince, sahabi buna kızıp Hz. Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve:
  “Ya Resûlallah, Abdullah b. Revaha’yı görmüyor musun? Senin gösterdiğin îmandan yüz çevirip bir saat îman etmeye yöneliyor” dedi.
  Bunun üzerine Hz. Peygamber:
  “Allah, İbn-i Revaha’ya merhamet eylesin. O, meleklerin, imrendiği zikir meclislerini seviyor” dedi. (Ahmed bin Hanbel)

SÖZLÜK

Abd-i âciz: âciz kul
Âdili mutlak: Kesin adâlet sahibi (Allah)
Ahlâk-ı hamide: Güzel Ahlâk
Ahsen-i takvim: En güzel kıvam, en güzel yaratılış
Aklıselim: Sağlam, bozulmamış akıl
Amel: Fiil, İş
Arz: Yeryüzü
Arz etmek: Sunmak
Asr-ı Saadet: Hz. Peygamber dönemi
Asrı tan etmek: Zamanı kötülemek
Ayne’l-yakîn: Görerek bilmek
Bâki: Kalıcı, ebedi
Basîret: Görmek
Belî: Kabul (evet)
Benî âdem: Âdemoğlu
Beşeri: İnsana mahsus
Beyyinat: Açıklama
Biat: Söz vermek, anlaşmak
Bid’at: Uydurma, sonradan çıkma
Buğz: Kötülemek
Cemadat: Cansız varlıklar
Cife: Pislik
Cüz’î irâde: Kul iradesi
Çavuş: Dergâhtaki görev silsilesi-nin ilk basamağı
Çeki: Ölçü birimi (250 kg)
Darülbeka: Ebedi âlem
Derviş: Allâh’ın bilinmekliği yo-lunda öğretiye tâbi olan kişi
Diraset: Okumayla elde edilen ilim
Dirhem: Eski para birimi
Ecir: Sevap, Karşılık

Edille-yi Şeri’ye: Şer’î deliller
Ef’al: Fiiller, işler, ameller
Efdali mahlûk: En faziletli yaratık
Ehl-i aşk: Allah âşıkları
Ehli hâl: Hâl sahipleri, temsil ettiği fikri yaşayan dindarlar
Ehl-i Kitâb: Semâvî kitaplara tâbi olanlar (Hıristiyanlar ve Yahudiler)
Ehl-i tasavvuf: Tasavvufu hayat tarzı olarak almış insanlar
Emri bi’l-maruf: İyiliği emretmek
Emr-i İlâhî: Allâh’ın emirleri
Enâniyet: Benlik
Evliyâ Vârisü’n-Nebî: Hazret-i Peygamberin vârisi.
Evrad: Virdler, zikirler
Ezel-i ervâh: Ruhların bedenlere girmeden önceki hayatları
Fakir: Her şeyin Allâh’a ait oldu-ğunu anlamış insan
Felekiyyat: Gezegenler, âlemler ilmi
Feraset: Bir şeyin içyüzünü göre-bilme kabiliyeti
Ferî: Asıl olmayan, teferruat.
Fıkıh: İslâm hukuku
Gâlibîlik: Kâdirî Rufaî tarikatının Gâlip Kuşçuoğlu tarafından tesis edilen bir kolu
Gavs: İnsanlara, darda kaldıklarında yardım edecek kişi
Gavsül-A’zam: En büyük gavs, tasavvufta önemli makamlardan biri, aynı zamanda Abdülkadir Geylâni için de özel olarak bu tabir kullanılır. Gayb: Görünürde olmayan
Gayretullah: Allâh’ın emri
Hakkal-yakîn: Hak ile bilmek
Halife: Vekil, bir makamı o ma-kamda bulunan şahıstan sonra temsil edecek kişi.
Hâlik-ı Zülcelâl: Yüce Yaratıcı
Havfu Reca: Korku ile ümit arasında olmak
Hikmet: Bir şeyin özü, esası
Huddem: Mânevî ağırlık
Hulul: İç içe girme
Hurafe: Saçma, aslı olmayan

İçtihat: dîni yorum
İdrak: Anlamak
İdrak-i meâl: Anlama kabiliyeti
İfrat: Aşırıya kaçmak
İhlas: Samîmiyet, saflık
İlmel-yakîn: İlim ile bilmek
İlmi İlâhî:İlâhî ilim,
İlmi zâhir: Madde ilmi, dünya hayatı ile ilgili ilimler.
İltimas: Tolerans
Feylesof: Felsefeci
İndî İlâhî: Allah katında
İrfanîyet: Okuma yazmaya bağlı olmayan ilim. Ariflik
İrşad: Yol göstermek.
İrtihâl: Göçmek, Ölmek.
İstihza: Alay etmek
Kâl: Laf, söz
Kâl imtihanı: Sözlü imtihan
Kastı İlâhî: Allâh’ın maksadı
Kesafet: Yoğunluk
Kesbi: Kulun çalışmasına bağlı
Kevn: Madde,
Kevni hakîkat: Madde ilmî ilgili gerçekler
Kisbe: Elbise, görüntü
Kül: Tamamı, hepsi
Küllî İrade: Allâh’ın iradesi
Kütüb-i Sitte: Hazret-i Peygamberin sözlerini toplayan en güvenilir altı kitap.
Lâ-dini: Din dışı
Lafız: Kelâm, söz
Lahut Âlemi: Mânevî âlemlerden
Lutuf: Bağış, İhsan
Mağfiret: Affetmek
Marifet: Allâh’ı bilmek
Masiva: Onun haricinde olan herşey
Mekârim-i ahlâk: Güzel ahlâk
Menasik-i hac: Hacc ibadetinin rükunleri
Mensup: Bir yere intisap etmiş, bağlanmış
Meşrep: İnsanın mizacına uygun olarak seçtiği yol, tarz, tarikat
Metafizik: Fizik ötesi, maddî olmayan
Mezhep: Yol, dîni mezhepler
Muhammed İkbal: Pakistan’ın mânevî kurucusu
Musahhar: Emrine verilmiş
Mutasavvıf: Tasavvuf ilmini bilen kişi
Mutmain: Huzura ulaşmış.
Müdrik: İdrak eden
Müntesib: Bir dergâha bağlanmış
Mürşid: Yol gösteren, aydınlatan
Mürteci: Geçmiş zamana göre hareket eden
Mütekâmil: Gelişmiş, ileride
Müttaki: Takvâ sahibi, Allâh’tan sakınan, onun emirlerini titizlikle yerine getiren.
Nâ-ehil: Ehil olmayan, bilgisiz
Nafi: Faydalı,
Naib: Vekil, sonraki
Nasranî: Hıristiyan
Nazargâh: Nazar edilen, bakılan yer
Nedimi İlâhî: Allâh’a yakın kişi.
Nefsanî: Nefsin isteği
Nehiy ani’l-münker: Kötülüklerden alıkoyma
Neşvünema: Yaşama sevinci
Nısf: Yarım, yarısı
Nükeba: Tarikakatta nakiplikten sonraki görev
Ruhaniyet: Ruh, mânevî güç
Sabiler: Sabii dîni mensupları
  
Salah: Kurtuluş
Sâlik: Tarikata yeni girmiş
Sarih: Apaçık, belli net
Sây-i: Gayret Kişisel çaba
Settarü’l-uyub: Allâh’ın “ayıpları örten” sıfatı
Sıklet: Ağırlık
Silsileyimeratip: Tarikatte Hazret-i Peygambere kadar ulaşan silsile
Suhuf: Sayfalar, bazı peygamberlere inen ilâhî sayfalar
Süfli: Basit, aşağı dereceden
Şaki: Asi, isyankâr
Şecere: Soy, sülale
Şedit: Şiddetli
Şerîat: Allâh’ü Teâlâ’nın peygamberler vasıtasıyla gönderdiği ilâhî emirler
Şerîat-i garrâ: Aydınlık, parlak şerîat, yol
Şerik: Ortak
Tahkiki Îman: Gerçek Îman
Taklidi Îman: Şekilsel Îman
Takvâ: Allâh’ın emirlerine titizlikle uymak
Taan etmek: Eleştirmek, Kötülemek
Tarikat: Allâh’a götüren yollar
Tasarrufat: Tasarruflar icraatler, mânevî yardım.
Tasavvuf: dînin mânevî, ruhi yanı
Tazarru-niyaz: Yalvarıp yakarma
Tevil: İzah, yorum
Teberrük: Karşılıksız bağışlama
Tecelli: Zuhur etme, görünme
Tefekkür: Düşünce, düşünme
Tefrit: Aşırı derecede kısıtlamak
Teksif: Yoğunlaşmak - Toplamak
Tekvin: Yaratmak
Temaşa: Seyretmek
Temayüz: Öne çıkma, belirme
Tenakuz: Çelişki
Tenasüh: Bedenin bir bedenden bir bedene girmesi inancı
Tenezzülen zuhur: Merhametinden dolayı yapmak.
Tenzih: Allâh’ı noksanlıktan uzak görmek
Tetebbu: Okuma, yazma, araştırma
Tevatür: Nesilden nesile aktarılan doğru bilgi
Tevessül: Vesile edinmek
Tevhîd: Birlik, bir olmak, Allâh’ı bir bilmek ve O’nun birliğine inanmak
Vahhabi: Tasavvuftaki ve dindeki bazı icraatlara karşı çıkan, zâhire çok önem veren akım.
Varid: Allâh’tan gelen ilhamlar
Vârisü’n-Nebî: Hazret-i Peygamber’in vârisi, Evliyâ
Vecibe: Sorumluluk, görev
Vera: Yeme, içme, giyme vesairede dîni hassasiyet
Vehbi: Allâh’tan gelen, kulun çalışmasına bağlı olmayan
Yed-i Kudret: Kudret gücü
Zâhir: Görünen
Zebun: Zayıf, güçsüz
Zehab: Yanlış düşünce, zan
Zelle: Ufak su
Zeval: Yok olmak, kaybolmak
Zikir: Allâh’ı anmak
Zuhur: Görünmek
Zülcenaheyn: İki kanat sahibi, hem şerîatı hem tasavvufu bilen